Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

O hala iktidar !

Diyor ki; bana daha açık şekilde söyleseydin, daha net anlardım.

Anlaşılmaz olduğumu düşündüğüm zamanlar gidip felsefe okumaları yapıp kendimi rahatlatıyorum. Tuğla gibi kitaplar okudum, ilk gençliğimde okuduğum kitaplarla dost sohbetlerinde çok adam dövdüm.

– Efendim Haydiger de bu işi şöyle bir formda yorumlamıştır!

Hala acıları baki midir bilmiyorum ama içlerinden artiz orospu çocuğu geçirmişlerdir mutlaka.

Diyor ki; ben hiçbir şey yapmadım mı?  

Sorun bu değil belli ki kavga etmeye gelmiş sesi bir yükseliyor bir alçalıyor. “Bağırma lan” diyorum. Tamam diyor. Lan diyorum acımı inşa ettin. Benim azıma sıçan bir kadın tanıyorum diyorum ki kendine iyi bak.

Diyor ki;  ben seni sevmekten başka bir aptallık yapmadım.

Eyvallah. Eyv…

Diyorum ki; düzenli iş, ev, aile, çocuk yapma ihtimalimiz hala iktidar.

Senle diyor senle.

‘Papyrus’

‘Mağaradan Rezıdınslara Hediyenin Etimolojisi’

Malum; ilk atalarımız suda tek hücreliyken bölünmeyi öğrenip, aralarında bazı çakallarda karayı keşfediyor. Solungaçları kenara bırakıp; akciğer, böbrek, tekerlek peşinde koşuyorlar. Atalarımız su kenarlarında 3+1 çadırlarını kuruyorlar. Eğer volkanik patlamalar manzara oluşturmuyor ya da bir dinozorun akşam yemeği olma ihtimali yoksa çiftimiz üreme organlarının ne işe yaradığını çözmeye çalışıyor. Bakıyorlar “lan bu iş zevkli” devam.

 Avcılık toplayıcılık denilen hadisede bu zamanlara tekabül ediyor. Erkekler okeye dönerken bir kadın çıkıp; “oğlum çoluk çocuk aç, kurtlar kargalar mı beslesin yetimleri” diyişiyle, erkeklerin kütük oluşunu anlayabiliriz. Bu kütüklerin ilk icadı da hepimizin bildiği gibi mızraktır. Kendi beyni ve odunu yontmayı öğrenen kavat atalarımız daha sonra çocukların doğum gününde -bilmezsiniz ama yüzyıllarca- sapan hediye etmişlerdir. Bazıları şimdi çocuklarına son model ‘-mw, -rcdes, -ucati’ alsa da , aynı mondofonluk. Neden? Çünkü altyapı üstyapı diye bir şey var. Hediyenin büyüğü küçüğü olmaz diye bir şey var. Hediye herkese eşit uzaklıktadır diye bir şey var.

 -Armağangiller diye bir koloni bile oluşuyor. Bu koloninin en son temsilcisi Armağan Çağlayandır.-

 Evet, evet insanlığın pervasız gelişmesi devam ediyor. Kolonilerden sonra, çayır çimeni betonla tanıştıran toki adındaki ilk çağ insanı özellikle ; Beylikdüzü bölgesindeki dağı şehir yapıyor. Kanalizasyon, elektrik, çocuk parkları vs. ‘Veliy Göçert’ adındaki solungaçlı hayvanında ilkelliğini ispatlaması, binaları deniz kumuyla yapmasıyla gün yüzüne çıkıyor. ‘Veliy Göçert’ Atlantik okyanusunda ılıman sularda yaşayan bir canlı türüdür. Neslinin tükenmesini inatla bekliyoruz.

Yüce roma imparatorluğu tarihten aldığı bu pası, Colosseum’la taçlandırıyor. “Ne oluyor lan orda” diyeni direkt, aslana kaplana hediye ediyor. O, “sende mi Bürütüs” diyen kral dahi, üzüm salkımlarını güp güp mideye indirip bu sazlı sözlü eğlenceyi izliyorlar.

Yeni yetme gladyatörlerin yerini kaslı ağbilerimiz alırken, Spartaküs adında roma imparatorluğunu kuyruğundan tutup duvara çakan yeğeeen ortaya çıkıyor. İlk örgütlü ayaklanmada -tarihin yazdığı- işte budur. Spartaküs, roma imparatorluğuna “adam olun lan” derken Romalı kavatlar bu ağbileri dağda sıkıştırıyorlar. Bazı rivayetlere göre 3ooo bazılarına göre de 5ooo kişi. Soruyorlar, “Spartaküs kim” bir ağızdan “benim” diyorlar. Sonrasını biliyorsunuz. Roma imparatorluğunun onlara uyguladığı şiddeti tarih bize katliam olarak hediye ediliyor.

Ses bombası henüz icat edilmemiş ama atom bombasının mimarı aynşıtayn partikül, emcekare falan derken. Hiroşima! Tarihimizin onurlu kamikazelerine atılan ama insanlığa kaçan bombalar iki kente isabet ediyor. Abd 1 insanlık 0.

to be continued…

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ne zaman sadece heyecanlı bir özlem olmakta karar kılacaksın..’ – FERNANDO PESSOA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

164

eylemsizlik bütün dertlerin tesellisidir.. hareket etmemek bize her şeyi verir.. hayal etmek her şeydir , sonunun eyleme varmaması koşuluyla.. insan sadece düşlerinde dünyanın kralı olabilir.. ve kendini gerçekten tanıyan herkes , dünyanın kralı olmayı arzuladığının farkındadır..

düşünmek , ama varolmamak ; işte bunu yapan kraliyet tahtına oturmuş demektir.. istek duymaksızın arzu duymayı başarmak , taç giymek gibidir.. sırt çevirdiğimiz her şeye sahip oluruz böyle ; çünkü varolmayan gün ışığında ya da varolması mümkün olmayan ay ışığında onları sonsuza dek düşleyerek hep aynı kalmalarını sağlayabiliriz.. 

239

insan her şeyden bıkar , anlamak hariç.. bu cümlenin anlamını kavramak bazen zor oluyor.. bir sonuca varmak için düşünmek insanı yorar , çünkü ne kadar düşünür , tahlil eder , görürsek , sonuca o kadar zor varırız..

o zaman insan öyle bir eylemsizliğe düşer ki , o haldeyken göz önünde olanı iyice anlamak olur tek derdimiz , bir estet tavrıdır bu , çünkü aslında ilgilenmediğimiz halde anlamak isteriz , anladığımız şeyin doğru olup olmadığını umursamayız ; sadece anladıklarımızın içinde her şeyin tam olarak nasıl sunulduğuna ve bu sunuluş biçiminin nasıl bir güzellik statüsü kazandığına bakarız..

insan düşünmekten , kendine özgü görüşlere sahip olmaktan , eylemek için düşünmeyi istemekten yorulur.. ama geçici olarak da olsa , başkalarının görüşlerini benimsemekten yorulmayız.. içimizde uyandırdıkları eğilimlere itaat etmez , sırf üzerimizdeki etkilerini görmek amacıyla yaparız bunu..

