Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

Jack’le karşılaştığımız hiçbir maçı kazanamadık.

Sokak

Dün kızı otobüse bindirdikten sonra “delirmek” aradı – Nabıyon dedi , dedim ki –Sıcak hava , nem , makat 42 derece. Akşam Behzat var hazırlık yapmak için eve geçiyorum.

“Bizim T’nin nikahı” diyor , Napıcaz. Plan , proje vs. görüşürüz diyip kapatıyorum telefonu.

Ev

Ortalık dağınık. Sağ olsun bizim köpek , bizden daha fazla evi dağıtma yetisine sahip. Düşünmek için oturuyorum. Durup düşünmek gerek ya oturduğum yerden bu ev nasıl temizlenir diye düşünüyorum. Sıkıcı yani… Sonra cep telefonuma tak bir mesaj düşüyor “Crockett” litrelik jack ve otuzbeşlik grants sezonu açılmıştır. Diyorum ki para fezada. Gel diyor her şeyi ben tamam ettim.

Karargâh

Boğanın orda bir dondurma alıyorum Crockett’e… Karargâhın kapısı açılıyor. Sıcağın şefkatli pençelerinden kendimi karargâha atıyorum. Öpme diyor burnum akıyor. Tamam diyorum. Her şey hazır maça başlıyoruz. Hayattan siyasetten vs. konuşuyoruz. Arada bardakları tokuşturuyoruz. İktidar hafiften ürperiyor biliyoruz. Delirmek mesaj atıyor hala orda mısınız ? Kısaca yeap diyoruz. Herif o an çalışıyor ama aklındaki Jack mucizesi çepeçevre sarmış durumda. On beş dakka sonra yanınızdayım diyor. Biz yarım şişeliğiz daha. Yolumuza istikrarlı şekilde devam ediyoruz. Müziklerin bini bir para…

Delirmek geliyor. Yüzü gülüyor , dişi parlıyor. Çoluğu çocuğu işi gücü satıp adam mucizeye koşuyor. Dolduruyor içiyor dolduruyor içiyor adam bizi on dakika içinde yakalamış , öne geçmek için şişeye el atıyor.

Ben tişörtü çıkarmışım halay başı halayda bir tek benden oluşuyor tey tey teeeey…

– Sabah kalktığımda o tişörtü bulamadım haberiniz olsun eğer eve çıplak yürüdüysem kadıköyün cümlesine rezilliğim manşettir ilgili arkadaşlara duyurulur ! –   

Zaman ilerliyor zaman ilerlemiyor ışık hızıyla geçiyor benim ağzım burnumla yer değiştiriyor , dünya diyorum benden daha hızlı dönemezsin , diyorum ki en büyük ibne sensin ver elini öpeyim.

Ev

Hafızamı orospu çocuğu Jack’e çaldırdım söyleyin geri getirsin. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Ve bir kez daha yenildiğimi severek ve isteyerek kabul ediyorum.

“Abi bana o halayı o zeybeği oynatmayın.”

‘Papyrus’

Ruh toparlayıcı ve iyileştirici…

Binanın dış yüzeyindeki o anlamsız düzlük bir ruh toparlayıcısının bulunabileceği ve yaşayabileceği mekanlar içinde sanırım en olumsuzu olsa gerektir. zile basınca kapının açılma süresi ile bekleme süresi arasındaki zaman çok tüketici , alıp götürücü , kendine dönücü bir süreç ve işte o güzel an , otomata basılır , beklersiniz ki otomata kısa sürede basılsın , yok olmaz ama gereksiz olan ne varsa tedaviye geldiğiniz bu ruh toparlayıcının kapısında başlıyor zaten , zzzıırrrr….. kapının ağırlığını açarken kendi ağırlığınızla ölçmeye çalışıp o anı saklamaya çalışıyorsunuz , kapıyı ardına dek açıp içeri ilk adımınızı attığınız her şey korkulu bir düş gibi… ağır adımlarla ruh toparlayıcının dairesine yöneliyorsunuz , o ahşap kapının ardında ne olduğunu bilemeden ( bir an o kapının ardından şişman , şişmanlığıyla gurur duyan bir akıllara zararın çıkacağını elinde bir ruh iğnesi olduğunu , önündeki önlüğün üzerinde beyin parçalarının ve esir ruhların çığlıklarının yapışmış olduğunu gördüğünüzü zannediyorsunuz ) ilerleyip zaten sizin kapıya gelme sürenizle onun içerideki olası masasının başından kalkıp , ahşap kapıyı açmak için kattettiği yol ömrünüzün unutmak istediği fakat aklınızın unutmadığı korkulu bir şeymiş gibi.. kapı açılır ve tam o an tüm o duyduğunuz korkular üzerinize akar , beklediğiniz ile olan arasındaki farkı hisseder gibi sanki…. güleç yüzlü orta yaşlı sekreter ya da asistan görünümlü bir kadın içeri buyur ederken neden umduğunuz görünümde olmadığını kendinize soracak oluyorsunuz , hayır hayır daha kötüsü var demek ki , bu bir kandırmaca şimdi o güleç yüzlü kadının masasının altından bir takım iğneli ve ruhsuz ruhlu insancıklar çıkacaklar , iğneleri ile sizi korkutup sürekli soracaklar sırıtarak ‘hoş geldin niye geldin , hasta mısın , ruhunu mu kaybettin , dr. Yabancılaşmanın verdiği ilaçları neden kullanmadın’…. ellerinde hemen iğnelerinin yanında ruhunuzu tutarak… emin adımlarla ve her köşeye bakarak adımlıyorsunuz muayenehaneyi , bu hanenin içinde sizi nelerin beklediğini bilemeden , çıldırtıcı bir sessizliğe gömülmüş odanın bir tarafından ya da her yerinden gelen ruh dinlendirici olduğunu tahmin ettiğiniz bir klasik müzik , bu ruh toparlayıcının nasıl bir insan olduğunu merak ediyorsunuz ve işte çok beklemeden tanışacağınız ruh toparlayıcının sessiz ve biraz da kendinden emin adım seslerini duyuyorsunuz müzikle beraber o kısacık anda nasıl göründüğünü onun merak etmenize fırsat bile kalmadan görünüyor ve hoş geldin diyor olric… sen benimsin demiyor.. olric sormuyor ruhumu toparlayabilecek misiniz… annnecimmmm….. korkular sakinleşince duyumsuyorsunuz içeriye başka bir içeriye davet edildiğinizi , başka bir içeride ne olacak acaba , ruh dağınıklığının bedeli ne olacak ve bu ruh toparlayıcı nasıl bilecek ruhumun parçalarının dünyanın ya da yaşamın nerelerine dağıldığını , kaç parça olduğunu nasıl anlayacak… belki bir puzllee ustasıdır diye umut ediyorum , o zaman daha kolay olur… ne kadar güzel ve düzenli bir başka içeri burası , iki koltuk tek kişilik birbirlerine bakan , okumuştum bunların birine benim oturmam gerekiyor , diğerine ruh toparlayıcının oturması… bunu dahi ezberletmişler , biliyorum nasıl olacağını , eline birazdan bir kalem alacak muhtemelen hemen yanında bir not defteri olacak , yazacak yazacak , beni yazacak , ruhumu bulmaya çalışacağını söyleyecek , bulabilecek mi acaba ? ve öğretilmiş sorular… baştan başlayalım diyor neden geldin diyor , sizi bana getiren nedir… bilmiyorum sayın ruh toparlayıcı , emin olunki bilmiyorum siz varmışsınız dediler buluyormuşsunuz.. neyi buluyorum.. beni benliğimi yaşamımı kendimi buluyormuşsunuz sonra bulduğunuzu süslü bir zarfın içine koyup veriyormuşsunuz , ruhumu da yerine yerleştiriyormuşsunuz karşılığında ne yapmam gerekiyor.. para vermen gerekiyor… para mı sadece bu kadar mı benden istediğiniz karşılığında , para , ama her yer para , alıp gelirim şimdi , istesem insanlardan vermezler mi… ruhumu tekrar edinmek için o cebinizdeki kağıtlara ihtiyacım var hanımefendi emin olunuz ki onlarla bunu dışında bir şey yapmayacağım , karşılığını öderim size , ruhumu geri alayım ne isterseniz , isterseniz size orgazmı tattırabilirim , desem verir mi o kağıt parçalarından… düşüncelerimi ruh toparlayıcı kesiyor , sonra diyor biz peşin çalışmıyoruz , önce hizmet diyor… olamaz bu boş başka içeride onların ne işi var , hemen karşımda beliriyor , dr. Yabancılaşma bu , yanında dr. korkunç yalnızlık var onun yanında da dr. yalnızlık… hep kıskanır zaten dr. Yalnızlıkla dr. Korkunç yalnızlık birbirilerini… konuşmuyorlar sadece bakıyorlar ve hisset diyorlar kendini ruhunu nerede bıraktığını hatırla… neden geldin buraya ruh toparlayıcı sana bizim veremeyeceğimiz neyi verebilir ki ? bu soru zihnimde dolanıyor , işimin ne olduğunu bilmediğimi söylüyorum ayrıca ruh toparlayıcının o kadar kötü olmadığını elinde iğneler değil sadece not defteri olduğunu söylüyorum , ruh toparlayıcının kelimeleri ile arkasına bakması arasındaki sürede onlar onun göremeyeceği bir yere doğru , köşeye çekiliyorlar , neden korkuyorsunuz diyorum o bir toparlayıcı onun görevi bu , yaşama nedeni bu onun , üstelik bu müthiş hizmet karşılığında sadece para istiyor , ne kadar iyi bir toparlayıcı , sizler paradan fazlasını istemiştiniz hatırlıyor musunuz…. istediklerinizi karşılamanın külfetini karşılayamam çok ağırlar… benliğimi sürekli kendine dönen kısır döngülere teslim olmuş bir garabete benzettiniz , oysa sizleri ben özel kılmıştım yaşamımda , tüm hastalıklarımı iyileştirebilecektiniz… dostane kalabalıklarımı aldınız , sadeleşmiş yalnızlıklarımı alıp dünyanın en ücra yerinde bir kişilik hapishanesine kapattınız , bu çok ağırdı… ruh toparlayıcının sakin sesiyle uyanmış gibi oluyorum , sersem sarsak bir bilinçle cevap vermeye çalıştıkça daha fazla gömülmemek elde değildi… anımsamak şimdi aldığım duyduğum tüm hisleri ceplerimden çıkarmaya çalışıyorum… ruh toparlayıcıya kabalık ettiğimi düşünüyorum aslında sorduğu tüm soruları duymamış gibi yaparak yalnızlığıma gömülmek istemiştim bir an için olan biteni düşünmek burada ne işim olduğunu ve kimliğimi nerede bıraktığımı neden doğduğum yeri hatırlayamadığımı soracaktım aslında , yeşerdiğim ve yaşlandığım tüm mecralarımı biliyor gibi düşünmüştüm… bilmediğini öğrenmenin yolu ya da bildiğini ona sormak ve anlamaya çalışmasını sağlamak gerekiyordu ruh toparlayıcısına bile anlatamayacaksam kime nasıl….

