Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

‘kimsenin kendi kendisiyle baş başa kalmak istemediği bir hayat..’

‘geçen yaz yurtdışında üç tren yolculuğu yaptım.. bütün yolcuların önünde , çocuktan yaşlıya birer ekran vardı.. kimsenin dışarıyı seyretmediğini , gazete ya da kitap okumadığını görmek tedirgin etti beni.. geçmişte avrupalılardan gıptayla söz ederdik : ‘adamlar her yerde kitap okuyorlar..’ rahatlayabiliriz artık : internetten başlarını alamıyor , olmadı bilgisayarlarında oyun oynuyorlar.. genç kuşakta oran % 100’ü buluyor..

çevremde durum farklı sayılmaz.. er saatte başlayan hipnoz hali geç saatte bitiyor.. insanların düşleri bile değişebiliyor artık , o yüklemeyle.. deniz kıyısındaki kahveye laptopuyla inen kişi tek bir dalga görmeden evine dönüyor.. kulağında i-pod , bir martı sesi duymadan.. kimse boş oturmuyor mu şimdi..

bir de ne çok konuşuluyor.. bazılarının kulağı bir cep telefonuna dönüşmüş.. nasıl boş oturulmuyorsa , sessiz de kalınamıyor anlaşılan.. iletişim şüphesiz önemli , ama bunca araçlarına bağımlı kılmasında ölümcül bir yan yok mu..

sessiz sakin oturmak , hayal kurmak , düşüncelere dalmak , bakmak , bakışmak giderek yürürlükten kalkan fiillere dönüştü sanırım.. yalnızca hafifletici sebeplere dayalı bir yaşama biçimi kendini dayatıyor gitgide.. kimsenin kendi kendisiyle baş başa kalmak istemediği bir hayat.. bizi kendimizde(n) bu denli ürküten , uzaklaştıran ne olabilir..’

‘ENİS BATUR..’

(‘Pervasız Pertavsız’ adlı köşesindeki ‘Başkanın Adamları’ adlı yazısından , Cumhuriyet KİTAP , 2 Haziran 2011 tarihli 1111. sayısında..)

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Sipariş değil abi diyorum. Görev !’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘İş yerinde sıradan bir sabah; bilgisayarı aç, etrafı süpür, ntv radyo frekansını bul, ayarla, dinle, aldıysan eğer iki poğaçayı mideye indir, bulaşıkları yıka… gelen maillere bakıyorum. Bir arkadaşın mail’i “Ü, bizim Ü işte, 13 haziranda filistine gidiyo. orada çeşitli mektuplar okuyacak” kısaca sen de mektup yaz diyor. Haliyle ilk kez ——birincisi tamamen baş aşağı çakılmıştı, ama valla benim suçum yok- uluslararası bir duruma müdahil oluyorum, heyecanlıyım. Filistin meydanlarında mektubum okunacak ya… O işte içim, içime sığmıyor.

 Eve telefon ediyorum. Evde bir “yabancı” ben de kalıyor birkaç günlük İstanbul yorgunu olacak.

 – Ağbi Filistin’i benim için araştırır mısın? İşte şöyle bir gelişme var.

 – Ben dışarı çıkıyorum oğlanla buluşucam, akşama bakarız.

 Dayağı yedim, oturdum.

 – Tamam.

 Eve geliyorum D’ yemeği hazırlamış oturup yemek yiyoruz. Sonra ağbi geliyor. Filistin o sıra bir benim aklımda kimsenin umurunda değilmiş gibi bir hava var. Ev bok kokuyor resmen. Düşüncelerimde özgür Filistin var ve bazen benim de düşünmediğim gibi onlarda bunu yapıp düşünmüyorlar görüyorum. Evden geyikler koloni halinde güneye doğru göç ediyor.

 Sıkılıp masaya geçiyorum Google bilginiyle beraber şu bizim Filistin olayına el atıyoruz. Filistin, sınırları tartışmalı, üç din tarafından kutsal mekan, bağımsızlık tartışmaları… liste uzayıp gidiyor. Bir şeyler yazmaya başlıyorum. Tıkırdayan klavye seslerine dönüp bakıyor ağbi sonra tekrar dizisini izlemeye başlıyor, diziyle alakalı “bak bu kadında emekçi” diyor. Ben oralı değilim o sıra Filistinliyim! “Hıhıı” diyorum. Aradan zaman geçiyor ve ağzındaki baklayı çıkartıyor ağbi “ne o, şiir mi yazıyorsun… ben sipariş üstüne şiir yazamam, hiç işim olmaz!

 Aklımdan ellilik Arjantin’i kafasına fırlatmak geçse de yazıyla ilgilenmem daha elzem. “Hıhıı” diyorum. Hasetlik arıyorum aslında yani niye ki böyle, aramızda kocaman on beş yılı devirmiş, oğluna akıl fikir verir durumda artık orta yaş denilen o kavşakta, cahit sıtkının 35 yaş şiirinin hemen gerisinde duruyoruz. İstikameti tek yol devrim diye zamanında belirlediğim bu ağbi’nin söylediklerine aldırmamak yapacağım son işken, üç gündür şu sipariş işini düşünüyorum.

 Ulan Filistin diyorum. Ya kardeşim diyorum. R.A.F , Japon Kızıl Ordusu , Carlos , Denizler diyorum kendi kendime, nasıl unutulur diyorum.