270

sanat , varolmak denen iğrenç şeyden kurtulmamızı sağlayan bir yanılsamadır.. danimarka prensi hamlet’in çektiği çileleri , azabı hissettiğimiz sürece kendi başımıza gelenleri hissetmez oluyoruz – bize ait oldukları için aşağılık şeylerdir bunlar , zaten aşağılık olmak doğalarında vardır..

aşk , güneş , uyuşturucu ve sakinleştiriciler sanatın belli başlı dallarıdır ya da daha doğrusu , kendi yarattıkları etkileri üretmenin temel yolları.. ne var ki , ister aşk , ister güneş , ister uyuşturucular olsun , hepsi kendilerine has hayal kırıklıklarıyla gelir.. aşk bıkkınlık verir , umudumuzu kırar.. güneşin ardında uyanırız ve uyuduğumuz sürece yaşamamışızdır.. uyuşturucuların bedeli , organizmayı uyarırken çökertmeleridir.. ama sanatta hayal kırıklığı yoktur , çünkü her şeyin bir aldatmacadan ibaret olduğu daha baştan kabul edilmiştir.. sanatta uyumak yoktur , çünkü sanat insanı uyutmaz – rüya görüyor olsak bile.. sanattan zevk almanın ne bir bedeli vardır ne de vergisi..

sanatın verdiği zevk aslında bize ait değildir ; dolayısıyla acılarla ya da pişmanlıklarla bedelini ödemek zorunda kalmayız..

sanat denince , zevk veren , ama bize ait olmayan her şey  bunun içine girer : gelip geçen birinin bıraktığı iz , bir gülümseyiş , batan güneş , şiir , nesnel evren..

sahip olan , kaybeder.. bir şeye sahip olmaksızın hissedeceğini hisseden ise o şeyi korumuş olur , çünkü o şeyin içinden özünü çekip almasını bilmiştir..

403

çiçek dürbünü..

konuşma.. fazlasıyla olaysın.. karşımda durmana üzülüyorum.. ne zaman sadece heyecanlı bir özlem olmakta karar kılacaksın.. o zamana dek kaç kadın olacaksın kim bilir.. ve seni görebileceğimi düşlemeye mecbur olmak , kimsenin geçmez olduğu eski bir köprü.. hayat bu işte.. ötekiler kürekleri bıraktı.. birlikler emir tanımaz oldu.. süvariler şafak ve mızrak şakırtıları arasında gitti.. şatoların tekrar ıssız kalmayı bekledi.. rüzgarlardan yüksek ağaç taburlarını terk eden olmadı.. gereksiz sundurmalar , emin ellere bırakılmış değerli kaplar , kehanetlerin belirtileri – bütün bunlar tapınakların derinliklerinde secdeye varan alacakaranlıklara aittir , bizim şimdiki buluşmamıza değil , çünkü parmaklarının ve geciken kıpırdanışlarının dışında , gölgelerini yayan ıhlamur ağaçlarının varolması için hiçbir neden yok..

uzak topraklar için sayısız nedenler.. kral vitraylarından mamul anlaşmalar.. dini tablolardaki o zambak.. kafile kimi bekliyor.. kayıp kartalı tekrar nereye dikmişler..’

‘HUZURSUZLUĞUN KİTABI..’ , FERNANDO PESSOA , Çeviri : SAADET ÖZEN , CAN Yayınları , Ekim 2006 , 536 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sevgiler…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sevgiler…

 sevmek ve gitmenin  o buruk, kekremsi tadı…  yine de arkamı dönüp baktığımda  menzilimde olmalı her şey.. gitmek bir bıçağın keskin ucu..  dönersin ama bu  sessiz bir gözyaşıdır.. her şey değişmiştir.. bulamazsın artık bıraktığın çoğu şeyi, duyguyu, kişiyi.. aslında hiç gitmek istememişsindir çünkü.  ama uzaklaşmasan daha çok tükenecektin.. ve bilirsin ki aslında kalandır terkeden..
gün geliyor her şey bitiyor dirhem dirhem azalıyor sevgilerde.. ve bir bakıyorsun bitmişsin be.. sana insan insan bakan gözler yok artık.. bu  kadar mıydı ? sevmek ..  sevmek bir pırıltı gibi gelip geçer mi sadece..  öyle değil işte..  sevmek çok uzun bir kelime. .seversin seversin bitiremezsin… gidersin gidersin bitiremezsin.. üstüne ne eklersen ekle  hep eksik ,  hep hüzünlü , hep buğulu.. 
işte sevmek böyle bir şeydi aslında.. gülüştüğünüz günleri hatırladığınızda gözlerinizin yaşarmasıydı.. cemal süreya’nın ‘zuhal’ine yazdığı mektuptaki gibiydi.. okursun ve susarsın.. çünkü canın sevmekte istemez artık bunun üstüne.. 
 “düşünüyorum da aşk sözcüğünü de biraz eksik buluyorum şu senle ben arasındaki ilişkiye. daha büyük, daha sağlam bu bizimki. aşk onun içinde sadece bir kısım galiba. ötesinde aşkla birlikte, ama yer yer, zaman zaman onu aşan başka duygular, başka esriklikler, başka baş dönmeleri de var bizde. seni seviyorum ve senin için her şeyim. beni seviyorsun ve benim için her şeysin. bir insan için şu kısa hayatta daha önemli ne olabilir ki.”

 ‘TAFLAN’

”SEVMEK NE UZUN KELİME”  – Cemal SÜREYA…

 

  

 

 

 

 

 

 

(fotoğraflar : crockett..)

bir kürt , bir ermeni , bir arap bir gün beraber güneşe yolculuğa çıkarsa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘son kırk gün içerisinde sanırım ankara’ya beş kez , antakya’ya da bir kez gittim.. gittim derken yol yaptım aynı zamanda.. kahrımı çeken ve servis , bakım , yağ mağ nedir bilmeyen gariban arabama binip bu yolları gittim geldim..

beni bilen bilir uçağa binmem.. deniz aşırı ülkelere gidilmek zorunda kalınsa mesela küba’ya , amerika’ya filan ben yine uçağa binmem.. dünya yarılsa gene binmem uçağa , yarığın içine atarım kendimi.. işim olmaz o borunun içine kendimi emanet etmeye..

ha şimdi bana hepiniz istatistiksel rakamlarla karayollarının havayollarından ne kadar fazla tehlikeli olduğunu anlatmaya kalkmayın.. biliyorum , kabul.. ama yine de içimdeki uçak korkusunu kimse bu beylik laflar ve istatistiklerle yenemez.. psikolog , psikiyatrist , ilaç , sakinleştirici , tedavi , alkol alarak uçağa binme , terapi vs bunlar da boş iş.. binmem kardeşim..

