Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

can sıkıntısı…

Uzun zamandan beri can sıkıntısını hastalığımla harmanlayıp yatıyorum. Biraz önce bir şair kardeşimle konuşurken hastalığımı sormasının ardından sorduğun için sağ ol dedim. Bizim kimimiz var be ağbi dedi soracağım tabii, aslına bakarsan ben de pekiyi değilim… Kendimi çok yalnız hissediyorum dedi.

Bir trilyon insanın uğraştığı yegane sorunla yüzleşmek değil mesele, mesele ne onu da bilmiyorum. Fakat insanlar hasta olup ölür, ölebilir. Cami avlusuna işeyen köpek Allah’ından bulur mutlaka. Romantik bir adam olduğum pek söylenemez, ama yüzmeyi ve masada ağzını şapırdatmamayı aynı yaşlarda öğrendim. Ağız masada şapırdatılmaz, doğru düzgün ye, eve kız atma, attın yatma sadece müzik dinle’lerle geçen ergenlik denilen ergenlere katlanma çağından sonra sonra… buralara kadar geldik. Burası neresi? 35 yaş sınırındayız.

Mutlaka hastalıktan falandır ama bundan sonrası için ışık göremiyorum. Sadece kendi adıma değil hepimiz için; ışıksız, renksiz, anlarla mutlu olabileceğimiz şu kadarcık bir yaşam serilecek önümüze. Neler olacak biliyoruz. Sonrasını görmek artık antik tozlanmış Nostradamus edasında olmayacak. En azından şaşırmıyoruz. Ben şaşırmıyorum. İki hafta önce sokağın başındaki tekelin üstünde oturan yaşlı bir teyze evinde can vermiş ve ölümünün üzerinden on gün geçmesine rağmen, evinin önünden on gün içinde binlerce insan geçmesine karşın duyan gören olmamış. Evden gelen pis koku üzerine komşular rahatsız olmuş. Rahatsızlıkların bonusu olarak yaşlı teyzeyi cenaze işleri toplayıp mahalleyi hem kokudan hem teyzeden kurtarmışlar. Kısaca insan nasıl öleceğini bilmediği gibi, insanları öldüren şey de otopsi sonucunda belli oluyor.

Dertten ölene verem ya da kanser tanısı koyan gelişmiş tıpla karşı karşıyayız. Her ölümün bir yolu yordamı var. Her ölünün bir geçmişi var. Bazıları iş bulamadığı için işportacılık yapıyor ve zabıta arabasına el koymaya çalışırken kendini yakıyor “Arap Baharına” sebep oluyor kimi de on gün boyunca kokuşuyor.

Hepimiz bir hiçiz!

Bunları yazarken Bandista çalıyor. Evet heyecanlı ama şarkılar, marşlar izlediğimiz filmler, okunan kitaplar hep ama hep bitiyor. Mutlu olacak şeylerin sayısı gün geçtikçe azalıyor. Kuantuma inanmakta bir boka yaramıyor. Birkaç ufo görsek, şöyle kırmızı mavili yansa, dönse, günlerce anlatsak, o da geçecek biliyoruz.

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : crockett..)

döngü…

Hayatını çözemediğimiz insanlar, sıradanlıktan kurtulmak için değişik arayışlara giren, bazen içinde kaybolan, bazen de dibe vuran insanlar… Çılgın gibi belirsiz bir yolculuğa çıkıp, benliğinden uzaklaşan; yepyeni, taze bir benliğe bürünen, sonra tekrar sıradanlaşan insanlar… Anı, ötesini, gerisini yaşayanlar…

Hayatın bir döngü olduğunu kabullenen insanlar, döngü cazip olmasa da denemekten vazgeçmezler.  Toplum her şeyi sistematikleştirip, tek düze insan modeli yaratmak istese de insanın içindeki enerjiyi yok edemez.  Özdeki enerjiyi yok etmek zordur, hatta imkânsızdır.  Özdeki enerjinin önüne geçmek, onu yok etmek için kendimizle savaşırız. Oysaki öldürdüğümüz kişi benliğimizdir.  Bizi biz yapan iyilik, kötülük, sıra dışılık… yok olur,  sokaktaki her hangi bir karakter haline geliriz. 

