Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

GECE KULÜBÜ

bir gece devriliyor üstümüze

karanlık yapılarca neon çizgilerle yırtık

o martinikli ses kederle yumrukluyor bizi

eksik şafaklara kadar

ellerimi bulamıyorum bir ara

ışık bıçaklarının çakıp sönmesinde

herkes konuşuyor sen susuyorsun

kirlenmiş karanfiller benzeri öpüşlerle

bir sevicinin gözleri götürüyor seni

 

hiçbir gece yeni değildir bir öncesinden biliyorum

gürgen kapılarda hasta bir güneş eskisi bekliyor

ve yetmiş iki diliyle konuşan gece milletinin

vildan’ın vurulmuş iki yıldız gözleridir

ormanlık yeşillerden içeri geçiyorum birden

bir –matisse siyahından- içeri geçiyor yılmaz

tel tel uykular ağrıyor beynimizde

 

üç kişi güneşli saçlarına eğilmiş güner’in

bir öpüşün yüz konyaktır diyorlar

bilmiyorlar güner orada değil

ayhan’ın gözlerini niçin sakladığını

bu yarım aşkların içmelerin nedenini

ferid’in kaçmak gibi yaşadığını bilmiyorlar

hiç bulunmadığı bir sokağı düşünüyor herkes

tüm alkollerde aynı yaslı tad

yirmi dört saatlerin dışındayız

ellerini derleyip topluyor –kâzım gece sever-

başkaca bir şeyi yok zaten

ciletlerde sokak fenerlerinde aklı fikri

kalbinde akrep mısrâlar zonkluyor

-kaç nerval varsa o kadar fener direği var- biliyor

 

sen susuyorsun gözlerin de öyle

biz bitiyoruz alkol bitmiyor

sedefli serin aklığında sessizliğin

ellerini mavi mavi görüyorum

hiçbir gün yeni değildir bir öncesinden biliyoruz

eksik şafaklara karşı sarhoş

yaşanmadan eskimiş günlere çıkıyoruz..

 

HAYALET OĞUZ (OĞUZ HALÛK ALPLAÇİN)

Seçilmiş Hikayeler Dergisi, Nisan 1957

‘O PERA’DAKİ HAYALET’ , Hazırlayanlar : Sezer Duru, Orhan Duru, YKY Yayınları, 161 Sayfa, Mart 1996..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SEVDALI RAKI -1-

Bir hafta içiydi, sanırım günlerden çarşamba ya da perşembe. Çıkasım geldi kadıköye. Her zaman içtiğimiz bara salına salına giderken, sokağa taşmış masalardan birine yöneldim. Tentenin altında karanlıkta kalmış 2 sandalyeli yalnız bir masa. Nedendir bilinmez oturdum, bekleyenler olmasına rağmen. Oturdum biramı söyledim, bide canım çerez çekti, fıstık sadece. Biram geldi, ilk yudumu aldım.. masada gıcık olduğum o kendinden başka bir şeye   hayrı olmayan, sadece gözleri biraz aydınlatan ve benim de gözlerimi rahatsız eden o küçük mum. Sakin bir üfleyiş ile söndürdüm, rahatladım.
Sigaramı yaktım, nefes çektim, garson geldi mumu yaktı. Sinir bir vaziyet. Tam üfleyeceğim yine, karşı masada onunla göz göze geldim. 1-2 saniyelik bakışlar güzeldir, yine üfledim muma kendimi karanlığa gömdüm. İnsan bazen görülmeyip görmek ister, benimkisi de öyle bir şeydi  işte. Dedim ya tentenin altındaydı masa, nedendir bilinmez birisinin tenteyi açası geldi. Açılan tentenin üstünden mumdan da beter bir ışık süzmesi geldi yüzümü tokatladı. Öyle mal mal ne yapacağımı düşünürken, yine onunla göz göze geldim. BU sefer diğer arkadaşı da bakıyordu fısıldayarak. Dedim ya göz göze gelmek güzeldir hele bir de arkadaşı ile fısıldaşıyorlarsa… Neden sonra tentenin üstündeki ışık soldu ve bitti ve ben yine rahattım İkinci biramı yarılamıştım ki karşı barın hafifçe aydınlattığı masama bir gölge düştü. İsteksiz kafamı kaldırdım gülen bir yüz elinde rakısı ile karşımda duruyor. BU göz göze gelmenin güzelliğinden daha başka bir şeydi. O oturdu masama gülümseyip kendini davet ettirerek. Rakısından bir keyif aldı, kibritini çakıp mumu yaktı. Hani o kendinden başka bir şeye  hayrı olmayan, gözleri aydınlatan mum ilk defa bana bu kadar cömert davranmıştı. Bilirsiniz o mumun ışığı rüzgardan hafif hafif sallanır ya işte o salıntı O’nun gözlerinde dans eder gibiydi, ışıl ışıl.
10-15 dakikalık sohbet sonrasında ben öyle dalmış gözlerine bakarken, bana dedi ki Öyle Sevdalı Durma Rakı Doldur. Rakı doldurmak istedim tabi ama ben ne zaman dışarıda rakı içsem sarhoş olurum. Derken arkadaşlarının o gereksiz seslenmesi ile sohbetimiz son bulmak üzereydi ve tam kalkacakken, ben gitme diyemedim, O gitti masasına. Mumu söndürdüm. Neyse uzatmayayım, bir süre daha oturduk o karşıda ben onun karşı masasında. Hesabını aldı, kalkarken el salladı, ben arkasından bakarken birden döndü arkadaşlarına baktı ben ona baktım, ben arkadaşlarına baktım, onlar bana baktı. O geldi yanıma gülümsedi yine gözleri ışıl ışıl.Yarın dedi.Yarın akşam burada olacağım.Ve bir dal sigara bıraktı masama.
Sanırım 7 yada 9 dakika daha oturdum, biramın dibindeki son yudumu aldım kalkıp salına salına yürüdüm yolumun devamına. O hep içtiğimiz mekana girdim, bara oturdum. Bardaki arkadaşım ‘umut 50’lik mi’ diye sorunca birden duraksadım ve dedim ki ‘bana bir rakı doldur ama sevdalı olsun.’ O tek dal sigarayı da yaktım sevdalı rakımın yanına derin bir nefes çektim yarına dair.

