hasta parçacıklar …. (morbid segmentations…)
Sola döndüm. Köşe kalabalıktı.İnsanlar benim için ne olduğu belirsiz bir durum karşısında sabahın dokuzunda bir araya gelerek kendi eşsiz yorumlarıyla birşeylere katkıda bulunmaya çalışıyorlardı. Bulunulan yer apartmanımıza komşu bulvara açılan köşeydi. Biraz daha yaklaştım. Kalabalık içinde iki kişi kazdıkları bir çukurun başında durmuş karşılıklı yorumlar yapıyorlardı. Kır saçlı ve elinden sigarayı düşürmeyeni “biraz daha kazalım tıkanan boru buradadır kesin!” diyordu daha uzun boylu ama çırak görünümlü olanına. Bu sonuncusu ki ismi Bay O. idi ,uzak bir mekana doğru seslenircesine “daha önce getirdiğim hortumu uzatırmısın E. !” diye haykırdı. E. de sigarayı elinde tutan bir patron edasıyla tutarak arkasına dönüp üçüncü kişiye hortumu uzatmasını söyledi. Usta çırak ilişkisi bu olmalıydı sanırım. Kenardan devam edip ortamdan uzaklaştım.
Neler olduğunu bilemeden yürüyordum taşlı çakıllı yolda. Ayakkabımın ucu arada bir büyükçe taşlara takılıp derin kesikler halinde çiziliyor , ben de yere yüzüstü kapaklanacak oluyordum. Hava çok sıcak , Güneş’se caddedeki tektük ağacın gölgesini bile eritircesine tepemdeydi.
Uzaktan hızla yaklaşıp yanımdan geçen otobüsün sıçrattığı suyla kendime geldim. Üstüm çamur olmuştu. Otobüsün ardından “Hayvan!” diye bağırdım. Otobüs birden durdu. Şoför penceresinden karakuru bir tip sarktı ve ” bas git belanı benden bulma ,kafanı patlatırım senin !” , dedi. Ona doğru yürüdüm. Otobüstekiler arasında bazı sesler yükseldi ve şoför tekrar içeri girerek yoluna devam etti . Adama cevap verememiş olmak çok koymuştu. Oysaki tek istediğim yanımda ki hanımefendinin bakışları altında bana karşı terbiyesizlik edilmesini engellemekti. Yanıma baktım birden ama hanımefendi yoktu. Paltoma sarındım yoğunlaşan tipinin soğuğu altında. Biraz daha yürüdüm. Köşedeki yeni görünümlü derme çatma marketçiğin yanına ulaştığımda kapısındaki dereceye doğru bakışlarım kaydı. Eksi yirmi yedi dereceyi kendi kendime sayıklarken kayarak kıçüstü yere çakıldım.
Birileri başımda bitiverdi hemen. “Ne oldu ? Fenalaştın mı ?” sorusuyla kafam aydınlandı. Ancak soru ya da o an yağan sorular gerçekten hatırımı sorar tonda değil de daha çok etrafımdaki insan sayısını artırmaya yönelik tondaydı. “Adam sıcaktan bayıldı galiba” dedi yaklaşık on kişiye ulaşan kalabalıkta en arka sıralardan minyon tipli memur kılıklı bir zat. “Şimdi iyi ,iyi !” , diye insanları rahatlatmaya çalışan yaşlı bir kadın tarih öncesinden kalma yamalarla dolu koltukaltı çantasını düzelterek umursamaz bir edayla uzaklaştı bölgeden.
Ayağa kalktım. Sol ayağımdaki ayakkabımın ucunda kocaman bir delik ve araya giren bir taş ile rahatsız oldum. Ayağımı sallayarak taştan kurtulmaya çalıştım. Ama başarılı olamadım. Kalabalık dağılmıştı. Bulunduğum yere komşu apartmanın girişindeki basamaklara oturdum. Kafamdaki şapkayı kenara koydum. Ayakkabımı çıkararak taşı düşürmeye çalıştım . Az önceki yaşlı kadın tekrar belirdi . ” Paran yok galiba senin” dedi ve kenarda duran şapkama birkaç bozukluk bırakarak kendisinden beklenmeyecek bir hızla uzaklaştı. O sırada kadının konumlandığı yerin tam karşısında burnunun içinde maden ararcasına serçe parmağıyla karıştıran bir sarışın , saçları yana taralı bir ufaklık belirdi. Ayakkabımdan çıkardığım şeyin bir köpeğin taş kesilmiş dışkısı olduğunu görünce iğrendim ve çocuğa fırlattım. Çocuk gülerek kaçıştı. Az ötede ki eczaneden çıkan ve ağabeyi olduğunu sandığım kişiyle çarpıştı. Ağabeyi bir kaç yaş büyük şişe dibi gözlüklü kocaman gözlü sevimli biriydi. “Yine altına işemişsin velet! Seninle mi uğraşıcam gir içeri!” , diyerek askılı pantolonunu düzeltti. Çocuk içeri daldı. Fırlattığım taşlaşmış dışkı ise oraya yeni ulaşmış sokak köpeğinin ilgi odağıydı şimdi. Birkaç kez kokladıktan sonra dişlerinin arasına alarak karşı kaldırıma geçti ve yanıma geldi. Dışkıyı yanıbaşıma bırakarak ortadan kayboldu.
