Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

Gülelim Eğlenelim.. – 1 : Stalin’den Aylaklık Üzerine İnciler ve Yüce Fetvaları..

‘lenin’in maddecilik ve ampriokritisisizm’inin 1939 baskısının arka iç kapağına stalin kırmızı kalemle şu notu almıştı :

1 – güçsüzlük ,

2 – aylaklık ,

3 – aptallık..

 sadece bunlara kusur denebilir.. başka her şey , bunların dışındaki her şey , tartışmasız erdemdir..

(1) güçlü (ruhen) , (2) etkin , (3) zeki (ya da becerikli) ise o zaman bütün diğer ‘kusurları’ ne olursa olsun iyidir..

(1) artı (3) eşittir (2)..’

Stalin..

‘yoldaşlar , biz komünistler özel yaratılmış insanlarız.. özel bir şeyden yapılmışız.. o büyük proletarya stratejistinin ordusunu , yoldaş lenin’in ordusunu oluşturan bizleriz.. bu orduya ait olmaktan daha yüce bir onur yok.. kurucusu ve lideri yoldaş lenin olan partinin bir üyesi olmaktan daha yüce bir şey yok.. böyle bir partinin üyesi olmak herkese sunulmaz.. böyle bir partide üye olmaya eşlik eden gerginlik ve fırtınalara da herkes dayanamaz..’

Stalin..

‘STALİNİZM’ , SLAVOJ ZIZEK , Çeviri : SABRİ GÜRSES , ENCORE Yayıncılık , Kasım 2008..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

panta rei

son dönemde hayat adeta eli sopalı bir öğretmen karşımda. hangi konularda daha zayıfım, hangi derslerde notlarımı yükseltmem gerekiyor sağolsun dan dan çıkartıyor karşıma. içime bir konuda minicik bir kurt düşmeye görsün, hiç vakit kaybetmiyor, hemen “çıkar kağıdı. sınav yapıyorum” diye en savunmasız anımda yakalayıveriyor. ben hazırmışım, değilmişim mühim değil. eğer yeterince iyi değilsem sıfırı basıveriyor. bazı konularda şükür ki artık yılların tecrübesiyle kayda değer bir ilerleme kaydettim. hala veremediğim dersler var ama en azından mezuniyete giden yolda ortalamamı epey yükselttim. bu da bir şey. lakin bugüne kadar yani yaklaşık 31 yıldır belki bin kere bütünlemesine girip yine de bir türlü veremediğim bir ders var ki nasıl yapsam da geçsem inanın artık çaresizim. neler yaptım, ne yollar denedim, yok, kafam almıyor. hep aynı yerde aynı hataları yapıp sınavı bir türlü veremiyorum. hep başa, en başa dönüp duruyorum. başka derslerdeki başarılarımı görse ya hayat, kanaat notuyla geçirse ya beni, ama yok, nuh diyor peygamber demiyor. ya vereceksin bu sınavı, ya vereceksin. gözümün yaşına bakmıyor. “hayat bana taktı!” diye isyan ettiren, canıma okuyan, aklıma girmeyen o ders ne mi? tabii ki “yalnızlık”.

neler yapmadım! yalnızlığın yer yer keyifli bir şey olduğunu, benim sandığım gibi kurtulmam gereken bir hal olmadığını, sırf yalnız kalmamak için hiç düşünmeden içine atladığım ilişkilerin beni önünde sonunda daha da fena paralayacağını göstermek için kendime. ama kar etmedi. her yalnızlıktan şikayet ettiğim anda karşıma çıkan birbirinden daha yorucu adamlar ilk başta kandırıkçı bir avuntu sağlasa da, hayatımdan gerek benim gerek onların rızasıyla çıkıp gittiklerinde en baştaki yalnızlık duygum bırak azalmayı tersine beşle çarpıldı. kendimi yalnız hissederken bi baktım yapayalnız kalmışım. bir de üstüne gereksiz yere yaşanmış olaylar, gereksiz yere söylenmiş sözler, yorgunluk, bıkkınlık, yetmezmiş gibi kırık bir kalp. günün sonunda yine döndüm dolaştım kendi tuzağıma düştüm. ruhumu iyileştireyim derken daha da bozdum.

şimdilerde yine bu konu gündemde. sağdan soldan yeni ilişki haberleri, evlilik davetiyeleri yağıp dururken hayatıma ben küçük küçük panikliyorum, üzülüyorum bu hikayelerden hiçbirine kendi hayatımda tanık olmadığıma. elbette bu işler aceleye gelmez. elbette aşk dediğin şey ittirmeyle olmaz. elbette sırf yalnız kalmaktan korkuyorum diye her karşına çıkan kişiyle sonsuza dek mutlu olma hayalleri kurulmaz. lakin hani o her şeyi akışına bırakma, bırakabilme hadisesi var ya, hani bir an evvel yalnızlıktan kurtulmak için olur olmadık adamlarla suni birtakım ilişkiler yaratmak yerine beklemek, sabretmek, suyun akıp yolunu bulmasına izin vermek… işte ben o noktada ne yapsam sürece müdahele etmeden duramıyorum. her konuda sonsuz bir sabrı olan, sakin, mülayim, acelesiz, kendi halinde biri olarak, yalnızlığımı sona erdirme konusunda o sabırdan, sakinlikten eser olmadığına, herhangi bir konuda bu kadar inatçı olabildiğime inanamıyorum. alice harikalar diyarı’nda elinde saatiyle “geç kaldım! geç kaldım!” koşturan beyaz tavşan gibiyim. içimde hep “hadi, daha gelmedik mi?” diye tutturan bir çocuk. bunun olayların doğal akışını sekteye uğratan, bana istemediğim hatalar yaptıran, beni günün sonunda daha çok üzen bir şey olduğunu defalarca anlama fırsatım olsa da yok, kendimi “yalnız” iken tam hissedemiyorum. o aslında pek kıymetli yalnızlık anlarından bir gün kurtulacağımı, bir gün çok mutlu olacağımı düşünmeden edemiyorum. biri gelsin mümkünse bir an evvel beni tamamlasın, boşluklarımı doldursun, bana sığınacak liman olsun istiyorum. istemiyorum hatta tutturuyorum. bunun nafile bir çaba olduğunu bile bile. hiçbir işe yaramayacağından emin ola ola. aşka insan eli değmesin, aşk kendi anında çıksın gelsin derken bile içimdeki o sabırsız kalbe sözümü geçiremiyorum. nasıl olacak bilmem? belki ben durup beklerken değil, ilişkiden ilişkiye kafa göz kıra kıra geçeceğim bu dersi. durup beklesem daha az hasarla atlatacağım bu süreci belli ki, ama ben koşarak, mücadele ederek, zorlayarak ve tabii ki yorularak, yara alarak, yıpranarak geçirmeyi tercih edeceğim. iyi değil bu şüphesiz. hiç değil. zor. deniyorum. en azından değiştirmem gereken bir şeyin farkında olup bu değişimi hayata geçirmek kısmındayım işin. yolun zor bölümünü yürüdüm gibi geliyor. bundan sonrası biraz daha sabırlı olabilmekle ilgili sanki. kendini, kalbini sakin tutabilmekle. kendime durmayı öğretme zamanı. bu 300 kilometre hızla giden bir arabanın önüne kırmızı ışıkları dizivermek gibi bir şey de olsa, denemek zorundayım. çünkü; panta rei. yani “hep akışta.”
niyet et. dur. bekle.

‘lucy in the sky’

‘ikizim’e ve bana ‘muadili olmayan insanlar’ cümlesini yazan’a , kalpleri delen ve ruhları ortadan ikiye yaran bir film önerisi : pelikan kanı..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

açık söyleyeyim günde ortalama dört film izleyen bir yaratığım.. bazen bu sayı yediyi sekizi bulur.. son zamanlarda bu sayı üçlere filan indi saçma sapan yoğun tempodan..

dün oturdum izlemediğim yüzlerce film arasından önce inarritu’nun ‘biutiful’unu izledim.. film gerçekten harikaydı , inarritu yine aynı çizgide sağlam adımlarla ödün vermeden ilerliyor.. ‘javier bardem’ yine olağanüstü oynamıştı.. filmin etkisinden kurtulabilmek için mecburen bir aksiyon filmi seçtim.. fransız sinemasının yükselen değerlerinden ‘roschdy zem’in oynadığı ve sağlam bir aksiyon filmi ‘a bout portant’ı (son nokta) izledim.. gerçekten son yıllarda izlediğim en güzel aksiyon filmlerinden birisiydi.. yönetmen  ‘fred cavaye’ 80 dakika gibi kısa bir sürede o kadar çok şey anlatmış ki filmde hayran kalmamak elde değil.. fred cavaye’nin öğrendiğim kadarıyla yönetmen koltuğunda ikinci uzun metrajlı filmi.. senarist olarak birçok filmde de imzası var.. ‘a bout portant’ konusu özgün ve sıkmadan , klişelerden kaçarak anlatıyor ne demek istediğini..  bu iki filmden sonra filmlerin arasında dönüp dururken ‘pelikan kanı’nı çektim.. belki ‘haryy treadaway’ ile ‘emma booth’un çekicilikleri o filmi seçmem de etkili olmuştu..

 filmi attım makineye , dönmeye başladı..

ve daha başlangıcıyla aldı beni içine doğru..

bazen günde 20 tane film atarım makineye ilk beş dakikasından sonra ‘belki bir dahaki sefere’ arşivine gider çoğu.. çünkü sarmaz bazı filmler sizi.. yorar.. ama bu öyle değildi.. daha ilk saniyeden itibaren sizi kuşatıyor bu film..

mutlaka izlenmesi gerekenlerden ‘pelikan kanı’..

yönetmen ‘karl golden’ gerçekten mükemmel bir iş çıkarmış..

gerçek aşkların , aşıkların , sevginin , fedakarlığın filmi..

sadece gerçek aşıklar sonuna kadar izleyebilir çünkü sadece onların yüreğinin gücü yeter bu filmi izlemeye.. günümüzdeki sahte , günü birlik aşıklara aşklara bir şamar atmıyor , pata küte girişiyor film..

ken loach’un kes (kerkenez) filmi sinemaya aşık olmamda en büyük etkisi olan filmlerden birisidir.. o filmden sonra izlediğim en iyi aşk , sevgi , doğa filmi.. ve de en önemlisi ‘kuşlarla’ , ‘kuşçuluk’la ilgili sağlam bir film.. yolda arabalarıyla giderlerken aniden durup gökte uçan amerikan kerkenezini görüp : ‘amerikan kerkenezi ingiltere’de sadece iki tane görüldü..’ diyip çılgınca sevinen , kendilerinden geçen üç arkadaş..

