“devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın . yürüyüşün farklı olur . bakkala , manava başka türlü davranırsın . bunun için kimse sana puan yazmaz tabi ama anlarlar . orada birisi farklı yürüyordur . “
Kazim Koyuncu
“devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın . yürüyüşün farklı olur . bakkala , manava başka türlü davranırsın . bunun için kimse sana puan yazmaz tabi ama anlarlar . orada birisi farklı yürüyordur . “
Kazim Koyuncu
Sevgili düş,
Biliyor musun, kaç yaşında olursam olayım, ne zaman adını ansam, biliyorum kalbim hep böyle yerinden fırlayacakmış gibi atacak. Elimde değil, kırılmış onca düşten sonra, durup dinlenmeden, eski bir dostu anmanın tadında, seni tespih taneleri gibi parmaklarımın arasından geçirmemek. Öğretti, çünkü hayat, düşün kırılıp ayaklarımın etrafına saçılması diye bir şey yok, bu sadece zihnin kapıldığı bir zehab.
Aklıma bu aralar, sık sık Tezer geliyor. Tezer’in metinleri, kalabalıkların ortasında, kahvelerde, mezarlıklarda vs. hayat bulmuş tanımlamalar/betimlemeler/durum tespitleri. Suyu bile içişim değişiyor, hiçbir şey eskisi gibi değil. Öyle kana kana içmek istemiyor özefagusum, “ağırdan al” diyor, yaşama dair her ne var ise sana değen/temas eden ağırdan al… Öyle, bu sebepten suyu bile yudum yudum içiyorum. İçindeki su soğukken, sıcak havanın temas ettiği bardağın yüzeyi tatlı tatlı terlerken, parmaklarımla haritalandırmak yüzeyini… Wesselam düş-bozumu, tıpkı bağ bozumu gibi, bozulmuş düşlerden kendime cennet şarapları yapacağım. Sonra… Sonra dostlarla oturup bahçemde, sıra sıra devireceğiz şişeleri, Füruğ mesela bize, tüm yaralarının aşktan olduğunu dizelerken.
Tezer, evet Tezer, 20’li yaşların başında karşılaştım onunla. İlk karşılaşma, evet o bir çarpışmaydı ve o an için yeryüzünde hiçbir çokluğun bağıntılarıyla o denli bitişemezdim. Ve o da diğerleri gibi ölüydü. N’apalım nasip böyleymiş! Hiç ara vermeden, derslere girmeden o küçük külliyatı devirişim. Bilhassa, “Hayat nerede?” sorusunun cevabına işaret eden cümlelerin altını çizişim… Şimdi, 40’lı yaşlara merdiven dayamış, usul usul tırmanırken, tekrar aynı soruyu soruyorum kendime, “Hayat nerede?” Yok, ama bu saatten sonra oturup da Kundera okuyacak değilim. Ammawelakin, Benjamin’in o dalgın bakışları, onlardan medet umabilirim. Kendime, düş bakışlı putçuklar yapıp şekerli kaymaktan, kan şekerim düştüğünde ilk onları yiyebilirim.
Evet, hayat nerede sayın bayım? Bir gün, kalabalığın ortasında, bir pazar yerinde oturup insanlara bakarken, filesini taşıyan yaşlı adamda, limonatasını yudumlayan roman çocukta ya da oturmuş insanlara bakarak çay-tütün yapan kadında onu gördüğümü düşünürken, hayat Mekke, Kudüs ya da Bezm-i elestten çıkıp gelir mi? Niye olmasın ki? Beklentisiz bekleyiş denilen ne ki? Bekleyiş makbulse, kabul görmeyen bekleyişe bir kılıf uydurmak, ona bir isim vermek mi? Olması gereken, salt soyut ışık olmak mı? Cibran’ın bakışlarındaki gibi beklemiş bekleyişin hüznüyle sağa doğru profil vermek mi? Yok, bilmiyorum, en iyisi hiçbir ad koymadan, öylece akışına bırakmak galiba bilinci dehrin. Belki de, tam da bu bilinç düzeyinin adıdır, ashab-ı kehf?
‘İbn-i Zerabi’
( yazık ki her acıdan arda kalan eskimek değil yeniden yeniden doğmak! )
Biz arkası olmayan çıkmaz ruhların piçleri kim daha çok eskitti bizi.. Her gece altında sancıyan ruhlarımızı doyuran rakı mı, Hayyam’dan arda kalmış şarap mı, yerlerden topladığımız
şiirler mi.. ya da üstinsan olma istencimizdeki tasmalarımız mı, sokaklara bıraktığımız kirler mi, tavansız sokaklar mı.. kim, kim daha çok eskitti bizi ?
Diyorsun ki Kaptan: her acıdan arda kalan eskimek değil,
yeniden yeniden doğmak!
Ahh be Kaptan yeniden doğuşlar da eskiyor.
Hep aynı ananın rahminden aynı acının şavkıyla ıslanarak doğmak da eskiyor. Eskiyor ve eskidikçe yaşlanıyoruz, yaşlandıkça
azalıyoruz be Kaptan!
Aylaklıklarıyla eskiyerek doğanların acılarından öpüyorum maviyle..
‘Mavinin Çığlığı’
“… Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.”
Didem MADAK
didem madak çok genç yaşta ölümü yaşadı.. çok çok iyi bir şaiiri unutup, geçmek istemedim..