Üniversiteyi kazanan bir öğrencinin ailesinden ayrılıp, başka bir şehirde öğrenci yurtlarında kalması gibidir. Öğrenci yurtları toplumun tercih ettiği,  uyumun ahengini sağlayan bilinçli düşünülmüş konaklama yerleridir.  Belli kuralları vardır. Ortak yaşamayı öğrenmelisin, belli saatlerde uyumayı, kalkmayı, yemeyi, içmeyi hatta düşünmeyi. Oda arkadaşınla zevkleriniz, düşünceleriniz, yaşama dair kurallarınız uyuşmalı. Uyuşmalı ki üniversite bittiğinde tek tip insan modeli, toplumun huzur içinde uyumasını sağlasın. 

Oysaki özdeki enerji yok olmaz.  Enerjiyi bir süreliğine bastırmaya çalışırız, çalıştıkça patlak vermeye başlar. Huzur içinde uyuyan benliklerimiz,  özgürlük ister, değişiklik ister, kargaşa ister…. Karşımıza toplumu alırız.  Ve döngü tekrar başlar…

‘Siyah’

boschlook…

Tüm varlığım karanlık bir ayettir benim…(Furuğ F.)

Uzun zaman olmuş… Uzun zaman olmuş, gözde ateş, dudakta duman üzerine basa basa Furuğ okumayalı. Bir de, kirpiklerimizin arasından akıp giden yaşların eşliğinde, o günlerin kirpiklerinin arasından geçip gittiği karanlık bir ayetin zikrinden sonra, “Çağdaş İstanbul’da Sufi Kadınlar”adlı sahaftan alınma ikinci el bir kitaba rastlamak… Bir de ne? Bir de, üzerine bu olunca, oldukça ilginç bir hale dönüştü gece. Demem o…

Ve işte, küçük bir kız çocuğu, büyük bir eyrama dönüşmenin zorunluluğu olan görkemli bir yüreğe sahip olduğunun ispatı, tuzdan ızdırabını damla damla boşalttı, mutfaktaki masanın muşamba örtüsü üzerine. Tüm bunlar, o Furuğ’u dinlerken oldu… BtŞ gözleriyle şahitlik etti bu duruma, sırrın sırrının emanetçisi, anladı. Kız çocuğu, yanan mumu aldı, gitti lavabonun kıyısında akıttı ellerinden ayaklarına. Yüreği acıdı, içindeki tohum onu “Hû” diyerek selamladı. O da kendini mumun kızgın suyuyla yıkayarak, karşıladı selamını yazgısının.

“…selam ey yalnızlığın garabeti

odayı sana bırakıyorum

çünkü kara bulutlar daima

arınmanın yeni ayetlerinin peygamberleridir.”

Bilhassa son iki dize, iki-üç kez tavaf ettik küçük kızla. Duymuş muydu, duymuş muydum daha önce, hayr ve şerrin kadim ilişkisinin bu kadar lezzetli, iştah açıcı bir şekilde ifade edildiğini? Yok… Ama o en çok, Furuğ’un yalnızlığına gözyaşı döktü, bazen elleriyle yüzünü kapadı, hıçkırıkları boğazında takılı kaldı… Evet ya, aslında bildiği, tanıdığı bir hale döküldü perçemleri, yırtarak çıktığı, o ağır o derin o Kuzey o garabet mağarasını, ilk evini anımsadı.