çok geç izledim ‘pelikan kanı’ filmini.. iki gündür buna yanıyorum..

akışı , oyunculuk kalitesi ve en önemlisi müziğiyle de esir ediyor film sizi..

konusunun özgünlüğü de filmi unutulmayanlar arasına sokacak nedenlerden birisi..

ken loach’un kes’ini izleyenler bir an kendilerini o filmin devamı içinde bulduğunu sanacaklar belki de..

annesinin cenazesinin olduğu gün mezarlıktan çıkar çıkmaz kuş peşine düşen ve stevie için her şeyi yapabilecek bir aşık gencin trajik hikayesi..

pelikanların özelliğidir bilirsiniz belki : canlılar içindeki en fedakar canlıdır.. diğer canlılar için bir an bile tereddüt etmeden , düşünmeden kendilerini feda ederler pelikanlar..

acaba nikko mu yoksa stevie mi kelek atacaktır intihar teşebbüslerinin en ciddisinde , şakası bile olmayanın da.. kim bilir..

benim gibi geç kalmışsanız mutlaka bulun izleyin bu filmi..

gülüşünüzle kalın..

 Crockett..

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

pelikan kanı :

 yönetmen: karl golden
oyuncular: harry treadaway , emma clifford , emma booth , ali craig , arthur darvill , babatunde aleshe , christopher fulford , daniel hawksford..
senaryo: cris cole
görüntü yönetmeni: darran tiernan
müzik: niall byrne
süre: 1 saat 35 dakika , yapım: 2010 – ingiltere..

 filmin konusu :

  ‘nikko (harry treadaway) londra’da yaşayan , bir temizlik şirketinde çalışarak geçimini sağlayan 22 yaşında bir gençtir.. nikko’nun en önemli özelliklerinden birisi de ‘kuş gözlemcisi’ olmasıdır..

inişli çıkışlı duygusal hayatında stevie (emma booth) dışında kimseyi sevmemiş , sevememiştir.. ikisi birlikte intihar etmeyi planlamış , birisi kelek atmıştır.. nikko intihar fikrini tek başına gerçekleştirmeye çalışırken kendi ablasını da yanlışlıkla yaralamıştır.. bu olaydan sonra stevie bir süreliğine yurt dışına gitmiştir..

artık nikko’nun hayatında sadece kuşlar vardır.. kimsenin rekorunu kıramayacağı bir şekilde en çok kuş türünü gören insan olmak için ilki arkadaşıyla birlikte kuşların peşinden elinde kamera ve dürbünleriyle dağ , ova , bayır , park , orman gezerler..

 ve bir gün stevie tekrar karşısına çıkar.. olaylar gelişir..’

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmden Alıntılar ve Replikler :

 ‘ben bir zamanlar bir kızla çıkmıştım ve birlikte kendimizi öldürecektik , sonradan anlaşıldı ki birimiz ciddi değilmiş..’

giriş şarkısından :

 ‘kalbim bir an durunca içinde

çarpmayı reddedince

ayaklarımın altında toprağı hissetmiyorum..

ayaklarımın altında..

yalnız başıma odamda

seni hayal ederken

ah daha ne yapabilirim

hala sana ihtiyacım var

ama şimdi seni istemiyorum’

 ‘bütün kuşçular liste tutar , ingiliz listeleri , ülke listeleri , elle beslenen kuşlar listesi.. benim kendi parti parçam : ‘muzun ucundaki yaban ördeği’ydi.. 200 ve başlangıç seviyesini atlatıyorsun.. 300 ve orada biraz nadidelik var ve eh hiçbirimizin 400’ün  üzerini bulacağını sanmıyordum önceden.. şaka kısmı şu o kuş listene girdiği an değersiz olur..’

 

‘çocuk : neler oluyor..

nikko : bir kuşa bakıyoruz , bir beyaz serçe..

çocuk : onunla ne yapacaksınız , öldürecek misiniz..

nikko : hayır sadece bakmak istiyoruz..

çocuk : niye..

nikko : biz bunu yaparız..

çocuk : amacı nedir..

nikko : amacı yok..’

Çekirdek çıtlat, Sprite iç ve Gerçeklik bakın

 

 

 

 

 

 

 

 

Tam on yıl olmuş, on yıldır izlemeyi beklediğim filmler arasındaydı. 2001 yazında şehrimde gösterimdeydi; ama ben buralarda değildim. Gazetede okumuş, “tam bana göre” demiş; ama gitmemiştim. Müzikleri ve öyküsü Bono’ya aitti, bu da yeterli bir sebepti. İsmi de fena halde “loser”dı, bu da sebebi güçlendiren bir etkendi. Ancak gitmemiştim, sonrasında ise izlemek için hiçbir irade göstermedim. “Nasıl olsa bir şekilde gelir beni bulur” adlı listeme eklenenlerdendi. Geldi buldu, bu sabah izledim: “Million Dollar Hotel” nam-ı diğer “Sırlar Oteli.” Ha walla, izledim.

Kapitalizmin kurucu efendilerinin gerçeklik algılarına dair edilen laflar, yanılsama, hayat vb. naneli çikolata ferahlığı katıyordu filme; ancak ben artık 10 yıl yaşlanmıştım. O yüzden işte, çekirdek çıtlattım, limonlu gazoz sikletinde en sevdiğim Sprite gazozu içtim ve yine içimdeki kuyuya bilincimi daldırıp daldırıp çıkardım. Dışardan bir nevi ashab-ı kehf gibiyim, hareketsiz ve uyuşmuş; ancak içerde kaç çağı ve gerçekliği parçalıyorum pençelerimle bir bilsen. Neyse…

Filmdeki Yahudi iş adamının bir lafı vardı, dedi ki: “Ben ve insanlarım en az 60 ülkede her sabah yeni ve başka bir gerçeklik kurarız.” Ne güzel(!), gücün ve zekânın insana yaptırabilecekleri… Oyunun kurallarını koyan taraf olmak, kurallarını kendinin koymadığı oyunlarda bertaraf olmak… Ammawelakin Gandhi gibi seslenip, “I am not in” deyivermek bir çırpıda. Dünyanın çocuklarının inşa ettikleri ve koydukları kurallara biat etmiyorum wesselam, benden bu kadar. İki haftadır Deleuze elimde, “Bin Yayla”da ellerim kıç ceplerimde ayağımla toprağı eşeliyorum. Ve evet bunu düşündüm ilk kez, ben çekirdek çitlemiyorum, çekirdek ÇITLATIYORUM. Bu sözcük işte orada, bende “bir kalıp gerçeklik” satın alma çağrışımı yaptı. Evet, şu hani Hacı Şakir’in war ya banyo sabunları, beyaz ve lavanta kokulu, ben onları elleyince ya da koklayınca ya da öylesine tezgâha koyup baktıkça müthiş bir huzur ve dinginlik hissediyorum. Şimdi de işte o kalıp sabunlar gibi, bir kalıp, iki kalıp, üç kalıp vs. gerçeklik satın alıp, sonra hepsini kullanarak eritmek istiyorum. Gerçeklik-ler hakikat denilen ağır mevzunun üzerindeki örtüler gibi, aslında kimse “gerçekte” neyin nasıl olduğunu bilmiyor, tıpkı Charlie’nin Çikolata Fabrikası’ndaki gibi.

Şimdi gidiyorum, altı kalıp bir arada gerçekliklerden satın almaya. Unutmadan, Bono da İrlandalı bir derwiş aslında…

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘hiçbir şarkıdan kaçmayacaksın’

bu ara tek yol arkadaşım şarkılar. bir adım ötemi görmediğim bir yolda onlara tutunarak el yordamıyla ilerliyorum. öyle çok da değil, üç beş şarkıdan bir dünya kurdum kendime. sabah kalkıyorum başlıyorum bir tanesiyle, sonra sırasıyla diğerleriyle yola devam ediyorum. bitince yeniden en başa dönüyorum. bir şarkıya daha ihtiyacım yok. tam ihtiyacıma göre üç beş şarkılık mütevazı, kendi halinde, kalender bir playlist. bazen iç geçiriyoruz birlikte, bazen dertleniyoruz, bazen neşemiz yerine geliyor. ben ve şarkılarım kendi küçük dünyamızda olabildiğince mutlu, çoğunluk hüzünlü, yer yer bulutlu, yer yer güneşli, geçinip gidiyoruz. elbette bazıları var ki biraz daha sık çalınıyor. ismini söyleyip de diğerlerini daha az önemli gibi göstermeyeyim ama bazen kimseye çaktırmadan bütün gece arka arkaya aynı şarkıyı dinliyorum. hatırlattıklarını seviyorum. hatırlattıklarına üzülüyorum. hatırlattıklarını unutmak istemiyorum. aynı şarkıyı tekrar tekrar dinlerken vaktin birinde  içimden geçen duyguların altını çizip çizip duruyorum. o duygular an gelip ruhuma kalbime yük de olsa, bir türlü dinlemekten vazgeçemiyorum. daha önce de yazmıştım, takıntı gibi bir şey bu benim için. ben ki hayatta hiçbir şeyin tiryakisi olmayan biri olarak hayatımda ilk kez bir şeylere nedensiz bağlanıp onlarla vedalaşmamak konusunda inat etmenin ne menem bir şey olduğunu görüyorum. istemsizce aynı notaların beynimin içinde dönüp durmasından sadistçe bir zevk alıyorum. bıkmak diye bir şey de yok. ki beni hayatta en çok bıktıran şey tekrar da olsa, bunca tekrarın beni nasıl olur da bu ana kadar yıldırmadığına şaşıp kalıyorum. bir süredir bu döngüden çıksam mı, yoksa gittiği yere kadar devam etsem mi diye düşünürken bugün bir yazı çıktı karşıma. sanki yazının içinde bana sunulan bir cevap olduğundan eminmiş gibi hızlı hızlı okurken, bir paragrafta takılıp kaldım. daha ondan önceki paragrafı okurken altta gözümün kenarıyla yakaladığım “şarkı” kelimesinden bir şeylerin yaklaşmakta olduğunu anlamıştım ama bu pek muhterem paragrafın üzerimde gökten zembille inmiş bir hediye, hatta vahiyle gelmiş bir kutsal kitap etkisi yaratacağı aklıma gelmemişti. kafamı yukarı kaldırıp içimden geçeni söyleyebilseydim belki anca böylesi “cuk” bir şey hazırlayıp gönderebilirdi yukarıdaki sevgili dostlarım. okudum. bir daha okudum. başa gittim. yazıyı en baştan bir daha okudum. o paragrafa gelince yavaşladım. tane tane okudum. içimden okudum. dışımdan okudum. alacağımı aldım. en çok bu yüzden şu anda fonda yol arkadaşım üç beş şarkılık playlistim belki bininci kez çalıyor. durması gerektiği zamana kadar da çalacak gibi görünüyor.