 Filistin davası İslami kesimler tarafından sahip çıkılıyor diye, öldürülen küçük çocukları -çocuklar hep küçüktür bu arada-, İsrail faşizmini, tankların ezdiği aktivistleri unutalım mı? Hangi yüreğe sığar bu. Şimdilik dünyanın çoğuna sığıyor doğru. Ağbi bari senin içine sığmasın. Saçma sapan konuşan, yöneten iktidarların çığlığını bari şu tek göz odamızda atma, o nidayı buraya taşıma ağbi.

 – Sipariş değil abi diyorum. Görev !

Mektup

‘Yoldaşlarım dünyada büyük bir ateş yaktınız, zalimlerin bu ateşi söndürmesi imkânsız. Sizin verdiğiniz özgürlük mücadelesi önünde saygıyla eğiliyorum.

Ve biliyorum ki tarihi kanıyla yazanlar kuşkusuz dünyanın en güzel insanlarıdır.

Bedenim bulunduğunuz mekânda olmasa bile aklım, fikrim, düşüncelerim hep sizlerledir.

Türkiyeli devrimciler olarak Filistin halkına sarılıyoruz.’

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yaşamaya değer…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘- kalbim yün yumağına dolanmış bir kedi gibi…
gülebilseydim , gülerdim…’

içi boşaltılmış tenha günler vardır… hava gridir , ruh gridir… ne çalan kapı , ne çalan telefon umurunda olmaz…
gidilebilecek en iyi yer , seni her halinle misafir edebilecek kanepen ve kalbine usulca dokunacak bir filmdir..
işte bu film onlardan biri…bir kere çok ama çok samimi…
üstü kazındıkça , tekrar tekrar izlendikçe emiliyor film…
çok nefis repliklere sahip…
ısıtan güneşte mevcut filmde ,  ürperten rüzgarda…
‘muriel barbery’in çokça satılan romanı ‘kirpinin zarafeti’ kitabından  uyarlanmış ,
fransa ve italya ortak yapımlarından olan yaşamaya değer filminin yönetmeni ‘Mona Achache…’
oyuncu kadrosu da oldukça iyi , Josiane Balasko , Garance Le Guillermic , Togo Igawa , Anne Brochet…
izlemenizi teşvik için biraz bahsedeyim filmden…
oldukça zeki bir kız olan ‘paloma’ , everest’e tırmanarak ölen birinden esinlenir ve 12.yaş gününde ölme kararı alır…
paloma zeki , komik bir  o kadar da depresif sıkılgan bir karakter… yalnız ve nefessiz… minicik olmasına rağmen hayatta düşünecek , söyleyecek sözü kalmamış olanlardan ,
üstelik burjuva da  bir hayata sahip…
aynı apartmanda birde ‘rennee’ isminde bir kapıcı yaşamakta ki en etkilendiğim karakterde buydu…
kendini çirkin ve tombul hisseden suskun ‘rennee’ , marx , platon , tolstoy okuyan oldukça entellektüel bir karakter…
ve japon ‘kakuro ozu’…. Sade , edebiyatı ve sinemayı seven sabırlı bir karakter…
işte sadece kedisi olan üç yalnızın imrendirecek dostluğunu anlatıyor film… hem de felsefeye , edebiyata bulayarak anlatıyor…
kendinizi kaybettiğiniz bir an olursa , kendinizi bu filmde arayın… mutlaka bulabilirsiniz diyorum…
gülüşünüzle kalın… iyi seyirler…

‘BULUT’

‘nasıl öldüğün değil , ölürken ne yaptığın önemli…’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ARAP TALİHSİZLİĞİ..’ – SAMIR KASSIR

kendileri farkında olmasa da araplar bugün dünyadaki en talihsiz halk..

 arap talihsizliğini tarif etmemize hacet var mı.. arap toplumlarının bugün kendilerini içinde buldukları açmazın ciddiyetini ortaya koymak için birkaç istatistik yeterli olacaktır : kronikleşmiş okuma-yazma bilmezlik oranları , zengin ve yoksul arasında haddinden fazla eşitsizlik , şehirlerdeki aşırı nüfus ve arazilerin çölleşmesi.. bunun , bir zamanlar üçüncü dünya olarak adlandırılan büyük bir kesimin ortak hali olduğunu ve her halükarda , örneğin kalküta’nın sokaklarında daha büyük bir yoksulluk ya da rio de janeiro’da daha büyük bir eşitsizlik bulunduğunu söyleyebilirsiniz.. muhakkak haklı çıkarsınız.. yine de arap talihsizliğinin basitçe süre giden az gelişmişlikten daha ağır basan bir tarafı var ve bu talihsizlik toplumsal sınıflara , hatta eğitimsizliğe bağlı değildir..

arap talihsizliğinin ayırt edici yönü , kimsenin böylesi bir buhrandan etkileneceğini düşünmediği kişileri de etkisi altına alması kendisini istatistiklerden ziyade , algılar ve arapların hiçbir geleceği , durumlarını düzeltecek hiçbir yolu olmadığına dair çok yaygın ve derine işlemiş histen başlamak üzere , hissiyat düzeyinde dışa vurmasıdır.. dünyalarını kemiren , her kalıba giren ve görünüşte tedavisi gayrikabil illet karşısında tek çare , mümkün olsa kişisel kaçıştır.. fakat arap talihsizliği aynı zamanda içinden çıkılamayacak şekilde batılı öteki’nin bakışı ile bağlıdır – her şeyi , kaçışı dahi engelleyen bir bakışla.. öteki’nin dönüşümlü olarak şüpheci  ve üstünlük taslayan bakışı daimi bir biçimde sizi  üstesinden gelinemez halinizle karşı kaşıya bırakır.. güçsüzlüğünüzle dalga geçer , tüm umutlarınızı boşa çıkarır ve dünyanın bir sınır kapısında ya da ötekinde sizi durdur.. böylesi bir bakışın ne denli kategorik olabileceğini anlayabilmeniz için , parya devletlerden birinin pasaportunu taşımış olmanız gerekir.. endişelerinizi ‘öteki’nin kesinlikleriyle – sizin hakkınızdaki kesinlikleriyle – ölçmüş olmanız gerekir ki bunun yol açtığı felci anlayabilesiniz..’