şöyle kısa bir hayat tanımı .. bir kaç yerden alıntılar.. ve 2 adet şahane şiir ..
1990 kuşağının en iyi şairleri arasında gösterilen Didem Madak, 23/7/2011 tarihinde hayata veda etti. Bir süredir kolon kanseri tedavisi gören Madak, 41 yaşındaydı. ‘Müsvedde’ şiirinde “Anlatarak bitiriyorum hayatımı/ Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat/ Bir çiçek çizdim bu akşam avucuma/ İsmini her şey koydum/ Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan/ Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım/ Yıldızlı bir gecenin” diyen Madak’ın cenazesi bugün öğle vakti Şişli Camii’nde kılınacak cenaze namazının ardından toprağa verilecek.
1970 İzmir doğumlu Madak, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Tezgâhtarlık, sekreterlik, anketörlük gibi işlerde de çalışan Madak’ın şiirleri Ludingirra, Öküz ve Sombahar gibi dergilerde yayımlandı. ‘Grapon Kâğıtları’ isimli ilk kitabı İnkılap Kitabevi Şiir Ödülü’nü kazanan Madak, 2002 yılında ‘Ah’lar Ağacı’, 2007 yılında ise ‘Pulbiber Mahallesi’ adlı şiir kitaplarını yayımlamıştı.
Bireysel ve toplumsal özgürlük vurgulu şiirlerinde kadının iç dünyasını yansıtan Madak aynı zamanda, Wayne Miller ve Kevin Prufer’ın yayıma hazırladığı ‘New European Poets’ adlı antolojide ‘Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım!’ şiiriyle Türkiye’yi temsil etmişti:
‘… Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım./ Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum./ Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen/ Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?/ Bir gül, bir güle derdi ki görse/ Yalan söylüyorum/ Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.’
çiçekli şiirler yazmak istiyorum bayım!
‘zenciler prensesi olacağım
hayat işte asıl o zaman başlayacak’
pippi uzunçorap
çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
bilmiyorsunuz. darmadağın gölgemi
çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
karanlıkta oturuyorum. ışıkları yakmıyorum.
çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
bir yağsam pahalıya malolacağım.
ben bir bodrum kat kızıyım bayım
yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
fakat korkuyorum. birazdan da
kırk üç numara ayakkabılarınızla
bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
bu iyi olmaz bayım!
“gün akşam oldu” diyorum
ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
cam kırıkları yiyorlar
rüyamda; bir kase dolusu suyun içinde
rengarenk yap-boz parçacıkları
anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
hayır, sanırım sabahı bekleyemem
bilmiyorum.
insanlar rüyalarını acilen anlatmalı.
ondört yaşındaydı ruhum bayım
bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
o ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
sinemalarda da “organzm gıcırtıları” oynuyordu.
kaçmaya çalıştım. olmadı.
bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
neyse işte
ben her filmi hatırlarım
sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
“sofinin tercihi”ni seyrederken çok ağlamıştım.
öpüşen guramilerle ilgili bir film yapsalar
onu da mutlaka hatırlardım.
insan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
bir “eşya toplayıcısıyım” bayım.
büyük gemiler yok artık bayım
büyük yelkenler de
büyük kağıtlar yakmak istiyor şimdi canım
işte az önce bir karabatak daldı suya
bir süredir de kayıp
dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
bir gül, bir güle derdi ki görse
yalan söylüyorum
güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.
DİDEM MADAK
..
SİZ AŞK’TAN N’ANLARSINIZ BAYIM?
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum…
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!
Allah’la samimi oldum geçen üç yıl boyunca
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadım
Hayır
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım…
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.
Aşk diyorsunuz ya
Ben istemenin Allahını bilirim bayım!
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmaya
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başını
evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!
Süt içtim acım hafiflesin diye
Çikolata yedim bir köşeye çekilip
Zehrimi alsın diye
Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz
İlahiler öğrendim.
Siz zehir nedir bilmezsiniz
Zehir aşkı bilir oysa bayım!
Ben işte miraç gecelerinde
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
Bir şiir aradım.
Geçen üç yıl boyunca
Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.
Ülkem olmayan ülkemi
Kayboluşumu aradım.
Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Bir ters bir yüz kazaklar ördüm
Haroşa bir hayat bırakmak için.
Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır.
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.
Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!
DİDEM MADAK
amy winehouse için kederim ise ayrı bir yazı konusu… o bir kelebekti ve ömrü bu kadardı.. daha fazla yaşayamazdı..
bir şarkısını gönderiyorum..
love is a losing game..
çok sevgiler..
‘Taflan’
Aslında yeryüzünde bulunmalarına rağmen, hala elmayı yememiş ve cennetten kovulmamışları itham etmek gibi bir amacım yok. Sadece yazmak, baş ucuna ilişmek istedim Amy Winehouse’un… Bilmek bazen kesmiyor insanı; hani hamlığından kurtulup ya da bunun zehabına kapılıp pişiyorsun ya… Yok aslında öyle bir şey, yaptığın belki de sadece içindeki o kuyunun üzerine çekip tahtadan kapağı, Hayyam’ın rubaileriyle gözyaşlarını yerlerinden çıkmasınlar diye, işte onlar orada dursunlar da göğsündeki derin yarık tekrar kanamaya başlamasın diye, hıçkırıklı kahkahalar atmak. Bu işte en iyi yaptığım şey. İşte bu “şey” diyerek işaret ettiğim istidatlarımı da bilincim ve hafızam gibi kurarım. Malzemeyi de alemden ve bilinçaltımdan toplarım.
