Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

Anlamazsın tabii mal !

Çok önceden yani henüz her şey olmazdan önce “big bang” olmuş biliyoruz. Bilmediğimiz şey ise sanki büyük bir gürültüyle oluşan kainat ya da evren ya da uzay neyse işte o , ona , büyük işler devretmiş bilincimiz.  Big bang’in oluşum sürecinde hiç ses çıkmamış sessizce patlamış ! Patlama diyince hemen aklımıza gürültü çığlık ya da ambulans sesleri geliyor , gelir de. Olsun.

Tanrının oyun alanı haline gelen Afrika’dan başka bir park bilmiyorum ! Bilmediğim şeylerden birisi de hurilerin şarap dağıtıp dağıtmadıkları eğer öyle bir şey varsa

a)     birisi fena halde coşmuş

b)     ikisinden birini seçmelisin

c)      araftaki adama bu söylenir mi ?

d)     Hiçbiri. Aga huriler vardır. Öyle umuyoruz yani

İnsan biraz elini vicdanına koyar düşünür “biz neden olduk lan” diye. Annemize sarhoşken sulanan babamızın en salak spermlerinden de olabiliriz. Üstelik pornoların hepsinde su gibi içki içiliyor ! Üstelik biz de ata sporu olan bu “şerefe baba” ayinini Pavarotti’ye taş çıkaracak şekilde şakıyabiliyoruz.

Bazen her şey hiç istemediğimiz gibi olabilir. Bir ağaç bunu düşünmez balıkta ama “lan sana Allah beyin vermiş” bir düşün bakalım insan nasıl insan oldu ?

Sen mastürbasyona meyilli bir adam olabilirsin , o kız da senden artakalan zamanlarda başkasıyla birlikte oluyor olabilir , doğrudur da ! Ama insan işte bunlardan insan olmayı öğrenmedi mi , mastürbasyoncu lale ? Adam ol bırak elinden o hayvanlığı !

İlk yumruk anısına !

‘Papyrus’

Yabancılaşmanın Aynası Kendi-miz

İki gün evvel okuldan izin aldım,  annemleri uğurlamak için gittiğim yerse  ilkokul yolumdu. Yıllarca ev okul arası yol yaptığım güzergah ilk defa gittiğim bir kent gibi yabancıydı bana. Bu dürtüyle sarıldım kağıt kaleme. İçe dönmek, içtekileri dökmek adına,

Üzerinde oldukça fazla yazı kaleme alınmış olmasına rağmen hala muğlak gibi görünür yabancılaşma kavramı bana. Yaşamın öznesi olma durumundan çıkma, sarf edilen emeğin insanın kendini gerçekleşmesi çabasına katkısı olmaması, amaçsızlık hissiyatı gibi durumlarla kendini var eden bir olma-olmama halidir belki.

gündüz vassaf’ın radikal’deki yazısından yola çıkarak dillendirmek daha etkili olur kanımca;

bir tanıdığım geçenlerde annesini ‘huzurevinde’ ziyaret etti. yılda iki, en az bir kere görüşüyorlar. son gidişinde de her zamanki gibi aileden son haberleri vermiş, annesi de aman kendini yorma, kilona dikkat falan diyerek oğlu için endişelenmiş. huzurevi görevlisinin her seferinde aynı olan konuşmalarını kesmesiyle birdenbire ziyaretin seyri değişmiş. görevli, tanıdığımı kolundan çekip az uzakta koltuğunda uyuklayan başka bir kadını gösterip, “anneniz bu!” demiş. “ne yapayım,” dedi tanıdığım, “yaşlılar birbirlerine benziyor.”

Büyükşehirlerde  yaşamın trafik, iş yoğunluğu figürlerinden dolayı, insanın kendisiyle başbaşa kalamama halini getirir zamanla. kendine dönemeyen insan bir süre sonra sorgulayamadığı kavramlara ve pratik yaşama karşı anlamsızca seyirci konumunda bulur varlığını.

Yabancılaşma terimini ilk defa telaffuz eden Hegel’e göre;

 

 

 

 

 

 

 

 

aynı insanın özne (yani kendini geliştirmeye çalışan insan) ve nesne (yani başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen insan) olarak ikiye ayrılmasıdır. Hegel’e göre yabancılaşma insan ve toplum var oldukça yabancılaşmada var olacaktır.