‘SAMIR KASSIR..’

 ‘ARAP TALİHSİZLİĞİ..’ , SAMIR KASSIR , çeviri : ÖZGÜR GÖKMEN , İLETİŞİM Yayınları , 2011 , 94 Sayfa..

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kitap Arkası :

 ‘araplar hızla dünyanın “öteki”leri haline geliyor. özellikle 11 eylül’den beri, suudi yöneticiler, kuveytli zenginler dahil, en ayrıcalıklı araplar için de geçerli bu durum. “arap” kelimesinin kendisi bile öylesine yoksullaştırılmış ki, bazı yerlerde utanç duyulacak etnik bir etikete ya da en iyi durumda, modernitenin temsil ettiği her şeyi yadsıyan bir kültüre indirgenmiş halde. ayrıca dünyanın başka yerlerindeki yoksul ülkelerle kıyaslandığında, daha da acıklı bir görüntü çıkıyor ortaya. ama aslında vaziyet hep böyle değildi. arapların da bir altın çağı oldu. onların da geleceğe daha iyimser bakabildikleri, kendi kaderlerini yazabileceklerine inandıkları bir dönem oldu. peki, nasıl bu noktaya gelindi? araplar, bu yoksunluğa mahkûm gelecekten başka bir çareleri olamayacağına nasıl inandırıldılar? yaşayan bir kültür nasıl gözden düştü ve bu kültürün mensupları ıstırap ve ölüm kültünde nasıl bir araya gelebildiler? 2005’te bir bombalı saldırıyla öldürülen samir kassir, arap talihsizliği’nde bu soruların cevabını ve krizden çıkmak için bir yol bulmanın imkânını arıyor.’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hopa kadıköy’den geçer…

 

 

 

 

 

 

 

Hopa karşılamasından sonra biraz daha cesaretli ve kötü hissediyoruz kendimizi. Haliyle Metin Lokumcu ve arkadaşları ülkenin onurunu kurtardılar ve Lazca hoş geldin pankartlarını açtılar.

İnsanlar horon tepiyor, halay çekiyor diye isot gazıyla muhatap oluyor. Giriş şöyle gelişmesine rağmen -inşaata pankart > hes için halay > Metin hocanın “al beni kurtar memleketi demesi > gaz bombası > gaz bombasına karşılık verilmesi > ve başbakanın ‘üstünde durmak istemiyorum. Bir kişi de kalp krizinden ölmüş’ demesi insana oha dedirttiriyor. Ölen insanları ikiye ayıran bir başbakanla konuşmanın ancak sırat köprüsünde karşılaşırsak olabileceğini düşünmemizi sağlayan sözleri ağır ve yaralayıcı.

%40 küsürün başbakanıyla yüzleşecek dört yılımız daha var. On iki yıl başbakanlık yapacak %40 a ve otoriter zihniyetle cumhurbaşkanlığına oynayacağı gün gibi ortada.

Kendime özerklik istemenin tam zamanıdır. Kadıköy de oturmama rağmen bir hafta içinde beş kez polis tarafından arandım ve “ya arkadaş ben seni bir haftada 5 kere arasam bu hoşuna gider mi” dediğimde “biz sizin için buradayız hem sivil polisleri de arıyoruz” cevabıyla geçiştirilen bir yurttaşım. Kadıköy’ün göbeğinde kollarımı kaldırıp aranmaktan sıkıldım, iyi yanı kas yapmam. Laptop çantam ise içinde bomba olabilir ihtimaline karşı beş aramanın birinde açılıp bakıldı.

Köken Sorunu

Türkiye de yaşayan bir Mısırlıyım fakat sürekli Kürt muamelesi yapan Türk polisi rengime aldanıyor. İçimde bir yerde dağları piramitlerden daha fazla sevdiğimi biliyorum. Kökenimde Yunanistan Selanik ve Polonyalılıkta var. Bununla başa çıkabileceklerini pek sanmıyorum.

Polis soruyor ne iş yapıyorsun elektronik diyorum.

—Çantanızı açar mısınız? İçimden “polisle konuşma, polisle konuşma” diyorum.

Fermuar sesi – Al

—İnşallah başınıza bir iş gelmez diyor direksiyon başındaki

Doğubayazıt’taki komutanım aklıma geliyor.

—İnan umarım sivilde karşılaşmayız! Bu bir tehdit mi diyecek oluyorum.

—İkimizden biri ölür diyor. Selam verip asteğmen misafirhanesine gidip kısa dönem subayların teskeremi kutladıkları partiye katılıyorum, biraların bini bir para.

Polise, benle muhabbet etme, diyorum. Polisle konuşulmaz, öyle bir şey var. Evet, öyle bir şey var hala kendimi suçlu hissedebilirim. Ya da bir arkadaşım görürse yanlış anlayabilir!

—Muhabbet etme, işini yap, üstümü ara, bırak gideyim.