Bakışlar… Hafızamda kayıt dışı bakışları toplanır cümle alemin. Orası öyle bir kuyu ya, varsın dolsunlar içine. Ancak mümkün değil, bana değdiği, benile irtibatlandığı andan itibaren arkamı dönüp gitmem. Evet yaşarım hem de çok güzel yaşarım gündeliği, ancak hafızadaki bakış o da benle yaşar dolaşır sokaklarını dünyanın. Bilirim, bu benim kadim bilgeliğim. Dünyaya ikinci doğuşum, yine acıyla olmuştu; ammawelakin ağlayamamıştım bile… Hayat zordu wesselam we tam sırt çantamı alıp yola çıkacakken, kendimi Bay Sınır Durumlarla Sınanmanın kollarında bulmuştum. Elbette, tabi ki, o yolculuğa hiç çıkamadım; ancak söz konusu Bay’ın rehberliğinde çıktığım yolculuğun yanında o, 80 günde devr-i alem kalırdı. Şimdi buradan bakınca, eywallah sayın bayım!
Amy W., en başından göründü işte o derinumutsuzacıboşluk BtŞ’ye… Daha önce Kurt Cobain’de de olmuştu, benim gökyüzümün yıldızlarında da… Yine de çok güzeller, yine de paha biçilemezler… Ol sebepten, bu aralar, ilk tekkeme vefa ziyaretinde bulundum; iki tur döndüm etrafında ortasındaki ızdıraptan müteşekkil kara deliğin. Ne çok sewerdi o kara delik beni, ne çok içine alır ve geri çıkarırdı; çünkü acıdan gözlerim kanadığı zamanlarda bile, deli gibi gülerdim.
Ama yine de, Amy’nin üzeri örtülmüş cesedini taşırlarken ambulansa, bir defa daha teyit ettim ki, ne sonluluk ne de bu fikrin benile birleşmesinden doğan o piçhiçlik duygusu beni bırakıp da gitmeyecekler bir yere. Öyleyse: “Yüreğim kimselerden ihsan dileme/Bu amansız felekten aman dileme/Bil ki derman aradıkça artar derdin/Derdinle haldaş ol, derman dileme (Ö. Hayyam).”
‘İbn-i Zerabi’
‘- hareket etmeyenler, zincirlerin ne kadar ağır olduğunu bilmezler…’ – rosa luksemburg
kendimden çok uzaktayım yine…
her şey aklımda koşuştururken, hareketsiz bir sızı var içimde…
duvar dibi gibi…
oysa alışmaya başlamıştım. keskin viraj gibi birden bire değiştirdiğin hayatıma…
biraz olsun tekrar içtenleşmeye başlarken gülüşüm, yine sahteleşip beni terk etti..
hiçbir şey yapmak istemiyorum bugün…
beni yine dönme dolaba bindirip en yüksek yerde elektriği kesen, üstelik birde şiddetli rüzgarlarla beni deneyen, her gün, her sabah illaki baktığım ve hep bir daha asla bakmayacağım dediğim facebook foton mu, su şişesi mi, yoksa bana aldığın ayakkabılar mı bilemedim…
hani en son senle içtiğimiz tekila var ya… hani sen yine bahçesi olmuştun pembeli, kırmızı yanakların…
hani yüzünü eşkiterek içtiğin içki, eline tatlı tatlı şeyler yazdırmıştı, şimdi okununca tatlılıktan ziyade, bizans mızrakları gibi gelen cümleler…
kahretsin!!! sigarayı üfleyişinde geldi şimdi aklıma, efkarla işve arası bir kavisi vardı dudaklarının…
ne çok yakışıyordun geceye ve alkole…
sonra ben ayak parmaklarına komik komik suratlar çizmiştim de sen yine çok salakça bulmuştun hani…
sana gönderdiğim cevizlerin kabuklarına da çizmiştim o komik gülen suratlardan… acaba o zamanda salakça gelmiş miydi?
her neyse işte ben o tekila şişesini atmadım… su şişesi yaptım ve gün içindeki en işe yarar reaksiyonumda, off çeke çeke şişeyi kafama dikmek… dolabın önünde öylece dikilirken, yine istilasına uğruyorum hiç hesapta olmayan anıların ve……
sesini duymak istiyorum… sadece sesini duymak… ama sen bilme istiyorum… bilmeden bahset günlük sıkıntılarından…
evinden bahset, yapmak istemediğin ev işlerinden, dökülen kahveden, bencillikten, gitmek istediğin konserlerden, izlediğin filmlerden, yeni aldığın giysilerinden, hamza’dan, borçlardan, sana bebekken süt getiren amcadan, hatta ONDAN bahset…
ya da hiçbir şey yapma dur öylece nefes alışını duyayım…
bilinçli şekilde acı yaşamak bu olsa gerek…
bana aldığın ayakkabıları giyerken de ne kadar eskidiklerini fark ettim, peki neden eskimiyor böğrümdeki bu sızı?
bazen kendimi balık gibi hissediyorum… oltana takılmış, sonra sen tarafından ufacık bir leğende bir süre bakılmış, sonra ”-ne bu ya tuta tuta bu balığımı tuttun! küçük balık bu, işine yaramaz, öbür leğene attığın balık daha iyiydi, boş ver at gitsin bunu denize…!