Buradan nereye? Buradan toplumsal cinsiyet denen o ucubeye… Rahat bırakın çocukları, toplumsal doğa diye, üzerlerine geçirdiğiniz, o ne idiğü belirsiz, “kadın-erkek” dökme kalıpları kırın atın ellerinizle… İbrahimi bir eylem bu işte, ruhu-kalbi örten, kirleten, dikenli tellerle çeviren her kabulü yerle bir edin/etmeli! O zaman işte çoğalacak “she-male”ler, yani erdişiler. Bırakın, yeter ki ellemeyin. O vakit, varlığını gözünü kırpmadan ateşin koynuna salacak pervaneler çoğalacak… Işığın ve ateşin halkı toprağın etrafında halka oluşturup, gaybın efendisini derin bir sessizlikle zikredecekler… O vakit, ibn-ül vakit…

Dîde-loji: Sosyalleşme, ruhun ırzına geçmektir. / İnsan yavrusu, evvel ailede sosyalleşir. / Son kertede, ilk ırza geçiliş tecrübesi, ensest bir eylemdir.

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yaşamak ve yazmak…

yanlış doğurmuş bizi doğuran oysa. anasının rahmini yırta yırta tersinden gelmişiz bu yaşama. varlığım varoluşa kelepçe olmuş gibi.. ne çıkarabiliyorum bileklerimden ne olduğunu kabulleniyorum o kelepçenin. acılarla birikiyorum ve acılarla büyüyorum küçülürken. kendini kendinde öldürmüş bir tanrı gibi şaşkınlık oluyorum sonra.
 
kendi kendini öldürdü bütün tanrı’lar.. ben de her geçen gün kendimi öldürüyorum bir tanrıya nispet edercesine. ve ben ölürken içimde senli olan yanların da ölüyor. cesedimi yıkamadan uçurum ağzında ısırıyor birileri ve ben ne zaman in/san desem, gözyaşlarım yağıyor ruhumdan. işte o an yaşamak en çelimsiz ve en çekilmez yer oluyor.
 
sonra üstad ! sana karşılığı olmayan sorular soruyorum durmadan;
 
kirpiklerinden tutulur mu bir şiir
ve dizelerinden dokunulur mu yaşama..
ya şair.. şair kendini hapseder mi sessiz harflere..
 
bunları düşünürken yoruluyorum. ne yana baksam kör olsun istiyorum varlığım; ama hala yaşamda nefes alan bir varlık olmak batıyor ruhuma. şarkılar dinliyorum, bir şeyler okuyorum, bir yerlere gidiyorum; ama hep aynı halüsinasyon.. olmayan seni var eden oyunlar oynuyorum. düşler düşlüyorum düşlerinden, sana düşler alıyorum uçurum ağızlarından.. ama nefes alamıyorum hala..
 
umarsızlığın çarmıhında seneleri giyiniyorum, belki zaman alır seni benden diyorum; ama zamanın gücü bir tek kirpiklerinden tuttuğum şiirleri yakmama yarıyor. yaktığım şiirlerle sevişiyorum sonra sana inat, onlarla aldatıyorum yaşamı ve seni. gene de başımı yaslıyorum dizlerine. ve dizlerin hala taş dölü. sol tarafıma sapladığım seni ayıklamakla geçiyor günlerim. yolsuz bir devinimin içinde aşk hareleri arıyorum, yolu sana çıkacak olan. oysa yol bile sendin…
 
yaşamak ve yazmak; bence anlamsızken bir anlam arayışında olmaktır. deliyken akıllı olma çabasında olmaktır yazmak. tanrıyken tanrı arayışında olmaktır ve şu bizim bizim yaptığımız şey pek de akla yatkın şeyler değil be üstad !  karşılığı olmayan sorular doğuruyorum gene sana katran karasına gömü olan kadınların rahminden. ve diyorum ki üstad:
 
yaşamın en çekilir yeri neresidir……?