Kimliğime bakarken gebete cihazına bile vatandaşlık numaramı yazmıyor, anlıyor ki saldırgan ama zararsızım. Nüfus kağıdımda mahalle köy kısmında Caferağa yazıyor. Bu benim talihsizliğim herkesin köyünde akarsular ağaçlar ormanlar olur benimkinde barlardan gece kulüplerinden geçilmiyor. Ve her Kadıköylü biraz hırçındır.

Rengime bakıp, dağ görenlerin rengine bakıp hiçbir şey göremiyor olmam benim suçum değil !

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir susun artık la..

‘karanlık bir tünel içerisinde yazar gibi yazmak gerekiyor , karanlık içerisine yazar gibi , kişilerin ve olayların ileride nasıl gelişeceklerini bilmeden..’ – kafka

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yerimde duramıyorum..

kafamda sesler , çığlıklar , görüntüler dönüp duruyor.. huzursuzum..

‘clotaire k’ çalıyor..

öfke içimde çoğalıyor..

‘checkpoint 303’ dinliyorum sonra..

sonra tekrar ‘clotaire k..’

‘soap kills’ hafif geliyor öfkeme..

saçma sapan gündemler içinde faşizm cirit atıyor her yerde , her ortamda..

nefes almak neredeyse imkansız..

seçim seçim diye kulaklarımızı beyinlerimizi iğdiş ettiler , tuzla buz ettiler..

yeter artık yapın seçiminizi de kurtulalım..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar seçim diyor hala..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar demokrasi diyor hala..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar hak hukuk adalet diyor hala..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar çılgın proje diyor hala..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar ‘piskevit’ diyor hala..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar her aileye şu kadar maaş diyor hala..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar 12 eylülü yargılayacağız diyor hala..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar en iyi anayasa taslağı , en iyi demokrasi , en iyi özgürlük bizde diyor hala..

hopa’da , ankara’da , istanbul’da , izmir’de , mersin’de , bursa’da insanlar 12 eylül şartlarından beter şekilde derdest edilip , işkenceden geçiriliyor , utanmadan sıkılmadan hala ileri demokrasiden bahsediyorlar..

demokrasi her kesimde sadece kendilerinden olana , kendi taraftarlarına var..

bu her kesim için geçerli..

‘kendinden olmayan düşmanındır’ felsefesi hakim..

kendilerinden olmayan ‘bölücü , darbeci , kökü belirsiz , ahlaksız , edepsiz , faşist , komünist , terörist’ vs vs oluyor , saymakla bitmez..

BİR İNSAN ÖLDÜRÜLMÜŞ..

BİR İNSAN..

Senin gibi benim gibi BİR İNSAN..

ölüye de mi saygınız kalmadı be gafiller..

daha önce seçimler hakkında , demokrasi hakkında çok şey yazdım..

demokrasi dedikleri oyuna yeterince katıldım ve artık katılmayacağımı , kimsenin benim oyumu alamayacağını söyledim.. bu benim görüşüm..

herkes ayrı telden çalıyor..

herkes bağırıyor bangır bangır..

herkes en iyi kendisi biliyor bu ülkenin sorunlarını..

herkes en iyi çözümleri kendisi biliyor..

‘o karanlık , bu kötü , şu art niyetli , bunlar güvenilmez..’ , ‘bunlara oy verelim çünkü bunların arasında şu şu var , şunlara oy verelim çünkü şunu şunu vaat ediyorlar..’

ya gidin arkadaşım işinize..

herkes herkes için bir kulp bulabiliyor.. umurumda değil hiçbirisi..

çevremde herkes bir şeyler söylüyor , konuşup duruyorlar..

neden ‘aylak adamız’da seçimlerle ilgili bir taraf işaret edilmiyor veya bir parti ya da gruba destek verilmiyor , neden yazarlar kendi tercihlerini açıklamıyor..

aha ben açıklıyorum sadece benden oy yok kimseye , bu kadar..

hatta geçen görüştüğüm arkadaşlarımdan birisi ‘aylak adamız’da kendi bahsettiği platforma destek verilmemesi halinde gelecekte bunun vebalini taşıyacağımızı’ söyledi koptum gülmekten..

ya gidin arkadaşım işinize gidin gidin gidin..

‘yoksa sizi takip etmeyeceğiz artık..’ diyenler var daha beter gülüyorum.. biz takip edilmek için yazmadık , yazmıyoruz , tribünlere oynamıyoruz..

çok derdimiz olsaydı takip edilmek , koşar her iktidara gelene ya da en güçlüye yamanırdık.. çokta umurumuzda değil sizin bizi takip edip etmeyeceğiniz.. bunu diyen zaten bizi okumasın daha iyi..  

bizi bilen bilir , herkesin siyasi görüşüne , politik tercihine saygı duyarız ve bizim de ne düşündüğümüzü herkes bilir.. hepimizin hangi partilere oy atacağı ya da oy kullanmayacağı açıktır..

ama burada hiç kimseye hiçbir zaman şunları destekle ya da buraya oy at yoksa vebali büyük olur demedik , demeyeceğiz de..

siyasi duruşumuz zaten açıkça bellidir , fakat burası bir tebliğ yeri ya da görüş empoze etme yeri değil..

belli bir parti ya da gruba destek bizim aramızda çoğunlukta bile olsa burada onunla ilgili bir destek mesajı göremeyeceksiniz.. hiçbir zaman göremeyeceksiniz.. ister kızın ister tarihin çöplüğüne atın bizi umurumuzda değil..

beğenen beğenir , beğenmeyen umurumuzda değil , burada demokrasi yok evet kardeşim demokrasi yok..

insanların kafasına gözüne bir de burada şuna oy atın , bunlar iyidir demeyeceğiz..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş bir de oydan , seçimden demokrasiden bahsedip taraf göstereceğiz ha ne güzel.. keşke seçim diye bir şey olmasaydı da metin öğretmen ölmeseydi..

yok kardeşim yok teşekkür ederiz..

dileyen dilediği yere oy atar ya da atmaz..

biz korkağız..

oy atacağımız , destek vereceğimiz ya da vermeyeceğimiz adamları açıklamayacağız burada.. çok korkuyoruz..

