Archive for the ‘Güncel’ Category

MISIR..

‘ESKİ  MISIR ŞİİRİ..’ – TALAT S. HALMAN..

 

‘mısır’da ve diğer arap nüfusu ağırlıklı ülkelerde neler oluyor , neler bitiyor diye soran insanlar oluyor.. ve niye bununla ilgili bir yazı yok aylak adamız’da sorusunu da soruyorlar haklı olarak.. kendi adıma yazıyorum sadece diğer arkadaşları bilemem.. belki de oralara en yakın kişi benim ama izlemedeyim şu anda.. şüpheler , sorular aklımın bir köşesinde yer etse de en azından sanki iktidar koltuğuyla yapışık doğmuş 30-40 yıllık diktatörlerin defolması sevindirici.. darısı diğerlerine diyeceğim ama benim temennilerimle olmuyor işler.. yüce abd ne derse o olur malum.. bir iki gündür de libya kaynıyor.. deyim yerindeyse domino taşı gibi.. pat pat devriliyorlar..

peki bugüne kadar ne olmuştu da beklenmişti bu kadar.. sadece sosyal paylaşım ağları ve sanal ortamın başarısı mı bu.. artık sivil toplum örgütleri veya siyasi örgütlerin de sonu mu gelmişti acaba tıpkı bir zamanlar yüceltilen yerlere göklere konulamayan fukayama bozuntusunun yumurtladığı ‘tarihin sonu geldi’ lafı gibi.. sosyal paylaşım ağlarının ve de internet ortamının sağladığı etki yok sayılamaz şüphesiz ama sadece bunlara dayandırmak , başarıyı bunlara bağlamak meydanlarda ölümü göze almış ezilenleri yok saymak olacaktır..

ve aklıma gelen şu acaba bu ülkelerdeki muhalefet organize bir şekilde la 2011 bizlerin , ezilenlerin yılı mı olsun demişlerdi ve kimsenin ruhu duymadan böyle bir organizasyon mu yapmışlardı.. öyleyse müthiş bir organizasyon gerçekten.. ama kimse beni ikna edemez bu konuda.. hem mısır bazında hem de küresel ölçekte belli başlı güç odaklarının olur vermemesi halinde 18 günde gitmezdi faşist mübarek ve diğer dallama diktatörler.. 

hüsnü mübarek de geçti gitti , tunus’taki de.. sıra kaddafi de gibi görünüyor.. hayırlısı artık.. tabi önemli olan şimdi mısır’da iktidarın kime kalacağı.. mübarek ardılı ve artığı bir faşist mi , yoksa ezilenlerin muhalefetinin ve diğer kesimlerin uzlaştığı bir özgürlükçü platform mu.. kim bilir göreceğiz.. malum şimdi yıllarca halkı ezmiş mısır ordusu yönetimde.. ve isyan bitmiş durumda.. e ne oldu.. bu mısır ordusu yıllardır ezen mübarek’in ordusu değil mi.. evet o ordu.. peki ne oldu.. neden bitti gösteriler.. demek ki hala gerici faşist diktatör unsurların etkisi devam ediyor.. göreceğiz.. umarım alacalı bulacalı medya reklamıyla apartılan bir yeni diktatör gelmez başa..

ortadoğu , afrika ve asya ülkelerinin  geri kalmışlığı , okuma yazma oranı malum.. daha önceki yazılarımda da yazmıştım demokrasi oyununa inanmıyorum ben.. a , b , c , d partisi veya görüşü hiçbirisinin farkı yok birbirinden.. tüm iktidarların ortak noktası kendinden olmayanı sindirmektir.. kimse beni kandırıp inandıramaz demokrasi safsatasına.. ben kimsenin oyununa karışmıyorum , oynamaya devam etsinler , onlar da benim demokrasi yalanına inanmamı beklemesinler..

bugünlerde bakıyorum herkes demokrat.. herkes.. daha on yirmi yıl öncesinin ordu şakşakçıları offfffff bakıyorsun en demokrat kesim olmuş.. ordu lağvedilsin diyenler bile var yahu aralarında.. keşke dünyadaki tüm ordular lağvedilse ve sınırlar ortadan kaldırılsa.. nerede ah nerede vah nerede.. nerede.. görüyorsunuz değil mi demokrasi havarilerini , heyt bre sizi darbe günlerinde görseydik bir de.. gerçi o günlerde de görmüştük sizleri 17 yaşında çocukları asanlara methiyeler düzüyordunuz.. şimdi ise en keskin demokratlar olmuşsunuz valla helal olsun.. ama sadece kendilerine.. burada tekrar parantez açıyorum , tüm kesimlerden herkese bunu diyorum sadece kendilerine demokratlar.. ve herkes kendi çizdiği demokrasiyi seviyor ve istiyor.. herkesin demokrasisi kendisine göre.. yüzde on barajı var ama olsun demokrasi var.. lider sultası var tüm partilerde olsun demokrasi var.. elli yıldır hep aynı şeyler tartışılıyor , bir şey değişmiyor , olsun demokrasi var.. bir belediye başkanı ya da milletvekili adayı oldunuz bin bir zorlukla kendinizi liderlere ve partilerin üst kadrosuna beğendirerek ama seçim masrafları var.. kendinizi seçtirebilmek için dünya para harcayacaksınız.. daha aday adaylığı fotoğrafı çektirmeye git ohoo kaymeler akmaya başlıyor cepten.. işçi , köylü , memur kısmı nasıl seçtirecek kendisini üç kuruş parasıyla.. tabi o da varsa..geçin kardeşim bana demokrasi hikayelerini anlatmaya.. siz oynayın oyununuzu ben aha burada behzat ç. izliyorum ‘dokanmayın la bana , az uzak durun benden.. az ötede oynayın..’ benim gördüğüm en demokrat adam behzat ç. dünyada hem bir de polis abim.. yaa naber..

mısır’a dönelim tekrar.. mısır denince akla hemen piramitler ve nil filan gelir.. benim aklıma hiçbiri gelmez.. tüylerim ürpererek aklıma ilk gelen ‘oum khalthoum’ ya da bizim söyleyeceğimiz şekilde söylersek ‘ümmü gülsüm’ gelir.. gelmiş geçmiş dünyanın en iyi sesi.. bunu ben demiyorum.. dünyanın sayılı büyük müzik otoritelerinin ortak görüşüdür.. bizim memlekette anlatılan rivayetlere , halk efsanelerine göre mi diyelim bilmiyorum ümmü gülsüm vefat ettiğinde ses telleri ve gırtlağı incelenmek üzere alınmış.. daha önce ve şimdi de müzik kutumuzda sayısız defa dinlemişsinizdir ümmü gülsüm’ü.. sanırım onun en güzel şarkılarından birisi olan inta omri’nin sözleri de site ilk kurulduğu zamanlarda yayınlanmıştı sitemizde.. ümmü gülsümden sonra ise benim taptığım yüce insanlardan birisi gelir aklıma : necip mahfuz.. mısır halkını ve şu anda mısır’da olan olayları , halk hareketlerinin öncüllerini en iyi anlatan halkın içinden bir büyük usta.. dünyaya necip mahfuz gibi ustalar zor geliyor ama kolay kaybediliyorlar.. herkes ‘midak sokağı’ der.. evet ‘midak sokağı’ büyük bir yapıt.. ama diğer eserleri de en az onun kadar ve ondan üstün olanları da var bence.. necip mahfuz’un arkasından bir başka büyük usta zor gelir ortadoğuda..

neyse benim aklıma işte bunlar ilk olarak geliyor mısır denince.. ama bir de büyük ustalarımızdan talat s. halman tarafından öğrendiğimiz ‘eski mısır şiir’i var ki ta binlerce yıl ötesinden bugünkü sorunların köklerine ışık tutuyor adeta.. şiirleri okuduğunuzda binlerce yıl öncesinde de aynı sorunların mısır’da yaşayan insanların omuzlarında olduğunu , o zamanlarda da diktatörlerin , zulmedenlerin , fakirliğin , açlığın eksik olmadığını görüyoruz.. sonra birden umutsuzluğa kapılıp mısır insanının kaderi mi bu yoksa diyebiliyor insan.. hayır kaderi değil.. ve bu kaderi mısırın ezilenleri yazmadı ama grup kızılırmak’ın ‘konfeksiyoncular’ şarkısında denildiği gibi bu kaderi bozacak olanlar onlar..