diyene kulak verip apar topar tekrar denize atılmış bir balık gibi…
hatta o kadar umarsızca ve acele fırlatılmış ki denize; çarpacağı kayalıklar hesaba katılmayan, sersemleşmiş bir balık gibi…
şimdi tekrar tüm her şeyi bir başıma omuzlamak ve iyileşmek zor…
aman ha.. yakındığımı düşünme sakın… hiç ama hiç yakınmıyorum sadece hüzünlü bir şey işte…
aklıma geldiğinde !
sümüklü halde hatırladığım çocukluk arkadaşlarımı, facebook’ta çoluk çocuğa ve zamana karışmış halde bulduğumdaki burukluğu yaşıyorum o kadar….
hem ben sayende birçok dost edindim sevgili ecelim… böğrümdeki sızına borçlanarak buluştuğum dostlar…
yüzlerini görmediğim ama her birinin yaralı bir güvercini okşar gibi yüreğime dolan kelimelerini bildiğim dostlar… kelimelerimle ellerini tuttuğumu söyleyen dostlar… hastalanan annem için en az benim kadar kaygılanan dostlar, güzel bir şey dinlediğinde okuduğunda paylaşan, şarkılar, türküler armağan eden dostlar…
CROCKETT, REİS, ÖTEKİ, NİYOBE, GULE ve henüz tanışamadığım daha bir çok aylak dost….
teşekkür ederim sevgili ecelim… sayende bu mutluluk, hepsi sayende….
‘BULUT’
‘-korku ve kan, daha her şeyin sonu değildir,
bir şey, tek bir şey tüm yıkıma karşı ayakta kalır…
insanın insanla karşılaşması…
gün oldu, bir yabancının bakışlarıyla, bize bir göz kırpışıyla…
uçurumun kenarından döndük…. – cesare pavese’
‘eğitimin amacını tek kelimeyle söylemek gerekirse; bu amacın genel anlamda üretim olduğunu söyleyebiliriz.. evet eğitim üretim içindir..
tarihin ilk çağlarından itibaren durumu incelersek eğitimden beklenen sonucun bir şey üretmek olduğunu görürüz.. eğitimin amacı üretim dendiğinde, bu üretim sözcüğünden yalnızca bir nesnenin, bir ürünün sayıca çoğaltımı anlaşılmamalıdır..
eğitim üretim içindir, ama eğitim yaratım içindir de.. yeni bir anlayış, yeni bir yapı, yeni bir düzen, yeni bir metot oluşturmayı da bir çeşit üretim sayıyoruz ve işte bu anlamda; eğitim üretim içindir, eğitim yaratım içindir diyoruz..
öte yandan şunu belirtelim ki çok açık bir gerçek olmasına rağmen; ‘eğitim üretim içindir’ ilkesi türkiyemizde henüz ifade bile edilmemiştir.. gerçekte ise; tarih incelendiğinde açıkça görülür ki doğru eğitim daima üretime dönük olmuştur..
türkiyede ise; ‘eğitim üretim içindir’ ilkesi ne kabul edilmiş, ne de ifade edilmiştir.. eğitim, ama ne için eğitim.. bu soruya cevap vermeye yönelen eğitimcilerimiz; ‘memleket kalkınması’, ‘adam yetiştirme’ gibi büyük fakat ne anlama geldiği belirsiz olan sözlerle ortaya çıkmışlardır.. gerçekte ise, bir eğitimcinin ilk bilmesi gereken şey ne için eğitim yapılacağıdır.. bu sorunun tek doğru karşılığı ise üretim için eğitim ilkesidir..
eğitimden beklediğimiz, ihtiyaç maddelerinin çoğaltılması ve yeni değerlerin yaratılmasıdır.. halbuki türkiye’deki eğitim başlıca üç yanlış ürün verir :
1) sokağa işsiz,
2) memuriyete aybaşı beklemeye,
3) yurtdışına işe..
eğitimini tamamlamış bir kişi için ilk tehlike işsiz kalma tehlikesidir.. daha değişik bir söyleyişle; hiçbir üretim yapma olanağı bulamamaktır..
türkiye’nin sosyo ekonomik ve siyasi yapısında hiçbir değişiklik olmadan yalnızca eğitimde bir reform olamaz.. eğitim toplumsal hayatın ayrılmaz bir parçasıdır.. yaşamak savaşının gereği olan bilgilenmeyi sağlamak için ortaya çıkmıştır.. toplumun geliştirdiği üretim araçları ve insanlar arası ilişkilere bağlı olarak her ekonomik yapıda farklı eğitim sistemlerinin olduğunu görüyoruz..