 

Kime nasıl… benliğim… beynim ahh.. o kapıyı açan mendeburun önlüğünde unutmuş olabilir miyim tüm bunları ve daha fazlasını dönüp baksam mı acaba , aralarından seçebilecek kadar iyi tanıdığımı sanmadığımı hatırladım birdenbire , insanın kendi bireyini anımsamaması hatta hatırlamaması sanırım dünyada olabilecek en berbat yalnızlık ve sarsaklık , şimdi ne yapsam ne etsem de bunu en azından ruh toparlayıcısına anlatabilsem doğru düzgün , anlayacak mı acaba ama onun yaşama gerekçesi bu , o bir ruh toparlayıcısı…. öteki olabilmeyi başaramayan ve empati kuramayan her insanın bir zaman sonra kendiyle farklı zeminlerde yaşamını sıkıştıracak sorgulamalara girmesi içten bile değil , sosyallik halinin kendisi içeriği itibariyle zenginleştirici olabiliyor , fakat sorunun kendisi bu sosyalliğin içinde gizli zaten , insanların toplulaşarak yaşadığı bireysel toplumların sosyallik hallerinin samimi olmadığı , sahte yüzlerle dans edildiği aşiyandır , farklı olabilmesi için toplumsal aklın nasıl işlemesi gerektiği konusunda tüm toplumun hem fikir olması gerektir… olric toplumsal akla ters düştüğünü düşünüyor , o akıl olricin insanlarla iletişime geçmesini engelleyen unsurları zenginleştiren bir kanserli hücre gibi , duyulanın anlaşılmadığı , bakılan ile anlaşılan ve anlatılanın arasındaki farklar aklın kendisini imha yöntemi olabilir mi , belki de akıl intikam alıyor… ruh toparlayıcının ne kadar hızlı kalem kullandığı düşüncesiyle gerçek olana geri dönen  bilinç , zamanın ne kadar çabuk geçtiğini anlayabilmek için ruh toparlayıcının yüzündeki endişeye bakakalır… ve empati kurmuştur artık olric , ruh toparlayıcıya gerek mi kalmamıştı yoksa aklının ona oynadığı o garip oyunlardan bir başkası mıydı bu yaşadığı yeni şey , bununla ilgilenip bunu düşünecek miydi bunu da bilmiyordu aslında , dr yabancılaşma , dr yalnızlık ve dr korkunç yalnızlık da terk etmişti onu bu başka içeride , artık tamamen yalnız sayılırdı , yanındaki koltukta ruh toparlayıcısı , olric ve karşıdaki tablodan kendisine bakıp bakıp gülümseyen yaşamı onun… bahtiyarlık hissini mutlulukla özdeş tutmak doğru olur muydu acaba , bahtiyarlık belki de şu an duyduğu huzur olabilirdi , mutluluk ise neydi unutmuştu bile onu yıllardır… artık zaman dolmuştu,ruh toparlayıcı ile bir daha ki randevuya kadar görüşemeyecekti , bir başka içeriden çıkma ve hayatın o anlamsız kargaşasına tahammül etmek gerekiyordu artık , çünkü yaşam asla unutturmazdı kendini ve acılarını , şimdi çıkılacak buradan , o uzun cadde ufak adımlarla geçilecek , eski sevgili bir kez daha özlenecek , eve gitmekle meyhanede oturup bir kadeh rakı içip içmeme arasında kalınan kısacık bir andan sonra sokağın başındaki cazibeli anason kokusuna kendini bırakacaktı belki…. olric yaşam enerjisini yitirmeye başladığını o başka içeride fark etmişti.. ve buda yeni sorun oluyordu , belki de artık bu hayatta yapılacak çok az şey kalmıştı , onları da bir el çabukluğu ile yapıp gitmek gerekiyordu belki de…