(Fotoğraf : Talat S. Halman..)

bitirirken mısır’ın tüm ezilenlere selam olsun diyorum ve che’nin bir konuşmasından (dos , tres , muchos vietnam..) esinlenilen 70’lerin bir sloganıyla bitiriyorum : ‘bir iki üç daha fazla mısır..’

 

Crockett..

ESKİ MISIR ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER :

‘ben dünüm , bugünüm , yarınım..

varlığımla dolmayan gün yoktur..

benim açtığım yoldur şimdiki çağ..’
‘ÖLÜLER KİTABI’ndan..

 

‘şen geçir günlerini , bıkmadan , yorulmadan :

ne malını mülkünü öbür dünyaya götürebilirsin ,

ne de geri gelirsin öteki tarafa gidince..’

 

‘elinde keskiyle çalışan sanatçı

tarlayı belleyen ırgattan fazla yorulur

akşam olunca yan gelip yatar mı.. ne gezer..

kolları koparcasına çalışır

ortalığı aydınlığa kavuşturmak için..’

‘işitilmemiş sözler bulsam , garip cümleler söylesem ,

kimselerin kullanmadığı bir dilim olsa ,

tekrarlanmamış , bayatlamamış deyimlerimle

eskilerin sözlerinden uzaklaşsam..’

ANKHU (m.ö. 2000 yılları..)

AKHENATEN’İN YAKARIŞI..

senin tatlı soluğundur benim soluğum ,

güzelliğin her zaman gözlerimin önünde..

duyabilsem sesini kuzey rüzgarında ,

güzelim , seninle dinçleşir bedenim..

uzat ellerini , yol göster ruhuma , canıma can kat :

beni sonsuzluğa çağırsan hazırım gitmeğe..

DİN ADAMI ANKHU’NUN

BOZUK DÜZENDEN YAKINMASI

olup bitenler , çileden çıkarıyor insanı :

memleket baştan başa azapla kıvranıyor ,

yıldan yıla büsbütün allak bullak…

bir öncekini aratıyor her geçen yıl..

kargaşalık var ülkede , yıkımın eşiğindeyiz..

kapı dışarı ettiler adaleti ,

haksızlık kol geziyor hükümet çevrelerinde..

tanrıların tasarıları karman çorman ,

tanrı buyruklarına aldırış eden yok..

memleketin durumu berbat,

ne taraf baksak çile ,

halk yas tutuyor kentlerde de , taşrada da…

millet yoksulluktan perişan ,

insanlarda ne saygı kaldı , ne sevgi..

huzur sultanları bile ter ter tepiniyor..

gün doğunca baş çeviriyoruz

gece olanları görmemek için..

olup bitenler , çileden çıkarıyor insanı :

dertler tümen tümen geliyor bugün..

yarın ıstırapların seli kopup gelecek..

memleket baştan başa tedirgin,

ama ağzını açıp tek kelime söyleyen yok..

 

masum insan kalmadı artık,

herkesin işi gücü fesat..

yürekler yas içinde , tasa içinde..

komut verenle komut alan bir-örnek,

ikisinin de dünya umurunda değil..

her sabah kalkar kalkmaz görüyoruz durumu,

ama düzeltmek için çabaya girişmiyoruz..

dün neyse bugün de o..

miskinlik sinmiş insanların yüzüne ,

kimse laf anlamıyor ,

anlayıp kızanlar bile dilini tutuyor..

yaman bir acıyla kıvranıyorum durmadan :

yoksullar , zengin karşısında güçsüz..

ne acıklı bunu görüp de haykırmamak..

ama anlamayanlara dil dökmek daha acı..

insan , sesini yükseltmeye görsün ,

başlıyor gerçekleri bilmeyenlerin öfkesi..

bugünlerde herkes sırf kendini dinliyor ;

kendinden başkasına inanan yok..

hiç ilişki kalmadı gerçekle söz arasında…

ANKHU (m.ö. 2000 yılları..)

‘ESKİ MISIR ŞİİRİ’ , TALAT S. HALMAN , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları , 1972..

‘TERS’e..

‘yürüdü.. işte onu çağırıyorlardı.. aralarında olsun , taşıtlara binsin , ilaç içsin , işesin , yemek yesin istiyorlardı.. elindeki gazeteyi yanından geçtiği direğe bağlı bir çöp kutusuna attı.. ama bu çağrı süreksizdi.. onu bir bildiler mi gitsindi , yaşamasındı.. birden kafasına bugün saat ikide bir şeyler yapacağı düşüncesi gelip takıldı.. saatine görmeden baktı..

ikiye çeyrek kala , taksim’de , köşedeki kahvenin üst katında , önündeki pencereden alana bakıyordu.. yemeğini isteksiz , ödev yapar gibi yemiş ; çıkıp buraya oturmuştu.. arkasından konuşmalar , tavla şakırtıları geliyordu.. alanın berisinde , altından buluşacakları saatin yelkovanı kendini sıkıp biraz kıpırdayarak ikiye on kalayı gösterdi.. gitmeyecekti.. onu buradan seyredecekti.. ne kadar bekleyeceğini merak ediyordu.. tramvaylar durup gidiyor , gene de durakta kalanlar oluyordu.. onu görür görmez – başka türlü giyinmişti.. neredeyse tanımayacaktı – altında durduğu saate baktı : ikiyi yedi geçiyordu.. geç geldi diye kızdı.. iyi ki gitmemişti.. yoksa dudaklarını da mı boyamıştı.. belli olmuyordu.. uzakçaydı.. bakınıyordu.. sonra ileri geri gezindi.. onunsa midesi ekşiyordu.. kursak kaynaması dedikleri bu olacaktı.. ‘gecikmesi bindiği taşıtın bir aksaklığından olamaz mı..’ saatin direğine yaslandı.. ‘en kötüsü bile , yedi dakikalık bir kendine önem verdirme yapmacığı değil mi.. ya benim bu yaptığım.. düpedüz hergelelik..’ güler sol bacağını büküp topuğunu elledi ; iki yanına baktı ; başı az eğik bekledi.. o zaman içine acımsı bir yumuşaklık , gevşeme ; esirgeyen , erkekçe buruk bir duygu yayıldı.. ‘beni bekliyor o.. bense..’ kalkerken sandalyesi devrildi.. basamaklardan atlayıp durağa seğirtti.. yüzünü , güler’in onu görünce ışıyan yüzüne yaklaştırdı..

–         haydi vur , vur bana ! dedi..

güler’in ona nerede kaldığını sormaya açılan dudakları kapandı , gözleri büyüdü.. yakınlarda duranlar dönmüş onlara bakıyorlardı..

–         ne oluyorsun.. yapma..

–         önce vur bana.. hergelenin birisiyim ben..

–         yapma gülünç oluyoruz..

çevresindeki suratları görünce – ikisi kadındı – onu kolundan tutup karşı kaldırıma koşturdu..’

‘AYLAK ADAM’ , YUSUF ATILGAN , Yapı Kredi Yayınları , Ekim 2009 , (1. Baskı Varlık Yayınları , Şubat 1959..)

‘ters’e aramıza hoş geldin demek istiyordum.. birden aklıma ‘ters’in bana yazarken ‘aylak adam’dan anımsattığı bir bölümü yazarak ona hoş geldin demek geldi.. reis’e (blackhawk) , sarı’ya ve diğerlerine örnek olur umarım (bunu başka bir şekilde yazmıştım ama sonra çok kaba olduğunu fark ettim , ama bunu arkadaşlar anladı ,  anladınız değil mi la..) çünkü ‘ters’ gerçekten büyük bir hızla giriş yaptı.. yazıların ardı arkası kesilmeyecek gibi görünüyor.. yakında sırf onun yazılarını görürseniz şaşırmayın , okuyun yazılarda keyifle boğulun.. hoş geldin ve iyi ki geldin ‘ters’..’

Crockett..