Sonra ne oldu biliyor musunuz?

Sarhoş oldum.

‘UMUT’

Masal

Her masal gibi

Bir gün, küçücük ama hayalleri kocaman bir çocuk dünyaya gelmiş. Doğumuyla birlikte, çiftçi olan babası onun adına bir ağaç dikmiş. Çocuk büyürken, ağaç hayallerini süslemiş. Ağaç meyve vermeye başlamış, çocuk o yılın güzel geçeceğine inanmış. Meyveleri toplanırken defalarca teşekkür etmiş, kırılan her dalı için de özür dilemiş. Bahçeye her gidişince saatlerle sohbet etmiş onunla, hayallerini anlatmış, isteklerini söylemiş, her anını paylaşmış. Ama o kadar akıllıymış ki çocuk,  sesli konuşmaktan sakınmış, yanlış anlaşılmaktan korkmuş, hayallerini içinden konuşarak iletmiş ona…

Yıllar birbirini kovalamadan, ağaç meyve vermekten vazgeçmiş, çocuk üzülmüş… Babası çocuğun üzüldüğünü görünce ağacın yıllık bakımını yapmaya devam etmiş. Bahçedeki bütün ağaçlardan daha büyük, daha sağlıklı olmasına rağmen, ağaç meyve vermemekte ısrar etmiş.  Çocuk defalarca konuşmuş onunla, meyve vermezse kesileceğini söylemiş. Kesilince hayallerinin kaybolacağına inanmış çünkü.  Bütün mevsimler  geçmiş, çocuk babasının gözlerinde yaşamın sonunu görmüş…

Yaşamın sonu, çocuğun hayallerini silmiş,  yerine gerçekleri koymuş. Çocuk büyümüş, büyümüş, büyümüş… Büyüdükçe hayalleri yok olmuş… Her şey silinmeye yüz tutmuşken, ablası  masallar anlatmaya başlamış çocuğa. Peri kızlarını, doğaüstü varlıkları o anlarda tanımış çocuk. Masallar maddelerin gerçekliğini silmiş, düşsel varlıkların imgelerini yaratmış.  Maddeler ve doğaüstü varlıklar. Masallar hayallerini süslemiş, uyumuş…  Ablası masallar anlatmayı bırakmış, çocuk uyanmış. Büyümüş, büyümüş, büyümüş…

Büyüdükçe hayallerini silmiş, yerine gerçekleri koymuş… Çocuk büyümüş, büyümüş, büyümüş… Doğanın ritmi, ahengi onu şaşırtmaya başlamış. Her varlığın sesi, sanki bir parçanın notaları gibiymiş. Elmanın gökten değil de ağaçtan düşmesini izlemiş, düşerken çıkardığı ses hayallerini süslemiş. Yürürken çıkardığı sesler, doğanın ritmiyle karışınca çocuk gülümsemiş. Hayalleri seslerle ritim kazanmış. Tohumun filizlenmesini, buğdaydan bulgurun üretilmesini izlemiş. Her yok oluşun yeni bir başlangıç olduğunun farkına varmış.  Babasının gözlerindeki yaşamın sonu,  yeni bir fidanın var olmasını sağlamış. Fidan büyümüş, meyve vermiş, çocuk yemiş ve gülümsemiş.