çünkü bize de bir kulp takarlar hemen.. amanin sakın bizi zorlamayın..

kusma hissi kabarıyor ekranları görünce..

kusma hissi kabarıyor sesleri duyunca..

her şey sizin olsun..

her şeyi siz en iyi biliyorsunuz kabul ediyorum.. biz bir bok bilmiyoruz.. lütfen bizi yönetin , hatta hepiniz bir araya gelip yönetin bizi.. hiçbirinizden mahrum kalmayalım lütfen..

iyi ki varsınız , düşünüyorum da olmasaydınız yanmıştık..

‘sabun öldürür – soap kills’ çalıyor..

içimde kusma hissi kabarıyor daha beter..

çılgın projecilere yalvarmak geçiyor beynimden  benim için de çılgın bir proje hazırlasalar ve benim içimden de bir tahliye  tüneli açsalar da şu içimde birikip kabaran safrayı atsam.. ne büyük sevap işlerlerdi..

keşke seçimleri kaldırsalar.. hep birileri iktidar olsa , değişmese.. seçim zırvalığından kurtulsak..

her şeyimiz gitse de bari huzurumuz kalsa bizlere.. ona dokunmasalar..

yani anayasaya koysalar mesela şu partinin hep bu kadar , bunların da hep şu kadar milletvekili olacak.. oh ne güzel.. dırdır , gürültü , küfür müfür , kavga döğüş yok.. süt liman.. ya da hani şimdi moda olduğu gibi her parti lideri gittiği ilde o ilin en iyi takımlarının atkısını takıyor ya boynuna konuşma yaparken işte böyle her partinin bari futbol takımı olsa , o takımların skor averaj puan vs durumuna göre yapılsa seçimler.. ne güzel olurdu zaten siyaseti bile futbola göre ayarlıyoruz.. ve bu topraklar hastası futbolun.. hastasıyız dedeeeeeeeeeeeeeeeee..

çıldırmanın eşiğindeyim çılgın projeler çağında..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş artık bir susun ya bir susun..

utanın da biraz susun hepiniz ya..

en çok susana oy veririm belki , lütfen susun..

bağırıp çağırıp öfke kusanlar hala farkında değiller , boğazınıza ses tellerinize yazık la , valla bila yazık la.. 

anlayın artık : isteseniz de istemeseniz de bu topraklarda maalesef ve mecburen hep beraber yaşayacağız..

misal benimle yaşayacaksınız mecburen ve bana tahammül etmeyi öğreneceksiniz mecburen.. ben sizin saçmalıklarınıza nasıl tahammül ediyorsam siz de bana ve sizin gibi düşünmeyenlere tahammül etmeyi öğreneceksiniz.. bunu sadece bir gruba ya da partiye değil herkese söylüyorum..

demokrasi değil , batsın demokrasi ve seçim zırıltıları ,  kardeşlik lazım bize kardeşlik.. bağımsız adaydan 7 bin küsür liranın harç olarak alındığı , partilerde lider sultası ya da güç odakları  tarafından adayların belirlendiği bir sistem demokrasiyse demokrasiyle işimiz olmaz..

kardeşliği yüceltelim , kini öfkeyi değil..

bir de artık susun artık susun.. bizim için değil kendiniz için susun.. ses tellerinize yazık..

metin öğretmen hes’leri protesto ediyordu.. nefes alıp gülüyordu iki gün önce.. ciğerlerini biber gazı doldururken bile belki gülümsüyordu.. 

şimdi ise metin öğretmenin ardından ağıtlar öfke haykırışlarına karışıyor..

metin öğretmen öldürüldü.. ama hala saygısızca konuşup duruyorlar.. ölüye bile saygıları yok..

utanın da susun hepiniz artık.. saygı biraz..

emekli öğretmen metin lokumcu’nun katledildiği , aday listeleri verilirken bazı adayların yasaklı olduğundan bahisle veto edilmelerinin ardından çıkan protesto gösterilerinde öldürülenlerin , yaralananların olduğu sonra da yasaklananların veto edilenlerin birden aday olabilecekleri açıklandığı saçma sapan , karabasan  bir gündem de ancak böyle saçma sapan bir yazı yazılırdı.. ne yazılsa saçma ne yazılsa boş..

hiçbir şey METİN HOCAYI geri getiremeyecek lan..

getiremeyecek..

o sırça kulelerinizde , köşklerinizde HEPİNİZ AMA HEPİNİZ BİR SUSUN , ahkam kesmeyi bırakın biraz SUSUN..

şimdi abdullah chhadeh çalıyor..

kanunu ağlatıyor çalarken , dinlerken de sizi ağlatıyor..

sesine , notalarına , kanunda gezinen parmaklarının üzerine yatıyorum kendimi..

içimi kaldıran , midemi bulandıran tüm bu keşmekeşten uzaklaşıyorum , yüreğimde metin hocanın kahreden yokluğu..’