çağdaş ingiliz düşünürü bertrand russel ‘eğitim ve toplum düzeni’ adlı eserinin ikinci bölümünde farklı eğitim düzenlerinden şöyle söz eder : ‘günümüzde üç ayrı eğitim düzeninin savunucuları var.. bunların ilkine göre, eğitimin amacı yetişme olanakları sağlamak ve engelleyici etkileri ortadan kaldırmaktır.. ikinci kurama göre, eğitimin amacı bireye kültür vermek ve yeteneklerini mümkün olan en geniş ölçüde geliştirmektir.. üçüncüsü eğitimin birey yönünden değil toplum yönünden ele alınması gerektiğini, görevinin yararlı yurttaşlar yetiştirmek olduğunu ileri sürer.. bu kuramlardan üçüncüsü en yeni olanıdır.. en eskisi de ilkidir..’
russel’in ayrımına göre bizdeki eğitim düzeni daha çok ikincisine uymaktadır..
herhangi bir eğitim düzeni hangi tür olursa olsun, ülkenin sosyo ekonomik yapısında hiçbir değişme olmadan eğitim reformu yapılamaz, yani yeni bir eğitim düzeni kurulamaz.. başka bir deyişle hiçbir eğitim düzeni o ülkenin sosyo ekonomik yapısından ayrı olarak ele alınıp çözüme varılamaz..’
HARUN KARADENİZ
‘Eğitim üretim içindir..’, Gözlem Yayınları, Ekim 1979, 86 Sayfa..
‘harun karadeniz, 1942 yılında giresun’un alucra kazasının armutlu köyünde doğdu.. yüksek öğrenimini istanbul teknik üniversitesi inşaat fakültesinde tamamladı.. öğrenciliği döneminde çeşitli öğrenci derneklerinde görev aldı.. 1968-69 yıllarında itü öğrenci birliği başkanlığı yaptı.. 1968 yılının tös’ün düzenlediği devrimci eğitim şurası’na çağrılı olan öğrenci örgütleri dayanışma kurulu yürütücüsü olarak kurulun ön çalışmalarına katıldığı halde, siyasi baskı ortamının yarattığı sakıncalar yüzünden şura’ya fiilen katılamadı.. itü’ye yapılan bir faşist saldırıda yaralandı.. bu yaralanmalar kendisinde kalıcı hasarlar oluşturdu.. 12 mart döneminde tutuklandı.. hapiste olduğu dönemdeyken uğradığı saldırı ve işkenceler yüzünden oluşan rahatsızlığı arttı.. 12 mart sıkıyönetimin çeşitli engellemeleri yüzünden tedavisi gecikti ve amansız hastalığı onu 1975 ağustosunda aramızdan ayırdı.. ‘olaylı yıllar ve gençlik’, kapitalsiz kapitalistler’, ‘eğitim üretim içindir’ adlı üç kitabı ve bazı broşürleri vardır..’
Bu gece daha da çok artan yalnızlığınla, azalan yanlarının sıcağında tutuşmuş küçük bir kağıt parçasında konaklıyor gözlerin. Ama bir kapı gibi sanki, araladığında milyonlarca kelimenin iç yüzdene dağılarak kanına karıştığı. Ardı arkası kesilmeyen bir dolu görüntünün o küçücük anahtar deliğinden sızarak odanın hiç eksilmeyen dört duvarında gölge oyununa başladığı…
Sonrası uzun bir sessizlik oluyor hep. Her verişinde almaya daha da hevesli bir iç çekişle sıkışıyor yüreğin. Dile getirmeye niyetlendiğin ne varsa gelip takılıveriyor her seferinde dilindeki kesiklere. Yutkunup ağır ağır, oldukları yere tekrar gidip oturduklarında, içinde duyduğun sızı beyninde yankılanıyor olanca gürültüsüyle.
Tesellisi olmayan bir zaman aralığı oluyor bir anda yaşadığın tüm hayat. Anda olup, anı olmayı bir türlü becerememiş, hala avuçlarındaki kokusuyla kırmayı başarmış; öfkeni, alınganlığını, kırılganlığını ve daha ne varsa bencilce içinde biriktirdiğin…
Ve yine ortada kalıyorsun, o hep çocuk bakan bir çift gözün karşısında ellerini nereye koyacağını bilemeyişinle…
Bu gece de yanmamalı o kağıt parçası, kül vakti değil henüz. Birkaç kelimelik hacmiyle, yılların ağırlığını taşıyan bir kapı olmalı hep orada. Geçmiş ya da gelecek diye adlandırmadan tüm anlara aralık…
‘Öteki’
‘’Ve neyi kanıtlar ki yüreğin
bir rakkastır dünle yarın arasında
sessiz ve yabancı
ve ilan ettiği artık
kendi dökülüp gidişidir zamandan. ‘’
Ingeborg Bachmann
Hafta sonu, çok sevdiğim bir dostumla, bir tur otobüsüne binip Kapadokya yoluna düştük. İkimiz için de ilginç bir tecrübe oldu; çünkü daha önceki “serseri” gezilerimizde, turlarla gelmiş hatunların, esrik sorularına maruz kalmış ve “Tur mu? Hayatta olmaz!” diye de büyük laflar etmiştik. Ancak kader işte, beş kuruş para vermeden gezmek söz konusu olunca, dayanamayıp dahil olduk tur olayına.
Aslında, o kadar da önyargılı olmamak gerekirmiş. Sonuçta, istediğiniz kadar sosyalleşme hakkınız hep saklı. Siz istemedikçe, kimse sizi anlamsız bir sohbet veya Voltran’ın eksik parçasını oluşturmanız için zorlayamıyor. Hem farklı gerçekliklerden insanlar dahil olduğu için sürece, bol keseden sosyoloji yapıp, eğlenebiliyorsunuz. Bir daha görmeyeceğiniz için insanları kafanıza takmanızı gerektirecek bir durum da olmuyor. Neyse… İyiydi yani, sıradan bir günde, sıradan bir grupla Anadolu’nun göbeğine doğru yolculuk oldukça keyifli bir tecrübe oldu benim için.