Marx’a göre ise bir çok alanda bunu gözleme şansı vardır insanoğlunun;

Emeğin ürüne yabancılaşması, İşçinin üretim eylemine yabancılaşması, İşçinin doğasına, özüne, türsel varlığına yabancılaşması, Bireyin diğer bireylere yabancılaşması olarak sıralamak mümkündür.

Form ise şöyle tanımlar;

yabancılaşan birey pasif, boş, korkak ve izole edilmiş bir hale gelir. Modern insanın özgürlük ve mutluluk kaynağının tek ölçüsü “arzu edilen her şeyi alabilmesi” ölçeğine indirgenmiştir. Form, insanın kendini bir putperest haline getiren yabancılaşmadan insani bir içeriğe sahip olan sevgi aracılığı ile kurtulacağını ileri sürmektedir.

Yaşamın anlamsızlaşmasının nedeni olarak da görülebilir. Yaşam anlamsızlaştığı oranda temel ihtiyaçlar olarak nitelendirilen ama temel olmadığını düşündüğüm gereksinimlerin giderilmesi (yemek, içmek, uyumak) yaşamın başlıca amacı haline gelir.

birçoklarına göre Kafka yabancılaşma duygusunu en güçlü biçimde dillendirir yapıtlarında. Bir sabah yatağında bir böcek olarak uyanan Gregor Samsa, bilinci ve istemi dışında gerçekleşen bu dönüşümü bir türlü kabullenemez misal. Ailesi ve patronu ise, kısa bir şaşkınlığın ardından, onun artık bir böcek olduğunu kabul ederler. Ama böcek olmakla alışageldiği şeylerden koparak yepyeni bir konuma giren Gregor Samsa da, o güne kadar sürdürdüğü yaşama da, çevresindekilere de, bambaşka bir gözle bakar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Babasında bireyi yok sayan, kaba ve zorba toplumu görür Kafka. Ailede, okulda, toplumun hiçbir alanında kendi benliğini özgürce var edemez; Günce’sinde şunlarla ifade eder kendini Kafka;

“Benim benliğim kabul edilmiyordu. Benlikle ilgili bir durum ortaya çıktı mı bu, ya zorbalıktan tiksinmemle ya da benliğimi yok saymamla sonuçlanıyordu. Öte yandan benliğimin bir yanını bastırmaya kalkınca da bu, kendimden ve alınyazımdan tiksinmem, kendimi kötü ve lanetli bulmam sonucunu veriyordu.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sinemada yabancılaşma denilince perdeye en iyi gadjo dilo yakışır diye düşünürüm. Tony Gatlif‘in çingene kültürü üzerine olan, Latcho Drom ile başlayan, Mondo ile devam eden üçlemesinin son filmidir, Gadjo Dilo. Bir yandan çingenelerin yurtsuz oluşlarına, sürekli yer değiştirmek zorunda kalmalarına dikkat çekerken diğer yandan da Stéphane’ın iç dünyasındaki hareketlenmeleri onun yol öyküsü üzerinden anlatır. Ayrıca Tony Gatlif sinemasının öne çıkan öğelerinden olan “yabancılaşma” bu filmde de karşımızdadır.

‘HERDEM’

Ayraç…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

”bütün yalnızlıklarınızın ilenci

korusun çoğulluklarınızı

cinnet koyun erdemin adını

maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın

hepiniz mezarısınız kendinizin..”

NİLGÜN MARMARA

  

Ayraç

 Kendini ayırdığı sayfanın en ölümcül anlamında arayan

masanın kırık tahtasından tereddütsüz içeri sızan

karanlığını cesurca yalnızlığında saklayan bir ayraç..

kıl..

tüy..

lavabo pisliği dünyanın,

‘neresinden dönsen kar’ olan buğulu yaşamında

kararlılıkla soluğunu kestiğin o an, tüm vaşaklar dünyaya saldırdı,

ardından..

kitabın senin ayırdığın kısmında

durup durup bakıyoruz o ipekten urgana..

ve hala tom çalıyor ”dead and lovely”..

‘Delirmek’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YUSUF ATILGAN..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bugün büyük ustamız ilham kaynağımız ‘yusuf atılgan’ın doğum günü..