‘ben ve daha bir çok şey…’

‘ben ve daha bir çok şey…’

‘merhaba

benim rengim mümkünse mavinin bir tonu olsun, ve adım ters olsun.

ya neden ters di mi…

hayatta hep neden sorusunu sordum durdum ve aldığım tüm cezaları hep bu nedenden dolayı aldım.

öğretmenlerim, arkadaşlarım ve tabi ailem sürekli “neden bu kadar muhalefet ediyorsun?” dediler okumayı öğrendiğimden beri…,

ama inanamıyordum insanların bu kadar hızlı ve sorgulamadan kabullenişlerini. mesela neden sadece 1. sınıfta tuvalete gidebilme izin hakları vardır öğrencilerin, 2. sınıfta artık tuvaleti gelmediğinden mi yoksa o kocamaan(!) sınıfın önünde rezil olmaktan duydukları korkunun mesanelerinin patlamasından korktuklarından daha çok olduğundan mı?

ya da neden bizim dediğimizi yap yaptığımızı yapma gibi saçma sapan bir atasözümüz var…

bunlar sadece bir başlangıçmış sonradan öğrendim.

mesela hala cevabını bulamadığım belki bulduğum ama kendime bile cevaplarını itiraf edemediğim sorularım var.

neden insanlar çalışıp kazanabilme yada emekleriyle elde edebilme yetileri varken çalmayı tercih ederler? kimi zaman paradır bu kimi zaman aşk kimi zaman hayat.

ya da neden atasözümüzde deveye atfedilen mantığı her gün yüzlerine baktığım insanlarda görüyorum? ( deve ye demişler senin mi kamburun olmasın yoksa bütün dünya mı kambur olsun bütün dünya kambur olsun demiş.)

ya da doğurduğu çocuğa bakamadığı ortadayken neden menopoza kadar illa yılda 1 kez doğum yapar bazı kadınlar?

insanların bazıları neden acıyla beslenir hatta acıyla nefes alır?

yada nasıl bir insan sevdiğine bir kelam etmeden yok olur gider? aslında vardır ama artık onun konuştuğu dil bir başkadır…

evet bu insanlar aramızda, belki yanımızda belki bakkalımız manavımız her gün selam. verdiğimiz komşumuz…( gerçi o eskilerde kalmıştı artık komşulara pek selam verilmiyordu di mi.)

peki biz ya da ben neredeyim tüm bunlar olurken

tepkisiz bir şekilde işten eve evden işe…

ben bu değildim peki nasıl bu hale geldim(k).

tabi ki susarak.

yada aptalca bir dizi için binlerce şikayet telefonu açarak , siyasi ve sosyal hakların için bir kez bile kıçını kaldırmayarak…

ah evet tercih meselesi.

uyuyoruz sevgili dostum.

işin özü bu.

aslında ihsan oktay anar’ın ‘suskunlar’ını anlatacaktım bu yazıda ama böylesine saçma sapan ve daldan dala konan bir yazı oldu.’

‘TERS’

Günün Şarkısı ve Bu Vesileyle Sayıklamalar..

Günün Şarkısı : ‘Because The Night’ – PATTI SMITH..

‘canım hep sıkkın.. nasıl yenilmez , bitmez , tükenmez bir sıkıntı bu anlamıyorum.. canımın sıkıntısı artık nereden , kimden kaynaklanıyor düşünemiyorum bile..

eski adıyla ‘ikizim’ yeni adıyla ‘yalanım’ belki en büyük can sıkıntısı sebebim.. belki de tek sıkıntım.. yüklenmek de istemiyorum ona fazla.. o benden kırılgan.. gülüyorum işte şimdi hin hin.. hem onun için canımın sıkılmasının belki tek sebebi diyorum , hem yalanım diyorum , bir de ona hala üzülüyorum , çok kırılgan diyorum..

kırılgan insan yalan söyler mi.. boş ver bunu başka zaman tartışırız..

‘ikizim’ yada  yeni adıyla ‘yalanım’la müzik dinlemeyi çok severdik.. herhangi bir gölün kenarına (en çok da o kara şehrin yanındaki göl) ya da boğazın en yüksek noktasında bir uçurum kenarına arabayı çekip konuşmadan saatlerce müzik dinlerdik..

bazen bazı şarkıları onlarca defa dinlerdik.. o dalıp giderdi başka yerlere.. maviliğe bakarak ben de ona dalar giderdim.. bazen de onun kafasının içinde gezinmeye çalışırdım bir salak gibi..

omzuma yaslanır ya da dizlerime uzanır uyurdu , yanımdaydı ama sonra anladım ki hiç yanımda değilmiş , çok uzağımdaymış..

yakalayamamışım hiçbir zaman onu ve düşüncelerini..

en çok şiir okurken severdim onu.. ya da araya bir iki dize sokuşturduğu zaman edip’ten ya da turgut’tan..

‘saatlerce konuşsa keşke derdim , hiç susmasa..’ bu cümle aynı zamanda onun benim için en çok söylediği ve yazdığı cümleydi.. ne tesadüf , ne komik ve ne acı..

hele sayfalar uzunluğundaki şiirleri elinde kitap varmış gibi ezbere okuması ve sonra gülümsemesi..

sadece o gülümsemesi ve susuşu üzerine yazmak isterim binlerce sayfa.. ve bitmesin o yazdıklarım , sona gelmeyeyim hiçbir zaman.. son nefesime kadar sadece onun o gülümseyişini yazayım..

ona bir kere çok ağır yazmıştım.. bana bir kalp borçlusun diye.. gerçekten o zamanlar buna inanıyordum.. kalbimi delik deşik eden , ona en çok zarar veren ve her geçen saniye kalbimi kemirmeye devam eden oydu.. öyle düşünüyordum..

sonra lütfetti onu gördüm bir ara.. gözlerine baktım.. bana ‘sana gerçekten bir kalp borçlu muyum’ diye sordu.. kıyamadım kendisine , evet diyemedim.. hayır dedim.. borçlu değilsin.. kim bilir belki bir karaciğer ya da pankreas ya da mide borçludur.. yazarken bunları yine gülüyorum , gülerken bir yandan da gözlerimden yaşlar akıyor.. bizim ‘güneşe’ benziyorum böyleyken.. hem ağlarım hem gülerim hesabı..

‘yalanıma’ kıyamadım işte o anda , kendimi inkar ettim , kendime ‘yalan’ söyledim.. oysa suratına haykırmak istiyordum..

şimdi yine diyorum bana bir kalp borçlusun ‘yalanım’.. çünkü öyle bir hale getirdin ki bu kalbi.. kalp denmez.. bir enkaz bile değil..

pazar günü kitaplarımın arasında dolanırken elime bana verdiğin kitaplardan biri geçti.. bulunduğum her yerde karşıma çıkıyorsun ya evde de çıktın işte..

edip’in kitabı.. hatırlarsın..  kitabın sayfalarını ayakta karıştırırken birden sanki bir el kalbimi avuçladı ve güçlü bir şekilde sıkıp bıraktı.. belki de senin elindi.. dedim tamam.. buraya kadarmış.. son.. the end.. khalas..

elim ayağım boşaldı.. tutunacak bir yer aradım.. uzandım hemen.. dakikalar değil saniyeler geçmiyordu.. o el bir daha sıkacak mıydı.. bekliyordum.. hayatımda böylesini yaşamamıştım sanırım..

uzandığım yerde bu bir uyarı mıydı acaba dedim.. hoyratça kullandığım vücudumun bir uyarısı.. demir olsa dayanamazdı bu uykusuzluğa , içkiye.. hemen karar verdim içkiye uzun bir ara yine.. çok kararlıydım.. çok kararlar veririm böyle içkiyle ilgili.. bazen beş dakika sonra o kararı ezer geçerim.. işte o gün böyle düşüncelerle boğuştum durdum , hiç evden çıkmadım..

ertesi gün sabah korkarak çıktım çöplüğüme , kadıköy’e geldim.. hep tetikteydim , sanki bir şeyler yapabilirmişim gibi bekledim o elin kalbimi tekrar sıkmasını..

ama bir şey olmadı..