Geziden bana hasıl olanlara gelirsek… Bir kere, Dogville her yerde aynı. Aynı hayat, aynı beklenti, aynı karmaşa ya da aynı tekdüzelik içerisinde sürdürüyor hayatını. En önemli mevzu, belirleyici ölçüt maddiyat. Sevgili Marx, “Alt yapı üst yapıyı belirler” derken ya da “Din, kitlelerin afyonudur” önermesinin altını çizerken aslında, Hayyam’ın rubailerinde yerden yere vurulan insan tipolojisi ile benzer varsayımları üretiyordu. Selam olsun sizlere hem Marx hem de Hayyam! Yani, kim olduğunuz, kafanızın ne kadar zehir olduğu, sahip olduğunuz erdemli hal ve tavırlarınız vs. hiçbiri önemli değil, eğer maddi bir kazanca dönüştürülemiyorsa.
Varlık veya yokluk, nereden geldik, nereye gidiyoruz, kimiz, kim miyiz? vs. sorularla hiç işi yok Dogville efradının. En önemli sorunlar, hayatı maddi anlamda sürdürebilmekle ilgili. Kapadokya çok önemli bir coğrafya, dün buna gözlerimle şahit oldum. Hattiler’den itibaren birçok kavme beşiklik etmiş. Erozyona uğramış dağlar, dağların ve kayaların içlerine yapılmış meskun mahaller, gizemi… oldukça enteresandı. Büyüleyici miydi evet, ancak muhteşemdi anlamında değil. Tüm o izler, birer barbarlık anıtı gibi duruyordu karşımda. Ammawelakin, havanın içinde veya toprağın altında saklı sırlar vardı. Ne çok insan, kavim, millet geçip gitmişti. Ezenler ve ezilenler arasındaki ölüm oyunlarına sahne olmuştu mekan ve şüphesiz çok insanın ahı alınmıştı. O sebepten, ne eşyayı ne de eşyaya iliştirilmiş şahsımı fotoğraflamaya yeltenmedim. Sanki, asırlar önce öldürülmüş, ahı alınmış bir mustazafın ruhu sinmiş de, fotoğrafını çeksem bana geçecekmiş gibi.
Hah ne diyorduk Dogville… Eşraftan bir çömlekçi ailesinin üyesi, mesela bana, Hititlerin dini ayinlerinde kullandıkları kabın kopyasını, yaklaşık 750 TL’den en son 375 TL’ye indirdi. Tamam el yapımı, emek-yoğun bir ürün, buna bir sözüm yok; ancak bu miktar yine de çok fazla değil mi? “Naptın hocam yaaaa, eywallah!” deyip, “Siz de Kibele var mı?” diye sordum. “Yok” dedi, “Bir tane kalmıştı o da geçen gün satıldı.” Öyle deyince, fiyatını sormadım artık. Tanrı’ya sadakatin sunulduğu bir törende kullanılan bir kabın kopyası en son 375 TL ediyorsa, kim bilir tanrıçanın kopyası en son kaça düşerdi? İşin enteresan kısmı, Ürgüp’te çarşıyı gezerken, aynı kaptan çok örnek görmem ve fiyatının pazarlıkla 150 TL’ye düşmesiydi. Mübarek, adamlar aynı tasarımı birçok ustanın yaptığı tarihi bir kopyayı satmıyorlar sanki de, özgün bir Alev Ebuzziya tasarımı pazarlıyorlar!
Yörenin zanaatkar-esnaflarının şirinliklerini sergiledikleri sırada, arkadaşımla dışarı attık kendimizi. Elma çayı içip laflarken, sedirde yanımızda oturan baba-kızın konuşmalarına kulak kabarttık az biraz. Öyle laf ola beri geri konuşurlarken, yanlarında oturan arkadaşıma, nereden geldiğini, geldiği yerde hangi semtte oturduğunu vs. sordular. Arkadaşın semtini, 80’ine merdiven dayanmış, üst ön sıra dişleri tamamen altın kaplama olan amca şu şekilde yorumladı: “Orada evler ucuz ancak çok uzak…” Haydeeee, amca ne iş ya? Sonra, baba-kız baktılar, benim arkadaşta fazla bir muhabbet isteği yok, kendi içlerine döndüler. Çayımı içip, sigaramı bitirdikten sonra, “Az biraz derinlemesine görüşme yapayım” diyerek, amca ve kızına sordum: “Buralı mısınız?” İkisi de mutlulukla bana döndüler ve ben sordum onlar cevapladılar. Arada onlar da sordu; ancak görüşmeci bendim ve ipleri elimden kaçırmamaya niyetliydim. Bizim bu amcanın dedeleri 300 yıl önce Yemen’den Avonos’a gelmişler. Amca yıllarca Almanya’da çalışmış. Suratında geniş bir gülümseme ve güneşte parlayan altın sarısı dişleriyle, Almanya’dan sadır olan hasılatını şu şekilde özetledi: “Yaaa, hem Almanya’dan hem de buradan emekli oldum. Üç tane evim var, çocukların hepsine bir de toruna ev aldım. Bu benim kızın da emeklisini yatırıyorum, dört yıl sonra emekli olacak inşallah.” Süpersin amcam yaaa, Avonos’ta senden iyisi yoktur. Bu arada, Kayseri’den de ortak tanıdık kotardık. Kayseri’nin bilinen bir otobüs firmasının sahibi, “Haaa biliyorum amca, o yeni firmayı kuran kayınpederiymiş di mi onun?”, amcanın akrabasıymış. Hem amca hem de kızı bunu en az üç defa vurguladılar: “Bizim akrabamız olur, olur, olur, lur, lur…”