27 haziran 1921’de manisa’da hayata merhaba diyen yusuf atılgan , liseyi bitirdikten sonra istanbul üniversitesi edebiyat fakültesi türk dili ve edebiyatı bölümü’nü bitirir.. akşehir’de askeri lisede bir sene öğretmenlik yapar..

ancak ustamız üniversite öğrenciliği sırasında yasadışı türkiye komünist partisi’ne üye olmak ve bu parti için yasadışı faaliyetlerde bulunmak suçlamasıyla ve türk ceza kanununun meşhur 141. maddesi nedeniyle tutuklandı.. sansaryan han’da ve tophane cezaevinde yaklaşık bir sene tutuklu kaldı.. salıverildikten sonra öğretmenlik hakkı elinden alınan yusuf atılgan manisa’nın ‘hacırahmanlı’ köyüne geri dönerek yıllarca köyde çiftçilikle uğraştı..

yusuf atılgan 1976’da istanbul’a dönerek kadıköy’ün moda semtinde bir süre oturdu.. bu dönemde çevirmenlik , redaktörlük vs işler yaptı.. ‘canistan’ romanı üzerinde çalışırken geçirdiği kalp krizi nedeniyle 1989’da aramızdan ayrıldı..

romanları ‘aylak adam’ ve ‘anayurt oteli’nin yanı sıra hikaye ve masallarını topladığı kitabı ve bitmemiş ‘canistan’ romanı edebiyatımıza kazandırdığı dört eseridir..

az sayıda eseri olmasına rağmen özellikle ‘aylak adam’ ve ‘anayurt oteli’yle türkiye edebiyatına damgasını vurmuştur büyük usta.. çoğu kişi oğuz atay ustayla kıyaslar , karşılaştırır yusuf ustamızı.. ben kıyaslama yapmayı sevmem her ikisinin de kendine has üslupları ve yaratımlarıyla gönüllerimizde ayrı ayrı yerleri var.. ama ‘bir adaya düşersen’ diye saçma sapan geyik soruyu buraya uyarlasalar ya da cezaevine düşsek ve orada ‘bir kitap seçme hakkın var’ deseler tek kitap ismi söylerim : aylak adam..

başkasını bilmem ama benim hayatımın dönüm noktasıdır ‘aylak adam’ı okumak.. çok şeyi bende yerle bir etti ve birçok açıdan yeniledi beni.. hediye almayı ve seçmeyi bilmem , hep kitap alırım sevdiklerime , en çok hediye ettiğim kitaptır ‘aylak adam’.. küçücük çocuklara bile hediye ederim ‘sakla günü gelecek okuyacaksın ve beni hatırlayacaksın’ derim..

romanları dışında öykülerinden ‘eylemci’ adlı öyküsü ilk okuduğumda pek gülünecek şeyler olmamasına rağmen nedense beni çok eğlendirmiş ve gülmekten yerlere yıkmıştır.. canım sıkıldığında çevirir çevirir okurum bu öyküsünü..

masalları da ayrı bir güzelliktedir.. bence çocuğu olan herkesin hemen okutması gerekir bu masalları.. gerçi bazıları biraz sert öğeler içeriyor masallar ama okutun bir şey olmaz.. televizyonlarda izlediklerinden daha yumuşaktır.. okutun okutun la.. 

aylak adam’ın ana kahramanı ‘c’ ve anayurt oteli’nin ‘zebercet’i edebiyat tarihimizin en bilinen karakterleri arasına girmiştir.. aylak adam için çok şey yazmak gerekir buraya ama bugün yusuf atılgan’ın doğum günü.. edebi tahliller filan yapmak ve eserleri hakkındaki kıymetsiz saplantılarımı , düşüncelerimi yazmak istemiyorum buraya.. saçma sapan , abuk sabuk şeyler yazmak istiyorum..

hem bugün ustanın doğum gününü yine az kalsın ıskalıyordum ki aylak aylak dolaşırken , ‘delirmek’in attığı mesajla irkilip , hatırlayıp hemen koştum mekana bir iki satır bir şey  karalamak için.. ‘delirmek’ kardeşime buradan çok teşekkür ediyorum bu yüzden..

 doğum günün kutlu olsun sevgili ustamız yusuf atılgan !

keşke aramızda olsaydın da seninle modada denize karşı tüm aylaklarla birlikte rakı içerek kutlasaydık..

keşke ‘aylak adam’ı nasıl beyaz perdeye uyarlarız diye seninle sohbet edebilseydik..

beni yakından tanıyanlar bilir , benden önce belki yapılacak filmi ‘aylak adam’ın ama bir gün ben de çekeceğim ‘aylak adam’ı.. saçma sapan hayatımın en büyük , en önemli amacı bu.. zaten kaç amacım , kaç isteğim var ki artık..

haydi bugün kadehler yusuf atılgan , ‘c’ , bıyıksız – bıyıksız tüm zebercetler  ve tüm eserleri için kalksın havaya..’