 ‘lucy in the sky’

“Hiçbir şarkıdan kaçmayacaksın. Üstüne üstüne gideceksin seni en fazla yakan, seni en fazla korkutan şarkıların, sözlerin. Kaçmadan söylenenlerden; başa alacaksın bütün o şarkıları. Yeri gelecek haftalarca, aylarca sabah akşam aynı şarkıyı, aynı şarkıları dinleyeceksin. Çileci bir keşiş gibi tekrarlayacaksın, dolayacaksın diline onları. Tekrarladıkça, korkmamaya başlayacaksın o şarkıların getirdiklerinden, hatırlattıklarından. Bir bakacaksın; korkularınla dost olmuşsun çağıra çağıra yanına, yamacına. İyi geçinmeyi öğrenince korkularınla, şarkılarla sana ebedi bir gençlik, mümkün mertebe uzun bir gençlik armağan edilecek. Hemen yaşlanmayacaksın öyle.” Ahmet Tulgar / Romantik gerçek

Yazının tamamını merak edenler için:

 http://jiyan.org/2011/05/romantik-gercek-ahmet-tulgar/

nazmi ve halo..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

cumadan başlayalım..

cuma günü sabahın köründe ‘ciğerim’le kör bir koşuşturmanın içine girdik.. istanbul’a ait olduğu söylenen uzak ilçelerinden birinde ekmeğin peşindeydik.. bir de saatlerce trafikte araba kullanmak.. hele ukome midir nedir , onun aldığı kararla saçma sapan bir nedenle bölünmüş yolda 70 km hız limitine uyarak.. işin komik yanı kadıköyden büyükçekmece’ye gitmek için gündüz vakti zaten 70 km hız yapacağınız kısımlar en fazla altı yedi kilometredir.. o ‘muhteşem’ ya da ne diyelim ‘mükemmel’ trafikte 50’yi görmek zaten mümkün değil.. ama sizin 70 ve üzerine çıkıp biraz soluklanacağınız ve oh be trafik açıldı diyeceğiniz yerlerde arkadaşlar 70 km. hız sınırı getirip radarlarla hazineye para kazandırmak için bol bol ceza kesiyorlar.. evlere tebligatlar yağmaya başlamış.. bana da geçenlerde gelmeye başladı ceza makbuzları.. dikkat ettim 80 yazıyor yakalandığım hıza.. ee pes yani bölünmüş yol olan , yaya ve hayvan trafiğine kapalı yolda ve aynı zamanda tekirdağ ile edirne’ye giden şehirlerarası transit yol olan d-100 yolunda 80 km. hızla radara yakalanmışım..

hız ne : 80..

süper..

ben de zannettim ki trafik canavarı olmuşum da metrobüsler gibi 100’den yüksek süratle uçmuşum..

yahu ayıp ayıp , metrobüsler kocaman gövdelerine rağmen vızır vızır 100 km. ve üstü süratle yanımızdan korkutucu şekilde geçerken biz eşekler gibi tın tın 70 km. hıza uymaya çalışıyoruz , o da trafiğin nadiren açık olduğu kısımlarda..

işte sabahın köründe biz bu cezayı ve uygulamayı eleştirip , sağa sola yağarak ciğerimle büyükçekmeceye geçtik.. ve hukuki olarak uğraşmaya karar verdik bu cezalarla , bu ukome midir her neyse adı , onun aldığı kararla.. bir de tüm metrobüsleri ihbar edip hiç sevmediğim ‘ulvi’ vatandaşlık görevimi yapmaya karar verdim ben.. nefret ettiğim ihbarcılık zihniyetine burada teslim olmaya karar verdim.. hepsini ihbar edip şikayet edeceğim 70 km’lik hız limitine uymuyorlar diye.. biz can taşıyoruz da onlar karpuz mu taşıyor o daracık metrobüs yolunda..

neyse ulaştık  büyükçekmece’ye.. abuk sabuk işlerle uğraşırken ‘sülo abimle’ karşılaştık.. hoş beş derken öğlen yemeğimizi ısmarladı.. sohbet ettik bol bol.. ondan ayrıldıktan sonra çöplüğümüz kadıköy’e doğru yola çıktık.. şişli’ye uğramaya karar verdik.. şişli’de de oyalandıktan sonra çöplüğümüze geldik..

döndüğümüzde saat beşi bulmuştu.. sanki üzerimden tır geçmiş gibiydi.. beni tanıyanlar bilir direksiyona geçtiğimde urfa’ya kadar tek başıma giderim gıkım çıkmaz , yorulmam.. ve en önemlisi çok severim araba kullanmayı.. ama istanbul içinde beş altı saat trafikte kalmak 10 kere urfa’ya gitmeye eşdeğer sanırım..

döndük mekana geldik.. ciğerim koltuğa yığıldı , ben dolaba koştum buz gibi biralardan dört tane yanıma alıp bilgisayarıma geçtim.. natacha atlas’ın ilk eşi olan ve yeni keşfettiğim ‘abdullah chhadeh’i açtım dinlemeye başladım.. iki bira hemen boşalıp çöplüğü boyladı tam üçüncüyü açıp ayaklarımı masaya doğru uzatmıştım ki zil çaldı.. of dedim kim bu saatte gelen münasebetsiz.. kalktım kapıya hamle yaptım o sırada ‘abidin dayımız’ kapıyı açmış , gelen ‘ümo’ydu.. ‘ne o la’ dedim ‘hangi rüzgar attı seni..’

meğer beni almaya gelmiş.. ‘nazmi’yi karşılayacaktık unuttun mu’ dedi..

‘nazmi kırık’ nasıl unutulur ki..

sadece günün yorgunluğundan kafam durmuştu ve bitmiş durumdaydım.. ‘sabiha’ya inecek değil mi’ dedim.. 

‘hayır , atatürk havalimanına inecek’ dediği anda birden yol gözümde öyle büyüdü ki.. az önce daha o taraftan gelmiştik.. ‘la arabayla gideceğiz deme sakın’ dedim..

neyse deniz otobüsünde anlaştık bakırköy’e geçme konusunda.. ümo’da hemen aceleyle yolluk yapmak için beş altı birayı içti.. kafamız güzel olup yumuşadıktan sonra ikiledik iskeleye doğru.. yolda fark ettim ki yirmi yıllık arkadaşım ümo’da kapalı alan fobisi var.. duramıyor adam yerinde.. koptum gülmekten.. 15 dakikalık yolculuk ümo’ya iki saat gibi geldi..

deniz otobüsünden sonra taksiye atladık havalimanına doğru yola çıktık.. taksi şoförü antakya’lı (hatay’lı) çıkınca derin bir memleket muhabbetine dalmışken nazmi’nin mesajı geldi uçaktan indiğine dair..

neyse girdik havalimanına fakat nazmi görünürde yok.. korktuğumuz başımıza gelmesin , daha önce ki (şimdi kapanmış olan) bir askerlik problemi yüzünden tutmuşlar olmasın diye düşünürken aradık nazmi’yi.. ve evet maalesef nazmi kardeşimiz bilgisayardan düşümü yapılmayan eski bir dava nedeniyle gözaltındaydı.. şimdi suç bile olmaktan çıkmış bir dava nedeniyle üstelik , askerlik meselesi.. oysa olay kapanmış askerliğini 2015’e kadar erteletmişti..

ama maalesef insanları ararken hemen bilgisayarlara giriş yapılır da nedense aramalar kalktıktan sonra düşümleri hemen yapılmaz ya da daha doğrusu hiç yapılmaz..

nazmi ‘aldılar beni , bekletiyorlar’ diyince girdik havalimanı karakoluna hemen.. girer girmez ‘vallahi bravo hemen de nasıl geldiniz’ dediklerinde ‘biz zaten karşılamaya gelmiştik , arkadaşıyız’ diye cevap verdik.. güldüler ‘ne şanslı adammış’ diye.. ne şansı.. günlerden cuma , mesai saatleri bitmiş tüm adliyeler kapanmış ve nazmi gözaltında , olmayan bir suç ve davadan dolayı..

sağı solu aradık.. kimseye ulaşamıyorsun ki o saatte.. sonra nöbetçi savcıyla yapılan görüşmeler sonucunda nazmi’nin ertesi gün hemen adliyeye getirilip işlemlerinin yapılıp bırakılacağı konusunda mutabakata varıldı..

bizim moraller sıfırken , nazmi ‘ben alışkınım kardeşlerim , mühim değil , rahat olun’ dese de öyle üzülmüştük ki..

nazmi geceyi orada geçireceğini bildiği halde kalbinin güzelliğini yansıtan gülüşü ve kahkahalarıyla bize moral veriyordu.. ‘filmini yapalım bu durumun’ dedim.. gülerek ‘mutlaka yapalım’ dedi nazmi..

sen kalk dört beş sene sonra atla uçağa gel buraya ama seni saçma sapan bir nedenle gözaltına alsınlar.. bürokrasinin yavaş işlemesi ya da hiç işlememesi işte bu..

bu arada nazmimiz , mevsimlerden baharın bitmek üzere olduğunu ve yazın gelmekte olduğunu , havaların ısındığını düşünüp üzerine bir şey almamış.. yanımda olan paltomu ona bıraktım.. ‘üşüyebilirsin gece , serin olur ya da yastık yaparsın’ diye zorla bıraktım paltoyu..

sonra esas mevzu nazmi’nin kaybolan bagajıydı.. nazmi gözaltında kalacağını unutmuş valizin peşindeydi.. güldük kahkahalarla.. nazmi gözaltına alınınca valizi dönmüş durmuş bantta ve sonra ortadan kaybolmuştu.. ‘içinde çikolata vardı , bir sürü hediye vardı çocuklara getirmiştim.. bulun onu lütfen’ diyince ümo hem yağdı , esti , gürledi hem de koptu gülmekten..

memurlar ‘biz buluruz merak etmeyin’ dediler.. biz bu sözü alınca nazmi’yle ertesi gün buluşmak üzere sarılarak ayrıldık..

yüreğimiz buruk , sinir stres içinde hiç konuşmadan geri döndük kadıköy’e.. zaten ne zaman bir sevinç , mutluluk yaşamaya teşebbüs etsek şairin dediği gibi gerçekten ‘kusma nöbeti’ sunuluyor bize..

nasıl üzgündük kimse bilemez bizim o halimizi görmeden.. nazmi gelmiş dört sene sonra ve biz elimiz kolumuz bağlı onu orada bırakmıştık..

kadıköy’de ayrılırken ümo ‘ben yarın onu alırım merak etme’ dedi.. ben gidemiyordum çünkü sabah ‘halo dayı’nın yerine bir keşfe katılacaktım.. cumartesi ne keşfi demeyin.. oluyormuş.. ben de meslek hayatımda ilk defa yaşayacaktım.. haberleşiriz yarın diyip ayrıldık.. çünkü olumsuz bir durum olması durumunda yapılacak şeyler için plan yapmalıydık.. gerçi ümo 20 avukata bedeldir.. hele konuşmaya başlayınca kimse tutamaz onu.. ama sinirlenmesini istemem çünkü sinirlenince ben de tutamam onu..