Ayakkabımı giyip tekrar yola koyuldum. Her adım atışımda soldaki ayakkabımın ayrılmış olan tabanı palet gibi yalpalanmaya ve yere takılmaya başladı. Kendi adıma artık böyle paspal olmaktan utanmıyordum. Benim için önemli olan diğer ayakkabımı da kaybetmemekti. Yoksa parasız pulsuz bütün yazı nasıl geçirebilirdim? Ayakkabımı düşünürken şapkamı orada unuttuğumu hatırladım. Umursamadım. Tökezlemelerim ayakkabımın taşlara takılmalarıyla daha da artmıştı. Yürümek ne kadar zorlaşsa da taşlara takılmam bunun gerçek nedenimiydi bilmiyordum, yoksa yürümeyi mi unutmuştum? Yürümek neden alın yazımızdı ? Gerçekten yürümek zorunda mıydık diye düşünmeye başlarken binaya ulaştım. Karşımda ki , uçsuz bucaksız pencere tarlası gibi uzanan kocaman bir yapıydı. Otomatik kapı açılıp ana koridora girdiğimde O beni karşılıyordu. Sarışındı. Uzun boyluydu. Cildi Güneş parlaklığındaydı. “Sen kaç derecesin?” diye sordum. Tam cevap verecekken yanımızdan küt kızıl saçlı , kocaman çok güzel gözleri olan bir anne geçti göbeğindeki kocaman tümsekle . Tam bir yuvarlaktı göbeği. Gözlerimin içine bakarak biraz da belini tutarak önündeki hemşireyi takip edercesine gözden kayboldu. O ise tekrar bana döndü. Cildinin parlaklığı üzerindeki beyaz önlüğe de yansımıştı. “Elinde ne tutuyorsun?” dedi. “İşte ayakkabım!” dedim neden olduğunu bilmediğim yarım bir sevinçle. ” Elinde ayakkabı yok ki! Buraya kadar yalınayak nasıl geldin?” dedi. Gerçekten de yalınayaktım. Güneş’in ışınları şeklindeki saçlarını iki yana sallayarak elini ceketimin cebine soktu. Cebimden ufak bir defter çıkarıp içine birşeyler yazdı ve tekrar cebime koydu. “Hadi artık gidebilirsin sana bir taksi çağıracağım . Birazdan gelir. İlaçlarını da yazdım ihmal etme” , dedi. “Bir daha da yalınayak gezme , ayaklarını çamur içinde bırakmışsın. Bu soğukta donmuyor musun?” diye ışıldayan gözlerle baktı. O kadar cümleyi nasıl söylediğini anlayamadan geri döndüm. “Ben seni görmeye geleceğim zaten”, diyerek hemşire bankosuna döndü. Binanın otomatik kapısı açıldı ben yaklaşırken . Ama başka birileri girdi telaşla dışarıdaki termometrede görünen eksi yirmi yedi derece ile birlikte . Soğuğu yüzümde hissetmemle gözümde ışık çakmaları başladı ve ben biri tarafından fırlatılmışçasına sırtüstü yere kapaklandım. Arkamdan bir sesin altın sarısı saçlarıyla ” Baba! Baba!” diye haykırışını duyarak kayboldum kendimde. “Baba! Baba!”
Güneş’imize (31.07.2010)
‘Fran(sı)z Kafka’
Ne yazmak gerektiğini bilmediğin zamanda yapabileceğin en iyi şey kaleminden süzülen mürekkep izini kaleminin gittiği yönde saklamaktır. İşte o zaman sakladığın mürekkep gölgeleri ışık olur yazmana . Ve bir de yanında yamacında göğe yükselen dayanılmaz bir müzik varsa , o şahaneyi yaratmana bir nefes kaldığı andır.
( Ne olduğu belirsiz bir tarih…)
‘Fran(sı)z Kafka’