‘Mavinin Çığlığı’

Sonbahar…

Ne zaman yalnızlık üzerine yazmak istesem, içimden iğde, çınar, çam ağaçları, atkestaneleri, çınarların toprak yollara kazınmış kökleri, nehir, denizyıldızları, kambur balinalar vs. çıkıyor. Böyle bir resimde insan, sabırla toprağı işleyen, ağaçtan yemişi, zeytini vs. toplayan ele ve eşyanın bir ucuna iliştirilmiş bir söğüt dalına dönüşüyor. Âlemle yan yana yürüyen sanki yalnız olsa da ıssız kalmıyor; ancak ona direnen ve tabiatını yadsıyan, farkına bile varamadığı bir derin boğumun içinde debelenip duruyor, durup debeleniyor…

İnsana en çok –kanaatimce- hüzün yakışıyor. Kendini bekleyen, o sebepten o boşluğu hiçle, ama hiç dol-(a)-mayacak olan insanın o uzun beklentisiz bekleyişi sırasında, gözlerine düşen iki çiğ damlası. Hüzün tatlıdır, hele bir de mevsim sonbaharsa. Güneş, adaletini başka bir yana çevirmiş, âlemde her ne var ise, kendi içine çekilmeye başlamıştır. Kuşlar istisna… Kanatları vardır ve sıcak diyarlara göç edebilirler. Soğuğun, ölümün, üzerini örten karın faili olduğu kabz halinden uzakta, her daim eşyanın bast halinde çalıp söyleyebilirler. O sebepten, bir içe çekilme, hesaplaşma, ölüp-ölüp-dirilme tecrübesini sürekli erteleyebilirler. Belki de bu yüzden kuş olmuşlardır. Kuş olmanın tabiatına giriş… Hüzün, kuşlara da ilişir mi acep? Kim bilir…

Ama toprakla beraber kendi içine çekilmek iyidir, iyi. Tohumları atar ve sakince beklersin. Baharı, güneşin yüzünü tekrar sana çevirmesini. Tohumlar belki çatlayıp yeşerecek, belki de çürüyüp çözülecek. Sen tohumları atmışsındır, sorumluluğunu yerine getirmiş olarak mağarana girebilirsin. Göğe doğru yeşermek de çürüyüp toprağa karışmak da birdir aslında. Kim demiş ki o kötü bu da iyi diye? Zanlarını diyorum, zanlarını salsana dehrin kollarına. Bırak hepsi uçup gitsinler zihninden, kuşatma altındaki kalbin açığa çıksın, gözlerinle diyorum, kalbinin gözleriyle baksana Rabbe, âleme ve kendine. Önce biraz…

Yeni zamanın cemrelerinin düşmesine kadar uzun bir uykuya dalabilirsin. Uyku-düş arasında salınabilir, rüyalarında yüreğini ve bilincini, kadim dostun dehrin memelerinde avutabilirsin. Tam da bu kabullenmişlik, teslimiyet anında aydınlanıverir zihnin, daralma genişlemeye, genişleme daralmaya gebedir. Rahman’ın nefesidir âlem, her şey eşiyle aynı özden yaratılmış. O vardır ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktur. Ve hepsi aşk imiş, hepsi…Ve boşluk, aslında kendine duyduğun özlem imiş…

“Görmek istersen, bir kum tanesinde dünyayı / Ve cenneti bir dağ lalesinde… / Tutmayı dene, sonsuzluğu avuçlarının içinde / Ve ebediyeti sığdırmayı tek bir saate…” (William Blake).

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TANRININ LEHÇESİ

16 yaşım gibiyim kaç zamandır; aşka ve hayata ipekten anlamlar yüklerdim, kaygan yumuşak ve parlaktı her şey,

Olgunluk, dikeni batan, dimdik ve sade bir çiçek, acı veriyor bana. Ben uzun gelincik tarlalarının kızıyım, yüzüm gözüm onlara değip dokunmaktan kıpkırmızı, bir de utancımdan….

İçim acıyor benim, çoook acıyor.

Yüreğimin taşları bir bir  yerinden oynuyor. İçim bugüne dek görmediği bir sınavla sınanıyor ve bunu hiç kimse bilmiyor.

Hayat neydi ki senin bana bakışının yanında???

Her şey nasıl da anlamını yitiriyor….