‘DELİRMEK’

Bilirkişi Raporu

Biz bilirkişiler olarak yaptığımız incelemeler sonucunda hastanın bilincinde vuku bulan olayın kendinden münferit bir olay olmadığına ve yaşanılan gerçeklik ile yaşanılmak istenen düşler arasındaki bağın oldukça zayıflamış olduğuna , bu saikle yola çıkıldığında hastanın toplum içerisinde ilişki kurmasının hastanın ruhsal ve bilinçsel sağlığı bakımından çok da gerekli olmadığına ve hatta sağlıksız olacağına… dr. Yabancılaşmanın vermiş olduğu ilaç tedavisine, dr. yalnızlığın uygulamak istediği terapiye , dr. korkunç yalnızlığın uygulamış bulunduğu beyin daraltılmasına aynı sıklıkla devam edilmesine… bireyin bilinçsel ve yaşamsal özgürlüğünün aynen korunarak , yüce divanımız ve salonumuzda bulunan yüce halının takdir ve şayanlığıyla ve onların düzenlemiş olduğu kendinden menkul sayılamayacak kadar içi boşaltılmış anayasamızın sıfırıncı maddesine dayanarak korumanın sonsuzlaştırılmasına…. hastanın vermiş olduğu beyanatlar çerçevesinde ülkemizin isminin ruh bozucular olarak değiştirilmesine , yine anayasamızın sıfırbirinci maddesinde yer alan ‘ruh yapıcılar’ isminin ülkemizdeki öğretim kurumlarına verilmesine… olayın vuku bulduğu anda zarar gören akıl damarlarının mistik çayırlık isimli hastanemizde dr. komodin tarafından yapılacak tıbbi bir operasyonla yenilenmesine… toplumsal hijyen kuralları çerçevesinde çürümüş kimlik ve kişilikler bayırında yaşamasına devam edebilen toplum bireylerinin hastayla herhangi bir şekilde yakınlık kurmaması için güvenlik güçlerimizin herhangi bir durum karşısında müsterih olmadan hastayı korumaları için talimatname gönderilmesine karar verilmiştir.

 Sonuç olarak : olric isimli hastamızda : aşırı yalnızlık ve bundan kaynaklı ultra içe kapanma , düşüncelerini kontrol edememe , düşündüğünü yapma isteğindeki fazlalık , insanlarla safça ilişki kurma teşebbüsü , çift kişilikli menopoz , yeryüzünde bulunan fakat izine rastlanamayan bir takım ruh hastalıkları… tanıları konulmuş olup , kendisine ve çevresine karşı nevi şahsına münhasırlık hakkı tanınarak tedavisinin devamında ısrar edilmesine ve bu durumdan dolayı kendisinden özür dilenmesine , topluma kürek cezası verilmesine karar verilmiştir.

 NOT: İmza ; bilirkişiler.

 

‘Dr. Yabancılaşmanın Hizbi…’

Bilirkişi komitesinin verdiği kararlardan sonra dr. yabancılaşmanın varolan sorunla ilgili hissiyatları birer kımıldamazlık hali şeklinde ve anlamanın anlayışsızlığı gibi görünüyor… olric’in insanlığa verdiği cevap kendi duruşunu ve sezgilerini yok sayan bir umursamazlıkla yeryüzüne sadece acı veriyor , kendini yok ediyordu , bilinç savaşında tarafını anlamamış askerler gibi savunmasız , yelkenlerini indirmiş bir gemi gibi rüzgara dayanıksız , usundaki her şeyin hesabını bireye vermeye çalışıyorken ayağına takılan bir düşünceyle sendeleyip yaşamın ortasına düşen olricin hayata dair düşüneceği tüm olan bitenle ilgili bir eleştirisini kaleme almaya çalışıyor , sevgilisiz bir bahar akşamında viktor levi’de şarap içmenin güzelliksizliği nasılsa olric’in hayatla ilgili düşleri de yaklaşık öyle bir şeydir. haliyle ben yabancılaşma uzmanı olarak , olric’in tüm yaşamı boyunca ve tüm dünyayla kurduğu sosyallik halinin kart bir haykırıştan öte bulmuyorum. insanlığın ruhsal ve zihinsel açıdan karşılaştığı buhranları ve girdapları inceledikten sonra toplumsal aklın tüm bu olan bitene sadece bencil bir duyguyla yaklaşmayı tercih etmesi , insanlık nezdinde olric’i esir almış ve acıların önemli kısmını yaşatmıştır. acıların öğretici olduğu yanıtı , bence , komitemizin tez canlı ve açıklayamadığı savlardan kaynaklanmaktadır. olric’in zihinsel gelişimini etkileyen , körleşmesine sebep olan nesnel durumun , gerçeklikle düş arasındaki bağların zayıflaması , geçek ilişkilerle olması gereken ilişkiler arasındaki farkların kendinden menkul bir değerlendirme olamayacağını düşünmekteyim , keza insanın duygu dünyasındaki inşasında atladığı , öngöremediği kendilerinin dışındaki bireylere nasıl yaklaştıkları ve zaman içerisinde boyutları ciddi sınırlara dayanmış bir yozlaşmayla karşı karşıya kalınmıştır. bu karşı karşıya kalınma durumu olric’in zihninde ve bilincinde derin buhranlara neden olmuştur. kendisinin asosyallik halinin ise yaşamsal deneyimlerle birlikte düşünülmeli , hassasiyetlerinin ne kadar su yüzüne çıktığına bakmak gerekmektedir. sn. komodinin ve takdire şayan halının söylemlerinin ve şahitliklerinin gerçeği yansıtmadığı görüşündeyim. lakin kendileri eşyanın kişilik kazanmış tabiatıyla duruma yaklaşmaktadırlar , olric’in beyninde oluşan her şeyi anlamalarını beklemek ruh bilime ters düşmektedir , bu sebeple dr. yalnızlığın ve dr. korkunç yalnızlığın tedavi yöntemlerini benimsemek istememekle beraber toplantı neticesinde alınan , topluma verilen cezalar konusundaki kararlara katılmaktayım , fakat olric’in yeniden bir toplumsal sürece ve insanlığın sosyallik hallerine kazandırılması çabasının yersiz , gereksiz , anlamsız olabileceğini,ömür boyu bir dinlence ve düşünce süresi verilmesini arzulamaktayım. uzmanlık deneyimlerimin sonucunda da kendisi için uygun gördüğüm ilaç tedavisinin dozlara bağlı olarak sürmesini şiddetle arzulamaktayım..