Çocuk büyümüş, büyümüş, büyümüş…

‘Siyah’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘hepsini okudun mu..’

benim hayatta en gıcık olduğum sorulardan birisi de kütüphanemi görenlerin verdiği ilk tepki olarak ‘hepsini okudun mu’ sorusudur.. önce bir şok geçiririm ‘yine mi lan’ diyerek, yüzüm düşer, moralim bozulur sonra bir kahkaha patlar.. kimse durduramaz o kahkahayı..

bazen kardeşimle oturur izleriz ilk kez kütüphanemizi görenleri uzaktan.. sessizce bekleriz o müthiş sorunun gelmesini.. inanın bana ilkokul mezunundan üniversite mezununa kadar istisnasız herkes bu soruyu sordu.. tabi kitap kurdu arkadaşlarımız hariç..

kütüphanenin olduğu odalara gelirler, önce sessizce kütüphaneyi süzerler, bazıları cesaret edip birkaç kitabı mıncıklar.. kütüphaneye ve kitaplara uzaydan gelmiş yaratıklar gibi davranırlar.. sanırsın dokundukları kitaplar kendilerini ısıracak ya da elektrik çarpıp zarar verecek..

sonra çat diye o müthiş soru fışkırır bir yerlerden.. ama sorunun geldiği yerin beyin olmadığı kesin.. bu soru beyinden gelmez, o kadar kitap karşısındaki şaşkınlıkla sorulan öylesine bir sorudur.. ‘aman ne kadar çok kitap, bana zarar gelir mi, kitaplar bana bir şey yapar mı acaba’ diyerek korkarlar içlerinden.. çünkü  o kadar kitaba düşman, kitaba yabancı bir ülkeyiz ki.. laf olsun diye, kaçmak için mutlaka sorulacaktır o soru.. kitap gördükleri yerde canavar görmüş gibi ürküyorlar.. akılları fikirleri futbol topunda, sanal alemde, cebindeki telefonda, magazin dünyasında vs.. hayatlarında futbol topuna dokunmamışlar, sol ayakla topa çakıp doksandan çatala topu ağlara sokmamışlar fakat milyon dolarlar kazanan futbolcuların tek tek değil isimlerini bindikleri arabanın markasını, plakasını bilirler.. gözünüz yiyorsa topa vursanıza kardeşim.. belki vücudunuz bir aktivite yapar da bu beyninize yansır.. ama nerede.. yorarlar sonra kendilerini, incileri dökülür.. varsa yoksa çene..

bu soruya verilecek abes ve gıcık cevaplar neler olabilir diye arada kafa yorarım. mesela ‘hiçbirini okumadım’ diyerek daha da dumura uğratabilirim..

sonra bir ara ‘semih poroy’un bir karikatürünü duydum.. yıllar önce kitap eklerinden birinde çıkmış.. üstad ‘semih poroy’ kocaman bir kütüphane çizmiş, ama kütüphane bomboş,  sadece bir kitap duruyor kütüphanenin bir rafında ve önünde de iki insan.. biri diğerine o benim en gıcık olduğumu soruyor ‘bunun hepsini okudunuz mu, vay canına’ diye.. hayal edip koptum gülmekten.. hayal ettikçe karikatürü kahkahalarım durdurulamaz bir hal aldı..

sonra o karikatürü buldum. ben de onu çerçeveletip duvarlarımdan birine asmaya karar verdim.. kütüphanemin yanına asarsam kimse belki o müthiş soruyu sormaz diye düşündüm ve yine güldüm.

bu ‘hepsini okudun mu’ sorusuna kızmamın ya da gıcık olmamın sebebi insanları küçük görmem filan değil.. kitaba yabancılığın bu kadar üst seviyede olması ve binlerce kitabın bir insanın kütüphanesinde bulunmasının insanlara bu kadar acayip gelmesi.. ve bu soruyu sorarken bazılarında bir küçümseme, bir acıma duygusunu mimiklerinde görmem beni esas delirten şey.. ‘şuna bak’ diyorlar içlerinden ‘eşek kadar olmuş birikimini nelere harcıyor..’ çoğunda görüyorum bu tavrı..