 ‘Crockett’

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘..ben çoğu geceler içiyorum , dedi.. şakağımdaki ağrıyı duymamak için iştah açmak için falan diyorum ama değil , biliyorum.. bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum.. belki kendi kendimden.. iki çeşit içen vardır.. biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer.. bir de şu çevrendekilere bak.. bunlar neden içiyorlar ? toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için.. çekinmeden bağırmak , yüksek sesle gülmek için.. dışarda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır.. sokakta hiç gülmemek için burada gülerler.. böylesi az içer.. ya ben ? içiyorum da kurtulabiliyor muyum ? belki yalnız baş ağrısından..

– ya içmediğin zamanlar ?

– o zaman ararım..

– hep arayacaksın sen. ya resim , ya kitap..

– tutamak sorunu.. insanın bir tutamağı olmalı..

– anlamadım..

– tutamak sorunu dedim.. dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde gider gibiyiz.. tutunacak bir şey olmadı mı insanlar yuvarlanır.. tramvaylardaki tutamaklar gibi.. uzanır tutunurlar.. kimi zenginliğine tutunur ; kimi müdürlüğüne ; kimi işine , sanatına.. çocuklarına tutunanlar vardır.. herkes kendi tutamağının en iyi , en yüksek olduğuna inanır.. gülünçlüğünü fark etmez.. kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım.. öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı.. herkesin, ‘veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur’ demesini isterdi.. daha gülünçleri de vardır.. ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü , sahteliğini , gülünçlüğünü göreli beri , gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum : gerçek sevgiyi! bir kadın.. birbirimize yeteceğimiz , benimle birlik düşünen, duyan , seven bir kadın!..’

‘AYLAK ADAM’ , YUSUF ATILGAN.. Ekim 2009 , Yapı Kredi Yayınları , sayfa : 152’den..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

dirilişin kasıklarında sonsuz bir ölümlülüktür yaşam.

‘kelebekler ölüm giyinir de, ölüm gibi özgür uçar kaptan !

dirilişin kasıklarında sonsuz bir ölümlülüktür yaşam.

ve kelebekler bir gece ansızın bir tren vagonunda konar kirpiklerine.

gözlerinden sevda sözcükleri dökülür sarı kelebeklerin ve sarı elbise giyinmiş tüm ayrık zamanların başkaldırı adı olur ayrılıklar..

biteviye vermiş hüzünleri yüreğimin ceplerine kaldırıp tren istasyonuna kaçıştım avuçlarımdaki kelebeklerle.

nereye gideceğini bilememenin rahatlığına  sarınıp kendini elindeki biletlere gömen insancıklarla gömü oldum tarih sonrasına.

ben bir arkeolog edasıyla tren raylarının altında ezilen sarı kelebeklerin peşine düştüm amansız kaptan..

ve salaş bir yalnızlıkla kanatlarından vurulmuş sarı kelebeklerle ağlaştım gün boyu..

ve sarı kelebekler bir gece ansızın bir tren vagonunda konar kirpiklerine ve ağlarsın.. ağlarsın..

ağlarsın kaptan !’

‘Mavinin Çığlığı’

319…

İşe gitmek için 319’a biniyorum. İki haftadan beri elimde can çekişen “aylak adam”ı okumaya çalışıyorum, dikkatim fezada. Olmuyor! Yanıma sürekli güzel bir kız oturuyor ve ben hiçbirinin yüzüne bile bakmıyorum ama görüyorum ki bütün çirkin kızlar bana bakıyor kim bu salaş diye… 319’lar çok tehlikeli ruhumu hırpalıyor şerefsizler dışarıdan otobüs gibi gözükse de, binenlerin topu mutsuz. Ülke gibi sanki 319! İşin kötüsü ruhumdaki hasarın sahibi de o.