Günlerdir ağlıyorum ve günlerdir 16 yaşım gibi yüksek sesle müzikler dinliyorum.

Ayıp mı bilmiyorum, belki komik.

BEN GÜNLERDİR NE YAPTIĞIMI BİLMİYORUM! Bildiğim yarısı yaradır hayatın, gerisi derin bir iç çekiş….

Mumlar yaktım kalbime gecelerce, kendimden özür dilerdim, vicdanıma bağırdım, af diledim. Ermişler, müneccimler ve inançlı kadınlar güldü bana . insan olmayı beceremeyenin duası kabul görür mü diye.

Doğdum diye yaşıyorum günlerdir, bir de ilk gençliğime olan vefamdan.

Anılarıma, yıldızı, geceyi, güneşi ve aşkı ilk tanıdığım zamanlara olan borcumdan…

Sonrasına inancım kalmadı, nedenim de yok..

Ben karanlığı kendinde saklı dilsiz, ıssız, bir karabasan çığlığıyım

Hafif terli endişeli, göğsü inip kalkan ve uyanmaya çalışan bir küçük kız çocuğu belki…………..

Ne olurdu sanki hiçbir resim sararmasaydı,

Şiirlerin bir anlamı olsaydı

Şarkılar hep birini anımsatsaydı

Ve hiçbir şeyden

Ve hiç kimseden vazgeçmek zorunda kalmasaydık…

Kalemim anlamıyor kelimeler niye eksik bu gece.

Bilmiyor ki herkesin yaşadığı adı konumlamamış hisler vardır içerimizde

Ve kelimeler onlara en çok ihtiyaç duyduğumuz an yüz çevirir bizlere

Yüreğim gecenin siyahıyla esmerleşiyor

Vakitsiz dünyaya gelmiş çocuklar ömür boyu bu yükü taşırlar omuzlarında

Biz, haksız yere azarlanmış onurlu ve inançlı çocuklarız.

Ve ömür hala tanrının lehçesini tercüme etmekle geçiyor…

‘TOPAL KUŞ’

başkalarına

bir bildiğim vardı eskiden, şimdi unuttum
sular belki yalnızca kendine akıyordur, düşünmeye gerek yok
hep öyledir.

sandığımdan fazlasıymış hayat
acıdıkça öğrendiğim arka sokaklar, taş
üstünde köz kaybettiğim arkadaşlar
belki diyorum çektirdiğimiz fotoğraflarda hala gülüyorlar. 

‘Papyrus’

kaybolmuş bir şiirin son dizesi…

( kaybolmuş bir şiirin son dizesini bulmak için aynı şiire düşmüşlerdi..

adam, sorgusuz sualsiz ve yorgun duruşuyla sarıldı kadının yokluğuna.

adını dahi sormadı. şiir için az biraz heyecan bir tutam yokluk, az biraz 

hüzün yeter deyip kadına: Z.. adını verdi.

kendisine de sonun başlangıcı olan Y.. adını verdi !

ve kapadılar aynı şiire gözlerine. )

 

Z.. bu sen misin, nasılsın.. söylesene?

ellerin..ellerin nerede..

bak ıssız bir ada gibiyim.

beni çevrele… 

beni sar, beni sor, beni ağlat bu gece..

gel tam kucağımda açan zerdali dalı ol. 

 

üşüyorum bana bir palto bul Z..

bana omuzlarından soyulmuş ve yıllanmış 

olan yüzyıllık yalnızlık kokunu ver..

 

bana avuçlarınla bir sandal yap,

bakışlarının sıcağına demir atacak. 

ya da aç göğsünü ısınıp kalayım öyle..

bırak kalayım serzenişinde bir ömür Z..

 

Y.. düştüm gecede..

düşerken dizine çarptım ve düş oldum dilinde.

 

Y.. bana dilinin ucundaki sözcükleri ver, 

birlikte dolduralım bu satırları. 

olmadı diline hapsolmuş küfürleri ver,

birlikte düzelim bu düzeni kaymış yaşamın..