yıllar önce bir arkadaşımın öğrenci evinde otuz kırk kitaptan oluşan kütüphanesini gören üniversiteyi yeni kazanmış çömez bir hemşeri arkadaş aynen şunu demişti ‘yazık bu kadar kitabı okudun mu, bu kitaplara harcadığın zamanı derslerine harcasaydın okulunu çoktan bitirir uzatmazdın..’ arkadaşlar arasında bir sessizlik, bir gerginlik oldu önce.. sonra gülümseme yayıldı yüzlerde.. ulan gördüğün topu topu otuz kırk kitap ve sen insanları aşağılıyorsun kitap okuduğu için.. ‘derslerine çalışsaydın ya..’ tepkiye bak.. sonra esas bombayı patlatayım size bu olayın kahramanı olan kitap okumayı küçümseyen şahısla ilgili : bu arkadaş iki sene sonra roman yazmaya başladı.. evet, şaka değil.. toplasan hayatında on kitap okumamış o arkadaş kitap yazmaya başladı.. güler misin ağlar mısın..

bu konu, o kadar anlatmak istediğin konu içinde neden ön plana geçti sorusunun cevabı da şu : bizim müthiş sorumuz ‘hepsini okudun mu’yla ilgili dün büyük usta ‘alberto manguel’in kütüphanemde yıllanmaya başlayan ‘geceleyin kütüphane’ eserini durup dururken alıp okumaya başladığımda içinde çok güzel bir bölüme rastladım.. burada kitabın bazı yerlerini ve semih poroy ustamızın yukarıda anlattığım karikatürünü sizlerle paylaşmak istedim.. ‘alberto manguel’ usta derdimizi güzel anlatmış.. isteyenler kitaba ulaşarak yazının tamamını okuyabilir.. ayrıca kitabın diğer bölümleri de çok güzel, binlerce ilginç olay ve bilgiyle dolu.. edinin alberto manguel’in kitabını baskısı tükenmeden..

kitapla ve gülüşünüzle kalın..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(karikatür : SEMİH POROY..) 

 

‘kütüphanemin yarısını hatırladığım, yarısını da unuttuğum kitaplar meydana getirmektedir.. artık belleğim eskisi kadar keskin olmadığı için ben gözümün önüne getirmeye çalıştıkça sayfalar silinir.. bazıları aklımdan tümüyle uçup gitmiştir, ne hatırlanırlar ne de görünürler.. diğerleri içlerindeki bir başlık ya da bir görüntü veya kendi bağlamından kopmuş birkaç söz nedeniyle hep aklımı kurcalarlar..

kütüphanemin ziyaretçileri ‘bütün kitaplarımı okuyup okumadığımı’ sorarlar sık sık; çoğu zaman onları ‘her birinin kapağını açmışımdır’ elbette diyerek yanıtlarım..’ oysa hangi boyutta olursa olsun bir kütüphanenin yararlı olması için baştan aşağı okunması gerekmez; her okur bilgiyle bilgisizlik, anımsamayla unutma arasındaki uygun dengeden yararlanır.. robert musil 1930’da viyana’daki imparatorluk kütüphanesinde çalışan kendini işine adamış, o devasa koleksiyondaki her bir başlığı bilen bir kütüphaneci hayal etmişti..

‘bu kitaplardan her biri hakkında nasıl bilgi dinebildiğimi bilmek ister misin’ diye sorar hayretler içinde kalmış bir ziyaretçiye..

‘bunu sana söylemekten beni hiçbir şey alıkoyamaz : birini bile okumayarak..’

sonra da ekler : ‘bütün iyi kütüphanecilerin sırrı başlıklarla içindekiler listesi dışında ona emanet edilen edebiyata ait hiçbir şeyi okumamaktır.. burnunu kitapların içine sokan kütüphaneci kütüphanenin içinde kaybolmuştur.. bütünü görme olanağına asla ulaşamaz..’ musil bize bu sözleri duyunca ziyaretçinin içinden iki şey yapmak geldiğini anlatır; ya göz yaşlarına boğulacaktır ya da bir sigara yakacaktır, fakat kütüphanenin içerisinde iki seçeneğe de izin olmadığını bilir..

okumadığım ve belki de hiç okumayacağım kitaplar için bende herhangi bir suçluluk duygusu uyanmış değil; kitaplarımın sabrının sınırsız olduğunu biliyorum..

ömrümün sonuna dek beni bekleyecekler..

hepsini bilir gibi yapmama gerek duymaz onlar, doymak bilmeksizin kitap toplayan ama ‘flann o’brien’in tasavvur ettiği gibi onları okumayan ve mütevazı bir ücret karşılığında onlara okunmuş havası vererek, sayfa kenarlarına düzmece yorumlar ve yazılar karalayan, hatta el değmemiş sayfaların arasına ayraç olarak tiyatro programları ve eskiden kalma başka belgeler sıkıştırmak suretiyle kitap ‘işleyerek’ geçimlerini kazanabilen ‘profesyonel kitap tüccarlarından’ biri olmamı da istemezler..’