ümo’dan ayrıldıktan sonra mekana çıktım.. ne hayal etmiştik.. nazmi’yi alıp gelip burada takılacaktık biraz.. ama ben tek başıma gelmiştim işte..

gittim dolabı açtım önce iki duble rakı üstüne de iki birayı cila yaptım.. ve koltuğa uzandım.. gözlerimi kapadım nazmi’nin gülümseyişi aklımda kalmış ve bir de mavi gömleği.. ha bir de çikolata dolu valizi hayal ettim gözlerim kapalıyken gülümsedim.. çocuk olsaydım çikolata dolu bir valiz mutluluktan çıldırtırdı beni kesin..

nazmi kalbinizi emanet edebileceğiniz nadir güzel insanlardan birisidir.. kalbinizi onun kalbine yatırın kalsın.. sizden daha iyi bakar kalbinize.. ama biz işte bir şey beceremeden onu saçma sapan bir nedenle amonyak kokan camı olmayan havasız bir bekleme odası denilen gözaltı odasında bırakıp gelmiştik..

sabah oldu.. hayatımın en yoğun günlerinden birisi olacaktı bu cumartesi.. of dedim bitmez bugün.. aklım bir yandan nazmi ve ümo’da.. gözüm telefonlarda..

halo’nun yerine katılacağım keşif neyse ki bizim mekanın olduğu sokaktaydı.. şans işte.. ama tabi heyet ne zaman gelirdi bilemezdik.. mekana geldim baktım ciğerim de gelmiş sabahın köründe.. dedim hayırdır la.. ‘halo gelecek’ dedi.. ne dedim halo da mı keşfe katılacak.. ‘evet ondan sonra onu düğüne hazırlayacağız.’.

evet o da vardı ya.. akşama halo’nun biricik kızı evlenecekti.. düğünü vardı.. neyse tam konuşurken zil çaldı.. gelen halo’ydu.. sinir küpüydü ve bağıra çağıra geliyordu.. sarıldık.. ‘ya durun allah aşkına üzerime gelmeyin’ dedi.. neyse biraz zoraki sarılmalar ve güreşmeler sonucu 73 yaşındaki halo’muzu sakinleştirdik biraz.. ‘birer çay içip sokağa inelim heyeti bekleyelim’ dedi.. indik on dakika sonra..

ben de o sırada ümo’yu aradım.. durum nedir diye sorduğumda adliyenin önünde memurlarla birlikte kahvaltı yapıyoruz dedi telefona çıkan ses.. ‘la ümo olum senin burnun mu tıkanmış , hasta mı oldun gece’ diyince telefondaki ses gülerek ‘nazmi ben nazmi’ dedi.. o sinir , streste sesi tanıyamamıştım işte.. telefonda karşılıklı güldük uzun uzun.. ‘nöbetçi savcının gelmesini bekliyoruz , çay içiyoruz’ dedi.. haberleşmek üzere telefonu kapattık gülerek..

neyse benle , halo ve ciğerim sokakta volta atıyorduk keşif yapılacak binanın önünde.. baktık gelmiyorlar , keşif yapılacak yerin sahibine bizi telefonla arayın geldiklerinde diyip halo’ya ayakkabı ve takım elbise almaya gittik hemen bahariye caddesine..

biz heyet gelene kadar halo dayı’ya takım elbise ayakkabı vs her şeyi almıştık.. provaları bile yapmıştık kısaltmalar , düzeltmeler için.. tam mağazadan çıkıyorduk ki aradılar heyet geldi diye.. halo’yla koşarak sokağa geri döndük.. keşiflerde bulunmanın nedenini hiç anlamam.. sadece imza atarsın , pek bir fonksiyonun yoktur.. ama işte çene dinlememek için bulunuruz.. keşif bitikten sonra halo ‘beni bir berbere götürün’ diyince halit usta’nın oraya götürdük dayıyı.. kendi ustamın koltuğuna ‘halo’yu oturttum.. ciğerim de diğer koltuğa oturdu..  o da traş olmaya başlayınca halo ‘sen de traş olsana akşama düğüne yakışıklı gidelim hepimiz’ diyince  boş olan son koltuğa oturup diğer ustamız halil ustama da dalgınlıkla ‘hadi sen de beni yap’ diyince nedense berberde bulunan herkes güldü.. ‘şut ve gol’ olduk.. ne yapayım kafam dolu , stresliyim , aklım nazmi’de , kulağım telefonlarda.. kafa nakavt olmuş diyemedik ustam sen de ‘bizi traş et’ diye.. berber koltuklarıyla ilgili daha önce de yazmıştım.. hayatımın en büyük işkence anlarıdır berber koltuklarındaki traş olma anlarım.. başladı o işkence.. neyse berberden çıktık parlamış ve ortalığı yakan halo’muzun yakışıklığıyla..

gittik yemek işini de aradan çıkardık , zıkkımlandık..

mekana döndüğümüzde ‘abidin dayımız’ da gelmişti.. o sırada ümo aradı ‘cano , nazmi tamamdır.. uzun hikaye ama ortalığı yıktım geçirdim , olmazı yaptım kapalı olan diyarbakır’daki adliyeyi açtırdım evrakı buraya fakslattım ve nazmi serbest.. birazdan işlemler bitecek , eve gidip duş alıp dinleneceğiz , akşama halo’nun düğününde görüşürüz’ dedi.. o an gülümseyip rahatladım işte..

nazmi serbestti..

ifadesi bile alınmadan imza atmadan serbestti.. niye kalmıştı 20 saat boyunca diye sorsak işte bürokrasinin güzel işleyişi.. kafka yaşasaydı bu ülkede acaba ……………… diyorum sadece ve bu bahsi kapatıyorum..

halo’yla , ciğerime söyledim sevindiler.. dayı ‘akşama mutlaka gelsinler’ dedi.. ‘gelecekler dayı , rahatta’ dedim..

nazmi bir şok yaşayacaktı 24 saat içinde yaşadıklarından.. hamburg’tan kalk gel gözaltına alın ortada olmayan bir dosya nedeniyle , 20 saatlik bir macera yaşa sonra kalk kalamışta denize karşı bir düğüne katıl..

öğleden sonra saat ikiye gelirken halo’yu eve gönderdik yeni takımını terziden alıp.. hazırlanacaktı.. zaten kızına o gün akşama kadar içmeyeceğine dair söz vermişti.. ve sözünü tuttu gerçekten.. içmedi gün boyunca.. dayıyı evine gönderince ciğerimde bir iş için ‘dursun abimizin’ yanına gitti..

ben de fırsat bu fırsat can ‘reis’i arayayım , şu iki saatlik boşluktan yararlanıp istiklale geçip ortak bir dostumuza sitem ve sevgi dolu bir sürpriz yapalım dedim.. bu konuyu sonra başka bir yazıda anlatırım bir ara.. reis yoldaymış zaten bana doğru geliyormuş.. sinemanın önünde buluşup hemen vapura koştuk.. vapurdan tünele oradan da istiklale çıktık.. reis döndü bana ‘reis , dostumuzun yanına gitmeden bir şeyler içelim , boğazım kurudu , susadık , terledik’ dedi.. ‘nereye gidelim düşünelim’ dedim.. malum deplasmandaydık.. ben hiç sevmem istiklal ve beyoğlu muhitini.. hazzetmem.. saçma sapan bir kalabalık ve gürültü.. insanlar ne anlarlar oradan bilmiyorum.. dedim ‘gel cumhuriyet’e gidelim ikişer bira sallarız , sonra akarız dostumuzun oraya doğru.. girdik ‘cumhuriyet’in gölgesine sığındık , sığınmaz olaydık.. ‘dört bira’ dedik.. ‘beyefendi yemek yemeyecekseniz bira servisimiz yoktur’ dedi.. ‘yemek servisimiz var sadece’yle bitirince biz dumura uğramış bir şekilde ‘ne zamandır kardeşim’ dedik.. daha önce kaç defa oturup bira içip patates ıvır zıvır yemiştik.. kaldı ki meyhane burası , iki tek atamayacak mıyız adı meyhane olan bir yerde.. içimden tekrar yükselen bir öfke kabalığa dönüşmeden ‘kalk’ dedim reis’e , küfür edip yağa yağa çıktık.. dedim ‘ulan bu ülkeden de bu insanlardan da bazen öyle nefret ediyorum ki.. anlamsız ve saçma sapan uygulamaları ve hareketleriyle öfke seline atıyorlar beni..’ hayır işin ilginç yanı ‘cumhuriyet’e girdiğimiz anda içerisi sinek avlıyordu.. ulan zaten müşterin yok , hem sen bizi tanıyor musun biz o masaya oturduk mu ikişer bira için bil ki yarım saatte beşer bira içer abuk sabuk şeyler yiyip kalkarız ve sana güzel de bir hesap bırakırız.. işletmecilik anlayışı sıfır olunca işte böyle olur.. nasıl müşteriler kaçırdığının farkında değil şef denen işi bilmez kardeşimiz.. ha tipimizi mi beğenmedi diyeceğiz gayet şıktık , cillop gibi de traş olmuştuk.. benim bıyıklarım , reisin top sakalı hariç pamuk gibiydik.. neyse reis ve ben yağa yağa sokağı döndük hah dedim işte burası ya , gel ya gerçek bir müessese işte burası.. ‘boş ver’ dedim ‘içim sıkıldı her şeyden.. çökelim pano’ya vuralım şaraba , biraya..’