Sonra döndüm ve ölümcül darbeyi yaptım: “Yaw amca senin durum iyi peki hanım hayatta mı?” Amca başını önüne eğdi önce, “Öldü işte o çok kötü” dedi. Ben de, “Amca ya gençlik geçiyormuş da, yaşlılıkta hayat arkadaşı olmadı mı zor oluyormuş değil mi?” diye sordum. Amcanın kızının yüz hatları gerildi ve gözlerini çevirmeden karşıya bakmaya başladı. Amca muzip bir tebessüm edip, yan bakışıyla kızını kontrol ederek, “Öyle evladım öyle. Sağolsunlar bakıyor evlatlar; ama yine de olmuyor yalnız.” dedi. Kızı tek kelime etmedi. Anladım ki, amcanın evlenme mevzusu olmuş; ancak mal bölünmesin diye kızları, “otur oturduğun yerde baba” diyerek resti çekmişler. İşte o anda, meslek gereği içli dışlı olduğum “evlilik programları” adlı garabete katılan, yaşını başını almış amca ve teyzelerle ile ilgili merakım giderildi. Bu amcalar, para var pul var, ancak hanımları ölmüş ya da ayrılmışlar. Onlar evlenmek istiyorlar ve evlatlarına, “Everin beni” diyorlar. Ammawelakin, sırtlan veletler mal bölünmesin diye babalarına üç günlük dünya saadetini çok görüyorlar. Buradan tüm bu evlatlara sesleniyorum, “Gelin yapmayın, babalarınızı analarınızı evlendirin. Sonuçta, kimse kimsenin nasibine engel olamaz; çünkü herkesin nasibi zaten doğuştan bellidir. Hem iki günlük dünyada, niye ananızın babanızın ahını alasınız ki?”
Nasıl söyleyeyim, çok keyifliydi. Yani, Dogville’le aynı parametrelere sahip değilsen ve “şeylerin zorunluluğu” ilkesi sende bir hissihâle dönüşmüşse, en sağlam stand-upçıları orada bulabilirsin. Hem para vermezsin hem de bir kilo pirzola yemiş gibi olursun. Son olarak, bir diyalogu daha aktarıp kaçacağım. Şimdi bizim turun bir de haskan Ürgüplü bir rehberi vardı. Rehber; ancak kelimenin tam anlamıyla rehber. Önce ticaret olsun da dostluğu napayım yawwww… türünden, seyirlik bir Dogville müridi. Bizim bu rehber, “google” kıvamında konuşurken, baktım, r ve l harflerinin yan yana geldiği yüklemlerde r’leri l yapıyor. Bu yörenin ağzının tipik bir unsurudur. Örneğin, geliyorlar yerine geliyollar demek. Şimdi, Uçhisar’da indik, ben amcaya fırsat yapıp sordum:
– Kayserili miyiz hocam?
– Yok Ürgüplü’yüm. Niye ki?
– Dikkat ettim, sizin r’ler l oluyor. Geliyollar, buluyollar vs.
Bunu ikinci derece bir durum olarak algılayan rehber:
– Yok yawww, öyle mi sahiden? O kadar da dikkat ediyorum ama… Ondan değil de Fransızcamdan ötürü böyle.
Pratik akıllı rehber, ikinci derece algıladığı durumu anında birinci dereceye evirdi. Arkadaşımla rahat gülmek için rehberin gerisinde kaldık: “Nassı yaa, benim bildiğim Fransızca gırtlak girerse devreye, geliyorlar, geliyollar değil, geliyoğğlağğ olur. Demek ki neymiş, her yöreye has, sözcükleri bir Fransızca kırma biçimi de varmış. Eheh eheh, hoh, hoh, hoh…”
Böyleydi işte, çok keyifliydi. Öyle ki insanın, hep yollara düşüp, farklı coğrafyalarda, farklı Dogville müritleriyle karşılaşıp, bağıntılarını birleştiresi geliyor.
‘İbn-i Zerabi’
Modernizm Yavrum Modernizm.
Modernizm ya da çağımızın kağnısı.
“Onların” dışındaki insanların tamamını medeniyet mağduru haline getirdiler. Dünya çapında kıçı kırık demokrasi inşaatı devam ederken, “modernizm mi demokrasiden çıkar, demokrasimi modernizmden,” tartışmaları yapıldı kapandı veyahut yapılamadan unutuldu gitti.
Alternatif intihar yöntemleri bulan insan artık acı çekmeden ölebiliyor. Bu iyi!
Sylvia Plath sabah saatlerinde iki çocuğu için sütlerini hazırlamış, atıştıracak bir şeyler koymuş ve mutfağa gidip kapıyı ıslak havlularla kapatmış, sonrasında gaz ocağını açıp kafasını içine sokarak intiharını başarılı şekilde gerçekleştirmiştir. Anna Sexton’da bu ölümün ardından şiirinde “niye benden önce” diye “tıs”lamıştır. 1950’lerin ikinci yarısından sonra Amerika’nın önde gelen şairleri arasına giren bu iki kadın intihar ederek dünyanın boktan ve katlanılmaz bir yer haline geldiğini, “siz takılın bize eyvallah” diyerek, tanrının verdiği bedene teröristçe yaklaşıp, kendi yollarını çizmişlerdir.