Crockett..

sevmek kadar katlanmakta gelir elimden… (oktay rıfat)

sana kızmayı çok istiyorum…
ama olmuyor , sanki öfkem bile sen tarafından ipotekli…
kalbime hala acı veren yanından ne zaman süzülürüm diye bekliyorum…
bazen bana haksızlık ettiğini düşünüp gidiyorum bu cümlenin ardından , ama bu seferde başkalarına yapmış olduğun haksızlıkların boğuk sesini duyuyorum , senin tabirinle böğüre böğüre ağlayanların…
ve içim yine büyük bir vazgeçişle doluyor , derin bir iç çekiyorum sadece…
sonra ‘yaşlanma gitme korkusuyla başlar , bırakıp gidebilenler ise hayatta 1-0 önde koşar’ diyen yazarı anımsayıp galibiyetine gülümsüyorum…
iyi ki diyorum iyi ki ‘söylenildikçe değeri azalır’ düşüncesine inat bolca söylemişim seni sevdiğimi…
şimdi hiçbir şey diyemeyenim çünkü…
sanırım en çokta bu örseliyor beni , hiçbir şey diyememek…
bugün benim aptal hikayemin kahramanını bulduğu gün…
aşkın kollarını açarak beni ayakta karşıladığı gün , yani senin kulaklarımdan yüreğime düştüğün gün…
eğer  düşümüz halen devam ediyor olsaydı , kim bilir nasıl bir telaşın içinde olacaktım…
planlar projeler içinde gece gündüz yuvarlanıp sevgiliyi mutlu etme kampanyası başlatacaktım…
şimdi ise sadece tevekkül içindeyim…
burası sakin ve telaşsız , sanmakla olmak arasındaki uçurumdan uzak… acının , acıklı berbat halinden sıyrılmış , mağrur hali gibi…
sadece ara ara rüyalarıma giriyorsun o kadar ve ne hazin ki yine üç kişilik bir kadroyla…
sabahında  soluğu 15 inçlik ekranın başında fotoğraflarına bakarken alıyorum… sonra bana aldığın kitapların baş sayfalarını okuyorum , bakıp kalıyorum öyle…
sanırsın ki sadece bana özel bir mucizeye bakıyorum… hele birde o üzerinde taa o zamanlardan gitmene işaret sayılabilecek gemi resimli defterimize yazdıklarını okuyunca , hacmine sığmıyor ruhum…
o zaman kaybediyorum o sakinliği… acı o mağrurluktan kaçarak uzaklaşıyor ve ben yine acıklı oluyorum , baştan tırnak uçlarıma kadar özlem oluyorum , biçare oluyorum…
sarhoşluğunu , saçlarını , dağınıklığını , umarsızlıklarını , tavuk yutmuş galiba dedirten kahkahanı , hiç bir yere ait olamayışını ama olur gibi yapışını , hanilerini , yolculuğa her daim hazır bavullarını , ööflerini , giiittlerini , spesiyallerini , sigara paketinin o naif halini , asansör müziği gibi gelen , hiç alışamadığım müziklerini , fransız köşeni , pofidik puaçalar gibi ellerini , süt dişini , kirpiklerini , kullanılmaz olsa da ben bunu değerlendiririm deyip atamadığın eşyalarını , üşengeçliğini , küsmelerini , zaaflarını , vefasızlığını ve gidişini anımsarım…
ateş bir kez daha yakar , yıkar ama  geçer ve ağlarken yakalarım kendimi…
sonrası yine tevekkül…
gidiş günün kutlu olsun… bugün bir sene daha gittin…

‘BULUT’

iyi bak şu yaşamın yüzüne ve dinle
intihar bunalımında yüzerken evler
sokaklarda diz boyu iğrençlik
tükürüksüz açılmıyor gazeteler
ve bir zaman
yüreğimize gömdüğümüz efendiler
açıp yelkenleri
selamsız ve sabahsız gittiler….(adnan yücel)

Sevgili Dünya…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgili Dünya ,

Geçen gün , Musa’nın kitabına bakınıyordum. Mezmurlardan 71. bölüm açıldı elimde ve dilim bilhassa beşinci bölümü çok sevdi: “Çünkü ümidim sensin ya Rab Yehova / Gençliğimden beri güvendiğim sensin…” Bak işte, orada “Gençliğimden…” cümlesi var ya, işte o dostum Dünya, beni ziyadesiyle allak bullak ediyor; ancak olumlu anlamda. Mezmurlarda Rabden dayanılacak ve sığınılacak kaya ve hisar olarak bahsediliyor. Ve işte BtŞ bunu da seviyor sevgili Dünya… Rabbini kayada, hisarda, dağda ya da karanlık çölde gökte bulmayı seviyor…

Btş bugün bir de, o derin sıkıntı anlarından birini yaşarken, kulağına “healing the pain” gibi bir müzika ilişti. State Radio, söyleyen çocuklar, şarkının adı “Keepsake”. Sonunda bir yerde diyorlar ki, “You’re gonna keep my soul it was yours to have long ago” ( Ruhum sende kalacak, zaten uzun bir zaman önce senindi). BtŞ bütün gün bu dizeyi mıraldandı Dünya; çünkü sana iliştirilmiş hazır-yapım teneke kutulardan patlamak üzere. Topyek’ûn bir meteor çarpmasını falan özler durumda buluyor kendini sık sık. Ammawelakin, şarkının bu dizesi sonucu BtŞ, akşam evinde kendini elinde Tevrat’la oturur buldu. Doğru Mezmurlar’a gitti; bakındı ve 31. Mezmur’un 5. bölümü çelindi gözüne: “Ruhumu eline bırakıyorum / Ya Rab, hakikat Allah’ı, beni kurtardın…”