neyse işte ben arabamla devamlı yollardayım bu yüzden günlerdir.. binlerce kilometreyi hiç üşenmem gider gelirim.. ve tek başıma kullanırım arabayı , benim olduğum arabayı bir iki kişi dışında başka kimse de kullanamaz.. bu kadar da takıntılıyım işte takıntı derseniz buna.. bu yüzden çoğu zaman tek tabanca direksiyonun başında urfa’ya , hatay’a , sinop’a , samsun’a vs her yere az gitmedim.. zaten etrafımdaki herkes 0 derece direksiyon kabiliyetli.. 30’undan sonra şoför olmuş çoğu.. işim olmaz , korkarım kardeşim binmem.. ama sorsan hepsi şimdi usta şoför.. külahhhhhhhhhhhhhhhıma anlatın babam..

neyse ‘babam’ dedim asıl konuya geçeyim şimdi.. işte bu ankara’ya gidiş geliş seferlerimden birinde ‘nazmi kırık’ kardeşim de benimle gelmek istedi.. hay hay ve de memnuniyetle , benim için büyük bir onurdu bu : nazmi’yle yolculuk..

 ‘güneşe yolculuk’ta olduğu gibi güneşin doğduğu yöne doğru nazmi’yle bir yolculuk..

hayal bile edemeyeceğim bir güzellik bu.. nazmi’yle bir gün öncesinden kararlaştırdık ne zaman gideceğimizi ve nerede bulaşacağımızı..

sabah beşte alacağımı söylediğim nazmi’yi cehennem-i-stanbulun en büyük sorunlarından birisi olan park sorunu yüzünden yarım saat geç almaya gittim.. çünkü yaratığın teki arabasını öyle bir park etmişti ki benim ‘dana sürüsü’ büyüklüğündeki arabamla park yerinden çıkmak için –onyüzmilyonmilyar- filan kez manevra yapmak zorunda kaldım.. nihayet kan ter içinde otoparktan çıkıp nazmi’yi alacağım noktaya geldiğimde bir baktım nazmi’nin yanında bir misafir arkadaşı var.. arabaya aldığımda sabahın körü olmasına rağmen neşe saçıyorlardı.. nazmi beni hemen tanıştırdı : mari esgici..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

çok memnun oldum.. mari’yi tanıyan zaten bilir anlatmaya gerek yok , en sert yapılı ve korunaklı insanı bile yarım saatte çözer ve sıcak dostluğuyla sizi sarıp sarmalar.. neyse bu bende pek geçerli olmadı çünkü gün içinde beni ankara’da bekleyen stresli iş yüzünden ve az önce otoparkta yaşadığım stres yüzünden hayli gerilmiş olan bana , mari kardeşim hemen yaklaşamadı ve duvarlarımı yıkamadı..

yola koyulduk.. ben hemen attım bir patti smith ve jefforson airplane karışığı.. sert bir giriş yaptık yolculuğa..

 ‘otoban’ denilen ama zırt pırt yol çalışmalarıyla bölünen ve aydınlatmaları dandik olan yola girer girmez nazmi uyuma pozisyonu aldı ve uyudu on saniye içinde.. şaştım kaldım.. mari ise arkada yeni yeni doğmaya çalışan güneşin ışıklarıyla kitap okur gibi yaparak benim şoförlüğüme alışmaya ve güvenmeye çalışıyordu.. ama arabanın ibresinin daha otobana girer girmez 180’e dayanmasıyla mari elinde kitapla ama gözler hem yola hem ibreye takıldı kaldı..

sessizce başlayan yolculuğun birinci saatinde nazmi gerinerek gözlerini açtı ‘bolu tüneli’ni geçtik mi’ diye sordu.. hayır dedim.. tüneli merak ediyordu , henüz görmemişti tüneli.. o sırada mari daha da ilginç bir şey söyledi : otobanı ilk kez görüyordu ve ilk defa karayoluyla buradan yolculuk yapıyordu.. işte devamlı uçağa binmenin zararları.. doğanın güzelliklerini , etrafı izleyemiyorsunuz uçakta.. sadece gökyüzü , sadece bulutlar vs vs..

nazmi’nin uyanma arasında dedim ki nazmi’yi uyutmayayım.. ‘nazmi bak aynı güneşe yolculuk’taki gibi yolculuk yapıyoruz la seninle’ dedim.. güneş gözlerimizi kamaştırıyordu o sırada sabahın ilk ışıklarıyla..  nazmi o müthiş gülümsemesiyle ‘evet ya hakikaten aynen filmdeki gibi’ dedi ve küt tekrar yattı..

biz mari ile şaşkın bakıyoruz birbirimize ama nazmi rüyalarda.. ha uyumadan da tembih etti , ‘mutlaka tünelde uyandırın göreyim’ dedi.. ama kıyamadım nazmi’yi uyandırmaya tüneli geçerken.. öyle güzel uyuyordu ki.. dünyada en çok saygı duyduğum şey ‘uyumak..’ çünkü hiç beceremediğim olay.. yıllardır uykusuzlukla verdiğim savaşlar hep hüsranla sonuçlandı.. o yüzden uyuyanlara büyük saygı duyuyorum ve itiraf edeyim kıskanıyorum..

ama işin komiği tüneli geçtik , beş dakika sonra nazmi kendisi uyandı.. ‘daha var mı tünele’ diye sordu.. mari ile gülmekten kırıldık.. ‘beş dakika önce geçtik’ dedim.. ‘niye uyandırmadınız’ diye sitem etti ama sonra tekrar uyuma pozisyonu aldı..

yol boyunca ümo efendi zırt pırt aradı.. tabi beni aramıyordu benim telefonu açmayacağımı adı gibi biliyordu.. bana mari’nin yada nazmi’nin telefonlarından bağırıp duruyordu ‘120’yi geçme lan geçme lan’ diye.. tabi tabi geçmedim.. 120’nin altına inmedim ümo merak etme..

nazmi uyurken mari ile sohbete devam ettik.. ha mari artık o sıralarda benim araba kullanışıma kendini alıştırmıştı.. kendisinden bahsetti , bol bol fıkralar anlattı.. çok zor bir işi vardı.. beyoğlu istiklal’de güzel bir restoranı varmış , ismi ‘mekan..’ ‘yıllardır orada çok sevdiğimiz müşterilerimize hizmet veriyoruz , güzel yemekler ikram ediyoruz’ dedi.. menüleri oldukça genişti.. etnik ve yöresel tatlarda vardı.. ve bir restoran filan işletmenin ne kadar zor olduğunu o anlattıkça daha iyi anladım.. ‘bazen uykusuz üç dört gün çalışıyorum’ diyince direksiyonu bırakıp ona faltaşı gibi açılmış gözlerimle dönüp bakmak istedim ama bu işi onlara kıyamadığım için aynadan bakarak yaptım.. özel hayat , tatil , dinlenme diye bir şey yokmuş yaklaşık on senedir.. gülümseyerek  ‘ama ben işimi seviyorum ve hiç şikayetçi değilim bundan’ dedi.. bana bir iş gününün nasıl geçtiğini anlattı.. gerçekten zevkli , eğlenceli bir iş gibi görünüyor ama çok da yorucu olduğu ortada..