kadıköy’de gün boyu abidin dayı ile dolaştık , modaya çıktık.. çay bahçesinde ayazda dışarıda denize karşı oturup eskilerden konuştuk denize bakarak.. modadan dönüşte ümo kesti yolumuzu.. yürürken kendi kendime devamlı ‘ yanımda abidin dayı ve ümo varken kalbimi kimse sıkamaz’ diyordum.. rahata aldım yani bir anda..

halbuki gece bir düğün vardı.. esas o canımı sıkıyordu.. düğünleri hiç sevmem.. katılmak istemem.. yanlış anlaşılmasın evlenenlerden dolayı değil düğün ortamları sıkıyor beni.. bir de çok şey yapmacık geliyor.. tüm düğünler özünde aynı.. hep aynı nakarat..

bu aralar sanki benim inadıma düğünler arka arkaya.. ama hepsi sevdiğim kardeşlerimin mutlu günleri , katılmamak olmaz.. memo’nun nişanında olanları ‘halo’ burada anlatmış ayrıntılarıyla.. bana laf etmek düşmez o yazı üzerine.. sadece memo’ya ve neslihan kardeşime ömür boyu mutluluklar diliyorum buradan tekrar.. ve son söz olarak ‘halo’muzun eşine ‘halo’ya aldığı o sağlam çoraplar için tebriklerimi iletiyorum buradan.. gerçekten yarım saat boyunca bir çorabın lastikleri nasıl bir yetmişlik rakı şişesini tutar hala hayretler içindeyim-z..

neyse bu hafta başında olacak düğün içkili ve yemekliydi.. ama ben karar vermiştim içmemeye ya.. pehh.. akşam kalktık gittik düğüne.. oho kimler yoktu ki.. yirmi yıl öncesinden arkadaşlar.. masamıza kurulduk.. mükellef bir meze tabağı zaten hazır bekliyordu.. ne ararsan var tabakta.. yarısı memleketten mezeler..

ben yan gözlerle girişeyim mi hemen tabağa diye bakarken işte o an geldi.. garson bey yaklaştı.. ‘içecek ne alırdınız..’ rakı , şarap vs.. ne istersen var sınırsız..

bir an zaman durdu.. yanımda bizim oralı canım arkadaşlarımdan ‘tt’ vardı , benden önce yerime cevap verdi : ‘rakı içer o rakı’ dedi.. göz kırparak ‘la bugün kandil’ dedim.. hemen başladı harabi’den ‘kandil geceleri kandil oluruz’ diye türküye.. sonra arkadaş ‘hem bugün sevgililer günüymüş my honey’ diyince ben kahkahayı patlatmadan önce garsona kafamla getir dedim..

masamız oldukça kalabalıktı.. bazı arkadaşlar eşleriyle gelmiş doğal olarak.. biz de üç erkek arkadaş yanlarına oturmuşuz.. artık bizi idare edeceklerdi..

neyse az sonra garson elinde ‘şerbet’ şişesiyle geldi.. yanımdaki hemşerimle ben aynı ekoldeniz.. garsonun elinden şişeyi kaptık.. canım suyu da getir dedik.. hiçbir zaman garsonlara ya da başka birisine rakı doldurtmaz gerçek demci.. (‘demci’ lafını da güzel insan aydın boysan üstattan öğrendim.. aydın boysan bir derya.. gerçi bizim ‘halo’ onu beğenmiyor.. içmeyi bilmiyor diyor onun için ve biz gülüyoruz bunu dediği zaman..)  çünkü bilen var bilmeyen var.. bir de her demcinin kendine göre bir içişi ve ayarı var..

önce arkadaş doldurdu kendi kadehini sonra ben aldım , önce kendiminkini sonra yanımda oturan diğer arkadaşın rakısını doldurdum.. ben doldurdum diğer arkadaşınkini çünkü o içmeyi zaten bilmiyor.. sonra verdik garsona şişeyi..

yanımdaki hemşerimle en son üç ay önce yine bir düğünde boğaza karşı içmiştik.. düğün içkisizdi.. biz düğünden kaytarıp yandaki işletmeye gidip orada bir büyüğü yirmi dakikada devirip sonra düğün mekanına dönüp düğüne neşe saçmıştık..

ve işte yine biz başlıyorduk içmeye.. ama benim hep aklım göğsümde.. el sıkar mı diye bekliyorum tetikte.. sonra ‘tt’ hadi sağlığına kardeşim dedi ve kadehler kaktı , ilk kadehlerimiz hep fondiptir ‘tt’yle.. masadakilerin şaşkın bakışları ararsında rakı kadehleri boş olarak masaya iniş yaptı.. ‘tt’ arkada duran garsona sadece ‘canım’ dedi ve şişe tekrar geldi.. ikinci kadeh , üçüncü kadeh ve tam gaz devam.. ‘tt’yle durmaksızın içeriz istesek , bayılana kadar ya da ölene kadar belki.. şimdiye kadar bayılmadık ya da ölmedik hiç onunla.. ama hiç bozmadık kendimizi.. belki de hemingway’in ‘alkolik , kendisinden fazla içemeyen adamdır’ sözündeki gibiydik.. kim bilir..

içtikçe unuttum gelip kalbimi sıkacak eli.. bir ara sanırım masaya damatla gelin gelmiş , tebrik etmişiz , gülücüklerle dolu fotoğraflar çektirmişiz.. hatırlamıyorum.. sadece ‘tt’nin o kara gözlerini gülümseyerek kısması ve sağlığına diyişi aklımda kalmış.. zaman nasıl akıp gitmiş anlamadım bir baktık masada ikimiz kalmışız , bir de göğsümde sımsıcak ‘yalanım’..

(göl fotoğrafları : crockett..)

canım arkadaşım ‘tt’ gece yarısından sonra uçacaktı memlekete.. ‘hadi biz de ikileyelim’ diyip , bir başka düğüne kalmasın görüşmelerimiz temennileriyle kalktık masadan.. düğün sahipleriyle vedalaşıp attık kendimizi sokağa.. sonra sarıldık birbirimize gecenin ayazında..

sabah olduğunda rakının lezzeti hala damağımda geziniyordu.. ama arkası kesilmeyen öksürüklerden sonra karar verdim tekrar bir süre içmemeye.. tabi canım içmeyiz..

kahvaltı etmeden çöplüğüme geldim.. kimse yoktu.. çayı demledim ve pastanelerimden pastane seçip gidip ne kadar zararlı şey varsa aldım geldim , tıkınmaya başladım..

sonra günlük rutinler başladı.. her şey aynı.. gün boyu içmemek için kendimi motive ediyordum.. ama akşamüstü olduğunda hüzün çöktü yine..

canım nasıl bir kadeh rakı ya da buz gibi bir bardak bira çekti kimse anlayamaz.. bir alkoliğin çırpınmaları ya da istekleri değil bunlar.. ‘yalanım’la tartışmalarımız hep bana ‘alkoliksin’ demesi üzerine başlardı.. ben alkolik değilim derdim o da ısrar ederdi.. ben de ona ‘sen sigara bağımlısısın , ben alkol almadan durabilirim ama sen sigara içmeden duramıyorsun’ derdim.. ‘halo’ ekolünden gelenler alkolik değildir , kabul edemem bunu.. ayrıca herkes bilir içkiye verdiğim radikal ara verişleri.. bu bambaşka.. ama yendim kendimi , hemen gittim bir tur attım moda’da..

sonra döndüm çöplüğüme müzik dinleyeyim dedim.. hep yanımda duran ‘yalanım’ gülümseyerek fısıldadı birden.. ‘deep purple dinlemek istiyorum’ dedi.. gülümseyen yüzüne dokunmak istedim hep öpmek istediği parmaklarımla.. ama elim boşlukta kayboldu.. ve deep purple çalmaya başladım.. sonra jefforson airplane’e geçtim ve sonra patti smith’de takıldım , kaldım..

patti smith’in yorumuyla white rabbit’i dinledim defalarca.. çaldı çaldı.. patti smith çalıyor ve ben daha beter hüzünleniyorum..

hüzün , isyan , öfke  dolduruyor içimi.. içmek istiyorum..

kahretsin diyorum ve içmek istiyorum.. 

patti smith..