ALBERTO MANGUEL

‘Geceleyin Kütüphane’, Çeviri : DİLEK ŞENDİL, YKY Yayınları, Eylül 2008, 295 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

büyük hicret…

Ben aslında ne zamandır bu yazıyı yazmayı planlıyordum, gerçekten de ‘aylak adamiz’a verilmiş büyük bir sözüm vardı, hem de epeydir bekliyorlardı benden bu yazıyı.

Verdiği sözleri tutmayan/ tutamayan insanlardan olmayı istemedim hiçbir zaman, bir de tekinsiz geliyor bana tutulmamış sözler. O sebepten en sonunda oturup bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Fonda, Bülent Ortaçgil “zaten çoğu şey değmez çok konuşmaya” diyor, ama bence değer. Bence çoğu şey konuşmaya değer, insan kendini ifade etmeye önem vermeli.

Nerden geldim buraya, bu büyük hicret ne zaman başladı? Bir büyük hicretin başlayabilmesi için, galiba insanın öncelikle kendisini keşfetmeye hazır olması gerekiyor.

“Gittim, çünkü eskittim kentin sokaklarını. Ardımda çok şey bırakmadım, kalanları da almadım…” Temel nokta bu galiba, kentin sokaklarını eskitmek Yani kente artık bir şey veremediğimi gördüğümde, başka bir şehirden bir şeyler alıp alamayacağını düşünmeye, irdelemeye başlıyor insan. Yani, Mis Sokak zihninize kırık hatıralardan başka şey getirmiyorsa kaptırıp gitmeniz gerekiyor. Veyahut Bahariye sokakları…….Sonrasında, aslında …

Ben aslında uçaklara binip binip gitmeyi hep sevdim, kaderim hep yollara yazılsın istedim. Kendini yolda keşfetmek meselesi değil bu, onun da bir miktar payı var, ama belki çocukluğum da hep şehir değiştirerek geçtiği için bir yerden gidebileceğimi bilmek istedim. Bunu mümkün kılmak… Böylelikle… Amerika’ya vardım. Şimdi master eğitimi için buradayım. En başını hatırlamaya çalışıyorum, uçaktan iner inmez Güzin Abla’yı gördüm, elinde  “Eda” yazılı kâğıtta beni bekliyordu. Texas’ın sıcağıyla ilk karşılaşmam uçaktan indikten sonra oldu böylelikle.

Ardından sanırım dört ev değiştirdim kendi evime gelene kadar. Göçebe bir hayat sürdüm böylelikle kısmen. Bunu da yadırgamadım. Hatta hoşuma bile gitti diyebilirim.

Şimdilerde her gün yaşadıklarıma anlam vermeye, anlam katmaya çalışıyorum. Sonnet yazmaya çalışırken sinir krizine girebiliyorum örneğin, ya da rap şarkısı yazmaya çalışırken…

Ama vazgeçmiyorum, kendi limitlerimi görme şansım oluyor böylelikle.

İstanbul’daki insanı yıpratan vahşi şehir hayatından sonra, trafik ile boğuşmadan da üniversiteye varılabileceği gerçeğiyle çok mutlu oluyorum, şehrin temposundan değil de derslerin veyahut ödevlerin ağırlığından ötürü yorulmak mutlu ediyor beni. Ya da kütüphanede aradığım bir kitap için herkesin seferber olduğunu görmek. Bana değer verildiğini hissetmek.

Bir şeyler için mücadele etmek.

Kaderin bir noktada kırılabileceğini göstermek.

İnsanın temel meselesi, temel derdi işte, hareket halinde olmak ve de kaderin bir noktada kırılabileceğini göstermek.

Yeni hayata hoş geldim.

Herkese Dallas’dan sevgiler, selamlar…

‘Eda Nur’

ACİL !

‘HASTANEDE YATMAKTA OLAN İLİK NAKLİ

 OLACAK  6 YAŞINDAKİ HASTAMIZ

 ‘HÜSEYİN SOĞUKSU’ ADLI KÜÇÜK

KARDEŞİMİZ İÇİN ACİL A RH (+) POZİTİF

 KANA VE TROMBOSİTE İHTİYACIMIZ

 VARDIR..

 

ÖZELLİKLE ANADOLU YAKASINDA OTURAN KAN

VEREBİLECEK ARKADAŞLARIMIZIN LÜTFEN

AŞAĞIDAKİ TELEFON NUMARASIYLA İRTİBATA

GEÇMESİNİ RİCA EDİYORUZ :

 

TELEFON : 0 – 532 383 03 92 , BABASI :

HASAN SOĞUKSU’YA AİT TELEFON..