neyse biz böyle sohbet ederken mola yeri-m-e geldik.. bolu dağlarının arasında kaybolmuş cankurtaran mevkiindeki küçük bir gölün yanındaki dinlenme tesisleri.. nazmi’yi uyandırdık yavaşça.. dedik ‘şoför uyan..’ koptu gülmekten.. hem mari hem de nazmi gölden habersizdi.. özellikle kış aylarında hava karlıyken o muhteşem manzarada mola vermek çok güzel oluyordu.. donmuş göle karşı , karlar içindeki çam ağaçlarına karşı kahvaltı ya da yemek yemek.. cennette yemek.. ha kahvaltı ve yemekler on numara değil ama o manzara hepsini nefis kılıyor bir anda.. hele yazın istanbul elli derecelerde kavrulurken orada mola verdiğinizde üşüyüp arabalara koşup üzerinize bir şeyler almak istemeniz ayrı bir güzelliği o tesisin..

indik , tesisin içine girdik ve manzara..  nazmi ile mari ‘harika’ diye sevindiler.. sonra güzel bir kahvaltı.. kahvaltıda sohbet peh peh.. saatler geçiyor biz daldık sohbete.. bir mari anlatıyor , bir nazmi , bir ben alıyorum sazı elime , anlattıkça anlatıyoruz..

sonra saatin farkına varınca hemen ikiledik arabaya doğru..

ve yarım saat sonra ankara’dayız.. ankara’yı da hiç sevemedim.. galiba büyük şehirlere karşı hep bir antipati var bende.. ısınamıyorum , sevemiyorum.. ne istanbul , ne izmir , ne de ankara.. sevemedim kara şehirlerim sizi..

ankara’ya girince herkes kendi işinin peşine koşturacaktı.. önce mari’yi kızılay’a bırakmamız gerekecekti.. yüz milyon kez gelip kaybolacağım ankara’da yine kayboldum.. binlerce şelale , saçma sapan kavşaklar yapan belediyemiz nedense yaklaşma tabelası diye bir şeyden habersiz ve olan tabelalar da o kadar saçma yerlerde ve o kadar ufak ki.. sanki ankara’da sadece ankaralılar dolaşıyor hep.. her gidişimde kayboluyorum ve her kayboluşumda sevgili büyükşehrimizin belediyesinin büyüklerine saygılarımı sunuyorum..

mari’yi kızılay’a atana kadar bir saat döndük durduk çankaya ulus arasında. mari’nin işi önemliydi ve üzücüydü.. bir çocukluk arkadaşının cenazesine katılacaktı.. trafik kazasında kaybetmişti arkadaşını.. mari’yi kızılay meydanında indirdik , sonra nazmi’yle otopark aramaya karar verdik.. çünkü otoparka arabayı bırakırsak taksi ya da metroyla filan daha rahat hareket edecek ve işlerimizi daha çabuk yapacaktık..

evet otopark bulduk fakat tam bir buçuk saat sonra ve de tesadüf eseri bulduk..

arabayı bıraktıktan sonra nazmi’yle helalleşerek ayrıldık.. ne olur ne olmaz büyük şehir sonuçta.. ay şimdi bile kasıklarım patlarcasına gülüyorum.. düşünün ciddi işler için ankara’ya gelmiş iki kişi kızılay civarlarında caddede birbirlerine anlamsız şekilde devamlı gülümseyerek bir şeyler  anlatıp birbirlerine sarılarak ayrılıyorlar.. ‘la iki saat sonra görüşeceğiz..’ ama ne yapalım ankara bizi korkutuyor.. neyse nazmi içişleri bakanlığına doğru ben de kendi işime doğru yola koyulduk..

benim işim her zaman ki gibi aksi mecralara sapıp ters yüz oldu.. ama tam umutsuzluğa kapılmışken işim çözülüverdi göklerden uzanan bir elin sayesinde ve halledince işimi neşem yerine geldi..

nazmi ve mari ile buluşmama daha çok vardı.. ankara’da ki sevgili abim , adam gibi adam kasım abimi arayayım dedim.. aradım , ‘hemen yanıma gel’ dedi.. ne demek zevkle.. sonra yolda tekrar haberleştik ,  ankara barosunun yeni binası önünde buluştuk.. vakit öğleyi bulmuştu ve ben acıkmıştım.. beni ankara barosunun sanırım 14 katlı binasının terasına çıkardı.. çok güzel bir tesis vardı terasta.. daha önce mutlu bir olayın kutlamasını yaptığımızdan orayı biliyordum.. terasa çıkınca işimin de hallolmasının rahatlığıyla tam neşem yerine geldi.. kasım abiyle güzel bir sohbet sonrası güzel bir yemek yedik.. ah ulen dedim bir duble rakı atsam mı o manzarada.. ama tekrar yüce prensiplerimin ağırlığı altında vazgeçtim.. içkiliyken araba kullanmam , kullandırtmam.. ‘halo’ da hastadır bu prensibime ve bu yüzden , sadece bu yüzden beni sevdiğini itiraf etti bir kere..

kasım abiyle ankara manzarası karşısında sohbet ederken nazmi babayı aradım , mariyi arayamadım çünkü telefonunu almayı akıl edememiştim.. meğerse o beni aramış defalarca ve ben ‘tanımadığım numarayı açmama saçmalığımla’ açmamışım.. görünce bana bir yağdı mari , bir kızdı anlatamam.. ama kızma sebebi telefonu açmamam değildi , bana güzel bir kebap yedirmek istiyormuş.. onun için kızıyordu.. mari’yi cenazeden sonra arkadaşları ankara kalesindeki güzel bir restorana götürmüşler ve orada çok güzel bir kebap yemiş.. bana da paket yaptırmak için sormak istiyormuş.. ama benim müthiş telefon kullanma yetenek ve prensiplerim yüzünden kebaptan oldum..

nazmi’yi aradım ‘nerdesin nazmi babam’ dedim.. karşıdan gülerek bir cevap geldi , ‘ atatürk orman çiftliğinde çimlere uzanmış durumdayım’ dedi.. güldüm ben de.. ‘la ne yapıyorsun orada’ dedim.. o da ‘hayvanları izliyorum’ diyince ben o yorgunluk ve neşemle birlikte patlattım cümleyi : ‘kızılay’a yanıma gelseydin ya hayvan görmek istiyorsan , bana bakardın bol bol , o kadar uzağa gitmene ne gerek vardı.. dünyanın en ilginç hayvanı olan ben hep yanındaydım ya’ diyince nazmi telefonda koptu gitti gülmekten.. ‘geliyorum , yarım saate kadar kızılay’da sakarya caddesindeyim beni orada bekleyin’ dedi..