 

Y.. çok yorgun bir akşamın elinden tutuyorsun ya sen,

gel benim avuçlarımdan tut sana yetim kalmışları 

göstereyim..

 

( yitik bir nefes aldı kadın, adamın duraksayıp Z..’leri tükettiği yerde.

sonra gözlerini milad-ı evvel zamana çevirip, harfleri çalınmış bir 

uygarlığın sesine bürünüp kusmaya başladı içindeki Y..’leri kadın. )

 

Y.. dün geceden bu yana ruhundan 

çamaşır ipine asılı bir kadın diktim düşlerime..

ki, bedeninden oluk oluk akan bu aralık kan yağmurları kurusun diye.

 

üşüyorsun hala Y.. kapa gözlerini ve gör bizi.

yüreğim yüreğinin üstündeki hezeyanda.

Y.. yalnız değiliz; çünkü tanrıların ve tanrıçaların 

çıldırmış olduğu araflardan  kaçtık da geldik.

 

gözlerin Y.. gözlerin rengini unutulmuş 

dağ çocuklarından almış bu gece.

sarıl bana o çocukların gözlerindeki ateşle ve 

dokun bana onların özgürlük şavkındaki mavisiyle..

 

Y.. kulaklarım uğulduyor.. 

yoksunluğunda attığın  çığlıklarla..

sen de ben, ben oluyorum Y.. 

ben sen olmuşken nasıl giderim..

 

Y.. gece neden bu kadar uzak. 

gecesi kısa bir sevda bulur mu adımlarımızı dersin?

 

‘Mavinin Çığlığı’

YALANLAR

‘İnsan kendini bazen olur olmaz yerde yalanların ortasında bulur. Kendine bir şato yaratır. Duvarlar sıkıştırdıkça canı yanar, ama kabullenemez. Yarattığı şato, ona gerçek gelmektedir artık. Ya şatodan vazgeçecek, ya da acıyı bütünüyle hissedecek.

Acıyı hissetmek, sonrasında avazı çıktığı kadar bağırmak ve bağırdıkça kaybolmak ister insan. Değişimler, değişimler, değişimler… Değiştikçe değişir zaman, zamanı yakalamak için midir bütün bu yalanlar?  Yoksa olmak isteyip de olamadığı kişilikler için midir?

Hayal dünyamızda yarattığımız ben, biz, siz…  Bazen kişi gerçeklerden o kadar uzaklaşır ki, yarattığı “ben”’i kabullenmek gerçek olur. Hayallerinde bile kandırabiliyorsa insan kendini, isyan edebilir mi gerçeklere. Oysaki hayallerin gerçekleri yakalaması o kadar zordur ki!

Hayaller mi gerçek, gerçekler mi hayal kim bilebilir ki?’

‘Siyah’

Yüzü kırık çocuklar… Yüzü kırık mabetler

Onların umutları yok. Üstelik bunun için oturup ağlamıyorlar da. “Dahi” anlamındaki “de”yi ayrı yazmak da sıkıntıları arasında değil. Ancak içlerinde, kalemi ve imlası çok güçlü olanlar var. İstisnalar kaideyi bozmasa da, onlardan bahsederken, bu dâhil hiçbir istisna bir ayrıcalık göstergesi olarak ele alınmıyor. Sosyal cangılın içerisinde hangi mahalleden olurlarsa olsunlar, onları bakışlarından, suya bıraktıkları iki ince çiğ tanesinden tanıyabiliyorsunuz kolaylıkla. Kimileri acıdan kaçmak için yaşarken, onlar en güzel giysilerini acıdan biçtikleri kumaşlarla dikiyorlar. Tıpkı zamanında muazzam günler yaşamış; acıyı, sevinci, çaresizliği, yakarışı vs. görmüş; ama bir gün tepeden inme bir kararla, inananlarını yitirip derin bir sessizliğe gömülmüş kutsal mekânlar gibi.