 Belki Kadıköy’de bir kitapçıda oturup bu otobüsün insanlarını saatlerce anlatabilirim. O yurttaşların yüzünü nedense hep otobüse binip, akbilimi bastığımda görmeye başlıyorum. Hepsi cam kenarı insanları benim gibi. Hepsinin düşündüğü şeyler var hepimiz gibi, kimse kimseyle konuşmaz, usul adap bilmezler zaman zaman bizim gibi… 319’larda elitizm yol yapmıyor yüce o lafazana ; “sanat sanat için mi toplum için mi?* otobüste kimse kimseyi iplemiyor hatta. Kafamdaki her şeyi silip işine giden adamı yerleştiriyor, ne güzel ! Panik atağımı tetikleyen mukaddeslerden biride bu otobüs. En güzel tarafı da vıcık vıcık insan doluyor oluşu. Hepimizi bok çuvalı gibi o duraklara bırakıp arkasına bile bakmadan basıp gidiyor şerefsiz. Şoför’de muavinde kendi cumhuriyetinin kurucusu , Onlar 319’un gerçek süvarileri gazetelerini açıp okurlar, kendi tespihlerini yapıp çekerler, onların kendilerine ait raconları bile vardır. “İlerleyelim , arkalar boş beyler.”

 Kendi kendime yük olduğumu sandığım ne kadar saçma zaman geçirdiysem, bu düşünce ne vakit aklıma gelse ; gözlerimi açtığımda o otobüsün içinde olduğumu , bir kitap okumaya çalıştığımı , ve bunu yanımdaki adamın baldırı bacağıma deydiği ya da kıllı kollarından biri beni engellediği için yapamadığımı fark ediyorum.

 Kul hakkı yiyorlar ya da Ah Muhsin’in dediği gibi yaşasın cumhuriyet !

 ‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Neresinde uyanacağını bilmediğin bir rüya gibi geçiyor hayat..

Kavramların gittikçe silikleştiği bir düzlemde hala bir yerlere basabilme ve ayakta kalabilme direncini sınıyor zaman var gücüyle..

Ufacık bir boşluğunu kollayıp ansızın sızan bir rüzgarın gürültüsüyle başlıyor sendelemelerin oysa, korkudan kilitlenen çenen ve bağları çözülmüş dizlerinle gözlerine bakıyorsun etrafına dizilmiş sana bakan yüzlerin , bir medet..

Ah bu perdeler, aramızdaki.. Gözlerimize inmiş göstermez insanın beyazını , kirlisini.. Sakladıklarını bildirdiklerini.. Görmek istemeyenin perdeye ne gereksinmesi olabilirdi ki ayrıca.. Boş laf bende ki..

Bu alnı yazılarla dolu insanlar topluluğu arasında sildim bütün yazılarımı.. Kaderimle yanarken, suya kestim akıttım alnımdan bütün çizgileri..

Yürümek yürümekti, bakmak sadece bakmak oldu sonra görmekten ziyade. Konuşmak, gerektiği yerde ve gerektiği kadarken, gülmek anlık bir nefes almasıydı içimizin.

Gözyaşı ise bir göz temizliği. Hepsi hepsi bu olmalıydı..

Ötesinde ne bir anlam aramalıydı, ne de anlamlar eklemeliydi. Hiç bir anlamın ardına gidilemezdi kilitliydi..

…Ara sıra uyuduğunun farkına varmalı insan. Bazen bir kabusta ölesiye savrulurken bazen bulutlarla beraber yeryüzünü seyre dalmış. Bazen gökkuşağı olmuş renklere boyanmış, renkleri tükettiğinde siyahı kuşanmış, durmuş dinlenmiş, bir gürültüyle kendini yeryüzüne fırlatıp atmış damla damla… Sonra o damladan nehirlere derken denizlere ulaşmış…

…Durup dururken aslında rüyada olduğunu hissetmeli insan. Uyandığında alabildiğine gerinip, anlatacak ne çok öyküsü olduğunu,  ama aslında her şeyin bir kaç saniyeden ibaret olduğu gerçeğini düşünmeli insan..

‘Öteki’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

söz sus olsun usta !

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

söz sus olsun mu usta , diyor kadın.

dedim sırları dökülmüş bir ayna..

aynada görünen öteki..

ötekiyse sen sus olacaksın.

dilinin ucundaki kelimeler tımarhanelerin kapısında şizofrenist bir tarumar olsa da sen sus olacaksın.

gözlerinden göğe ‘aylakların’ yüreğine bir yıldız gövereceksin gene sus olacaksın. ve bileceksin ki usta , sus zamanlardan darbe yemiş yürekler birbirini duyar.. birbirini görür ve anlar.

ben kendi dışında herkesin yanında olan varlık ; ne kendimi buldum ne özüme öz olanı.

ben ki sus zamanlarda buldum bir şair ve tutup kendimi şah damarına hapsettim.

ben diyorum ki usta kendimi özledim kendim olmayan yerlerde. ve diyorum ki dilimin ucundaki küfürlere tecavüz edenlere tecavüz edip susuyorum sözcüklere..