neyse biz kasım abiyle güle konuşa sakarya caddesine doğru gittik.. caddenin bir ucundaki kafeye oturup beklemeye başladık.. nazmi aradı , mari’yi de almış geliyorlarmış , yerimizi nazmi’ye tarif ettik.. sakarya’nın iki ucundan birindeki şu mekandayız dedik ve start aldık.. nazmi’yle birbirimizi bulma maceramız başladı.. biz dört kişi –ankarabilmezler- olarak tam bir saat boyunca sakarya caddesi ve etrafında birbirimizi aradık.. kasım abinin sinirleri bozuldu , sanırım içinden ‘bu istanbullular o koskoca istanbul’da nasıl yaşıyorlar ve kaybolmuyorlar’ diyordu.. o her zaman yüzünde olan gülümsemesi bile gitti kasım abinin.. en son aradığımda nazmi’ye dedim ki ‘polisten yardım isteyelim la.. kaybolduk diyelim’ dedim.. nazmi’yle ben gene telefonda kahkahaları patlatıyoruz.. dedim ‘olmazsa behzat ç.’yi arayalım şimdi bizi birbirimize kavuşturur hemen.. ama neredeeeeeeeeeeee..’

döndük durduk.. en son karar verdik bir grup duracak diğeri o grubu arayacaktı.. kasım abiyle ben sabit durduk ve beklemeye başladık.. yanımızdaki binaları tarif ettik ve yarım saat kadar sonra mari ve nazmi ‘ufuktan bir güneş gibi doğarak’ ve gülerek geldiler.. hasretle kucaklaştık kahkahalarla.. nihayet birbirimizi bulmuştuk.. neredeyse ağlayacaktık ama gülmekten.. kasım abimiz de ‘o anda oh be kabus bitti’ diyordu eminim.. onları kasım abiyle tanıştırdıktan sonra gittik bir kafenin ağaçları arasındaki bahçesine sığındık.. çay , kahve dondurma vs derken sohbet sohbeti açtı ve kasım abiden müsaade isteyip , abbas yolcu dedik.. tabi yola çıkmadan ankara simidi depolamamak olmaz.. hastasıyım ankara simidinin.. sabahın köründe gelişlerimde ankara’ya , güvenpark’ta tek başıma buz gibi kesen ayazda oturup buharları tüten simitlerden abartısız dört beş tane yiyip bol şekerli çaylardan hüplettiğim çok oldu.. işte yine gittim 15 tane simidi aldım.. zaten yolda yarısını nazmi’yle beraber götürürdük ve götürdük de..

simit stoğumuzu yaptıktan sonra çıktık tekrar yola.. kakara kikiri ,  bol muhabbet , bol siyaset , bol fıkra , bol kahkaha yol aldık.. işin ilginci şuydu nazmi hiç uyumuyordu.. ha olmadı mı uyuma teşebbüsleri oldu , anında uyarısını aldı ve kahkahaya devam etti..

bir ara öyle olmuştu ki bir nazmi fıkra anlatıyordu , bir mari.. artık benim ağız ve yüz kaslarım gülemiyordu çünkü gülmekten felç geçirmiştim..

bazen de özelikle mari’nin bizlere anlattığı bazı anıları hepimizi hüzünlendirdi , derin derin düşünmeye sevk etti.. hele hele anlattıklarından ‘haram kemik’ anısı beni yıktı geçirdi.. küfür ettim tüm düşmanlıklara , yobazlıklara.. bu anısı şöyleydi..  mari nohut tozunu çok severmiş çocukken. 5-6 yaşlarındaymış.. dedesiyle çarşıya gider , nohut tozu alırmış.. bilenler bilir diyarbakır’da çocuklar arasında nohut tozu çok makbuldür , çok sevilir.. mari de güzel , şirin bir çocukmuş.. yeşil gözlü , beyaz tenli.. ‘çok severlerdi beni çarşıda alışveriş edenler..’ diyor anlatırken.. bir gün komşularından bir amca mari’yi dedesiyle görüp , sevmiş.. sonra kendisini seven amca hemen ‘eh ben bir abdest tazeleyeyim.. ne de olsa haram kemik’ diyince dedesinin yıkıldığını hatırlıyor o küçücük mari.. dedesi çok üzülmüş , akşam babasına anlatmış ve ‘demek bizi haram görüyorlar hala.. anlamıyorlar bizlerin de insan olduğumuzu..’ demiş.. mari ‘biz haram kemiktik onlar için. dedemin üzüntüsünü hep gözlerimin önünde , hep hatırlarım’ dedi.. gözlerim doldu bunu dinleyince , yıkıldım.. toplumdaki saçma sapan düşmanlıklar , öfke ve kin tohumları ne derin yaralar  açmıştı içimizde.. ne kapanmaz görünen yaralar.. ama kardeşliği yürütmenin projelere , planlara , yasalara ihtiyacı yoktu ki.. demokrasi , ileri demokrasi değil el ele tutuşmak gerek.. karşılıksız , şartsız el ele tutuşmak.. tek çare bu.. geçmişi , yaralarımızı yüzlerimize vurmadan sarılarak birbirimize , kucaklaşmak tek çare..

herkesin mari ve nazmi gibi birer yüreği olsa keşke dedim içimden.. hele mari.. o devamlı gülen yüzüyle ve o sıcak kalbiyle dünyaya iki gün değil , bir saatte barışı getirir ve tüm düşmanlıkları , hasetlikleri , kavgaları ortadan kaldırırdı.. bundan adım gibi eminim..

dönüş yolumuzda üç saatte tamamlanınca sohbetin sonu geliyordu yavaş yavaş.. mari’yi o yorgunluğuna rağmen restoranına bırakmamız  gerekiyordu çünkü o , gece iki üçe kadar çalışacaktı ‘mekan’ında.. ‘mutlaka bekliyorum’ dedi ayrılırken bana.. ve kaç gün , kaç hafta geçti ben hala ‘mekan’a gidemedim.. buradan mari esgici kardeşimden özürler diliyorum ve o sevmediğim istiklal caddesine her gelişimde sana uğrayacağım kardeşim diyorum.. gerçi ben ve nazmi’yi bir arada ağırlamak biraz zor , tehlikeli ve külfetlidir ama neyse.. tabi bu işin şakası.. mari’nin kocaman bir yüreği var.. içinde dünyanın en büyük acılarına rağmen umutla inadına barışı , kardeşliği ve sevgiyi yaşatıyor..

işte biz üç kardeş ; bir arap , bir kürt ve bir ermeni bir arabanın içinde 24 saatte güneşin peşinde bu maceraları yaşadık.. hem güldük hem hüzünlendik..

yüzümüz güneşe doğruydu hep..

hep güneşe doğru yolculuk yaptık.. sabah doğan güneşin , akşam batan güneşin peşinde koştuk..

ve kardeşçe güneşin doğuşunu batışını birlikte izleyen bir dünya hayaliyle birbirimizden o günlük ayrıldık..

gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Muzır Neşriyat Röntgenci mi?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Muzır Neşriyat Röntgenci mi?