çok şeyi alevlendiriyor içimde yine..

adela’dan sonra beni en çok heyecanlandıran , içimde bir şeyler uyandıran kadın herhalde patti smith’dir..

white rabbit’le artık uçuşa geçiyorum.. uçmaya başlıyorum gökyüzünde yalanıma doğru.. arkamdan adela kollarını açıp kendisine çağırıyor.. adela’ya ‘üzgünüm’ diyorum ve denizin üstünden ‘yalanım’a doğru yol alıyorum..

o an aklıma yine saçma sapan düşüncelerimden birisi geliyor.. dünyanın en güzel şarkı söyleyen  kadını kim janis joplin mi , patti smith mi karar veremiyorum.. karar vermek de istemiyorum zaten.. neye karar verdiysem altında kalmadım mı o kararların..

içmedim..

zaten patti smith sarhoş etmişti beni yeterince..

dedim yarın bir günün şarkısı yazısı yazayım.. epeydir yazmıyorum günün şarkısı ve içmediğim bugünün anısına günün şarkısı olarak patti smith’den seçeyim..

ama hangisini seçeyim ki.. işte yine bir karar verme işkencesi..

‘dead man walking’ filminin şarkılarından olan ‘walkin blind’mı olsun , jefforson airplane coverı ‘white rabbit’mi.. karar veremedim uzun süre..

ama sonunda tabi ki ‘because the night’ta karar kıldım..

bugünün şarkısı dünyanın en güzel şarkı söyleyen iki kadınından birisi olan patti smith’den ‘because the night’.. müzik kutumuzdan hem  ‘because the night’ şarkısını hem de ‘white rabbit’i dinleyebilirsiniz..

bir bruce springsteen şarkısı ve patti smith yorumu.. 

sonsuzluğun şarkısı ise yine onun yorumuyla ‘white rabbit’ olsun..

ve son sözler..

‘yalanım’ bana bir kalp borçlusun..

sizler ise aylaklar hiçbir şey borçlu değilsiniz , biz size çok şey borçluyuz..

‘adela’m seni unutmadım.. kırılma.. ben sana hayatımı borçluyum adela.. başka bir yazımda bitirdiğim gibi bitireyim yine.. senin dizelerinle.. ‘ayaklarının dibindeyim hep ben.. uzun bir süredir nefes alamıyordum zaten..’

müzikle ve gülüşünüzle kalın..’

 

Crockett..

 

(Patti Smith , ‘Horses’ albümünü ‘marjinallere , ucubelere ve toplumdan dışlanmışlara yapılmıştır bu albüm’ diyerek bizlere armağan etmiştir..)

BECAUSE THE NIGHT.. 

take me now baby here as i am
hold me close, try and understand
desire is hunger is the fire i breathe
love is a banquet on which we feed..

 

come on now try and understand
the way i feel when i’m in your hands
take my hand come undercover
they can’t hurt you  now,
can’t hurt you now, can’t hurt you now..

 

because the night belongs to lovers
because the night belongs to lust lovers
because the night belongs to lovers
because the night belongs to us..

have i doubt when i’m alone
love is a ring, the telephone
love is an angel disguised as lust
here in our bed until the morning comes..

come on now try and understand
the way i feel under your command
take my hand as the sun descends
they can’t touch you now,
can’t touch you now, can’t touch you now..

with love we sleep
with doubt the vicious circle
turns and burns
without you i cannot live
forgive, the yearning burning
i believe it’s time, too real to feel
so touch me now, touch me now, touch me now..

because tonight there are two lovers
if we believe in the night we trust
because tonight there are two lovers
because the night belongs to lust
because the night belongs to lovers
because the night belongs to us..

DOĞU ASYA SİNEMASI , DAVID CARTER..

DOĞU ASYA SİNEMASI , DAVID CARTER..

‘kalkedon yayınları türkiye’deki sinema kitaplığının bir eksikliğine son verecek bir kitap yayınladı yakın zamanda : doğu asya sineması.. david carter’in derleyip yazdığı kitap nejat ağırnaslı’nın çevirisiyle raflarda yerini aldı..

kadıköy’de olanlar şanslı diyeceğim kalkedon yayınları diplerinde caferağa spor salonunun karşısında , oradan indirimli şekilde alabilirler.. her ne kadar ben orada kitapla ilgili küçük bir komedi yaşasam da..

ben genelde tanımadığım , girmediğim kitapçı ya da mağazalardan alışveriş yapmayı sevmem.. sıkıntı basar.. sanırım bir psikiyatriste görünmem de yarar var bu konuda.. gülüyorum.. neyse kalkedon yayınevi de böyle pek uğramadığım ama her gün vitrinine geçerken bir iki kere baktığım bir kitapçı.. işte böyle geçişlerimden birinde baktım ula o ne kapağında ‘old boy’dan bir sahnenin olduğu bir kitap duruyor vitrinde.. neyse binbir zorlukla kendimi ikna ederek içeri girdim.. masalardan birinden bir hanımefendi kalkıp buyrun dedi.. ‘doğu asya sineması’ kitabından bir adet istediğimi söyledim.. bayan bana anlamayan gözlerle baktı , hangi kitap dedi.. ben tekrar ettim.. bilgisayardan bakmaya başladı.. off en sevmediğim sıkıcı anlar bunlar.. ama beni bir gülümseme tuttu , gülümsemem bayanın aramasının uzun sürmesi ve kitabı bulamamasıyla arttı..

tam kahkahaya dönüşecekken kendimi tuttum çünkü o sırada bayan bana dönüp üzgünüm böyle bir kitap yok dedi.. ben ağzımı açayım mı , ağzımı açarsam kahkaha atar mıyım diye düşünürken yahu ben yanlış mı girdim acaba diye de kendimi sorguluyordum.. kalkedon kitapçısı değil mi diyeceğim ama orası , ki olmasa bile vitrinde zaten var kitap..

vitrinde duran kitabı bilgisayarda arıyoruz.. kendimden şüphe ettim bir ara , la yine mi ayakta uyuyup rüya görüyorum diye düşünürken bayan yan odadaki yine bilgisayar başında oturan bir beyefendiye dönüp kitabın adını söyleyince o bey de bilgisayarda aramaya başladı.. o an bir yok olmak istedim yeryüzünden bir de geri dönüp çıkıp dükkan dışında iyicene bir gülüp geri dönmek istedim.. ama o beyefendi de yok böyle bir kitap dedi.. ben artık koptum , dayanamayıp gülerek dedim ki tamam kitap yok bilgisayarda ama ben vitrinde duran kitabı alabilir miyim , orada bir tane var dedim..

bu sefer ikisi birden güldü ve bayan hızla vitrine koştu , gülerek kitabı getirdi.. bizim kitapmış dedi , evet dedim kalkedon’un kitabı ve gülümsedim.. kahkaha atmayı dışarıya bıraktım..

ben yoğunluklarına verdim onların.. hem kitap hazırlamak , yayınlamak hem de kitapçı ve cafe işletmek zor işler bu devirde.. böyle yoğunlukta olur böyle aksilikler dedim.. hem ne güzel işte asık suratımıza bir an olsun gülümseme yayıldı.. neyse teşekkür edip çıktım.. arkadaşlar belki beni hatırlamazlar ama üç hafta önce filan yaşanan bir olaydır bu.. not düşeyim dedim tarihi..

neyse poşetten hemen çıkarıp yolda inceledim biraz.. güzel bir kitaba benziyordu.. mekana gittiğimde daldım kitaba..

gerçekten güzel bir derleme.. tayvan , çin sinemalarından tutun her iki kore’nin sinemalarına kadar doğu asya’daki sinema sanatına ve yapıtlarından geniş bir alanı anlatıp , örnekleriyle sunmuş.. bazı bölümleri biraz yavan ve sırf bahsetmiş olmak için bahsedilmiş gibi dursa da kitap yine de büyük bir açığı dolduruyor.. özellikle bu coğrafyanın sinemalarına ilgi duyan ankaralı cevo’ya (ki cevo bu hafta sonu bana sürpriz yapıp beni ziyaret etti , çok sevindim gelişine) , ‘entekyeli’ yönetmen gökhan kardeşime ve bana oldboy’un müziklerini hediye ederek büyük güzellik yapan ama sonra beni nedense unutan beyoğlu’ndan deniz kardeşime tavsiye ederim bu kitabı.. mutlaka edinsinler..