Ve işte bundan sebep Dünya, anladı bugün BtŞ ki, sen de en az fail olmayan fail kadar yersiz-yurtsuzsun ve hatta devasa bir organsız bedensin. Sonsuz sonlu sayıda çokluğa ev sahipliği yaptın hem de onları yersiz-yurtsuzlaştırdın. Ne çok enerji ne çok emek ne çok gözyaşı ne çok yorgunluk ne çok kahır… Bilmiyorum ama Dünya, BtŞ iyiden iyiye inanıyor artık biliyor musun? Neye mi? Senin tarafından emzirilmiş bozguncu çocuk olduğuna… Sen onun süt-annesisin, o sebepten seni çok seviyor. Bu onda kadim bir sevgi-hal yalnız. Araya giren onca kesintisaçmalıkacıyabancızırvalık onlardan ötürü soğudu aranız, mesafe kattınız ardaranıza. Aslında hiçbir zaman açılmadı ArAnız, sadece BtŞ’ye öyle geldi… Şimdi O, yanında duran birine dokunurken bile, garip bir hal hasıl oluyor. Nasıl mı? Şöyle ki…

Varlık, yokluğun zıddı değil sanki de ne? Hani yokluk dediğin kapsayıcı-kavrayıcı ve işte ona iliştirilmiş sonsuz sayıda, beş duyumuzla algıladığımız ve algılayamadığımız suretler var… Ahanda buradan çıkar işte, işrâkın efendisi! Işık yani nur dediğin melekûtun katındandır. O her yerdedir, ancak senin bilebildiğin kendi idrakin, kendi karanlığından arta kalan kadardır. Ammawelakin bu da basit bir toplama-çıkarma eylemi değildir. Yokluk da yok aslında, yokluk sandığın senin karanlığın… Aydınlanman ise, sezgisel, nedenyoksonuçvar… Hollandalı’yı anımsasana ya da İspanyol’u…

Sevgili sütannem Dünya, burada bahsi kessem kızmazsın di mi bana? Yine bir yarılma-eşik… Şimdi uzun uyusam ve bu aralıktan sadır olacak olan, yersizyurtsuzlaşsa ya bende sabah denilen vakte ulaşıncaya kadar! Bu arada, sen hakikat-oluşsun hatta …-oluşsun di mi sevgili sütannem? Hem merkezinde ve “O” hem de kıyısında ve “O” değil…

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yaşam , belleği icat etmekle gaddarlık etmiş..’ – FRIDA KAHLO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘gecelerim çarpan kocaman bir yürek gibi.. gecelerim aysız ; pencereden süzülen gri ışığa gözünü kırpmadan bakıyor.. gecelerim ağlıyor , yatağım nemli ve soğuk.. gecelerim beni yokluğuna itiyor ; seni arıyorum , yanımdaki dev bedenini , soluğunu , kokunu arıyorum.. neredesin.. bedenim , şu sakat külçe , senin sıcaklığında bir an kendini unutmak istiyor..

gecelerim paçavraya dönmüş bir yürek.. gecelerim beni aşkla tutuşturuyor , ama senin eksikliğini çektiğini biliyor ve bu gerçek karanlıkta bir bıçak gibi parlıyor..

gecelerim sana uçabilmek , seni uykunda sarmalayıp bana getirebilmek için kanatları olsun istiyor.. ama gecelerim her türlü deliliğin yasak olduğunu ve düzensizlik yarattığını biliyor..

gecelerim senin ve benim hazza eriştiğimiz , görmek için röntgencilik yapmak istiyorum , ama bedenim birkaç sokağın ya da adi bir coğrafyanın bizi ayırdığını anlamıyor..’

‘geceler uzun.. her dakika beni ayrı bir dehşete düşürüyor ; her yanım , her yanım sancıyor.. insanlar benim için kaygılanıyorlar.. bense bunu engellemek istiyorum.. ama insan kendi kaderini değiştiremezken , başkalarının kaygılanmasını nasıl engelleyebilir ki.. şafak hep uzaklarda.. şafağın atmasını mı arzuluyorum yoksa asıl istediğim gecenin daha da derinine mi dalmak , bilmiyorum.. evet , belki de aslında her şeyi bitirmek istiyorum..

yaşam , üstüme böyle varmakla gaddarlık ediyor  bana.. bu oyunda kağıtları daha iyi dağıtmalıydı.. payıma çok kötü bir el düştü.. bedenimde kara bir tarot var..

yaşam , belleği icat etmekle gaddarlık etmiş.. en eski anılarını ayrıntılarıyla içlerinde taşıyan ihtiyarlar gibi , ölümün kıyısına gelmişken belleğim , güneşin çevresinde dönüyor ve neleri aydınlatmıyor ki o güneş.. her şey mevcut , hiçbir şey yitmemiş.. tıpkı size daha da canlılık verecek , içinizi acıyla zonklatan gizli bir güç gibi : hiçbir gelecek olmadığının kesinliği karşısında geçmiş büyüyor , kökleri genişliyor , bendeki her şey bir kök tabaka halinde , renkler her tabakada saydamlaşıyor , en ufak görüntü mutlaklaşma eğiliminde , yürek kreşendo atıyor..

ama resmetmek ,  tüm bunları resmetmek artık olanaksız..’