Bilirkişi komitesi katılımcısı

Dr. Yabancılaşma

‘Dr. Yalnızlığın duruma ilişkin özeleştirisi veya cevabı…’

yüzyıllardır insanlığa yaşattığım bu kutsal duygunun soruşturma konusu olması ve insanlığın son durumunun tüm suçlusunun benimle ilişkilendirilmesi oldukça rahatsız edici bir durumdur. insanların kendileri ve doğayla kurdukları ilişki biçiminin kendisi oldukça kaotik ve yabancılaştırıcı bir kült oluşturuyor , doğallığıyla yabancılaşmanın hissettirdiği öncelikli duygu biçemi yalnızlığa eş düşmektedir , ben bireylerin oluşturduğu bir gerçeğim. hatta o kadar gerçeğim ki bir çok yaşama alanında insan denilen yaratığın özüne dönmesini , yaşamı algılayış tazının değişimini , düşünsel doğruların ya da yanlışların öncüsü sayılmaktayım. bu kısa özeleştirimde hastamızdan daha az bahsetmek onu daha az yaralayan bir ilişki biçimidir. dolayısı ile sayın olric’in zihninde ve yaşamında oluşabilecek tüm arızaların yalnızlığa hükmedilmesine karşı olduğumu belirtmek istiyorum. karşıyım çünkü yalnızlık iyi değerlendirildiğinde yaşamsal bir tazeliği ve dönüşümü temsil etmektedir , ha insanlığın bunu bu şekilde algılamaması yalnızlığın gerçek haliyle anlaşılmasını reddediyorum , insanlığın tercihidir diye düşünüyorum yaşamlarında genellikle benden feyz almaları…doz aşımının yarattığı düşünsel ve kimyasal etkiler  olric’in nezdinde tüm insanlığı olumsuz etkileyen bilinçsel kötücülüklere dönüştürmeye başlamıştır. bunun direkt sorumlusunun dr korkunç yalnızlığın olduğunu düşünmekteyim. fikirlerimin olric’in durumuna ilişkin değerlendirmesi budur. takdire şayan halının ve sayın komodinin şahitliğinin yanlış anlaşılması beni kati derecede üzmüştür , bu yanlış anlamanın bir an evvel ortadan kaldırılmasını komitemizden arz ederim…

Bol yalnız yaşamlar dilerim.

Dr. Yalnızlık..

‘Olric’in bilirkişi komitesi raporu ve doktorların cevapları ve savunularına ilişkin cevabı….’

Kişiliğimin ahrazlarını anlatmaya cüret edebildiğim an özgürleşme kendiliğinden gelecek diye düşünüyorum , insan ahrazlarını anlatabildiği ölçüde zenginleşebilen bir varlık , değil mi albayım ? hakkımda anlatıla gelen ve söylene gelen her şeyi anlamaya çalışıyorum , eğer bu anlatılanlar ya da yazılanlar doğru ise -ki yazılan her zaman anlatılan olamayabiliyor-yaşamımı kendi ellerimle bir sonsuz hiçliğe teslim etmişim ve ben olric bunu dillendirmeye o kadar korkuyorum ki… geçmişle başlamak gerektir belki , bu yüzden biraz tarihten başlamak lazım , yok insanlığın ilkleri kadar yorucu bir hayatım olmadı hiç , sadece o an inandığım şeyler bağladı beni hayata ve başka ve şeylere… şeyin anlamını insanoğlu henüz tam olarak çözemedi… büyüdüğüm kentte yaşıyor olmam bir avantaj belki , en azından hala soluk alıyor olmamda önemli bir etken… olric gençliğinde başladı hayatla ayrı noktalarda kendine yaşama alanları belirlemeye , o din hocasına dikkat etmeliydi lakin din hocası kafasındaki her şeyin inanılası ve biat edilesi olduğunu düşünüyordu , yokoluş insanların hayatlarında kendilerini değersizleştiren bir dizi inanışların işgal ettiği yer o kadar büyük oluyor ki , tanımlaması ve kavraması gerçekten zor. din hocasının inanışlarını hayata uygulama çabası umarım bu hikaye içinde kendisi içinde olumlu olmuştur , aksi halde her şeye baştan başlamak gerekecek ve bu hayatı baştan yaşamaya enerjim olmadığı gibi yeni baştan hayata da başlamaya inanın ki hiç mesela , hiç enerjim yok. öğrenim denilenin ezberletilmiş ve öğretilmiş bir takım manasız kalıplar olduğunu anlamak uzun sürmedi aslında… birileri var ve o birileri size şöyle yaşayacaksınız diyor , şunu şöyle bunu böyle yapacaksın ve şikayet etmeyeceksin , mümkün görünmüyor bence…. bilirkişinin de şikayet etmeye hakkı olmadığını düşünüyorum niyeyse  , soranlar oldu ilk , ben böyle yaşıyordum herkesten ve her şeyden uzakta , toplumsal akla kazandırılmam konusunda bu kadar ısrar etmeselerdi ne ruh toparlayıcısı olacaktı ne de isimlerini telaffuzda bile zorlandığım bir takım başka doktorlar , madem ısrar var o halde… şu an geldiğim yaşamsal durum uçurumların dibine doğru bakıyor , doğup büyüdüğüm ve ilk hissettiğim yeşil tepeler artık yok ve ben hayata saldırmaya başlıyorum belki , anlayış beklemiyorum ne de tedavi , burada tedavi edilmesi gereken toplumsal aklın kendisi , karar veremiyorlar çünkü kendilerine dair , nasıl yaşamak gerektiğini bende bilmiyorum ama onlar çoklar , binlerce akla sahipler ben bir tanesine sahip olamazken… menopozik  ve terkedilmiş yalnızlığımla mutlu olduğumu söyleyemem ama toplum bunu istedi , ne diyebilirim ki… o karşıdan karşıya geçmeye çalışanın üzerine sürdüler araçlarını…. aşık olanlara kötü davrandılar zina diye… hakları yenildi ve kıllarını kıpırdatmadılar… bunalımları oldu ve önemsemediler… çocuklar öldürüldü.. sahip çıkmadılar… evleri yok oldu , hayır demediler… yalnız kaldılar birbirlerine saldırdılar… ve olric hiç olmadığı kadar yalnız kaldı bunların sonunda sadece biraz insanlık… kendilerine yine insanların benimle ilgisi yok , değil mi albayım…. ahrazlarım ah ahrazlarım ağrıyor ağrısı başıma vurdu , bunca yabanilik her şeyi temizler mi acaba… okul bitmişti çabucak , yazma öğrenildi ve ötesi gereklilik sayıldı galiba…. beynim akıyor o sekreterin önlüğüne , engel olamıyorum… düşünemiyorum artık…

‘DELİRMEK’

‘masallardaki kadınlar hep yalnız kalır…’

‘diyorum ki sana adam ; ”bu yaşanılmayasıca kaos dolu yaşamda ölmek için birçok neden var,
yaşamak içinse tek bir neden dahi bulmak zor.. bulduysan sımsıkı sarıl ona. ” ben yaşamak için seni buldum şimdi ve sarılıyorum sana sımsıkı..

yanına neden geldiğimi bilmiyorum. nedenlerle yaşamı gerekçelendirmekten de hep nefret ettim ben. bu şehirden o masal şehrine gelirken hiç nedenler tezgahına uğramadan yol alıp gelip yamacına kuruldum. gözlerine bakarken şöyle dedim gene ; ” ben neden burdayım bilmiyorum ; ama burda olmam gerektiğini bildiğim için burdayım ,” demiştim..