 ’Sen manken misin?’

 ‘Sen de buralara mı düştün?’

 Bu soruların sorulma nedeni ; Funda Uncu, Chuck Palahniuk’un Ölüm Pornosu, Ayrıntı Yayınları –Snuff- adlı kitabı çevirmesi. (Bu konuya tekrar döneceğiz)

 Yayın dünyasını kıskacına alan zihni sinir muzır neşriyat kurulu pervasız kararlarından birini daha alıp “yaptım oldu” diyor. Okuyucular olarak, bu kurulun kelli felli adamlarına pembe kurdele takmanın zamanı geldi.

 Kurulun üyeleri Üsküdar’a Giderken Türküsünde yaşıyor olabilirler, Abdülmecit döneminden kalan bir kurumun başında olabilirler, aldıkları kararlarda mutlaka benim çoluk çocuk bu kitabı okumalımı, okursa ne olur, okumazsa daha iyi olabilir diye kararda veriyor olabilirler. Kurulun üyeleri , şu saniyede dünyada 5o.ooo çift çatır çatır sevişiyor. Evet, ne yaparsınız ki, çocuk doğurup insan olmalarını sağlıyorlar. Sonrasında o çocuklarda ergenlik döneminde kendilerine dokunup dünyanın en büyük keşfine imzalarını atıyorlar. Aslına bakarsanız gençleri siz de biz de tanıyoruz. Kitapla yan yana gelişleri otobüs seferlerinde, –gazi, yaşlı ve hamilelere yer vermezlerse- vapur sefasında, -manzarayı izlemezlerse- metrobüste, -ter atarken- oluyor. Diğer zamanlarını türlü çeşitli hamburgercilerde, yeşilli beyazlı Starfucks’larda inanmazsınız, kışın bile kıçları donarak dışarıda kahve içmeyi, grip olmaya tercih ediyorlar. Siyasetten bok gibi nefret ederler ama “bizde biliriz meydanlara beş on bin kişiyi dökmeyi” sözündeki o, beş on bin kişiden biri mutlaka o gençlerdendir. Fakat onlarda haklısınız sevişmeyi mutlaka gündemlerinin ilk maddesi olarak belirlemişlerdir. Aslına bakarsanız muzır fikirlerimde var. Siz, sağlık bakanlığıyla beraber aslanlar gibi bir proje üretebilirsiniz. Biz kurdelenizi taktıktan sonra bunu kesinlikle yaparsınız ama önce fosforunuzu yükleyelim, libidonuzu, testosteronunuzu düşürelim.

 Muzır Neşriyat Projeleri

 Sağlık bakanlığıyla muzır neşriyat kurulu ortak eylem planı : 

  1. Reşit olmayan gençler reşit olana kadar kısırlaştırılsın.
  2. Reşit olanlar reşit olmayanları ot muamelesi yaparak bahçeye diksin.  
  3. Büyük şef 23 Nisanda küçük çocuğa “artık sen başbakansın ister asarsın, ister kesersin” demişti ya o çocuğa bu sözler altında ezilmediği için cesaret madalyası takılsın.
  4. Dış politikada Amsterdam yüzünden Hollanda yok sayılsın.  
  5. Tekellerde 18 yaşından küçüklere sigara satılmaz yazısının yanında sigara isteyen bazı densizler olabilir onlara da zoraki şap yedirilsin.

 Pornoya Sahip Çıkıyoruz. Bilerek En az “Üç Çocuk Yapıyoruz”

 Açık söylüyorum doğanın dengesini bozmaya çalışıyorsunuz. İnsanların yazdıkları kitapları yasaklamanın mantık sınırları içinde tartışması bile olmaz. Bu vesileyle sadece dalga geçilen, hafife alınan insanlar olarak anılmanın dışında, insanların özgürlüğüne ket vuruyor kararlarınız. Sizin bu kadar saçma adamlar olduğunuzu düşünmüyorum. Kurumunuzun kendisi kokuşmuş durumda ve o pisliğe bulaşıp, hayatınızı o kokuyla geçiriyorsunuz. Akla zarar yasaklamalardan sonra mutlaka tatil yapıyorsunuzdur. Su faturalarınızı incelemek isterdim. Üzerinize bulaşan o koku, o pislik kolay kolay çıkacak gibi değil. Sizi okyanus bile paklamaz. Balina katliamına sebebiyet verebilirsiniz, bir köpek balığı bile sizin tadınıza bakmaktan çekinir.

 Kitap okumanın mantığı insanın dünyasını tanımasıdır. Biz Playboy, Penthause, Hustler’larla büyüdük. Askerde başucu kitabı yaptık bunları. Hep imdadımıza yetişti, orduda silâhaltındaki gençlerin tamamının acil çıkış kapısıdır.

 Kısaca diyorum ki, insanları politize etmeden, cinselliği öğretmeden… Bu kitapsavar zihniyetinizle bir yere varılmaz ve kaybedeceğinizi biliyoruz. Çünkü siz bu kitapları sakladıkça bizler o yüce gerilla taktiklerimiz ve fotokopi makinelerimizle kitapların peşinden koşacağız. Ölümcül Porno’yu ihtişamla okuyup, dost sohbetlerine taşıyacağız.

 Okumuş Polis Yetmez, Doçent Polis Gerekiyor!

 Başa dönecek olursak. ’Sen manken misin? Sen de buralara mı düştün?’ diyen polisler tacizin ne demek olduğunu bilmiyor olacak ki, hepsinin eğitimiyle övünen hükümetler var. Zihniyetinizi biliyorduk ama bu kadarını, edepsizce davranışınızın bu raddeye geleceğini tahmin etmiyorduk. Okumuş polisin okumamışından pek farkı yokmuş. Rezillikte açık ara önde giden düşüncelerinizin ağzınızdan çıkmaması için bilemiyorum ne yapabiliriz, yardıma ihtiyacınızın olduğu gün gibi ortada.

 Dünya diye bir yer var ve orada hala ayıp diye bir şey var. İnsan, bir yabancıyla konuşurken dikkat etmeli. Ama siz çoktan olmuşsunuz beyler.

 Karakolları kurtarılmış bölgeniz sanıyorsunuz. Yanlış!

 ‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgili Mikhael..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgili Mikhael,

 Melekler âleminde iyi bir yerin varmış, âlemde “baş melek” olarak biliniyormuşsun. Tüm bu tabiat olaylarından ve maddenin hareketinden sen sorumluymuşsun. Aslında seni okumuştum, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi kitaplarından, o nasıl bir ders ise? Hem ismi hem de içeriği, sorma gitsin, fena halde afallatıcı. Hani mesela, hatırlarım o derste kopya çeksen, içine şeytan girmiş oluyordu. Oysa ki, o hep oradaydı, bir yere girdiği ya da çıktığı yoktu. Neyse, şeytanım ve ben senin ismini ve görev tanımını o derste bellemiştik; ancak o kadardı.

 Şimdi, nereden düştüm aklına diye sorabilirsin, sor da hakkındır. Senin yaptığın işlerin büyük işler olduğunu düşünüyorum. Tamam, sonuçta bunun için yaratıldın; ancak farkında olunmak ve anımsanmak hakkındır diye düşünüyorum. Kıtlık, tufan, kasırga, deprem, doğanın dirilmesi-ölümü ve bilhassa maddenin hareketi… Bu ne muazzam bir durum değil mi Mikhael? Yani, hareketinden sorumlu olduğun madde arasında bir fert, bir birey olarak mesela ben de var mıyım? Ve eğer varsam, bu sadece cismimin hareketi mi yoksa ruhum da buna dâhil mi? Yoksa, aslında ikisi bir bütün mü, birbiriyle iç içe geçmiş, sarmaş dolaş olmuş? Bir de mesela, şimdi bir seçim yarışıdır gidiyor meydanda. Birileri yönetmeye aday, çoğunluk da yönetecek olanı seçmeye. Ben mesela, bunu bir problem olarak görmüyorum. Yani, benim yönetilmek gibi bir talebim veya böyle bir sorunum yok. Bu onların meselesi, onlar yönetmek istiyorlar, ama ben yönetilmek istemiyorum. İlla şart ise, ben oyumu senden yana kullansam ve mesela İncik Hanım Teyze’nin bahçesindeki çam ağacının dibine gömsem olur mu? Ve sen de mesela, eğer Rabbinden izin alabilirsen, âlemin sırlarından bir kuple, rüzgârla beraber kulağıma fısıldar mısın? Neyse, ekonomi-politik bir ilişkimiz olsun istemem, o sebepten kesiyorum bunu burada.

 Sevgili Mikhael, seninle konuşmak istediğim aslında şu “El-âlem” bahsi. Sosyal-psikolojinin kurucusu olarak kabul edilen, George Herbert Mead tarafından tanıtılan kavram ile “Generalized other” (Genelleştirilmiş öteki). Mead’de bu kavram, bireyin içine doğduğu toplumu ve bir parçası olduğu sosyal grupları merkeze alıyor. Birey, içinde bulunduğu toplumun veya sosyal grupların beklenti ve kabulleriyle uyumlu olarak davranış ve düşüncelerini şekillendiriyor ya da zamanla uygun bir kıvama getiriliyor. Genelleştirilmiş ötekinin ya da bizim deyişimizle, “el-âlemin” kabul ve beklentilerinin, bireyin davranış ve düşüncelerinde ne düzeyde etkili olduğu, çoklu genelleştirilmiş ötekilerin meydan savaşı vs., ciddi bir sosyo-psikolojik araştırma gerektiren, çok değişkenli bir denklem. Buna burada girmeyelim ve örnekle devam edelim.

 Örneğin, Halime Hanım’ı ele alalım. Hadi daha samimi olsun, Halime Teyze diyelim. Halime Teyze, yaşadığı mahallede yıllardır ya da kısa bir süredir oturmaktadır. Evinin bulunduğu mahalle de halen, sosyal ilişkilerin, geleneksel kalıplarla yürütüldüğü bir semttedir. Halime Teyze diyelim ki, çocukluğundan beri, insanlarla içli dışlı olmayı sevmeyen, kendi adasında hür ve özgür yaşamayı seven bir teyzemizdir. Komşular gelmek isteyince mazeret bulup kabul etmese, haber vermeden belirdiklerinde evde yokmuş gibi yapıp kapıyı açmasa, sokağa çıktığında canı istediğinde selam verip, istemediğinde vermese, fazla sürmez kısa bir süre sonra, mahalleli kadınlar oybirliğiyle Halime Teyze’yi, “Dengesiz, soğuk nevale, deli…vs.” ifadelerle yaftalarlar. Oysa mahallede oturanların hayata bakış açılarıyla, Halime Teyze’ninki tutmadığından, Halime Teyze boşa vakit harcamak istemiyor ve kendi kendine yeterek yalnızlığıyla bol güneşli günler geçiriyordur.

 “Cehennem başkalarıdır” der Sartre, doğru da söyler. “Sahi sen kimsin?” diye sorduğunda, ne kadarı senin, bizzat kendinin kendine dair öz-fikrin/kabulün? Yabancılaştırma ve yabancılaşma. El-âlem buna yarar işte, gelir kendini burnuna dayar, sana sormadan, belirli bir zamanda, belirli bir toplumsal ilişkiler ağında doğmuş olman yeterlidir. Gelir, dayar, ırzına geçer ve tohumlarını bırakır. Ondan sonra, ya uyumlusundur ya da bağımlı tutum. Almamak mümkün müdür, en başından “el-âlemin” emir ve yasaklarını? Ya da farkına vardığında, Musa gelip, Kızıldeniz’i yarar mı asası ile senin için? Ya da senden hem Musa hem İsrailoğlu hem de Fir’avun çıkar mı?

 İşte Mikhael böyle yani, Althusser’i bilir misin? Demişti ki sevgili Althusser, devletin ideolojik aygıtları. İşte bunlar vasıtasıyla, egemen ideoloji kendini yayar, nüfuz ettirir ve devam ettirirmiş. Bak şimdi mesela el-âlemin yanında, okul, medya vs. adı anılır mı? Egemen ideoloji, her daim sürekliliğini korumak istiyorsa, el-âlemin bilincini kontrol etsin. Haaaa tamam, zaten el-âlem bu yapılardan beslenerek oluşturmuyor mu her daim işleyen suni beklenti ve kabullerini? Her zaman değil ya da teknolojinin ve hayatımıza soktuğu bebelerinin bu kadar yaygın olduğu zamanlarda değildi en azından. O sebepten kültür enkazdır, kimse masal anlatmasın bu saatten sonra. Geleneksel vs. modern kültür, ikisine de eşit uzaklıktan bakmak. İkisi de yutulacak birer zoka son kertede.