‘FRIDA KAHLO , Aşk ve Acı’ , RAUDA JAMIS , Çeviri : HÜLYA UĞUR TANRIÖVER TUFAN , EVEREST Yayınları , Ağustos 2002..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aylak Adamız’ın 700. Yazısı Sitemizin Kurucusu Güzel İnsan REİS’e (Blackhawk) , Büyük Ustanın Kitabından : ‘Bir Meçhulün Güncesi..’ , JEAN COCTEAU

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kanımca görünmez olmak hoşluğun önkoşulu.. hoşluk , bir başkası tarafından fark edildiği anda yok olur.. hoşluğun ta kendisi olan şiir bile aslında görülebilir değildir.. o zaman bana ‘eh zaten şiir ne işe yarar ki’ diye sorabilirsiniz.. hiçbir şeye.. onu kim görecek.. hiç kimse.. bu durum onun ahlaka aykırı bir suç olmasını önlemez ama onun kendini gösterme arzusu kölelerde bile etkisini gösterir.. şiir özel bir ahlak ifade etmekle yetinir.. sonra , bu özel ahlak , eser biçiminde ortaya çıkar.. kendi hayatını yaşamak ister.. şiir , şöhret adını alan binlerce yanlış anlamanın bahanesi haline gelir..

şöhret , gösteri yapan bir kalabalık tarafından ayartıldığı için saçmadır.. bir kalabalık bir kazanın çevresinde toplanır , onu anlatır , yaratır ve onu başka bir kaza haline getirinceye kadar bozar..

güzellik , her zaman bir kazadan , edinilen alışkanlıklar arasındaki ani bir düşüşten kaynaklanır.. güzellik yolu şaşırtır , iğrendirtir.. dehşete düşürdüğü de olur.. yeni alışkanlık yerleştiği zaman , o kaza , kaza olmaktan çıkar.. bir çeşit klasik haline gelerek şoke edici özelliğini yitirir.. o halde bir yapıt hiçbir zaman anlaşılamaz.. yalnızca kabul edilir.. bu yanılmıyorsam , eugene delacroix’in bir saptamasıydı : ‘hiçbir zaman anlaşılmayız , yalnızca kabul ediliriz..’

‘şiir umutsuz bir dindir.. şair , başyapıtının pek sağlam olmayan bir toprak üzerinde usta bir köpek numarasından başka bir şey olmadığını bilerek bu dinin içinde tükenir ; ancak tabii ki yapıtın daha sağlam bir gizemin parçası olduğu bahanesiyle avunur.. ama bu umut , onun her insanın gece olduğuna (içinde geceyi barındırdığına) olan inancından kaynaklanır.. sanatçının görevi , bu karanlık geceyi gün ışığına taşımaktır.. bu yaşlı gece , sınırları çok dar olan insana kendisini sınırsız hissettirecektir.. bu durumda insan , yürüdüğünü hayal eden uyuşuk bir kötürüme benzer..

şiir bir ahlaktır.. sistemleri bozan , emirleri reddeden bir insanın yeteneklerine göre kurulan ve yönlendirilen bir disiplini , gizli bir davranışı , ‘ahlak’ olarak adlandırıyorum.. bu özel ahlak , yalanın gerçek ve bizim gerçeğimizin yalan görüneceği şekilde kendilerine yalan söyleyen ve darmadağınık yaşayan kişilerin gözüne ahlaksızlık olarak görünebilir..’

‘yazarsam rahatsız ediyorum.. film çevirirsem rahatsız ediyorum.. resim yaparsam rahatsız ediyorum.. resmimi gösterirsem rahatsız ediyorum , göstermesem de rahatsız ediyorum.. rahatsız etme bende gelişmiş bir beceri.. buna saygı gösteriyorum , çünkü ikna etmeyi severim.. ölümümden sonra da rahatsız edeceğim.. yapıtımın bu rahatsızlık kurumunun yavaşça ölümünü beklemesi gerekecek.. belki de yapıtım bundan zaferle , benden kurtulmuş , gençlik dolu bir af çekerek kendini bulacaktır.. bu saygı duyduğum birçok girişimin yazgısı olmuştur.. bu yazgı hiçbir şeyin gözünden kaçmadığı , her şeyi bilen çok açık olduğuna inanmış zamanımıza olanaksız görünmektedir , çünkü görünmezlik sayısız hileler kullanır.. hokkabazdır ve hiçbir zaman aynı numarayı tekrarlamaz..’

‘eğer bu kitap genç bir insanın eline geçerse ona fren yapmasını , çok hızlı okunan bir cümleyi yeniden okumasını , acı çektiği ve kaçıp kurtulmak istediği ortamların karışıklığını hor gören dalgaları yakalamak için kendime uyguladığım işkence üzerinde düşünmesini öğütlüyorum..

ondan kendisini tiksindiren bu çoğuldan kaçıp , kendi gecesinin ona sunduğu tekile girmeye çalışmasını istiyorum.. ona , ‘gide’ gibi şunları söylemiyorum : ‘git , aileni ve evini terk et..’ diyorum ki ; ‘kal ve karanlıkların içinde kendini kurtar.. bu karanlıkları dikkatle incele.. onları gün ışığına püskürt..’

‘Bir Meçhulün Güncesi..’ , JEAN COCTEAU , Çeviri : Mukadder Yakupoğlu , SEL Yayıncılık , Ocak 1999..