sense gene çok uzaklara baktın.. ben dışında bir boşluğun en yakın halkasına çarpar gibiydin.
ah diyorum adam.. iç çekişlerim artıyor gene be adam yokluğunda. şarkı çalıyor bir yandan
diyor ki ; sadece susarak özlüyorum seni. bense sadece yazarak susuyorum yokluğuna…
uzaklığını düşünüyorum ve aklıma düşüşünü düşlüyorum düşerken. sonra hep kendi kendime
tekrarladığım o cümleyi fısıldıyorum : ”bir yerlerde uzaklarda yüreğinde masallar doğuran adamlar var , ve bu masallarla büyüyen kadınlar..”

bugün öğrendim ki masallardaki kadınlar hep yalnız kalır adam. sonra mektuplar hep eksikken eksik okunur.
sana yazdığım mektupları da yollamaktan vazgeçtim , kendimden vazgeçtiğim için. bu o mavi kadına ihanet  olurdu be adam. o nedenle yollayamadım. mektuplar da kimsesiz kaldı bak. onlar da kimsesiz ve köprü altındaki piç çocuklar gibi şimdi.. onu da öğrendim yokluğunda.

ben hüzünlerime gözlerinin rengini vermiştim ki , yaşam sen renginde gülistan olup da gülümsesin diye bana.
ahh adam.. bu satırları yazarken dahi gözlerimden yaşlar damlıyor çorağıma.. ve ben daha da çoraklaşıyorum.
hüzünler ne de güzeldi gözlerinde.. kayalıklarda oturduğumuz o kızıl akşamüstünü düşünüyorum şimdi. martıların çığlığıyla öpüyordum seni o şehrin göğsünde. geleceğim gene o şehre.. biraz daha azalmış , biraz daha yoksunlaşmış olarak.. ama daha çok maviye sevdalı olan yanımla geleceğim. gelip denize karşı oturduğumuz o kayalıklara oturacağım.
sonra ben birkaç bira şişesinden sonra çakır keyif olacağım.. sonra belki bize bira getiren Ali Abi gelir yanıma. seni sorar belki bana adam.. ben dudak büker yokluğuna birkaç damla da orda akıtırım.

sonra Cem Baba diye hitap ettiğimiz o Baba da gelir yanıma.. ben bir şarkı isterim sonra ondan. seni alıp yamaçlarıma bıraksın diye. ”

‘Çok yorgunum
Beni bekleme kaptan
Seyir defterini başkası yazsın
Çınarlı kubbeli mavi bir liman
Beni o limana çıkaramazsın..’

o bu sözleri mırıldanırken ben gözlerini düşleyeceğim gene. bunları düşlerken bütün yolların yolsuzluğunda  kalmış mavi bir kadın olduğuma takılacağım ben. bana yolsuz olmaktan söz etme adam. bana gülümser adını takmaktan da vazgeç… sana sarılırken yeryüzünden soyutlandığımı anımsayacağım sonra. şu an yeryüzündeyim ve yokluğun bunu hatırlatıp duruyor bana. oysa ben yeryüzünde olduğumu hatırlamaktan nefret ediyorum..’

‘Mavinin Çığlığı’

‘çocuk , çiçek , müzik , bir de aşk bir de dostluk ve kavga olsun sözlerin….’

‘of çekme ,
sözcüklere sığmayan fırtınalar dinsin diye içinde
of dedikçe başını taştan taşa çalan gençliğimi kanatıyorsun sesinde
bırak çektiğin oflar yerine ,
ölümsüzleştirdiğin fesleğenler konuşsun
güneşe selam selam büyüttüğün , leylak gülüşlü umutlar konuşsun
of değil artık ne olur
çocuk , çiçek , müzik , bir de aşk bir de dostluk ve kavga olsun sözlerin….’

‘Adnan Yücel’

 

‘sekiz saat emeğin  en kıymetli zamanıdır yemek saati…
ağustos ayındaki gölge esinti nasılsa aynı öyledir tadı…
yenen yemekten ziyade , hergün biraz daha gözlerinin ferinin solduğuna tanık olduğum , insan kardeşlerimle sohbettir karnımı doyuran…
bazen ilgisiz eşlerinden konuşurlar , bazen çılgın çocuklarından bahsederler.
bazen bir gün önce akşamlarına misafir olan tv dizisinden bahsederler , az çok kendi hayatlarının izlerini sürdükleri o dizilerde , dizi sonundaki yorumlarla alırlar kendi hayatlarına olan hınçlarını…
mevzu ne olursa olsun illaki güzel bir manevrayla değişir ve bir türlü bir araya getirilemeyen yakada son bulur…
bazen nostalji yapılır , bizim zamanımızda diye başlanır söze , küçüklük hayallerinden bahsedilir , solmuş gözlerdeki fer, birden kımıldar… şahsi mitolojiden bir sayfa daha dile gelir ve soluk almadan , 30 dakikaya bir anı daha  sığdırılmaya çalışılır…
– şimdi ki çocuklar çok şanslı be kardeşim , ben sadece bir ‘e.. cin için en az 4 gün beklerdim , babası bakkal olan bir arkadaşımla sırf arada dükkanlarına girip o kadar şeker ve çikolatanın içinde nefes alabilmek için iyi geçinirdim , oysa içten içe nasıl kıskanırdım… tek hayalim doğum günü hediyesi bir koli ‘e.. cin’di o zamanlar…
– sahi ben seni hep cin yerken görürdüm , hatta yaşına da bu zevkini hiç yakıştıramazdım demek bundan sebepmiş…
– ben de ilkokul öğretmenlerinin çocuklarından nefret ederdim usta ya… nasılda kasılırlardı sınıfta , en önde oturur… sınıfın en zengin , en yakışıklı , en eninden bile daha gözde olurlardı… hep hayalim öğretmen çocuğu olmaktı o zamanlar…
– ben de şirinleri arardım dostum , gülme abi ya , gidilen her piknikte bakmadığım kuytu köşe kalmazdı… hep bu hayalimden kırk yılda bir yakılan mangaldan uzak düşer , çoğu zaman zeytin ekmekle doyururdum karnımı…
– ne yapacaktın ki şirinleri ?
– evlendirip aile kuracaktım onlardan… hem arkadaşım yoktu ki benim , onlar arkadaşım olurdu , bide sınavlarda saklanır bana yardım ederler diye düşünmüştüm…
bazense çok artistlik yapıp iktidardan söz açılır , atılır tutulur…
– yaw kardeşim ne bu ya , hayretler içindeyim , ne olcak bizim bu ülkenin hali , insan hiç celladına aşık olur mu yaw? denilir , denilir ama yine sessiz sedasız iktidarın 3. sezonu izlenmeye ve yaşanmaya başlanır…
bense platon’nun bir aforizmasını hatırlatırım…
– siyasete katılmayı reddetmenin cezalarından biri , sizden geri insanların yönetimi altında yaşamaktır… derim , derim ama  havada asılı kalır , çok doğru demiş der yine eğilmeye , diz çökmeye biata devam edilir…
bir arap ata sözü vardır ‘sarhoşun günahının bedelini hep ayık öder’ diye ,
sahi daha ne kadar ödenecek bu bedel…?
daha ilkokuldayken , emsallerim cin ali serisi okurken ben hasan hüseyin’in ‘bıyıklar konuşuyor’ kitabını okumuş ve özetini çıkarmış bir bünye olarak bilir inanır ve yaşarım ki bu için için kendimizi yiyen ülke halimizin sebebi ,
ilk ikili ilişkilerde  ete kemiğe bürünen faşizm… sonrasında ise tüm insanlığa yayılan…
eğer üzerimize yapışan bu kötülükten kurtulursak , kimse bizim korku ve umutlarımızı sömürerek bizi yönetemez…
ve oy kullanmak isteyen bir engelli sürüm sürüm süründürülmez… ya da sırf göremediği için oy kullanma hakkını gözlerindeki karanlığa bırakmaz…
demokrasi ; bazen pozitif ayrıcalığı olan azınlıkların , bazense çoğunluğun faşizmi olmaz…
ve mutluluk rüyamız gerçek olur…
gülüşünüzle kalın…

‘BULUT’

‘- mutluluk rüyanız nedir ?
– iyilik etmenin gerekli olmadığı bir toplum…’

‘Brecht’

Oy Pusulasında Balık Olsam Liberal Derler !