dışarıda oturmayı hiç sevmem , dışarıda dediğim sokağa atılan masalardan.. ama o an çöktüm hemen serinliğe.. garson geldi dedim ‘canım ikişer bardak şarap ve iki bira..’ garson ‘efendim altı kişiyseniz bu masaya ek yapamam içeri alalım sizi’ dedi.. ‘canım rahat ol onlar ikimize , bunlar başlangıç siparişi.. sen git getir , bir de peynir tabağı yap getir..’ deyince garson kafa sallayıp hala anlamamış vaziyette gitti.. komi geldi baktım dört servis açıyor.. güldük reisle.. altıyı çözememişler , dörtler demişler herhalde.. uzun uzun güldük.. iki servis açtırdık ve gitti..

sonra garson ikişer bardak şarap getirdi , iki de bira.. ilk şarap kadehlerini ağzımızda çalkalayıp hemen fondip yaptık.. ohhhhhhhhhhh.. soğuk ve enfes bir şarap.. kalkıp inen bardakları gören garson peynir tabağını bıraktı gülümseyerek.. biz de altı çeşidi de birbirinden güzel peynirlere giriştik hemen.. peynir tabağının üzerinden çekirge sürüsü geçmiş gibi olduğunda şaraplar ve biralar bitmişti.. reis , ‘canım’ diyerek garsonu çağırıp ikişer bira daha sipariş etti.. garson yine anlamsız bakarak gitti.. ve biz yarım saatten fazla olmayan bir sürede ikişer bardak şarap ve üçer birayı götürmüştük.. kafamız on numara yumuşamıştı.. böyle müşteri nerede bulunur yahu.. iddia ediyorum bu kadar kısa sürede problemsiz ve böyle çok içen , kalkan müşteri yoktur yeryüzünde.. oysa biz o yarım saatte ne muhabbetler edip gülmüştük.. reis hesaba dokundurtmadı sağolsun..

hemen topukladık sevgili dostumuza doğru.. sitem edip , sevgi ve saygılarımızı sunup hemen kadıköy’e dönecektik çünkü düğüne gidecektik akşama.. ve en önemlisi nazmi’ye kötü bir gecenin ardından güzel bir gece yaşatmak istiyorduk hepimiz..

istiklal’de sevgili dostumuza sürprizimizi yapıp geri döndük hızla.. dostumuz bayağı şaşırdı ve sevindi fakat sitemlerimizi de bildirdik kendisine.. başka bir yazıya..

ama geri dönüş yolunda içerken aldığımız yükten dolayı tuvalet arama maceralarımız filmlikti.. neyse ki kalkan vapura kıl payı yetiştik..

ve kadıköy , yani evimiz.. iskeleye adım atınca derin bir nefes ve işte evindesin , kadıköy’de..

o sırada gürsel’i aradım.. ‘nazmi geldi gemide’de oturuyoruz buradan  alın bizi gidelim’ dedi.. gittik gürselle , nazmi otuyordu fakat ümo kayıptı.. ümo’nun işi çıktı gelecek dediler.. baktık bizim gibi nazmi ve gürsel’de güzelleşmişlerdi.. nazmi’ye sarıldık güzelce.. geçmiş olsun dedik..

sonra aldık onları bizim mekana gittik.. mekan kalabalıktı : ciğerim , eşi gülümser , nehir ablamız ve abidin dayı bekliyordu bizi.. ‘sarı ve ümo’ da aradılar ‘yoldayız geliyoruz’ diye.. saat yediye geliyordu.. mekandan çıktık.. ümo da mekanın önünde bize katıldı.. ikişer taksiye bölünüp düğünün olacağı mekana doğru yola koyulduk.. düğünleri de sevmem ama mecbur katılmak lazım.. hele bu düğünde halo dayımızı hiç yalnız bırakamazdık..

kalamışta , deniz kenarındaki düğünün yapılacağı mekana girdiğimizde güneş yavaş yavaş batma manevralarına başlamıştı.. hepimiz aynı masaya oturduk.. biraz aksilik oldu ama her işte bir hayır vardır diyerek hemen unuttuk aksilikleri..

halomuz düğün sahibi olmasına rağmen bizim masaya konuşlandı ve bizden ayrılmadı düğün boyunca..

tabi bu arada kardeşlerimiz ‘seçkin ve mesut’a buradan da tekrar bir ömür boyu sonsuz mutluklar diliyoruz aylak adamız ailesi olarak..

gelin ve damadın mekana giriş yapmasıyla düğün başladı.. ilk danslarını yaptıktan sonra masaları dolaşmaya başladılar..

biz de tabi grup olarak rakıya ve biraya başladık tam gaz..

nazmi mutlu ve neşeliydi ama o da şaşkındı.. eminim içinden ‘la gece nerdeydik şimdi nerdeyiz’ diyordu..

vur patlasın çal oynasın son hız düğün devam ediyordu.. bir nazmi’ye bir halo’ya sataşıp muhabbet ediyordum.. hele düğünde şarkı söyleyen arkadaşlardan birisi halonun daha önceden tanıdığı arkadaşlarından birisi çıkınca espiriler çoğaldı.. kahkahalar patladı.. ama saatler geçtikçe şarkıcı arkadaşın bir an susmasını istedik.. hem biz hem o helak olmuştuk şarkı bombardımanından.. arka arkaya şarkılarla kafamız şişmişti.. ama nerde , soluk almadan şarkıları patlatıyordu.. sonra biz önemsemedik bağıra çağıra sohbete devam ettik..

nazmi’yle nerelerden nerelere girdik çıktık sohbet sırasında.. yıllar öncesine gittik.. duygulandık , gözlerimiz buğulandı sonra neşelendik..

en çok binevşe berivan’ın ‘phone story’ filminden ve ‘güneşe yolculuk’tan bahsettik.. sonra ‘golshifteh farahani’ ile birlikte oynadıkları yeni filmle ilgili tüyolar aldım.. ve lafın arasında öğrendim ki gelmeden michel haneke’nin öğrencisi olan bir yönetmenin filminde oynamış norveç’te.. nazmi kardeşimiz dur durak bilmeden , yoruldum demeden sinema için emek sarfedip ,  koşturuyordu.. binevşe berivan’la da yine ilginç bir kısa film çekmişler , montaj aşamasındaymış.. ayrıca bana binevşe’nin uzun metrajlı bir film için hazırlıklara başladığını da müjdeledi.. gerçekten uzun zamandır binevşe berivan gibi güçlü bir yeni yönetmen tanımamıştım… kısacık bir süre içinde muhteşem bir hikaye anlatıp , on numara bir film çıkarmıştı.. tabi nazmi’nin mükemmel performansı da unutulmamalı.. sinema dolu bir sohbet sürerken duygusal bir müzik çaldığını fark edip sahneye baktığımızda halo’nun yaptırdığı muhteşem düğün pastası ortaya gelmişti.. ama kardeşimiz seçkin çalan müziği susturdu ve müzikleri çalan arkadaşlara dönerek bir şeyler fısıldadı.. anladık ki pasta kesme töreni istediği bir parçayla olacak.. ve beş on saniye sonra inanamadığımız bir şarkı başladı.. nazmi , ümo ve masadaki on kişi birbirimize baktık.. 

çalan parça ‘çav bella’nın bir versiyonuydu.. hepimiz çok neşelendik bir anda.. iki saattir klasik düğün müziklerinden feleğimiz şaşmış , kafamız allak bullak olmuşken birden çav bela çalıyordu.. sahnede seçkin yumruğunu kaldırmış neşeli bir şekilde tempo tutuyordu.. biz de coşkulu bir şekilde katıldık şarkıya.. bu düğünlerde yaşadığım ikinci bir sürprizdi.. daha önce de kardeşimin düğününde carlos puebla’dan ‘hasta siempre’ çaldığında duygulanıp , şaşırmıştım.. ve pastayı neşeyle kesen çifti alkışlayıp tebrik ettikten sonra tekrar sohbete daldık bizim ekiple..

arada nehir ablamız koşarak geliyor masaya bambaşka neşeler saçıyordu.. gelinin çiçeklerini alıp gelmişti.. babası ‘onu aldıysan seni hemen evlendirmemiz lazım’ diyince çiçeği hemen masaya bırakıp kaçtı küçük nehirimiz.. biz de arkasından güldük..

sonra bir ara geldiğinde yakaladık nehir’i tekrar.. nazmi abisi ona yeni doğan kızı ‘mina helin’ bebeğin fotoğraflarını gösterdi.. nehir resimleri ve videoları uzun uzun inceledi telefondan.. zaman ne çabuk ilerliyordu.. nehir de daha dün bebekti.. şimdi okula gidiyordu.. dün gibiydi yahu.. galiba yaşlanıyoruz..

gecenin ilerleyen saatlerinde kafamızı iyice bitmişken baktım nazmi , ümo ben yorgunluktan da tükenmişiz..

izin istedik halo dayımızdan ve onu öpüp arkadaşlarla vedalaştıktan sonra mekandan ayrıldık..

takside kakari kikiri yaparak evlere tevzi olduk.. eve girdiğimde kravatımı takside unuttuğumu fark ettim.. bir küfür salladım kendime.. en sevdiğim kravatımdı.. halbuki hiç sevmem de kravatı takmayı.. mecburiyetten bazen takılıyor işte.. bazı kravatları çok severim , renginden midir deseninden midir ya da benim takıntımdan mıdır bilmem o kravatlarla yılları deviririm.. ben değişirim ama fotoğraflara bakıldığında kravatlarım pek değişmez..

ağzımda küfür yüzümde güzel bir tebessümle kitaplıktan bir kitap çekip kendimi yatağa attım hemen.. yatakta baktım kitap ‘novembrists’ grubunun gitarist ve solistlerinden ‘joey goebel’in ithaki’den bu ay çıkan ‘vincent spinetti’nin tuhaf kariyeri’ romanı.. ilginç bir kitap.. biraz dalar gibi oldum kitaba sonra  aklıma düğünden ayrılırken halonun kulağına fısıldadıklarım ve onun cevabı geldi.. kitabı bıraktım gözlerimi kapattım. çok duygulandım.. kötü geçen iki günün finali nazmi ile halonun buluştuğu güzel bir geceyle bitmişti işte..

bu iki güzel insanın sevgilerine layık olabilmek için ne yapsak , ne etsek azdır.. sonsuza kadar hep onlarla birlikte olmak dileğiyle , iyi ki varlar..