 

YER : MEDİCAL PARK HASTANESİ, GÖZTEPE,

İSTANBUL..

SON GÜN : 29.09.2011

LÜTFEN KAN VE TROMBOSİT VEREBİLECEK ,

KÜÇÜK BİR YAŞAM KURTARMAYA DESTEK

OLMAK İSTEYEN KARDEŞLERİMİZ

NUMARAYI HEMEN ARASIN..

 

HERKESE ŞİMDİDEN TEŞEKKÜR EDERİZ..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Evet, her şey karıştı…

Evet, yeni bir ev arkadaşımız oldu. Adı Ber… sarışın üstelik İzmirli bir hatun. Kıskananların bacısı olur. Tüm medya ve paparazzi aleminin haberi olsun. Biz sabaha kadar kırmızı tuborgtan, dark’a yatay geçiş yapıp hayattan sınıfta kalmayı planlıyoruz. Ber… de malumunuz tiyatrocu ama sevmiyor… uzun tiratlar atınca ben kaçıyorum. Geçen gece katıldığımız pasaklı düzeyliler şiir tantanası II etkinliğinde tek sarışın oydu. Sabaha kadar da içtik sonra kelle paça yedik saat 5 falandı yada öyle bir şeyler. yattık uyuduk, Cuma’dan Pazar gününe geçtik, cumartesi kayıp onu bulanın elinden tutup bize getirmesini rica ediyorum.

Normalde iyi gelişmeler oluyor şu lanet dünyada farkında mısınız bilmiyorum? Örneğin, uzaylılar daha dünyamızı basıp bizi pataklamadı. Örneğin, magazinciler peşimize hala düşmedi.

Cumartesi günü yapmam gereken işlerin arasında o kadar çok şey vardı ki hiç birini yapmadım, af edersiniz domuz gibi yattım. Enis Akın’ın düzenlediği Türk şiiri ve Kariyerizm etkinliği uçtu gitti. Aynı gün içinde değişim için 1oo.ooo şairin arasında olamadığım için kendime ne kadar küfretsem az ve tabii Nur Saka ile buluşmamın suya düştüğü için kendimi asmam gerektiği fikriyle ne zaman yüzleşirim bilmiyorum.

Sonuç; hiçbir zaman bir akademisyen olamayacağım bunu biliyorum, ikincisi dünyanın ketum kişilik testlerinde kaydırma yaptığım sorulardan dolayı bana küçüklüğümden beri bundan bir bok olmaz serserinin teki diyen insanlara Abd’de 1oo.ooo basılıp dünyanın bilmem kaç diline çevrilen gürbüz bir antolojiden küfredeceğimi gururla bildiriyorum.

Belki de etimolojik bir hatayla ruhumuzda arkeolojik kazılar yapılacak ve sonrasında oralara gökdelen dikilecek kadar ruhumuz geniştir.

“Şimdilik kimse bilmiyor.”

‘Papyrus’

GÜNE İNAT !

Gece herkesi eşitleyendir,

…ve bütün  ruhların sıyrılmasıdır bedenden,yarım ölüm halidir. Tüm hislerin çıplak ve acz içinde selam durmasıdır ayın cazibesi karşısında.

Bütün çocukların masum, bütün katillerin çocuk, bütün masalların gerçek olmasıdır.  Şehrazatın  bin bir geceden kaçıp tüm genç kızların saçını okşamasıdır. Ömür denilen bulanık suyun içindeki tüm taşların gözlerini gökyüzündeki en parlak yıldıza çevirmesidir. Gece, herkesi eşitleyendir, karanlığı bundandır.

Güneşe dönerken evrenin;  nöbet tutmasıdır tüm erkeklerin.

Gece, hayata sadakattir. Ve kendi genç kızlığını aldatmasıdır bütün kadınların. Derinlerdeki bütün yaraların kanaması, acının kutsanmasıdır. Bütün dinlerin tek bir öze yükselmesi, özün kendi kendine ayinidir.

Gece herkesi eşitleyendir. Gözün görmeyi keşfetmesi, kulağın sese yönelmesi ve ellerin serinlikte ihtiyaç duyduğu sıcak bir temastır. Gece, ömrün yarısıdır, ya da yarım kalan ömrün tamamlanması.

Bütün görkemi tamama ulaşma çabasındandır. Bütün korkuların iklim değişmesi, bütün yazarların sancısı ve güneşin evrenle saklambaç oyunudur.