Aramızdan kimisi oy verdi , kimisi vermedi destek verdi , kimimiz gitti müşahit oldu. Seçim sonucundan sonra ne oldu peki ? Hepimiz kanser oldu. Ben artık şöyle düşünmeye başladım mesela ; otobüse biniyorum yarısı iktidar partili , pencereden İstanbul manzarasını ikiye ayırıyorum şu kısım diyorum iktidar partili.. Kitap okuyorum aklıma geliyor iki çevirmenden biri iktidar partili..

Dün kendimi rahatlatmanın bir yolunu aradım. Bu seçim sonuçlarını nasıl açıklarım diye durdum düşündüm. Yaklaşık 40 saat falan susup düşündükten sonra aklıma “Aristo” geldi düz mantık. İki seçmenden biri iktidar partiliyse hortumcuların oy kullandığını düşünelim -kullanıyor demiyorum- bu ikisinden biri anladınız işte. Düz mantıkla açıklanabilecek bir durum bu. Diğeri akıl fikir hezeyanına , Bakırköy ruh ve sinire çıkıyor.

Edebiyat çevresine bakıyorum ne çok şiirin içine girmişler ağızlarından tek kelime seçim sonucu çıkmıyor sosyal medyada belki kameralara ihtiyaç duyuyorlardır. Başbakanın metinlerini yazan adamı da , ana muhalefet liderinin metinlerini yazan adamı da tanıyorum ikisi de tiyatrocu ikisinin de ismini vermiyorum. Başbakanınkini duysanız zaten dudağınız uçuklar. Sonucu bunlar üzerinden verelim başbakanınki hibrid jeeplerle gezerken ana muhalefetinki standart bir hayat sürüyor. Bakırköy demiştim ya arada oraya girip çıkıyor. Çünkü hayat , ona çok iyi davranmıyor. Diğeri ise ekranlardan inmiyor , iktidarın nimetlerinden faydalanmak böyle bir şey işte.

Politik kıskacın ardından bizler hayatımıza olduğumuz gibi devam edeceğiz. Bir abluka varsa inanın onu dağıtmak için çabalayacağız. Böyle hissettiğimiz için değil , birey olmayı tercih ettiğimiz için kendimize iyi bakacağız , şekersiz biraları mideye indireceğiz yine o güzel sohbetlerimizi yapacağız ve inanın yoldaşlarım , aylak adamlar %5o’nin içinde olmaktansa aylak olmak iyidir !

Ben aslında böyle olacağını biliyordum !

Geçen kış aylarında çıkmak üzere olan kitabımı , evde çıkan yangından sonra çıkartamadım. Ya kira dedim ya ev tamiratı. Gerekeni yaptıktan sonra bir arkadaşın haberi geldi. “Baba sana sponsor buldum. Kitabın tüm masraflarını karşılıyorlar ! ”

“Hasss…” dedim. “Nasıl olur” dedim. “Kimse beni sevmez ki” dedim. “Sen iyi bir piçsin” dedim. Çok uzatmayalım adamlarla oturup konuşmaya başladık. Adamlar şalvarlı , çember sakallı , ellerinde Bond çanta… Böyle göründüklerine bakmayın , nazik ses telleri , benim detone şaşkınlığıma çarparken , “ne yazıyorsunuz?” diyiverdi. “Şiyir” dedim. Arkadaşına bakıp “Hıım.. aa.. iyi..” gibi şeyleri susarak konuştuktan sonra. “İçeriği nedir “papyrus” bey diye sorunca. “Her şey var” dedim. “Mesela” dedi “dinle alakalı bir şeyler var mı?” “Evet var.” “Biraz açabilir misiniz?” diyince patlattım orda. “İlk emir oku değil , o elmayı yemeydi!” Biraz düşündü metafiziğe tünel kazdı “hıım anladım sanırım bize pek uygun değil” gibi şeyler söyledi. Şiyir kitabım güme gitti. Ben bir bukle daha okuyayım derken adamlar kalktı “Bari hesabı…” kalktılar.

Demem o ki, şimdi kitap yasaklayan kitap sponsoru olan adamlarla aynıdır.

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Özofagusuma Gülümserken…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaç çeşit acı bilirsin? Acı gelince, Hüthüt Kuşu gibi omzunda belirince nereye gömersin kafanı? Sahi, gömer misin yoksa yorganın altına mı gizlersin? Kim demiş, ruhun acıları fiziksel acılardan daha kutsaldır diye? Yok, öyle bir şey… Yani, organsız bir bedende, herhangi bir hiyerarşik örgütlenme ve organizma yok… Organsız beden işte, yoğunluklar, uçuş çizgileri, akışlarla iç içe geçmiş, sarılıp sarmalanmış, kendine kapaklanmış sızmış içinde kalmış ya da kendinden yüzeye doğru boy vermiş, dal vermiş, yanmış, kül olmuş, bu masal da böyle bitmiş… Derken, bittiği anda, ibn-ül vakt belirmiş, masal yeniden başka bir boyutunda çokluğun başlamış.

 Portakalı soyup başucuna koyan çocuk, ilk acıyı yaşadığında, kollarında derman kalmamıştı. Tüm gücü, enerjisi, yaşama devam etme arzusu acısının içinde hapsolmuştu. Sonra devam etti, sonra hayat akıp gitti. Hayat zaten hep akışta, duran sensin, kalakalan sen. Baksana, rüzgâr, ağaçlar, böcekler, bulutlar vs. sonsuz akışın ritmiyle kol kola akıp gitmekte, esip geçmekteler… Her an, arz ile arşın unsurları yenilenerek izdivaç eylemekte, her izdivaçtan yeni tohumlar tevellüt etmekte. Senin ne farkın var ki, çınarın sırrını içinde saklayan tohumdan? Kimliğe gerek var mı veya bir soyadına veya çakı gibi dimdik bir kurumun çatısı altında himaye edilmeye? Doğada diyorum, o muhteşem sanat eserinde, yâ Hû yâ Xwûda, -ah Hollandalı tam da altını çizdiğin gibi, gülmüşlerdi sana, aforoz etmişlerdi seni di mi? – ne kavimler ne ırklar ne milletler var. Sadece sonsuz akışla hemhâl olmuş, bilinçle ya da bilinçsizce, yürüyen çokluklar var. Ya hoşnutlukla ya da perçemlerinden tutularak yürüyenler…

 Yalnız mısın, bir başına ve sahipsiz? En koyu yalnızlık seninki mi? Kimse yok mu etrafında, seni anlayan, seninle çatışan, sesine ses, bakışına bakış? Sahi, bu ümitsizlik mi? Yaşamak zaten, havf ve recâ arasında salınım değil mi?  Ya da belki ikisine de yolu göstermek. Yaşamım, mım, mım, mım… Oh my lord, hisarım ve kayam, yetimlerin olana hiçbir vakit uzatmadım elimi ben! Yaşamım işte, onu kurar ve yıkarım, tıpkı yüzüm gibi, bakışım gibi, “ne olduğum” ya da “ne olmadığım” çözülene kadar, çözer ve başka bir yerde onu yeniden kurarım.