‘Mavinin Çığlığı’

(fotoğraf : blackhawk..)

Konuşuyorduk.

O gece bir evin bize ayrılan kısmında oturup , bizden önce bize , burası salon burada oturacaksın , televizyonunu şu köşeye koyacaksın , buraya iki vazo bir tane kanepe atarsan iyi görünür diye yapılan mimari bir dayatmanın içinde oturup konuştuk. Gidenlerden konuştuk , yeni doğacaklardan , sabahı çağırmaktı sohbetimizin amacı çünkü o an , güneş bizim oturduğumuz evin çok uzağındaydı. Karanlıktı , ve sessiz… Korktuğumuz için yazıyorduk , yazdığımız için konuşuyorduk , kalemlerimiz bir cümleye takılıyor ve oradan çıkamıyorduk. İsmail BEŞİKÇİ hapiste. Onun da kalemi belli ki bir yerlere takılmıştı ve şimdi kendisi hapse tıkıldı. Takılmamız birazda bundandı. Eğilimimiz vardı , hapse özlem duyduğumuz aptal zamanlar geçirmiştik , ölüm de var bu işin içinde dediğimiz anlar olmuştu – benim vardır birkaç kez direkten dönmüşlüğüm – . Bildiğimiz şeyler vardı. Görüp de söyleyemediğimiz , kör bir insanlığa sesleniyorduk , en göreni , miyoptu ve uzak görüşü yoktu gözlüğünün , – en hit olan yerimiz abide-i hürriyetin köprü altlarıydı , çünkü orada çok yankı yapardı kahrolsun diye bağırırken – akustik bir narayla seslerimizi kısıyorduk.

Sonra aşktan bahsettik , aşkın renginin kırmızı olmasından. Şarabımızın kırmızı olması kana karışmasını kolaylaştırır mıydı ? Yoksa kırmızı şarabı sevmemizin nedeni ideolojik miydi ? Aşka aşıktık. En sevdiğimiz kadın tipiydi , Gorki’nin romanlarındaki kadınlar , ve Nazım’ın Tanya’sı ne kadar cesur bir unutkandı. İsmini unutuyordu , Alman askerlerine söylememek için adını , cesurdu asılmaya giderken köy halkına sesleniyordu boğazındaki ip izin verdiği ölçüde…

Çocuklarımıza Tanya’nın ismini veriyorduk , asılacağını bile bile , dedim ya konuşuyorduk. Kelemimizden başka bir şeyimiz yoktu , dünyayı değiştirmemiz için , parasız pulsuz yazıyorduk. Yazdıklarımızda hep bir akşam üstü vardı , hep yarım kalan hayatlar , acılar , çünkü sevinemiyorduk Tanya asılırken , köy halkı oluyorduk , uzaktan izliyorduk ve çocuğumuz köy halkı olmasın diye ona haksızlık edip , adını Tanya , Deniz , Erdal , Ulaş koyuyorduk. Kaypaklık yapıyorduk , dönüyorduk çok hızla ve dünyanın doğası gereği dönmekti. Döndük bizde , dünya el verdiği ölçüde…

Andık sonra sürekli andıklarımızı , onlardı bize en karanlık zamanlarda bile , bize bir ışık olduğunu söyleyen , ve taşımamız için tabutlarını emanet edenler , yüktü ağır bir yük… Kahraman taşımak , her yoldaşa nasip olmaz diye sıkı sıkı tutuyorduk , düşüp kırılacaklarını düşünüyorduk. Kendi gazetemize sinirli , hüzünlü pozlar veriyorduk , meyilliydik kahraman olmaya…

Sabah olsun diye zamansız konuşuyorduk , şarabımıza katıyorduk gidenleri ve gelecekleri , iş olsun diye yazmıyorduk , işsizliktendi yazmamız , yazdıklarımız para eder bir gün diyip yazıyorduk , ev kirası vardı verilecek ev sahibi de çekilmez bir bunaktı , bir dahaki şarap parasını çıkarıp , evlilik yıl dönümüzü şarapla kutlayalım istiyorduk , istiyorduk ki sabah olsun , şöyle martılar çağırsın sabahı , güneş doğudan yükselsin ve sabaha genç bir günaydın çakalım istiyorduk , cebimizdeki silahı bırakalım gece karanlığında kaleme sarılalım diyorduk. Ve yazıyorduk kan gibi aşk gibi şarap gibi… Sabahı çağırmak istiyorduk ama o hiç gelmedi. (16 Aralık 2007)

‘Papyrus’

‘kevok’ ve ‘sarı..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kevok , sarı.. (fotoğraf : blackhawk..)