bizim ‘japon sülo’ya gösterdim kitabı ama beyefendi animelerle , mangalarla ve kore dizileriyle kafayı bozduğundan kitap pek ilgisini çekmedi.. ee ne de olsa 90 gençliği böyle oluyor.. kitaba değil görsel bakıyorlar , yani kolaya kaçıyorlar diyeceğim ama bu japon sülo için geçerli değil çünkü japon sülo okumanın da hastası.. o kadar yetenekli ki okuma konusunda okurken uçan tekme bile atabiliyor istediğiniz kişiye..

bu arada yakında ‘japon sülo’nun bana verdiği ‘death note’ üçlemesi filmle ilgili yazacağım tabi o kadar ısrarıma rağmen eğer o yazmazsa ‘aylak adamız’a bu filmlerle ilgili.. bence gayet başarılı bir üçleme.. her açıdan başarılı filmler.. animelerini izlemedim.. animeleri de çok başarılıymış , belki vakit bulursam izlerim bir gün ‘death note’un animelerini de..

death note’un özellikle ilk iki film sürükleyiciliğiyle hollywood yapımlarını ezer geçer.. hele ‘l’ karakteri unutulmaz bir karakter.. ‘l’ canlandıran ‘kenichi matsuyama’ ile ‘light yagami’yi canlandıran ‘tatsuya fujiwara’ müthiş performans sergiliyorlar ilk iki filmde.. son filmde ‘l’ karakterini canlandıran   ‘kenichi matsuyama’ oyunculuk kariyerinin sanırım doruğuna ulaşıyor..

gerçi duyduğum kadarıyla hollywood bu filmlere de el atmış filmlerin tekrar çekimi için.. ama ellerine yüzlerine bulaştırırlar eminim.. tıpkı yakın zamanda izlediğim ‘tzametti-13’ filminin gela babluani tarafından tekrar hollywood için çekmesiyle.. film kuru , yavan olmasının yanı sıra sırf gişe için yapıldığı o kadar belli ki.. çok merak ediyorum.. gela babluani’ye bir fırsatım olsa keşke sorsam :  ‘daha üç dört sene geçmeden ve senin ilk filmin olan  ‘tzametti-13’ ü sen niye durup dururken tekrar çekersin kardeşim’ diye.. gerçekten anlamıyorum.. ve sen o ilk filminle gayet başarılı bir iş çıkarmışsın.. bence bir başyapıttı ilk ‘tzametti-13’.. ama durup dururken gela babluani gitmiş filmi bir de amerika’da çekmiş.. ee ne ortaya çıkmış koca bir hiç.. filmin tekrar çekiminde oynayan ‘fifty cent’ gibi parayı gerçek hayatında bıçakla kesip yediğini gösteren fotoğrafları medyaya dağıtan görmemişliğin abidesi adamlar oynuyor diye çok kişi izleyecek sanmışlar herhalde tekrar çekimde.. ama bir fiyasko.. gela babluani yeni yapımlarla uğraşsaydı keşke.. çok ümitliydim kendisinden..

konuyu epeyi dağıtık sanırım.. ‘doğu asya sineması’ndan , ‘death note’ filmine oradan gela babluani’ye kadar uzandım.. ne beyin var kardeşim bende de.. rahatsız bir beyin.. konuşurken de böyleyim.. alakasız konular arasında çok güzel bağlantılar kurar daldan dala sıçrarım.. ama yine de seviyorum kendimi ya.. koptum burada gülmekten.. hayatta hiç kendime seni seviyorum dememiştim.. püff..

neyse yazı konusu kitabı bence doğu asya sineması’na meraklıysanız alın.. meraklı değilseniz bile alın sinema dünyanızda yeni bir ufuk açar.. kalkedon yayınlarına ve kitapta emeği geçen başta çevirmen nejat ağırnaslı olmak üzere herkese teşekkür ederiz..

kitaplarla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

Kitap Arkası :

‘bölgedeki bütün ülkelerden pek çok film, kendi ortak budist ve konfüçyanist miraslarının izlerini yansıtır.. çin toprakları ve kuzey kore filmleri de komünist ideoloji ile şekillenmiştir.. bazı büyük yönetmenlerin yapıtlarında doğu asya’ya özgü görsel sanatlardaki geleneksel çizgilerin etkisini izlemek de mümkündür : imgelem, çerçeve içindeki kompozisyon, boşluk algısı gibi.. dövüş sanatlarının biçimleri de, en popüler eğlence ürünlerinden en başarılı sanatsal kazanımlara, filmlerin başarısına büyük oranda katkıda bulunmuştur.. her ülke filmleri aracılığıyla kendi özgün dövüşü sanatları formunu popülerleştirebilmiştir.. çince konuşan bölgelerde kung-fu ve tai-chi, japonya’da kendo ve karate, kore’de (özellikle güney kore’de) tekvando ve taekgyeon öne çıkmıştır..

güney ve kuzey kore sinemalarının ortak başlangıçları olduğu ve ikinci dünya savaşı’nın sonrasına kadar ortak bir tarihi paylaştıkları için bu kitaptaki tarihsel dökümde bunlar süreğen bir anlatının parçası olarak japon hakimiyeti altındaki dönem, güney kore ve kuzey kore başlıklarında üç parçaya bölünerek sunulmuşlardır.. tayvan örneğinde anakara çin’den mülteciler tarafından kurulan yeni bir ülke olduğu ve japon hakimiyeti boyunca çok az sayıda film üretildiği için bu ülkenin sinema tarihini çin sinemasından bağımsız olarak sunmak mümkün olmuştur..

bu kitap, doğu asya sinemasında başlangıcından günümüze kadar olan gelişmelere geniş bir bakış getirmeye çalışıyor.. seçilen yönetmenlere ve onların filmlerine sağlanan özet bilgilerin bu yönetmenlerin filmlerinin bütününü daha derinlikli incelemeleri için okuyucuları teşvik edeceği düşünüldü.. yazarın seçkisinde tarihsel önem, sanatsal başarı, yenilikçilik, tanrının önemli örneği olma, bir açıdan özgünlük, bir akımı temsil etme, kendi ülkelerindeki sosyal ya da kültürel bir temayı yansıtmak ya da bir yönetmenin kariyerindeki dönüm noktalarını yansıtmak gibi kriterlerin bir ya da daha fazlasını sağlayan filmlere yer vermiştir..

DOĞU ASYA SİNEMASI , DAVID CARTER , Türkçesi : NEJAT AĞIRNASLI , KALKEDON Yayınları , Ocak 2011 , 259 sayfa..

HALO’NUN GÜNLÜĞÜ : NİŞAN MESELESİ

HALO’NUN GÜNLÜĞÜ : NİŞAN MESELESİ

şimdi efendim öncelikle hepinizi en güzel duygularla selamlıyorum. inanın bir yalanım varsa kör olayım şu yazacaklarımda. daha önce burada gıyabımda bazı yazılar yazılmış müdür tarafından. müdür kim diyecekseniz valla benim de kafam karıştı şimdi müdür burada başka bir isimle yazıyormuş. kraker mi nedir öyle bir şey işte o zatı manyak. hem müdür ismini ben koydum efendim. nasıl başka isim kullanır anlamıyorum. manyak canım işte manyak. efendim şimdi ben her zaman arkadaşlarımıza bu tür isimler koyarım. aflarına sığınıyorum ama mecburum efendim çünkü gerçek isimlerle insanları hatırlayamıyorum. nasıl hatırlayım efendim kızdırmayın beni lütfen. o kadar çok insanla muhatap oluyorum ki bu hayatta nasıl hatırlayayım… mümkün değil o elektronik beyinler bile hatırlayamaz , yok yok efendim mümkün değil.

neyse efendim işte müdür ve bazı arkadaşları bu site midir nedir anlamam bir şey kurmuşlar bilgisayarcı çocukla. ha yaman adamdır o bilgisayarcı çocuk. müdür gibi değildir , ne o müdür oturur bilgisayarın başına ancak güzel vücut çizer ekranda. ama bu bilgisayarcı çocuk herkesin yardımına koşar tanısın tanımasın. çok iyi çocuktur , yanlış anlaşılmasın yağ çekmek babında söylemiyorum inanın öyledir.