 Yok Musa’yı beklemiyorum, hem şimdi Kızıl Deniz de çok uzakta, ama Fir’avun burada özofagusumda konuşlanmış durmakta boylu boyunca. Derwiş dedi, “Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz.” Bu sebepten zâil olana diyorum: “Düş yakamdan, ben fenâya gidiyorum!”

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraflar : Kızıl Derwish…)

‘Bir çocuk , bütün oyunlara yazılır’

İnsan, varlığını sürdürebilmek için önce şeylere değer biçti -şeylerin anlamını o yarattı, insanca bir anlam yarattı. Bu yüzden ‘insan’ diyor kendine; değer biçen demektir bu. -Friedrich Nietzsche

kendisi ile ilgili bir hikayeyi anlatmaya başlarken, tarihleri saatleri tam olarak veren insanlara her zaman hayranlık duymuşumdur.. kitaptan okur gibi  yaşadıklarını  an be an  anlatan arkadaşlarım vardı.. benim için ise  3 cümleyle özetlenebilecek  birşeydi herşey.. daha fazlasına içim razı olmazdı anlatmaya.. nedense hep kendime saklardım..  ama insanın öyle herşeyi de anlatılmaz ki canım.. örneğin aşkı anlatmaya kalkışsam.. bana göre ; aşk akan bir nehir gibidir her baktığında gördüğün başka bir su’dur.. oysa biz hep aynı suya baktığımızı sanırız.. aşk akan bir nehirde, hep aynı suya bakamamaktır.. nehrin suyu hep akar ve değişir..  her gün yenilenen birşeydir.. o yüzden de hep  aynı değildir..  bir an severken, bir an nefret ederken, bir an özlerken, bir an kaçarken, bir an onsuz yaşayamamaktır.. o yüzden de anlatamamaktır..

ama bugün bir enteresan bir gün’dü… geçmişten bir sürü anı karşıma çıktı.. filmleriyle birlikte..
1990’lı yıllardı .. köprü üstü aşıkları filmi.. Yönetmen ve senaryo  Leox Carax .. Fransız Devrimi’nin 200. yıl kutlamaları için restore edilmeye başlanan Paris’in en eski köprüsü olan Pont-Neuf, sokağa düşmüş alkolik bir sirk cambazı olan genç Alex  ve başarısız bir ilişkinin ardından çektiği üzüntünün giderek körleştirdiği güzel ressam Michèle..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

juliette binoche’u ilk  defa o filmde izlemedim tabii. ondan öncesi varolmanın dayanılmaz hafifliği’nde benim hayata çok yakıştığım, ve yaşamımın o en  anlaşılır  dönemlerine yakışan bir güzel filmin ortasında rastladım.. ve benim de hayatımın kadınlarından biri oldu..  evet  aslında biz kadınların da, hayatının kadınları vardır.. bir kadın aslında hiç sezdirmeden başka bir kadından feyz alır durmadan.. yolunu çizerken.. seçimlerini yaparken.. birini severken..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

köprü üstü aşıkları olağanüstü filmini ise anlatmak yetersiz kalır.. keşke bir kere daha izleyebilsem.. bir ara çok uğraştım ama ulaşamadım hiç bir yerde.. sonra o da hayatımdaki her şey gibi silikleşti.. keza dalgaları aşmak filmi de öyle.. Yönetmen Lars Von Trier..  daha sonra müptelası olacağım yönetmenim.. ve tabii ki  Emily Watson bir düş gibiydi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sinema sanırım bir ritüel benim için.. bir filme başlarken daha yaşadığım  heyecan kadar sonrasında yaşadığım o yıkanmak, yenilenmek ve başka dünyalara dahil olmak,  ancak tek bir kelimeyle anlatılabilir..huzur..  benim sinemalarım daha sonra da hiç bitmedi.. hep üstüne eklendi..

şu anda ezginin günlüğü ‘rüya’ şarkısını söylüyor.. tatlı bir esinti gibi..

‘Bir kuş uçar gökyüzünde süzülür
Bir çocuk bütün oyunlara yazılır
Bir gül kokar, tüm çiçekler ezilir
Bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir…’

‘TAFLAN’