 

dün her ne kadar kötünün kötüsü durumdaysam da ‘kevok’ ve ‘sarı’ kardeşlerimin daha doğrusu ‘aylakdaşlarımın’ en mutlu gününün ilk kısmına katılabildim ancak..

beni affetsinler.. gece düzenlenen ve aldığım istihbarata göre içkilerin su gibi aktığı kısma katılamadım.. kendilerinden sonsuz kere özür dilerim..

yaklaşık dört beş gün önce tahmin ettiğim kadarıyla ‘ikiz’ nahiyesinden gelen telefonla zayıf düşen vücuduma bir yerlerden saldıran bir virüs nedeniyle rahatsızlandım.. dün ve bugün özellikle nefes bile alamayacak durumdayım.. bu haziran sıcağında grip , yüksek ateş , öksürük ve artı burada yazmak istemeyeceğim değişik faktörler resmen kök söktürüyor bana.. hatta ‘delirmek’le yazışırken de geçti , ‘vakayı hayriye’ diye adlandırılabilecek ve komik olduğu kadar acı bir duruma düşecek kadar aciz bir durumdaydım..

bir yandan iş gücün peşinde koşmak bir yandan hayatın diğer hengamesi hastalıklar da pekişince tam ‘oldum’ dün itibariyle..

dün sabah altıda ‘ciğerim’le buluştuk.. yaklaşık üç yıldır canımızdan bezdiren bir iş için belki 150. kez büyükçekmece’ye yollandık sabahın köründe.. aracın camından yansıyan ışığın yanında vücudumu yakan kendi ateşimle birlikte yamuldukça yamuldum.. neyse ki işler yolunda gitti de dün itibariyle üç yıllık iş bitme aşamasına geldi.. biraz gülümsedik.. sonra bakırköy’e geçtik oradan göztepe ve acıbadem arası mekik dokuduktan sonra mekana geri döndük.. şehir içinde yaklaşık dokuz saat araba kullanmak bu şekilde hastayken pek mantıklı değildi ama ne yapalım ekmek parası.. fakat pilim tam anlamıyla bitmişti , biraz dinlenelim mekanda dedik ama baktık nikaha bir saat kalmıştı.. iki ilaç attım.. sonra nehirim , ciğerim , gülümser ve abidin dayı hep beraber nikah salonuna yollandık.. ‘halo’ tarafından satılmıştık , o da bizimle gelecekti ama bizi satarak tek başına intikal etmiş kadıköy evlendirme dairesine.. kimseye sarılmadım , öpmedim dün ama ‘halo’ya sarılıp öptüm ve hastalığımı sattım ona büyük bir zevkle.. son haftalarda bize yönelik satışlarda indirime gitmiş olacak ki habire bizi satıyor ‘halomuz..’ dün ben haddim olmayarak cezasını kestim ve hastalığımı ona sattım.. hem dün o mutlu günde o meşhur , namı dünyaya yayılmış kurbağalı kravatını da takmamıştı.. suçu çoğalmıştı yani anlayacağınız ‘halomuzun..’

bahçede hemen hemen istanbul aylaklarının tamamı toplanmıştı.. kimler yoktu ki.. 1 mayıstan daha çok adamı toplamıştık sanırım.. merhabalaşmalar , nasılsınlardan sonra salona girdik heyecanla..

sanırım ‘kevok’ ve ‘sarı’ da çok heyecanlıydılar.. yaşama karşı birlikte direnme kararı almışlardı.. ‘sarı’yı hepimiz tanırız , sanırım yirmi seneye yakın oldu.. ‘kevok’la yeni tanıştık çoğumuz fakat hemen kaynaştı tüm aylaklarla ve ‘sarı’dan daha çok el verdi siteye , katkı sundu..

işte bizler de dün istanbul aylakları olarak bu değerli iki kardeşimizin heyecanlı anlarına şahit olmaya ve mutluklarına ortak olmaya gelmiştik..