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nesimi yağmurlu asr vaktinde Küçük Ekabir’i anınca…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bahçıvan: Ey ağaç! Toprağını havalandırmasam, suyunu vermesem ne olurdu senin halin?

Etz Hahayim: “Rızkımı veren Hûdadır.  Kula minnet eylemem!”

Organsız beden, dün uyandı ve pencereden dışarı uzandı bakışları: “Bahar geldi” dedi. Bu eylem koklayarak iz sürme biçiminde gerçekleşti, her şey o anın içinde oldubitti. Dışardan gözlemleyenin bilgisi değildi bu, içerdendi, âlemin orta yerinden. O an orada ikilik ortaya çıktı; ancak gecenin gündüzü, gündüzün geceyi örttüğü gibi setrettiler birbirlerini. Ne nesne ne özne yoktu bundan sebep. Organsız beden “bahar-oluş” makamında, uzun kış uykusundan uyandı hayvanı, sersemliğini üzerinden atamadı onca zaman; ammawelakin önceki dirilişten kalan derisinden soyundu usul usul. Hem kaşındı hem uyukladı hem de soyundu.

İspanyol’da vardı bu bahis, içteki hayvanla özdeş olunca değişirmiş kişinin hali. Böyle biri bu hal üzere olup olmadığını şu iki ölçütle anlarmış: Birincisi, yürüyeni durur, duranı yürür, ayaktakini oturur vb. görmekmiş. İkincisiyse, mutlak bir suskunlukmuş. Halinden sual sorulsa böylesine, anlatmak istese de anlatamazmış, dipsiz kuyu gibi: helezonik lâl. Dile gelse konuşsa elbet, ağzından dökülecek olan “arkaik ses” olacaktır ki onu kim anlayacak şimdi? O sebepten konuşur konuşmasına; ancak kategorik-kabul insan bilmez ki tanımaz ki o sesi, desin ki hadi “konuştu.”

Keder ile neşe arasında salınım… Öyle mi? İnkâr yok, öyle elbette. Hollandalının işaret ettiği temel üç duygudan ikisi bunlar. Biri korkuyu, diğeri umudu besliyor. Ammawelakin organsız beden, ikisinden de azat olmaya namzet. Bu iki duygunun etki ettiğiyse, var olma ve eyleme gücü denilen arzu. OB, arzunun kendisi mi olmak istiyor yoksa arzuyla tamamen yok olmak ve başka bir durumda yeniden dirilmek mi istiyor? Bilmiyor, çünkü aklı artık ona uymuyor, yol göstermiyor. Âlemi koklayarak ve işiterek, kokular ve sesler aracılığıyla bilmenin eşiğinde. Mürşidiyse, kalbine değen, oraya konan ve göçen hakikat parçaları. İşte o zaman belki, İspanyol’a koydurulan ölçütler onda açığa çıkacak ve akıp gidecek âlemin her bir zerresinin arasından, ötesinden, yakınından vb. Yönü olmayan, başlangıcı ve sonu olmayan uçuş çizgileri ile kendi öz-haritasını kuracak. Öz-haritasında bir sırra dönüşecek ve özüne bile gayb olacak.

Yusufçuk, acıyla kopar vatanından. Yıllardır yollarda, gurbeti kendine vatan kılar.   “Oluş” ile halden hale geçer. Bir gün rüzgâra değer kanadı, bir gün ateşe, bir gün toprağa, otlara, böceklere… Varlık iddiası varsa da, kendini hissetmez muktedir.  O sebepten susar, işin sırrını bilmek için, suya temas etmek ister. Yol üstünde bir nehrin başında durur, suya dalar gözleri. Su değildir gördüğü, suya yansıyan özünün eksikliğidir. Ruhuna dalar, dalar… Kaç zaman kaç çağ geçer o suyun başında. Yusufçuk, o halde kaldıkça bilir gariptir, mutlak yoksul ve muhtaç olandır. Bu bilindikçe, ruhun kapıları aralanır, eşikten eşiğe bambaşka haller hâsıl olur. Sonra, insan zamanıyla bir gün, biri o nehrin başına gelir. Yanındaki tasını çıkarıp suyundan içer. Dizleri üzerinde dururken bir uyku çöker gözlerine. Dalar gider kendi içine. O sırada oradan Kalenderî bir derviş geçer. Bakar ki nehrin başı kalabalık. Nehri, nehir-oluş Yusufçuğu ve nehir-Yusufçuk oluş adamı görür, onlarla rizom oluşturur ve o hali yersiz-yurtsuzlaştırarak yerleştirmek için yola koyulur.

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hüzün bile gülümser aşkta…

‘Artık bana verecek mutluluğun kalmadı mı , ne çıkar !
Acıların var daha. –  Friedrich Nietzsche’

‘birisini unutmak zorunda olmak…. kahır  iş be kardeşim…. hem de hatıranın ve ayların en keskini mayısta….
begonviller açmış , pembeli , morlu , kırmızı… her köşe başında gülümser bana… ama ben hala almam ne selamını , ne gülümseyişini… arada çok dirençli hissedersem kendimi uzaktan severim , çok çok uzaktan… ve uzaktan sevmek zorunda kaldığım her begonvil , ölüsünü  gördüğüm  serçe kuşlar kadar içimi buruş buruş eder….
oysa bir zamanlar sevda kokardı , aşk kokardı…
fotoğraflarda arka plan olarak seçilir , bitmeyecekmişiz gibi gülümsenirdi önünde…
sonra ansızın kitap aralarından , ceplerden , şiir yazılmış kağıtlara bantlanmış halde merhaba derdi… istanbul’a giden bir otobüste belinin ağrısına ‘haydi git’ işine denir , dizlerinin arasında korunup kollanırdı da…
birisini sevmekle gelen , o kalbin ve aklın nezaketli , üretken , hoşgörülü haline doyulmazlığı yaşatırdı…
aşk nasıl bir tutsaklık  kardeşim..? yok mudur bunun vadesi , ömrü , beraatı…?
aslı seni tuz buz etse , yaksa yıksa , sende kimselere yetecek kadar sen kalmasa da , nüshası
bir gölge gibi bırakmıyor peşini….
hele birde doğuştan oyunu kaybedenlerden biriysen…
kazanmanın hiçte yakışmadıklarındansan vay ki vay haline…
gericiliğin bile ilerlediği , yazılmış yayınları bırak , yazılmamış yayınların bile yok edildiği bir zamanda da yaşıyor olsan…
sen ilerleyemezsin… çünkü sen hala insan kalabilenlerdensin…
takılır kalırsın aşkın demlenmiş kop koyu anılarına…. cepte saklanmış mandalinaya…. pencereden sallanan ayak parmaklarına… çapaklı gözlerle hazırlanan kahvaltıya , sıcak ekmeğe , iyiliğe…
mayısta gülümseyerek karşılamaz seni , kasım da….
eski zamanlarımız , eskisi gibi değil ama….
bakıyorum da begonviller yine güzel be kardeşim…
ve belki geçmişi geleceğe yük etmezsem yine , yeni , yeniden aşka dahil….
hani uçuşu koy aklına… kuş ölümlüdür demişti ya dost…
öyleyse kardeşim   amaaannn  bırak unutma…
git begonvillerden fal bak , şarap iç…
az da olsa onun alın yazısına değebilmiş olduğun günlerin şükrü için git derin derin nefes al…. ve kara bulut çizdiğin takvimine güneşli günler çiz…
git hadi git , geç kalma…’

‘BULUT’

 

‘- Herkes geçer diyor , geçer mi Olric ?
– Herkes ne bilir acımı , herkes ne bilsin acımızı ! Yaşar gibi yapmaktan , özlemez gibi yapmaktan , iyiymiş gibi yapmaktan , nefes alıp onu içimde tutmaktan , o nefeste boğulmaktan sıkıldım. Ki nefessizlikten değil nefesten boğulmaktır marifetimiz Olric.
– Evet efendimiz.
-Bana katıldığını bilmek güzel. Arada ses vermen güzel ; içimin sesi de olmasa ölürüm yalnızlıktan !’

OĞUZ ATAY…

‘terki dünya mekanından sayıklamalar..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

batmış denize

ve yükselmiş göklere bu yeryüzü..’ – ingeborg bachmann

‘1 mayısın üzerinden kaç gün geçti , bir haftadan fazla sanırım.. bayram yorgunluğu ve bitmek tükenmek bilmeyen yolculuklar , iç ve dış kaynaklı yaşadığım çalkantılı süreçler.. saymakla bitmiyor.. hep bu nedenleri sayıyorum belki.. sıkıcı gelebilir.. ama gerçeklerim-iz bunlar.. elimizde vereceğimiz başka gerçeklik yok.. yalan da söyleyip yazmak işimize gelmiyor.. gülüyorum..

ve işte birden tepedeyim yine..

st. simon manastırının tepesinde..

arabadan iniyorum.. girişindeki tanıtım tabelasına bakıyorum , yine birkaç yaratık silahlarıyla delik deşik etmiş tabelayı.. bela okuyorum.. yürüyorum manastırın içine doğru..

st. simon’nun 40 yıl üzerinden hiç inmeyerek yaşadığı kaya parçasının üstüne çıkıyorum , yağ bağlamış kıçımıza , göbeğimize bakmayarak ve ona inat.. nefes nefese kalıyorum üzerine çıktığımda.. baharın serinliği var havada.. güneşin tekrar hafif hafif ısırıp yakmaya başladığı günlerin henüz başındayız.. terleyen sırtıma arkamdan sabah meltemi vuruyor.. rüzgarı önüme alıyorum yüzümü kel dağının bulunduğu tarafa denize çeviriyorum , akdeniz.. puslu bir havada güneşin ışıklarıyla parlıyor uzaktan..

kaç kere geldim buraya.. kaç kere kimleri getirdim görsünler diye burayı.. bilmiyorum..