Gece yalnızdır, herkesi eşitlemesi bundandır

‘Topal Kuş’

geniş açı.. dar açı.. ve de parke taşı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yukarıda aynı coğrafyada yarım saat arayla çekilmiş iki fotoğraf görüyorsunuz..

 ‘terk-i dünya yolculuğu’nun ilk kilometrelerinde dibinde dinlendiğim bolu’daki ‘gölcük’ gölünden çekilmiş iki fotoğraf..

birisi geniş açıdan, uzak plandan.. tıpkı günümüz medyasının her boku geniş açıdan yansıtıp, damara narkozu verdiği fotoğraflar gibi.. gerçekleri tam olarak göstermeyen, aldatan bir fotoğraf.. cennet bir dünya.. her şey yolunda ve tıkırında bu dünyada..

diğeri ise dar açıdan, yakın plandan.. o cennet gölün yakın plandan çekilen bir fotoğrafı..

o gölün ani ve sarsıcı bir şekilde tecavüze uğradığının delaleti..

yani acı gerçekler..

her sene en az beş altı kere gittiğim bir göl..

sadece çeşit çeşit kuş, rüzgar, ağaç, su sesi ve lanet olası ‘insan sesi’ duyabileceğiniz bir yer..

binlerce kilometrelik yolculuğumuzun başlangıcında yolumuzdan saparak tekrar çıktım o gölün yanına.. on saniye sonra tekrar büyülendim.. gölün hemen kenarına koştum.. her gidişimde fotoğraf aldığım, tahta banka oturduğum gölün o kenarı işte ikinci fotoğraftaki gibi çöp doluydu..

her bok vardı affedersiniz..

ben ‘titus tüneli’ndeki antik mezarlıkların içinde yüzlerce prezervatif görüp toplayıp çöpe atmış birisiyim.. yani alışkınım bu tür tecavüzlere..

fakat burada yıkıldım..

buraya kadar insanlık canavarı gelemez demiştim..

burayı da beceremezler demiştim..

fakat hayır, işte uzaktan kepçe sesi geliyordu..

buraya da ulaşmıştı : ‘PARKE TAŞI HASTALIĞI..’

benim teorimdir : ‘parke taşı hastalığı..’

evet buraya ulaşıp bulaşmıştı ‘parke taşı hastalığı..’

teorim şu : parke taşının, asfaltın girdiği yerler bir sene içinde dejenere olup, iki sene içinde kirlenmesini tamamlayıp, üçüncü senesinde son nefeslerini yaşayıp, dördüncü senesinde ruhunu müteahhit ideolojisine vermesidir..

gölün etrafına parke taşı döşüyorlardı..

insanlarına gölün etrafında yürüyüş yaparken kırmızı toprakla kirlenmesin diye pabuçları, toz olmasın diye çorapları, kirlenmesin diye elbiseleri tane tane ve de müthiş özenle parke taşını DÖŞÜYORLARDI gölün kenarına..

hiç tanımadığımız kuş türleri ve de gölün sözcüleri ‘kurbağalar’ ile reis ‘helikopter’ çığlık çığlığa bize anlatmaya çalıştı durumu ve yardım için yalvardılar..

sustuk, küfrettik..

ve ağladık belli etmeden..

huzuru, cennette katlediyorlardı..

‘tanrılar’, plan – proje – istihkaklarını paylaştırıp katledilmesine izin vermişlerdi bu sessiz cennetin..

ağladık..

ağladık..

ağladık..

birbirimize belli etmeden ağladık..

ben aslında acizliğime ağladım..

düşündüm..

ne kadar zamanda bu parke taşlarını söker yok ederim diye.. 

tek başıma sanırım yüz insan hayatı süresi lazım olurdu..

ama benim bir hayatım olsa da, bir parke taşı bile yok etsem o ‘helikopterin’ çığlığına kulak vermiş olacağım..

ve işte çalışıyordu kepçe, parke taşı için gerekli yabancı kumu taşıyıp yaymada..

yaşasın ayaklarımız kırmızı kum olmayacak artık..

yaşasın parke taşı ideolojisi..

ama bence parke taşlarının rengi güzel değildi..

gelecek sene göle uygun bir renkte değiştirilsin, mavi ya da yeşil olsun ve yeni müteahhitler palazlansın..

yorgun, bitik ve yılgınım..

yorum yapmayacaktım iki fotoğrafa fakat ‘terk-i dünya yolculuğu’nda çektiğim fotoğrafların, videoların içinde bu iki fotoğraf ruhumun, hayatımın her an, her yerde ……………. göstergesi olduğundan, suratıma sağlı sollu şamarı çaktığından yazdım bu abuk sabuk yazıyı..

dayanamadım yazdım..

bazılarını, özelikle ‘medeniyet timsallerini’ incittiysem hiç kusura bakmasınlar, hayatım onları incitmekle ve parke taşlarını söküp fırlatıp atmakla geçecek..

kahrolsun parke taşları..

parke taşsız fakat gülüşünüzle kalın..