işte bu iki arkadaşımız dediler ki gel arada bir şeyler  yaz bu siteye sana istediğin kadar rakı , meze. ya sizin anlayacağınız sanal gazete midir dergi midir nedir. bu devirde her şey sanal olmaya başladı. allah bizi sanal rakıdan korusun , diğerlerine razıyım efendim. rakısız bir dünya düşünemiyorum. 15 yaşımdan beri içerim bu mereti. diğer içkilere benzemez efendim , viski miski bira mira hele o kuzeyin insanlarının içkisi votka mıdır nedir yalandır efendim kanmayın o içkilere. her neyse her şey sanal olsun da efendim rakı olmasın. özgürlük olmasın ama rakı olsun , bu kadar radikalim bu konuda. bu arada radikalliği de sevmem ama rakıda öyleyim ne yapayım ihtiyaçtan efendim.

konuya dönelim. yaz dediler ama ben ne yazayım , ne yazayım yahu buraya efendim. benim her günüm aynı. ev , iş , içki , ev , iş , içki. bu kadar. rutin aynı. ha bu rutinler içinde doğrudur ilginç olaylarla karşılaşıp , ilginç kişilerle muhatap oluyoruz. bela efendim bela bu insanlar. bu müdür hepsinden beladır.

neyse söz ağzımızdan çıktı artık yazacağız dedik yazacağız mecbur.

ilk yazım olarak bir nişan törenini anlatacağım sizlere. bu karşıdaki çocuk ‘taşabak’la yani ‘memo’nun ve değerli nişanlısı neslihan hanımefendi’nin nişan törenleri vardı küçüksu’da öğretmenevinde geçen cuma.

efendim saygıdeğer hanımefendi neslihan hanım bana baba yadigarıdır. merhum babası bana söz verdirmişti ona ömrümün sonuna kadar göz kulak olacağım diye. umarım sözüme layık olmuşumdur. ‘taşabak’ ise iyi çocuktur ama biraz sahtekardır efendim aynı müdür gibi. bu müdür mü onu yoldan çıkardı bilemem ama mümkündür psikopat bu müdür , manyak efendim. bu memo’da da sahtekarlık alametleri çok belirdi son zamanlarda. geçenlerde bu adama bir dosya emanet ettim , dedim ki sana yakın yer karar yazılmış mı arada bakırköy’e uğra haber ver dedim. yakın efendim adliye kendisine çok yakın. her arayışımda daha yazılmamış , henüz yazılmamış diyip durdu. bir gün tesadüf oraya gittim bir de ben bakayım gelmişken dedim. bir de ne göreyim memo efendinin yazılmadı dediği karar iki ay önce aralıkta yazılmış. şimdi efendim anlıyor musunuz ben neden çok içiyorum. etrafımı müdür , memo gibi sahtekarlar sarmış bu yüzden.

her neyse efendim konuya geri döneyim bu iki genç arkadaşımız yanımda tesadüf eseri tanıştılar , sonra bu tanışma güzel bir aşkın doğmasına yol açmış. iki arkadaşımız bu güzel beraberliği evliliğe taşımaya karar vermişler. evlilik ve aile kurumu hakkındaki görüşlerimi sonra arz edeceğim başka yazımda. evlilik kararından sonra aileler birbirleriyle tanışıyor ve önce söz kesme merasimi yapmaya karar veriyorlar. tabi burada kurban ben oldum yine efendim. iki aile benim de bulunmamı uygun görmüşler , ben de kalktım çocuklarımın annesini yanıma aldım söz kesme merasimine gittim. bu ne efendim söz , nişan , evlilik.. ne gereği var efendim. hepsini bir arada yapsalar bu insanlar ne güzel olur , olmaz mı efendim. sadece bu güzel olay için demiyorum , tüm evlilikler için. geçen sene oğlum bana aynı zulmü yaptı , yok efendim önce söz , nişan sonra evlilik. ömrümden ömür aldı efendim sevmiyorum bu tür merasimleri. oğlanı evlendirene kadar sigarayı dört pakete , rakıyı günde iki büyüğü geçecek duruma getirdik. maalesef öyle efendim mecburiyetten , ihtiyaçtan. o yüzden bu nişan evlilik filan törenlerine hem alışkınım hem değilim efendim. alışmak istemiyorum efendim.

işte cuma günü sabah ‘ciğerim’le , ‘müdür’ün yanlarına uğradım. abidinim de oradaydı. müdür dedi ki ‘abi beraber mi gideceğiz nişana yoksa yengeyle mi geleceksin.’ hoppala ne nişanı ula dedim. bir yandan da tehlike çanlarını duyup kafamda kaçmak için bir plan hazırlamaya başladım. ama öğrendim ki ‘memo efendi’nin nişanı var akşama. peki dedim o zaman şöyle yapalım müdür , sen bizim adımıza o nişana git bizi temsil et , sana görev veriyorum. bunu demez olaydım ciğerim ve müdür neredeyse beni bir lokmada yutacaklardı , o kadar sinirlendiler. ben de anlamadım niye sinirlendiler o kadar. yaşlı adamım yahu ben ,  işim var gücüm var , çok yoğunum , beldeye , panoramaya , eski şilana gitmem lazım efendim. çok işim var. ama anladım ki ben bu nişandan kaçamayacağım , gideceğim mecbur. o zaman dedim müdür eğer ciğerim ailesi ile gidecekse ben , sen , abidin beraber gidelim akşama. müdür tamam olur dedi. abidinim yan çizdi , keyfi yoktu , ben gelemeyeceğim dedi. o zaman müdür baş başa kaldık nişana gitmek için. randevulaştık akşam şu saatte şuradan gideceğiz diye. çocuklarımın annesiyle söz törenine beraber girmiştik memonun. ama maalesef nişan törenine beraber gidemeyecektik çünkü benim oğlanın çocuğu oldu geçen günlerde. ben de bu vesileyle dede oldum efendim. evet doğru dede oldum , herkesin başına böyle mutluluklar gelmesini dilerim efendim. torunumun adı mercan oldu. rahmetli annemin ismi olur mercan. ama benim uyanık oğlum sonradan öğrendim ki bu mercanın başına bir de tuana ismi koymuş beni kandırmış. şimdi merak ediyorum benim torunumun adı mercan mı tuana mı. tuana nedir efendim. alışkın değilim böyle isimlere , ona da iler ki süreçte bir isim uygun görürüm nasıl olsa ben. işte bu nedenle çocuklarımın annesi oğlumun evinde geline yardımcı olduğundan nişan törenine gelmedi. biz de bu eski bıyıklı yeni bıyıksız müdüre kaldık. müdür iyi çocuktur ama biraz psikopat manyaktır ve karışık adamdır. karanlık adam canım korkulur. bıyıklarını kestikten sonra biraz daha korkmaya başladım , asansöre binmeye , aynı ortamda yalnız kalmaya korkulur bu manyakla.