ilk defa cesaret edip tek başıma çıkıyorum.. korkmuyorum bu sefer.. kimisi 450 kimisi 550 metre kimisi 800 metre diyor bu tepe için.. yüzlerce yıl önce st. simon bizim arabayla çıktığımız bu yolu günlerce süren bir yolculuktan sonra yayan tırmanarak gelmiş ve bu tepedeki manastıra yerleşmiş.. insanlardan ne kadar uzaklaşabilirse o kadar içsel huzura ulaşıp , dünyevi istek , arzu , ihtiras ve kavgalardan uzak kalacağını düşünen st. simon bir süre sonra onun iyileştirici gücü olduğuna inanan insanların akınına uğrar..

kayasını yükseltir.. daha büyük , daha yüksek bir kaya parçasının üzerine tüner..

ama insanlar yeni yerleştiği kaya parçasına da ulaşmaya başarır.. müritleri kendisine daha yüksek bir kaya parçası getirirler.. onun tepesine çıkar bu sefer.. ama insanlar hırslıdır ve bir çaresini bulup bu kayanın da tepesine varmayı başarırılar..

st. simon kızar ve adamalarına daha yüksek bir kaya bulmalarını söyler.. adamları o tepeye daha da yüksek bir kayayı bulup getirirler bin bir zorlukla.. ve  nihayet insanlar o kayanın üzerine çıkıp yaşamaya başlayan st. simon’a bu sefer ulaşamazlar.. tabi bu anlatılanlar hep efsane ve rivayet.. elli çeşit versiyonunu duyar ya da okuyabilirsiniz.. ben inanmak istediğimi anlatırım hep.. benim inandığım da bu.. sizler başkasını beğenip inanabilirsiniz hikayelerden.. ve siz de inandıklarınızı belki bana bir gün anlatır ya da yazarsınız..

ama işte ben ilk defa ‘tek’ başıma geldiğim st. simon manastırı’ndaki bu kayanın üzerine çıkabildim.. belki de bu kaya o en son yüksek olan kaya değildir kim bilir.. gerçi başka bir rivayete göre zaten o yüksek olan kaya st. simon öldükten sonra talan edilmiş , şifa bulmak ve dertlerine çare bulmak isteyen insanlar o kayayı parçalamışlar.. kim bilir.. hepsi bir rivayet.. belki de işte benim zorlukla çıkabildiğim bu kaya parçası sonradan koyulmuş başka bir kaya parçası.. tırmanmak için ayağınızı elinizi geçirebileceğiniz delikler , çıkıntılar mevcut.. ama bu 94 kiloluk cüsseyi oraya çıkarmak zor işti..

daha önceki gelişlerimde hiç teşebbüs etmemiştim üzerine çıkmaya.. belki de insanların önünde düşüp kafamı kırmaktansa tek başımayken düşüp kafamı kırıp ilginç bir yok oluş yaşamak istiyorum.. kaşıntı yani benimkisi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse kayanın üzerine çıktığımda ilk hissettiğim baş dönmesi oldu.. o muhteşem manzaranın etkisi ve kayanın yüksekliği.. inebilecek miyim geriye diye bir an korktum bile.. çünkü yıllar önce habibi neccar dağına çıkarken arkadaşlarla , beni sarp ve zorlu bir uçurumun kenarında tek başıma bırakmışlardı.. nasıl korktuğumu şimdi hatırlıyorum ve kendime gülüyorum.. beni tek başıma orada bir saat bıraktılar.. yardım etmediler.. tek başına geçeceksin o etabı dediler.. ve yukarıdan onlar beni gülerek izlerken ben gözlerimde yaşlarla ve kalbim korku dolu şekilde tırmanmaya çalışıyordum.. sonra aralarından birisi dayanamadı debelenmekten paramparça olmuş ellerimden birini tutarak beni yukarıya çekti.. sonrası mı.. ne mi oldu neredeyse hepsini habibi neccarın tepesinden aşağıya atacaktım ki bana tüm biraları vererek rüşvetle bu işten sıyrıldılar.. işte şimdi ise yaklaşık on metrelik bu kaya parçasının üstüne tünemiş st. simon gibi akdeniz’e bakıyorum sabahın serinliğinde..

st. simon bu kaya parçasının üzerinde 40 yıl boyunca neler düşünmüştür diye hayallere dalmışken rüzgarın sesinin , ıslık çalmalarının artık burada duyulmadığını fark ediyorum üzülerek.. rüzgarın sesi artık kaybolmuş durumda bu tepede.. tıpkı antakya’nın diğer tepelerinde ve dağlarında olduğu gibi pıtrak gibi çoğalan çevre dostu olduğu söylenen binlerce rüzgar tirbünü gibi bu tepeye de onlarcası yerleştirilmiş durumda.. korkunç sesler çıkarıyor bu devasa rüzgar tirbünleri.. insanın sersemletiyor baktığınızda kocaman kanatlarına..

bu devasa kanatların altında rüzgar sesinden umudu kesip küçücük kanatlarıyla bir o yana bir bu yana konup neşeyle sesler çıkaran kuşları duymaya çalışıyorum.. onlar da belli ki ürkmüş durumdalar..

ben de telefonumun tekini çıkarıp kayıtlı müzikleri tarıyorum.. bari kulaklığı takıp akdeniz’e ve kel dağı’na karşı güzel müzikler dinleyeyim diyorum bu eşsiz manzarada.. telefonda kayıtlı ama kaydı çok kötü olan ‘abdel halim hafez’in şarkılarından açıyorum dinlemek için.. elimde sayılı şekilde buluna ‘abdel halim hafez’in şarkıları o kadar değerliydi ki benim için kimse bilemez bunu.. ilk defa onun ismiyle bir fransız menşeli toplam albümde karşılaşmıştım yıllar önce..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sesi gerçekten muhteşem bir ses.. yıllar sonra onun hayat hikayesine ulaşıp okuduğumda ise nasıl hüzünlenip ağladığımı hatırlıyorum onun şarkılarını dinlerken.. mısırlı bir şarkıcı olan ‘abdel halim hafez’ , ‘ümmü gülsüm’ (oum kalthoum) dan sonra arap dünyasının en büyük şarkıcısı olarak gösteriliyor kimi otoritelerce.. ben arap müziğinin özellikle de klasik , eski arap müziğinin hemen hemen her sanatçısını dinlediğimi iddia ediyorum.. geniş bir arşivim var.. çok etkilendiğim sanatçılar oldu.. albümlerini bulabilmek için peşinde koştuğum çok büyük şarkıcılar oldu.. hangi deliklere girip çıktığımı bir gün anlatırım da gülersiniz bu albüm avlanmalarım sırasında.. abdel halim hafez’ın albümlerine ulaşmam mümkün olmadı pek.. elimde on – on beş şarkılık bir karışık şarkı albümü vardı.. (bu arada yıllar sonra elime tüm şarkılarını koyan güzel insan kadim dost ‘reis’e buradan da teşekkür etmeliyim ki az kalır teşekkürlerim.. çocuk gibi sevindim tüm şarkılarına kavuştuğumda..) neyse işte st. simon’un o eşsiz manzarasında abdel halim hafez o yanık sesiyle söylüyordu.. nasıl da etkiledi o sırada beni abdel halim hafez.. hayatında görmediği ortadoğunun tarihi bir tepesinde bir insanın kendisinin ölümünden onlarca yıl sonra şarkılarının dinlediğini bilse ne düşünür ne yapardı acaba.. ne hissederdi.. işte unutulmamak , yok olmamak budur.. st. simon gibi , abdel halim hafez’da yıllara , yüz yıllara meydan okuyacak ve unutulmayacaklar.. biz hep buradayız diyecekler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : abdel halim hafez , ümmü gülsüm’ün elini öperken..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu tepeye kimlerle geldiğimi ve her getirdiğim insan grubunun nasıl da etkilendiğini hatırlamaya çalıştım kulağımda abdel halimle.. hiç kimse buradan ayrılmak istemiyordu.. sessizlik.. sadece rüzgarın ıslığı ve kuş sesleri.. insan birkaç hafta bu sessizlikte yaşasa geri dönebilir miydi o keşmekeş şehirlere ve tek düze yaşamlara.. kesinlikle dönemez , dönse bile akıl sağlığını yitirir yaşadığı şoktan dolayı..

sonra aklıma birden acaba tüm antakyalılar buraya gelip görmüş müdür sorusu geldi.. nerdeeeeeeeeeeeee.. buraya gelip ne yapacaklardı ki.. taşlara mı bakacaklardı.. zaten manastırın yanında yöresinde pek ağaç yoktu , piknik de yapılmazdı.. taşların gölgesinde yapılacak piknikten de hayır çıkmazdı ki.. gerçi buraya gerçekten görmeye gelenler dışında yine de epeyi bir ziyaretçi portföyü var : sevgililer , esrarkeşler , ayyaşlar ve hep güldüğüm defineciler.. ben hangi gruba giriyorum bilmiyorum ama turist olmadığım kesin.. aylağız işte.. huzur bulmaya geliyoruz buraya.. bir de tanıtım amaçlı gelişlerim oluyor , dostları getiriyorum.. gecenin ikisinde zifiri karanlıkta çıktığımız bile oldu bu tepeye.. deli olanın bile yapmayacağı bir şey bu.. farların ışığında çıktığımız tepede yine farların ışığıyla saatlerce ufka bakarak güneşin doğmasını bekledik sessizliği dinleyerek..

işte şimdi ben kayanın tepesinde istanbul’dan ve her şeyden uzakta abdel halim hafez’le akdeniz’i izliyorum.. öğlene doğru cehenneme geri dönüş için tekrar yola koyulacağım.. üç gündür uzak kaldığım cehennemime mecburi dönüşlerden birisi yine.. içimden şeytan kemirip fısıldıyor ‘la kapat telefonları , salla her şeyi , kal bir hafta daha memleketinde..’ hemen kovuyorum bu düşünceyi.. çünkü bu tür düşüncelere kanmam çok çabuk oluyor..

belim ağrıyor kayanın üzerine yayılıyorum güzelce.. soğuk bir bira istiyor canım.. en yakın bira alabileceğim yer tepenin ilk çıkış noktasındaki samandağ antakya karayoluna bağlanan şose yolun başlangıcında.. beş altı kilometre arabayla inip geri dönmem gerekiyor.. üşeniyorum.. çıkarken alamamıştım çünkü henüz kapalıydı bakkal..

gözlerimi kapatıp soğuk bir bira bardağını hayal ediyorum.. oysa henüz kahvaltı bile etmemişim.. abdel halim hafez o sırada ‘awwel marra’dan ‘hobak nar’a geçiyor.. şarkıyı geriye alıyorum. ‘awwel marra’ çalsın istiyorum.. ilk defa.. ilk defa.. ilk defa..