Onlardan biri de, Cunda Adası’nın merkezinde bulunan Çamlı Kilise olarak da bilinen, Taksiyarhis Kilise’si. 19. Yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen kilise, hala ayakta. Mübadele sırasında, adanın yerlileri olan Rumlar, adayı terk ederken beraberlerinde, kilisesinin devasa haçını da götürmüşler. İlerleyen yıllarda meydana gelen depremde, haçın olduğu alan, haç biçiminde çatlamış. Rehberler, bu olayı doğaüstü bir durum olarak anlatırlar bugünlerde yolu adadan geçenlere. Ammawelakin Taksiyarhis, başkadır benim gözümde. Çocukluğumu, ilk gençliğimi, kafası karışık çok günlerimi gördü. Ayvalık’ta olduğum uzun günlerde, sıklıkla sığınırdım kiliseme ve saatlerce otururdum, melek ikonlarının önündeki sütunlara dayayarak sırtımı. Avludaki çam ağaçları, nar ağacı ve kilisenin duvarlarında, onca acımasız tahribata rağmen kalmaya direnmiş ikonlar, muhteşemdir. Kilisenin eşiğinden adımınızı attığınızda, başınızı kaldırın ve bakın; orada durur Yunus Peygamber, az önce kendisini balığın karnından çıkarak duasını etmiştir.

Dün gece yarısı, uzun zamandan sonra ilk kez gittim Taksiyarhis’e. Sen güzel, sen çok güzelsin Taksiyarhis! Gittim, ama yıkılma tehlikesi olduğundan kilitlenmiş kapısından içeri giremedim. Ön sokaklarda, insanın  “balık-rakı-Ayvalık” halinin failleri, fonda Zeki Müren eşliğinde, bardaklarında kalan son rakılarını yudumlarken,  sessiz arka sokakta ben, kilisenin girişindeki basamaklarda oturdum uzun uzun. Taşlarını okşadım, sütunlarına dayadım yine sırtımı. Girişteki heybetli çam ağacının üzerinden, yıldızlı geceye baktım. Eee, noldu? Bu sende niteliksel bir sıçrayışa neden oldu mu? Peki yani, böyle bir anda, varsaydığın gibi niteliksel bir sıçrayış olması zorunlu mu yoksa mümkün mü? Mümkün, mümkün… Ama sen yine de gördüğüne inanma!

Taşın, toprağın her ne var ise âlemde yer tutan bir hafızası var. Kulağını, gözünü kapayıp, kalbinin gözüyle bakman, duyman, buna meyletmen yeter. Çocukların kahkahaları, zamanında ölmüş olanların arkasından kalabalığın yaktığı ağıt ya da evlenen bir çifte eşlik eden mutlu insanların tebessümleri, hala oradaydılar. Acı bir hikâye bu, senden bağımsız, sana rağmen karar veren egemenlerin, “git” demesiyle, insanın yuvasını, umudunu, sırtına haçını yüklenip de geride bırakması. Belki de giden haç, bilmeden bunu temsile durmuştur. Depremde, yeri öylesine özlemiştir ki kendisini, kendine duyduğu özlemden yine kendi biçiminde çatlamıştır. Belki de bu o sütunun yakarışıdır, sevdiğine benzemesidir. Kim aksini iddia edebilir ki? Soruldu mu ki o duvara, o haça, gitmek, ayrılmak istiyor musunuz diye? Sadece insan mı çeker ayrılığın acısını, kavuşamamanın ızdırabını, sadece o mu meyleder aynada yüzünü unutmaya?

Yokkk,  taş da yağmur da çam ağacı da bilir hüznü ve acıyı. Taksiyarhis, işte bunun ispatıdır bende. Şimdi, fon bulup onu restore etmeye çalışıyorlar, her ne kadar fonsuzluktan yarıda kalsa da girişimleri. Ama o duruyor, bakıyor insanlara, bakıyor ve sakin bir tebessümle: “Geçer” diyor.

‘İbn-i Zerabi’