Bir alternatif yol olarak intihar etmenin, kapitalizmin çarkları arasında sucuk olmaktan daha iyi olduğunu düşünenlerdenim. Çulsuzlara, vahşi şefkatiyle yaklaşan dünya sistemi “zengin olmanın yollarını” gösteriyor. Ama pek fazla şans tanıdığını düşünmüyorum. İş yapalım diye yola çıkıp küçük bir dükkân açtıktan sonra iş yapamama ihtimali, sadece iş yapacak adamın beceriksizliğiyle alakalı değil. Ondan daha büyük ve şişman adamlar dünyada hem daha fazla yer kaplıyorlar, hem de holdingleri hem enine hem de fezaya daha fazla uzanıyor. İşte biz o şişmanlara oligarşi diyoruz. Onlar sanatın kraliyetler gölgesinde gelişip olgunlaştığını çok iyi bilirler, onlar kitapevleri açarak türlü çeşitli yazarlara para akıtırlar, onlara yakınlaşma çabası içinde olan insanların sayısı azımsanamayacak kadar çok. Ama sonuçta sanatında bir iş olduğunu düşünürsek, “medeni şekilde iş yapıyorlar doğru.”
Şairin İntiharı
Memesi olanın bir sıfır önde olduğu sektörlerden biri olarak şair kabilesi geliyor. Ahkâm kesmeyi seven ve her boku bilen insanların toplandığı esnek çalışma saatleriyle, histerik duruşlarıyla “hayatı bilmiyorsunuz lan” diye haykırıyorlar. Yine medeni şekilde!
Kendini öldürecekmiş gibi yazan ama makyajsız dışarı çıkmaya korkan, hayatında belki hiç ter kokmamış hatta terlemenin nasıl bir uygunsuzluk olduğunu düşünen kadın şairler tanıyorum. Hala yaşıyorlar ve benden sonra geberecekler. Bunları adım gibi biliyorum. Modernize tugaylar halinde sanatın yanında yer alan insanlar da var. Onlarında, başkasının acısını görmekten zevk alan bir sirus kabilesi olduğunu düşünüyorum. Hâlbuki gözlerini açıp mahallesinde geri dönüşüm işçilerine biraz baksalar ne iyi olur! Öyle güzel boyunları var ki çöpe kafayı sokup, eliyle pet şişeleri nasıl bir açıyla yakalıyorlar bilemezsiniz! Siliokolis işçilerinin akciğerleri inanın dehşet verici ama sizinkiler marka slim sigaralar yüzünden çok daha temiz ve check-up’nızın tarihi aksadığında bile kendinize düşman oluyorsunuz. “Ah aptal kafa!”
Barlardan kafasını kaldırıp dünyaya bakamaz halde içen, hatta geçen ay Kadıköy’de bıçaklanan yedi yurttaş için “kardeşlerimiz için içiyoruz” eylemiyle içmenin öküzce nerelere taşındığını gördük. Aralarında şair kafilesi de vardı. Bu insanlar ne yaptılar peki? Basın açıklamasını titrek bir sesle okuyup bitirdikten sonra, gördükleri ilk tekel büfesine saldırdılar. Ellerinde aslanlar gibi siyah poşetleriyle apartman önlerinde boğazlarını serinlettiler. Poliste Hell’s Angel’s’lardan –zebanilerden- korudu. Yapılanları küçümsemiyorum elbette. Eylemin siyasallaştırdığı doğrusunu atlamadan yazıyorum. Fakat oradaki bileşene baktığımda bazıları genç ve cesur olmanın yanında günde 10 litre bira tüketen ve kırmızı masaya gelir devrim olur edasında olmalarının yanında kelli felli devrimci ağabeyleri de gördük. Bunlara ne demeliyiz peki? Makul koşullar oluşturulup tartıştığımızda siyasal olarak bizi itin götüne sokup çıkarabilecek adamların orda ne işi vardı? Çok basit sadece sosyalleşiyorlardı. Peki, şu çabayı seçim döneminde Sebahat Tuncel’in seçim bürosunu açmak için kullansalardı ve Kadıköy’ümüzde bir bürosu olsaydı o kadının, kötü mü olurdu? Haberleri bile yok! Bırakın onu şiire siyaseti sokmanın onurunu yaşarken, gerçekte akıllarından bile geçmez. Kalem işler yazar övünür. Ne yazsalar tayfa hazır kıta alkışlamayı bekler. İlginç olmanın garip bir erdemi vardır! Bu adamlar harbiden ilginç!
Kadıköy’ün barlarında leş gibi içip sonrasında yan masalardaki kadınlara sarkan, edepsizliğin sınırlarını, İngiliz safkanlarına bile bırakmayacak adamların bu eylemde olması esasen beni çokta şaşırtmadı. İçmek için kendine alan yaratma çabalarını evde içerek kutluyorum.
Modern şiir tartışmalarının modern şair tartışmasına döneceğini hayasızlıkla bekliyorum.
‘Papyrus’