 Tüm bu saydıklarımdan ötürü Mikhael, biliyorum ki BtŞ, el-âlemi pek umursamıyor. Ancak bu kim ne derse desin, kayıtsız kalıyor da demek değil. Bilakis, uzun kas yaparak, el-âleme doğrulduğu yerden indiriyor gövdesiyle. Çatışıyor, afallatıyor ve el-âlemin ablak suratında, yabancılaşmış/donmuş bir ifade oluşmasına neden oluyor. Bozguncu bitki, olacak o kadar.  BtŞ, öz-âlemine ayarlı… Yani, senin idaren altında her ne var ise, dağ, ağaç, dere, toprak…vs. O sebepten canım Mikhael, BtŞ’ye anlık bir ileti yolla. Örneğin, sırtında çekirdek kabuğu, yuvasına dönen karınca gelsin kulağına fısıldasın ya da sırtını dayadığı çınar ağacı, dallarını uzatarak sımsıkı sarılsın. Ne güzel, ne güzel…

 ‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bu gece dursana dünya…’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bugün kelimelerimi orda görünce .. bakakaldım duygularıma, kendime ve  içimdeki kırılgan çocuğa.. birinin ellerini uzatıp yüreğime dokunması ve  seni anlıyorum demesiydi.. kelimelerimi duymasıydı.. gözlerimi yaşartmasıydı..  teşekkür ederim yüreğine aylak adam’ız..   işte bazen bizi böylesine içlendiren şeyin adı hasretlerdi.. özlemekti, özlemekti..  özlemenin rengi KIRMIZIYDI.. eski yaraların hala kanamasıydı.. işte o eski yaralar öldüresiye sevdiklerimizdi   aylak adam’ız.. kanatmasınlar artık..  ve  ölümdür her ayrılış  her hasret .. ölümün nasılda sessiz sükunet dolu bir tadı var aslında.. ama artık ölüm de yaralı.. herkes ölüyor sessizce.. ölüm de yoruldu bunca insanı içine almaktan.. onun da eski tadı yok.. herkes her an gidecekmiş gibi duruyor birbirinin hayatında.. radio tarifa ,  ‘sin palabras’ dinlemekteyim.. pinhani de diyor ki “Bari bu gece bi kıyak yap ..Dünya dursana dünya dursana ..Dünya bu gece dursana, dünyaaaaa dursanaaaa ..”

ve deminde bir çay.. ve ben sanırım şimdilik mutluyum..

sen de sakın ölme aylak adam’ız…

BU GECE DURSANA DÜNYA….’

‘TAFLAN..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

46

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Kötü gün. Sabah sakinleştiricimi içmeyi unuttuğum için günün devamını nasıl getireceğimi pek bilmiyorum. “Yine akşam olmalı Abbas” diyorum. Medeniyet Mağduruyum, kendimi geçiştirmek için yapmayacağım iş yok gibi. Henüz erken bir yaşta olmama rağmen Balzac’tan daha fazla kahve içtiğimi hesapladım, sağlamasını dost ortamlarında görenler var. Puşkin sinirimle beraber yaşıyorum, arkadaşların yaraları var. Beni dengede tutabilecek herhangi bir sistemin yaşadığını düşünmüyorum. Kesmiyor, olmuyor, olamıyor.

Bazı geceler “komün kuralarım” tartışmaları gecenin geç saatlerine kadar sürüyor, sabah kalktığımızda kafatasımızın içinden geçen ramazan davulcularıyla yüzleşiyoruz. Sıkıştık. Hem de çok pis köşeye sıkıştık. Hayatımızı rayından çıkartan siyasi zırvalıklar ve lokomotifi tekrar güzergâha koyan benliğimiz acı çekiyor. Acı çekiyor çekmesine de Allah kahretsin ki Nietzsche’yi de seviyoruz.

Ortaya karışık bir halimiz var sanki. Tango yapmayı da biliyoruz, halay çekmeyi de. Her boku bilen adamların vazgeçemediği arkadaşlarıyız, medeniyet mağdurlarıyız.

Devletlerle uğraşmaktan sevgilimi öpecek zamanım kalmıyor bazen. Evet, aynen bunu düşünüyorum.’

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kapitalizm geneleve benzer , parası olan parasızı…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kapitalizm geneleve benzer , parası olan parasızı…

Parti liderlerinin seçim turları son düzlüğe girmişken söylemleri de bir o kadar sertleşiyor. Dil sorunu tartışılıyor yanlış anlaşılmasın anadilde eğitimden falan bahsetmiyorum. Bildiğiniz hayt huyt propagandalarından kim kime ne diyor, neden diyor, neye nasıl bakıyor, baktığında ne görüyor, prompter bozulunca neler oluyor vs. Bu, dil problemiyle Rtük uğraşamaz diye bir referandum düzenlense, yetmez ama evet’çiler bile hayır der. Eminim.

Fakat Rtük gitti bizim Behzat Ç. ye el attı. Bitimizi kanlandıran gelişme şöyle “Radyo ve televizyon yayın hizmetlerinde, çocuk ve gençlerin fiziksel, zihinsel veya ahlaki gelişimine zarar verebilecek türde içerik taşıyan programlar bunların izleyebileceği zaman dilimlerinde yayınlanamaz”  ayrıca  “Türkçe, özellikleri ve kuralları bozulmadan, doğru, güzel ve anlaşılır şekilde kullanılmalıdır. Dilin düzeysiz, kaba ve argo kullanımına yer verilemez” evet.

Aslına bakarsanız biz bunu düşünmüştük. Behzat’ın bu güzel, bu fütursuz ilerleyişine rtük ne zaman dur diyecek diye aramızda konuşuyorduk. Biraz geç olsa da, haber geçen hafta içi medyaya düştü. Birilerini rahatsız eden dizimiz saat 2o:oo’den, 22:oo’ye çekilecek. Sanırım caydırıcı bir karar verdiğini düşünen kravatlı ağbiler Türkiye’nin Fransa, İstanbul’un da Paris olduğunu sanıyorlar. Değil ! Çünkü Behzat Ç ve ekibi bir inşaatta çalışan sıvacıdan, güneş doğmadan yola çıkan fırın işçisinden, gecekondusu yıkılırken elindeki taşı fırlatmak üzere kasları gerilen bir varoştan… farksız değildir. Üstelik dizimizdeki argo bizim yaşantımızın da vücut bulmuş halidir. Yeri geldiğinde İstanbul beyefendisi gibi görünen karakterlerimiz daha çok Ankaralı bebelerin ruhunu yansıtır.

Tekel direnişinden, Hrant’a kadar parmak basmak bir yana gövde gösterisi yapan Emrah Serbes’inden, genel yönetmeni  Serdar Akar’ı ve tabii ki Erdal Beşikçioğlu, Ayça Varlıer, Canan Ergüder, Seda Bakan, Ege Aydan, Harun Tekin, Hazal Kaya, Elvin Beşikçioğlu, Hakan Hatipoğlu, Fatih Artman, İnanç Konukçu, Berkan Şal, Pelin Su Pir, Berke Üzrek kutlamak gerekiyor.

Ve inanıyorum ki ileride villa parası biriktirecek olacak bu ekip, ülkenin gecekondularına da genelevlerine de sahip çıkacaktır.

‘Papyrus’