abelard ve heloise (mektuplar)…

sonu gelmez bir yolculuktu , üstelik  yer- gök masmavi olsa da beton renkli gelmişti bana…
dinlediğim şarkılar ise acı çekme oranımı sadece arttırıyordu o kadar , sanırım dilini bilmediğim şarkılar dinlemeliyim…
bazen içimin uyku odalarına girip başımı düşürüyordum yanımdaki vefalı omuza , ama fazla sürmeden uyanıyor ve sonu gelmez yolculukta debeleniyordum…
ah o kavaklar o kavaklar yetişmeseydi , düşünceden ölebilirdim… hatta bir ara ipi boğazıma geçirmiş gibi gelen yolculuğun , sandalyesine tekme atıp sevgili ecel’imin artık gerçekliği ve doğruluğu kalmayan , ama okununca hala iki muazzam jiletin arasına beni alabilme yeteneği olan mesajlarını okudum… bendeki de tam delilik…
arabada sadece 5 kişi olmamıza rağmen , beynimde tanımadığım milyon ses vardı , ve yolculuk boyunca hep konuştular…
nihayet bitmez gelen yol bitip , dayımlara ulaştığımızda ise  beynimdekiler yetmezmiş gibi birde zamanın soysuzluğuna canım sıkıldı…
ellerindeki yüzlerindeki her çizgi , bükülen bel , bir zamanlar güçlü kuvvetli sıkılan ama şimdi mecalsiz tutulan  el , gümbür gümbür şelaleleri anımsatan ses yerine savunmasız bir sesle söylenen ‘hoşgeldiniz kuzum’lar oracıkta üzüverdi beni…
yokluklarını düşündüm , ve bütün gücümle kalplerine sarıldım…
bir iki değişikliğin ve eskimişliğin dışında her şey  yine aynıydı , bir ara vitrine gözüm takıldı…
hala camının kenarı kırıktı , siyah beyaz fotoğrafların yanına bir iki renkli torun fotoğrafları iliştirilmiş ve kıbrıs kökenli kahve fincanları hala en gözde yerindeydi… insanların ve ziyaretin seyrekliğinden olsa gerek , bir zamanlar bizden köşe bucak kaçırılan şekerlik ağzına kadar doluydu ve ambalajı solmuştu… misafir ağırlamanın baş rol oyuncusu limon kolonyası ise çok mutsuz görünüyordu… kapağı artık sadece ağrıyan başın tedavisi için açıldığından olsa gerek…
zalim zamanla mücadele edip , etrafa her an ağlamaya şiddetle müsait gözlerle bakınırken üzerinde yılbaşı ağacı resmi olan , simlerinin yarısı dökülmüş , güneşten uçları kıvrılmış bir kart gördüm , şaşırdım tabi… zaman yakamızdaki gülü bile soldurmuşken nasıl olmuşta bu kart hala güven içinde saklanmış o vitrin köşesinde ?
ama arkasını okuduğumda daha da çok şaşırdım…
çünkü benim ilk okuldayken , daha b ve p yi ayırt edemez haldeyken yazdığım , üstelik altına ‘veliniz bulut’ diye de kişisel not düştüğüm karttı o…
birden eski roma tanrısı janus gibi hissettim kendimi , biri öne biri arkaya bakan iki ayrı yüze sahiptir janus…
işte o misal geçmişi ve geleceği aynı anda görmüşçesine dondum kaldım…
zaten yaşamıma tüm demlenmişliği ile sinmiş olan mektuplaşma güzelliği daha da anlam buldu o gün…
ve bu güzel anının üstüne  hala bir cevap yazmasalar da iki tane mektup arkadaşı edindim… varsın yazmasınlar , beklemenin de ayrı bir keyfi var ne de olsa…
aynı fotoğraflar gibi tüm ölümlere kendince bir başkaldırısı var mektupların…
ve ne kadar zaman geçerse geçsin , saklandıkları yerden ellerinize ve gözlerinize dokunma olanağına sahip olduklarında , aynı siyah beyaz türk filmlerinde olduğu gibi yazan kişinin sesini de kulaklarınıza getirme özelliği de vardır mektupların , belki de bu yüzden ölümsüzdürler…
hele ki aşk mektupları…
onlarsa cemal süreya’nın söylediği gibi bir tür yazılı sevişmedir…
işte bu yazılı sevişmelerden oluşan en sevdiğim kitaplardan biri olan ‘abelard ve heloise’den  söz edeceğim sizlere…
bir solukta okunacak , narin bir kitap…
filozof ve şair pierre abelard ile öğrencisi heloise arasındaki aşkın  öyküsü , ama öle bir öykü ki ömürlerinden daha uzun bir hikayeye sahip…
gizlice evlenirler , çocukları olunca birliktelikleri gayrı meşru sayılır ve heloise’nin dayısı tarafından abelard zor kullanılarak hadım edilir…
ve bu olaydan sonra iki sevgili ayrılır ve yaşamlarına manastırda devam ederler.
işte kitap aşkın bu sürgün zamanlarında yazılan mektuplardan oluşuyor…
hüzünlü ya da dramatik demek istemiyorum çünkü aşktan acıyı süzemiyoruz maalesef… aşk varsa acı kaçınılmaz…
kitap sonunda hem mektuplar daha çok anlam kazanıyor yaşamınız da hem de aşklar…
birhan keskin ‘aşk iki kişi arasında asla eşitlenemeyendir’ der ya bu kitapta o eşitsizliği apaçık görüyorsunuz…
bu kitabı 14 şubatta hediye etmek sureti ile okumama  vesile olan , yaşattıkları ve  bıraktığı sızı ile de kitabı kendimin yazmış olduğu hissi uyandıran , üstelik hala saç teli 21. sayfaya emanet olan , sevgili ecel’ime de hazır adı geçmişken teşekkür edeyim…
ve kitaptan şişman ebruli kalemle altları çizilmiş bir kaç cümleyi yazarak bitireyim…
mektuplarla ve iyilikle kalın…

 ‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 ‘böylesine yaşanmazsa aşk , aşk değildir.

öykünmedir , özentidir. yapay bir güldür ancak. öylece yaşayıp gider çoğu.

belki yaşayabilmelerinin tek yolu bu…

zira bizim aşk diye bildiğimiz aşk , çekilmesi çok zor bir acı.

peki , amacı ne ?’

  

‘köpeğe tasma takmasan da ,

sadakati bağlar onu sana.bilirsin ki isteyerek kalmaktadır yanında.işte ben bu özgürlüğü istiyordum.

beni seçtiğini , sana olmasa bile tüm dünyaya ,

hem de kendime kanıtlamaktı dileğim…’

 

 ‘umarım öldüğünde yanıma gömülmek istersin ,

toprağa karışmış kollarım uzanır , kucaklar seni..’

 

 ‘aşk ya aşktır , ya değildir. ne amaca gerek duyar , ne hedefe.

ama kendi kendine doğar ; kendi kendine yeter. ne umuda yeri var , ne gerekçeye…

acı çekmek aşkın bir parçasıysa eğer , acı çektiğim için mutluyum ben…’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Müzik nerede kaymıştı sevgilim?

Kendimizi hangi yanlış melodiyle dans ederken bulmuştuk aniden?  Şimdi ne yapacağız diye birbirimizin gözlerini kollarken, kim kimin ayağına bastı önce? Kim kimi acıttı…

Denge bozulduğu an düşmek korkusu sarınca benliğimizi ilk kim çekildi bir adım geri? Zırhlarına sarılıp müziği unutunca,  gitmeyi düşürdü aklına? Aklımızın hangi yarım adasında sıkısıp kalmıştık, içimizin tınılarını duymayan kulaklarımızla…

Ya gözlerimiz bizim değiller miydi artık. Hangi açı tamamlardı aramızdaki boşlukları..

Her yanlış adımda birbirine çarparken ayaklarımız , hangi  çelmede düştük de kalkamadık bir daha..

Oysa müzik devam  ediyordu sevgilim.

İçin için sızlanmalarımıza rağmen müzik hiç susmuyordu. Ben senin gözlerine bakıyordum tek bir kalkış hamlesi görebilmek için.. Sen susuyordun, sen gözlerini indiriyordun, acıyor diyordun.

-Artık kalkamam ; kalksam da yeniden düşeriz, daha onulmaz yaralar alırız..

Ben razıydım düşe kalka devam etmeye. Yanlış olduğunu, yalan olduğunu bir daha hiçbir adımımızın melodiye uygun olmayacağını bile bile inadına bakıyordum gözlerine..

-Gözlerin benden çok uzaklara doğru seyir halinde ..

Oysa hayat da böyle değil midir sevgilim?  Ölmek gibi koca bir gerçekliğin olduğu bu kurguda, her şeyi ciddiye alarak çoğu kez sonunda ölüm olduğunu unutarak yaşamaz mı insan?

Olmayacağını bildiğin halde sonuna kadar gitmeye çalışmak..

 Öleceğini bildiğin halde her sabah yeniden güne uyanmak gibi..

Müzik sustu.

İçimdeki şarkı bitti.

Ve ben öleceğimi biliyorum sevgilim, bu yüzden artık hiçbir sabaha uyanmak istemeyişlerim..’

‘Öteki’

 

‘Sizin için uzattım saçlarımı,

kestiğim.

Sizin için söndürdüğüm bu ateşi,

yandığım.

Kurduğum bu çadır, bu saat

arındığım su

soyunduğum gece: Sizin için.

Devrilirken tutunduysam

tutuşurken susmam

zemberekte bu Eyyub

hem cellât hem kurban

sizin için

bir tohum.’ Enis Batur