Crockett..

 

aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin..

‘Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için utanıyordum. Bana herhangi bir adres söyler misiniz? diyemezdim.

Oysa herhangi  bir adres yeterliydi benim için…’

Oğuz ATAY – Korkuyu beklerken – Demiryolu Hikayecileri

 

Ve yine yollardayım yalnız başıma..  yalnız  gezmeleri seviyorum.. ama gideceğim yerde  nedense hep birilerine söz veririm geleceğim görüşürüz diye.. sonra sıkışır kalırım o başkalarının planları içine..  yine öyle oldu ya neyse..

İnsanın bulunduğu yer, zaman ve an’dan başka bir yer zaman ve an’a dahil olması sanki kederleri azaltıyor gibi.. nedense bu sene öyle hissettim.. uzaklaştı, silikleşti canımı yakan her ne varsa..  gelir gelmez ise  içimi sıkan aynı  el harekete geçti  yeniden.. yeniden.. oysa ne kadar uzaktı benden her şey.. ve ölüm.. bir an başka bir gökyüzü altındaydım .. ve gökyüzü o kadar berraktı ki .. küçük sahil kasabalarında benim hiç içemediğim o biranın tadı bile ne güzeldi.. kabuklu fıstıkla bira içmek.. bir de ucuz şarap.. ama tadı pek bir hoş.. zira şaraptan da anlamam hiç.. ben her konuda biraz acemi ve ilgisizim.. zaten çok unutkanım.. o yüzden hep bir daha keşfederek yol alırım.. son zamanlarda isimleri unutur oldum.. geçen gün yeni tanıştığım birine adını tekrar sorabilirim şaşırma dedim  .. güldü sadece.. artık isimlerin mıh gibi beynime kazınmasını istemiyorum.. bu özensizlik değil de biraz vazgeçiş gibi.. sanırım bir çok duygudan, kuraldan, zorunluluklardan  vazgeçtim artık..  önce isimleri unutarak başladım.. hani seslendiğinizde en güzel sesleri çıkaran isimler vardı ya hayatımızda… en çok ta canımızı onlar yaktı..

zaman zaman kendimi ülkesiz, yersiz yurtsuz hissediyorum bu uzak diyarlara gittiğimde.. İnsanın kendini hiçbir yere, adrese  ait hissetmemesi, aidiyet duygusunun  olmaması..

hiçbir yaş’ a ait hissetmemesi ayrı bir huzur.. Bana göre ölüm herkese eşit mesafede olduğu için,  herkes aynı yaştadır.. galiba bir tek ölüm bu kadar adil.. herkese aynı derecede acımasız ve koşulsuz..

Saçlarımı da  kısacık kestim  tatile çıkmadan önce..  şimdi bakıyorum da hayli uzadı.. çok severim kısa saçı.. jean seberg’in serseri aşıklar filmindeki  fotolarını kuaförlere  gösterip az kestirmedim..  Pratik şeyleri sevdiğim, beni yoran uğraştıran şeyleri sevmediğim için.. Formalitesiz, sevgisiz, ilgisiz, bakımsız da dayanabildiği, hep bir iki el darbesiyle iyi durabildiği  için.. uzun yollar için de iyidir..  böylece  beni özgürleştirdiği içindi belki de.. turgut uyar’ın jean seberg’e   yazdığı dizelerdeki gibi..

‘Saçlarımı hep kestim

Tutacak kadar kalmasın dedim

Çünkü bir başkaldırma ancak

Saçlarından tutulur……’ 

Ama uzadı yine kara saçlarım.. sanırım biraz uzun kalacaklar renklenecekler  bu defa .. bazen bir kadının saçlarını değiştirmesi yeni bir sayfa açmak gibidir.. züğürt tesellisi işte..

aşk ise bir var bir yokmuş mesafesinde.. bir var bir yok gibi… bazen hiç sevmiyorum.. bazen çok seviyorum.. çoğu zaman sevmiyorum… galiba artık sevmiyorum…

sanırım aşkı geçtim gözlerimi açabilirim… sevgimle…

‘TAFLAN’

 

‘o bir çay istemişti, trenin içinde
biz tren yolcusuyduk, çölün içinde
ben yalnız kalmıştım, senin içinde
oysa kaç kişinin yerine sevmiştim seni!

aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin..’

Haydar ERGÜLEN

(Üzgün kediler gazeli – iç nefes)