uyuyacağımdan korkup kalkıyorum kayanın üzerinden hızlı bir şekilde iniyorum , yarısından sarkıp atlayarak.. etrafta dolaşıyorum bahar çiçeklerinin üzerinde fink atan kuşları korkutarak.. zindan olarak kullanılan çukurların yanlarından geçerken rüyadan uyanıyorum bir an.. hemen kaçıyorum oralardan.. ‘terki dünya tarikatı’nın merkezi olduğu söylenen bu manastırda ne amaçla kullanıldığını bilmediğim bu zindanlar hep korkutmuştur beni.. göğe bu kadar yakınken toprağın içine doğru kazılmış on belki yirmi metre derinliğindeki zindanlar..

manastırın daha da önüne doğru çıkıp düzgün kesilmiş bir duvar taşının üzerine uzanıyorum.. akdeniz’e doğru dalıyorum yine.. istanbul ne kadar uzak buradan.. ve ne kadar yabancı buraya oralar.. istanbul’u insanlar neden ve nasıl sever hiç anlamamışımdır.. ne yaşadığının farkındasındır orada ne nefes aldığının.. geçmişte eminim güzeldi bu şehir ama şimdi sadece bir cesedin arta kalanları gibi görünüyor bana.. kokmuş bir şehir..

kel dağının tepesindeki bulutlar dağılıyor az ötemde.. elimi uzatsam yakalayacakmışım karları gibi bir tablo olarak duruyor karşımda.. ve on kilometreden daha uzun bir doğal kumdan oluşan dünyanın en uzun ikinci kumsalı olduğu söylenen samandağ sahili.. sağıma dönüyorum , musa dağı’nın üzerinden pamuk gibi bulutlar akar gibi geçiyorlar.. ah musa dağı ah.. ne hikayeler , ne yaşanmışlıklar , ne büyük ve çok acıların tarihi var orada.. bir gün orayı da anlatacağım.. orası da ayrı bir cennet..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse dönelim tekrar st. simon’a.. burada yaşasam tek kaybım ‘aylak adamız’ olacak.. çünkü buraya en yakın değil internetli ortam , elektrik olan yer bile on kilometre aşağıda.. birden içimi bir hüzün kaplıyor.. bebeğimiz o bizim : aylak adamız.. büyütüp bu yaşa getirdik şimdi onu terk etmek koyar insanın kalbine.. sonra birden reis’le aylak adamız üzerine yaptığımız muhabbetler geliyor.. tek başıma tepede kahkahayla gülüyorum.. kuşlarda bana gülüyor deliye bak dercesine cıvıldaşıyorlar.. reis’le en son muhabbetimiz yeni yazarlarımızın nefesinin ne zaman tükeneceği ve ne zaman sıkılacakları üzerineydi.. çünkü biliyorduk yazmak kolay şey değil.. hele devamlı yazmak , üretmek , paylaşmak çok zor ve sancılı bir üretim.. bazen insan ben ne yapıyorum dediği oluyor.. sıkılıyor.. bana ne ya dediği oluyor.. hele ilk kez yazmaya teşebbüs eden bir insansanız bu daha da çabuk oluyor.. neyse aylak adamız’a yazmak isteyen herkese sayfamızı açtık sevinerek.. ama şimdi görüyoruz ki herkes sustu.. sustu diyorum çünkü herkes burada konuşarak yazıyor ve paylaşımlarda bulunuyor.. sesimize ses vermişlerdi.. onlar da bir şeyler diyordu kendi kalplerinden kopan.. ama yavaş yavaş seslerin azalacağını kötü kötü düşünmüştük reis’le.. hele bloglara konan yasağın kalkmasından sonra çözülmenin daha hızlı olacağını da tahmin etmiştik.. ama bu bizi ürkütmüyordu çünkü biz zaten yola çıktığımızda üç dört kişiydik.. ve üç senedir de bebe bu üç dört kişiyle büyüyordu.. herkes de bilir kimseye neden yazmıyorsun ya da niye yazın gecikti ya da unuttun bizi demeyiz.. çünkü birisine zorla bir şey yazdırtmak saçma , saçma olduğu kadar da yabancı ve yalancıdır..

dün bir kez daha reis’le birlikteydik.. kahkahalarla gülerek bu durumu değerlendirdik.. ‘yine yalnız gibiyiz’ dedim.. ‘sonsuza kadar aga’ diyerek cevap verdi reis..

ama biz her zaman buradayız işte.. yazmak isteyen yazar.. yazmak istemeyen de canı istediği zaman yazar.. kapımız yok bizim yani kimseye kapanmaz kapımız.. kapılarla , kilitlerle işimiz olmadı , olmaz.. dileyen girer oturur bu sohbet masasına.. dileyen uzaktan izleyip dinler..

işte st. simon’un önünde akdeniz’e doğru bir taşın üzerinde uzanmışken aylak adamız’da burayı anlatmalıyım dedim.. bir gün geniş bir ekipmanla gelip burada sağlam çekimler yapıp burayı hem aylak adamız da hem başka ortamlarda tanıtmalıyız diye düşünüp karar veriyorum.. güzel bir belgeseli ya da filmi çekilmeli ve fonda da mesela abdel halim hafez’dan ciğer delen , kalp titreten ezgiler çalmalı..

geriye dönmek için yola koyulma zamanı gelip geçiyor ve ben hüzünle uzandığım yerden kalkıyorum.. arabaya dönüyorum , camları sonuna kadar açıp virajlı yoldan hızla iniyorum..

işte yine ‘huzurdan kaçıyorum..’

istikamet dünya , istikamet cehennemim..

terki dünya mekanından , dünyaya yol alıyorum arabanın teybinde abdel halim hafez o muhteşem sesiyle ‘nar  habibi , nar habibi nar , habbek nar’ derken gözlerimden yaşlar boşalıyor..’

Crockett..

(fotoğraflar : crockett..)

 

‘susuyoruz bak hep.. söyleyemediklerimizi susuyor , bilmediklerimizi konuşuyoruz..’ – SEVGİ SOYSAL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kalabalıklarda..

 

‘çocukluğum yağıyor dışarıda

paslı korkulara , öpmelere sonra

ordular , ordular sıkıntı

güleç savaşlar geliyor

nerde sevmeler , sövmeler orda..’

kalabalıklardaydım çoğu.. doymazlık bir tutkuydu içimde , ilgilere yönelirdi.. öyleydi ya en ilk suçluluğumdu – yatmaklar , el değmemişlik kalırdı yanında.. bilirdi bunu kalabalıklar , öç almayı en iyi bilirdi.. yalnızlığıma el kor – kor da yorgunluğunu katardı bana..

oturmalarda duramazlığım olurdu yorgunluğum – giderdim.. işte böyleyken , böyleyken en çok giderdim , bu hep tepeli kentin bir benim olan doruğuna.. orada , o ben gidince benim olan yerlerde , öyle aşağılarda kalırdı kent , öyle büyürdüm ben yorgunluğumda.. atıverirdim yorgunluğumu aşağılara , o kalabalıkların oralara – tepe gizlerdi ayıp yerlerini.. her atılanı yutardı bu kent , bu yorgunluğumu da kendinin sanırdı , ne çabuk sanırdı..

bir güneş batımı gelirdi sonra.. bir güneş batımı vardı bu kentin , yalnızlığımı kalabalıklardan alır , geri verirdi.. bozkırlığıydı , bozkırlığı kentliğinden önceydi.. en dilediğimiz deniz kentleri , orman kentleri , insan kentleri gün batımında bozkıra yetişemezlerdi ya , böyle bu kent , gün batımında aşardı onları..

bu dorukta , kalabalıkların üstünde  diye bildiğim , yörem sensizlik olurdu.. her şey sensizlikti aslında.. sen dediklerim , en sensizliklerimdi.. bozkır ama , bir bozkır sendi bana.. genişlikti , bitmezlikti , kopmuşluktu , ıraklıktı.. ölü evli , ölük insanlı kentten , güve yeniği yaşamlardan utanmışlıktı.. güneş batımında yalnızlığımı kentten alıp geri verendi..

sonra içinde yemek pişmezmiş gibiliği güzel evime dönerdim..

SEVGİ SOYSAL..

 

ne güzel suçluyuz biz hepimiz..

sana söyleyemediklerimi karıncalara söyleyeceğim , bozkıra senden benden yalnız.

susuyoruz bak hep.. söyleyemediklerimizi susuyor , bilmediklerimizi konuşuyoruz.. bozkır senden benden yalnız , oysa yaratık dolu , yaşam dolu – ya karıncalar..

hep oturup cıgara içiyoruz yetersiz , konyak içiyoruz yetersiz , en asıl yetersiz biziz , yalnızlığımız en yetersiz – ya bozkır..

ben , kadının biriysem sevilmeliyim , sen bilmezsin güzel miyim , bu en büyük güzelliğim senin bilmezliğin ,  duymazlığın – ya en boş dalmalar gözlerimizde..

bak , tozluyuz biz çok tozluyuz – ya bozkır , bozkır yolundan kamyonlar geçerken kalkan toz..

o başka , yapışkan bizimki , yağmurlarla yıkanmaz..

bak , hayal kurarım , en zevksiz acılıklara gözyaşı dökerim de kendimi bilmem.. biz bilmeyiz birbirimizi ; böylesine mutluyuz bazı..

bu evrende her şeyi silecek birileri , yaşamları hepten.. bu önemli değil ; biz çoktan tükenmişiz..

somutlara güvenimiz yok hiç , onlar kalmaz , yok.. herkesler , her şeylerini çok şeylere harcıyorlar , tutsak kılıyor bu şeyler onları , hep onlara çarpıyorlar yaşantılarında..

ama bak , gerçek tutsaklar biziz , soyuttan gelir bizimki , savaşılmaz..

en değerli somutlarımı yoktan satarım da kurtulamam ötekilerden , bilirsin..

bırakıp bırakıp ırak kentlere bile gidemeyiz , bu uğraş ister..

bak , bizi ağaçlandırmak güçtür – ya bozkır..

SEVGİ SOYSAL..

‘TUTKULU PERÇEM , Bütün Eserleri – 8’ , SEVGİ SOYSAL , İletişim Yayınları , 2004 , 62 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘usanmak her şeye gebedir..’ – SEVGİ SOYSAL