salonda müziğin çalmaya başlamasıyla nefesler tutuldu ve kapının açılmasıyla gelin ve damat göründü.. ikisi de çok güzel ve şekerdiler.. yüzlerinden , gözlerinden gülümseme eksik olmuyordu.. ‘sarı’ zaten herkes bilir uyurken de gülümser.. hele hele  ‘sarı’nın o pamuk gibi hali yok muydu bittik hep beraber.. fırlayıp yanaklarını sıkıp öpesim geldi ama gribimi ona satarak bu güzel günlerini zehir etmek istemezdim..

ve klasik nikah seremonisi başladı.. neyse ki abuk sabuk espriler yapan ya da tamamen asık suratlı birisi yoktu bu sefer nikah memuru olarak.. ama ‘sarının’ heyecanı nikahta ortaya çıktı.. kendileri evet diyip defteri imzaladıktan sonra tuttu defteri nikah memuruna vermeye çalıştı şahitlere imzalatmadan.. şahitlerden ‘şule ablamız’ uyardı hemen ‘sarı’yı ve hep beraber kahkahalarla güldük orada.. gülerken ‘kevok’ hemen ayağına basıverdi ‘sarının..’ ve değişik yerlerden son kalelerden birisi daha düştü denildi nedense bana bıyık altından gülümsenerek..

sonra tebrik merasimi başladı.. öpmeye kıymadım kendilerini.. risk alarak ellerini sıktım ve kutladım.. ‘sarım’ ve ‘kevok’ çok mutluydular.. o günü ölümsüzleştirmek için hemen bir fotoğraf çektirdik.. ve ben o fotoğrafta sanki kamyonunu ya da otobüsünü ana yolda yasak yere park etmiş ama her an çekilecekmiş korkusu yaşayan bir otobüs şoförü olarak çıkmışım.. hastalıkta yüzümden okunuyor.. fotoğrafa ‘şoför’ yorumunu ilk yapan sevgili ‘delirmek’ oldu.. ‘papyrus’ ise bana sarılıp ‘abi sarımız da gitti’ dedi.. ‘kalan sağlar bizimdir’ diyip güldük ağız dolusu..

neyse tebrik merasimini de hallettikten sonra tüm aylaklar toplandık mekana yürüdük.. gittim hemen stok yaptım aylakdaşlarıma.. akşama polonezköy’de düzenlenecek yemeğe kadar kafalarını yapmamız lazımdı bu mutlu günde.. biraz çerez taşıyabildiğim kadar bira taşıdım.. mekan tıklım tıklımdı.. gelenler gidenler.. oturacak yer kalmamıştı.. herkes su gibi bira içerken ben hayretle bakan gözler altında ‘su’ içiyordum.. evet su içiyordum.. ‘çivi çiviyi söker’ gibi tahrik edici , şevk veren cümlelere rağmen içmedim.. çivi çiviyi sökseydi bir gün önce iki şişe viskide iyileşmem lazımdı.. ama nerde..

 tüm aylakdaşlar saat yediye doğru yola çıktılar polonezköy’e ama bensiz.. çünkü ben eve doğru yola koyulmuştum..

gece için organize edilen yemek ve eğlenceye katılacak halim yoktu.. çok ısrar ettiler ama ne yazık ki katılmam imkansızdı.. ve doğrusunu yapmışım çünkü dün yemeğe ve eğlenceye katılamayışıma rağmen bugün daha kötüyüm.. şu satırları bile hangi kafa ve fiziksel halle yazdığımı tahmin edemezsiniz.. dün gece yazacaktım ama yazamadım hastalık ve yorgunluktan.. bugün yazmam gerekiyordu birkaç cümle ancak bunlar çıktı kusuruma bakmasın kimse..

 polonezköy yemeği ve eğlencesini de artık katılan diğer aylaklardan birisi yazar.. yazın la.. merak ediyoruz.. ben gidemedim la lütfen yazın.. hele aylaklar adına hediye edilen ‘merdane’nin sarı’ya veriliş anı ayrıntılarıyla anlatılsın lütfen..

kısacası mı özetle mi desem ne desem bilmiyorum ama dün ‘kevok’ ve ‘sarı’ aylakdaşlarımızın en mutlu gününde birlikte olduk.. gecenin tamamına katılamadığım için tekrar burada kendilerinden af diliyorum ve kendilerine ömür boyu mutluklar diliyorum aylak adamız ailesi adına..

gülüşünüz daim olsun..

Crockett..