akşam için sözleştikten sonra ben hemen adliyeye gidiyorum diye kaçtım. direk hacı aliye gittim. efendim güzelce açtım bir 35lik rakıyı. tek başıma bir tabağa bir şişeye kadeh tokuşturarak , yan masalardaki insanlara ve garsonlara takılarak vakit geçirdim epeyi. sonra sağa sola borcum kalmadan hesabı ödeyerek başka bir mekanıma panoramaya geçtim. gene in cin top oynuyordu. sivaslı çocuğu çağırdım gel lan buraya sivaslı dedim sivaslı koştu. yemek ne var dedim. saymaya başladı tamam tamam dedim , anladım yine beni soyacak. hırsız canım hırsız. bana bir yirmilik rakı getir bir de beyaz peynir. az söyledim çünkü gece uzun efendim şimdi nişan törenindeki yemekte de içeceğiz rakımızı değil mi efendim. oraya gitmeden dağılmayalım maksat. ben yirmiliğin yarısına daha gelmeden kapıda abidinimle , müdür belirdi. çok sevindim , sandım müdür abidinimi bizimle gelmeye ikna etmiş. meğer öyle değilmiş öylesine uğramış abidinim. müdür , benim rakımı bitirmemi bekledi. beklerken müdürün telefonu çaldı. müdür normalde hiç açmaz telefonlarını. sevmez telefonla konuşmayı. karanlık adam işte diyorum kimse inanmıyor , karanlık bir adam. müdürü gürselim aramış meğersem. hop onları da çağır dedim çabuk gelsinler çabuk. demeye kalmadan gürselim , yüksekovalı çocuk yani ümo mu ömo mu omo mu ne o , alkan mı hakan mı alki mi o , bir de arkadaşlarımızın arkadaşı bir arkadaşımız of kaç kişi etti bunlar be dört dört. neyse görüyorsunuz isimleri bunlar nasıl isimler : alki alki nedir la. dedim o zaman iki taksi yaparız ama gerek kalmadı öğrendim ki sadece alkanla , gürselim bize eşlik edecekmiş , yüksekovalı gelmeyecekmiş. o da sahtekar hem de nasıl sahtekar müdür gibi aynı. e hadi o zaman kalkalım dedim , kalktık hemen ben panoramanın önünde taksi çevirmek istedim müdür aman abi biraz yürüyelim rıhtımdan binelim dedi ne rıhtımı lan dedim bu soğukta bu alkolle rıhtıma kadar yürünür mü. hemen el ettim bir taksi çevirdim. moruğun teki durdu hemen araca çöktük dört kişi. ben öne oturdum taksiciye çek oğlum dedim. taksici mal , mal işte öküz gibi bana baktı , nereye çekecekmiş. çek işte oğlum bilmiyor musun yolu dedim. müdür söyle dedim gideceğimiz yeri. müdür bana biraz kızgındı o sırada , sert bir şekilde söyledi gideceğimiz yeri. müdür normalde bu tür yerlere kendisi götürür bizi arabasıyla ama müdür bu gece içeceği için arabasını almamıştı.

müdür tek bu konuda prensip sahibi bir adamdır. diğer her konuda sahtekar , kıçı başı oynar. ha ama sağlam adamdır. ne anlamadınız mı anlamayın ya işte hem sahtekar , hem kıçı başı oynar hem de çok sağlam delikanlı kabadayı bir adamdır. müdür benim taksiye erken bindirmeme o kadar kızmış ki gideceğimiz yeri söyledikten sonra hiç sesi çıkmadı. sustu hep. ama müdürümün haklı olduğu ortaya çıktı çünkü mal taksici müdürden daha sahtekar çıktı tuttu bizi en uzun yoldan götürdü trafikten kaçacağım diyerek.. 25 liralık yola bendeniz utanarak söylüyorum 55 lira ödedim. nasıl bu yanlışa düştüm bilmiyorum. ama müdür de mal , niye kandırılmamıza ses çıkarmıyorsun be adam. gerçi arkada oturan gürselim de alkanım da ses çıkarmadılar bu sahtekar taksiciye , ki onlar da biliyorlar yolları. bir de sahtekar taksici trafikten kaçacağım diye bizi kamyon ve otobüslerin en yoğun olduğu saatte ikinci köprü yoluna soktu. kaldık trafikte iyi mi. neyse bu bahsi burada kesiyorum biz yirmi dakikalık yolu bir buçuk saate ancak geçtik efendim. ve o mal taksici bizi bir de uzakta indirmez mi , anladım ki müdürün gazabına uğruyorum , günahına girdik müdürün. gecenin ayazında yaklaşık beş yüz metre yürüttü o sahtekar taksici. zaten belliydi taksiye bindiğimizde moruk hükümet kanadını destekler konuşmalar yaparken yolun ortasında muhalefet partili olmuş bizi indirmeden az öncede azılı solcu olmuştu. sahtekarın önde gideni işte. ah ah ben nasıl uyanamadım bu hırsıza.

böyle maceralı bir yolculuktan sonra merasimin yapılacağı tesise geldik. oldukça güzel boğaz manzaralı bir mekan. salon yeni yeni dolmaya başlamış. benim gözüm hemen masalara ilişti. meze ve salata tabakları yerlerini almış ama aman allahım içki namına bir şey görünmüyor. yandık diyerek müdürü çektim omzundan la müdür içki yok. müdür vardır abi dedi , salon dolsun servis başlar. aman müdür yanımdan ayrılma dedim. müdür yeni yeni beni affetmeye başlamıştı. neyse efendim hanımefendinin ağabeylerinden birisi bizi masamıza götürürken baktım müdür ‘abi ciğerim ve ailesi burada , buraya oturalım’ dedi. önce o masaya oturduk , ciğerim ve ailesiyle merhabalaşıp , hal hatır sorarken kızın abisi ısrar etmeye başladı illa sizi şu masaya alalım diye. baş köşeye almaya çalışıyordu beni büyükleri olarak. sonra çözdüm oturtmak istedikleri masa kız ve erkek tarafının ailelerinin ortasındaki masaydı yani biz de ailedendik sağolsunlar çok düşünceliler. ama ilk oturttukları masanın yanında salon tipi klima olduğundan çok sıcaktı.. müdüre dedim burada oturulmaz. kalktık bir yan masaya geçtik. o masanın hemen başına kuruldum , sandalyeyi çektim başına koydum masanın. öyle daracık sıkışık yerlerde ruhum daralır , oturamam. müdürle mezelere daldık hemen , bu arada arkadaşlarımız da gelmeye devam ediyordu. önce ‘altın çocukla’ , arkadaşı geldi. kim bu dedim , arkadaşımız dedi. ben de müdüre eğilip kızımız hakkında bilgi aldım. müdür karanlık adamdır , hep şüphe ederim istihbaratçı filan olabilir mi diye. sonra lazla , ahmet baba geldi. masamız yavaş yavaş dolarken baktım ciğerim diğer masadan sitem dolu bakışlar atıyor. o sırada rakılar geldi efendim. işte bu müdürle hemen bardakları doldurduk rakı şişesini tekelimize alarak. ilk dubleleri müdürle fondip yaptık. yaman içiyoruz gerçekten. sonra ikinci dubleler de kısa bir vakitte diplenmişti ki salona sayın taşabak beyefendi ve sayın neslihan hanımefendiler teşrif ettiler anons eşliğinde. aman allahım kıyamet koptu sandım , o ne gürültü efendim. ne gerek var bu gürültüye efendim anladık geldiler tamam. sonra kızımızın saygıdeğer abisi bir konuşma yapmaya başladı. müdür de o sırada pis pis  sırıtarak bana bakıyordu , anladım başıma gelecekleri. ne olur , ne olur , hayır hayır ismimin anons edilmesini duymak istemiyorum tanrım derken ismim sanki kuklalarımda yankılandı ve bir alkış tufanı koptu. müdüre göre çok değişik bir tepki vermişim ismimi duyduğumda. yalandır efendim , müdürün dedikleri külliyen yalan. zaten bir şeyden anlamaz bu müdür sadece sahtekar ve psikopattır. müdürün de desteği ve salonun coşkun teveccühüyle önümü ilikleyip sahneye doğru ilerledim gülümseyerek. alkış bitmiyordu , yeter efendim diye bağırmak geldi. elime bir mikrofon tutuşturdular. Sarhoşum , hem de nasıl öğlen 12 den beri 8 saattir içiyorum nasıl sarhoş olmam efendim. aldım mikrofonu bir konuşma yaptım sonra yine alkış tufanı. müdür ve diğer arkadaşlar diyor ki çok güzel bir konuşma olmuş ve hiç dilim karışmamış , teklememişim. sadece bu konuda müdüre inanmak istiyorum. sonra mikrofonu bıraktım ve müstakbel çifte esaret yüzüklerini büyük bir zevkle ve memnuniyetle taktım. sonra taşabak beyefendinin saygıdeğer babası yüzükleri kesti ve yine alkışlar koptu… ben o hengamede kaçtım müdürün yanına sığındım. dedim ula müdür gel şimdi yer değiştirelim ciğerimin masaya kaçıp izimizi kaybettirelim. sonra bir daha anons filan ederler yok artık bir daha yapamam bir konuşma sakın sakın. neyse efendim ciğerimle eşinin , ablasıyla , eniştesi mustafa beylerin masasına oturduk müdürle. hemen rakımız geldi , müdür ve ciğerimle rakı kadehlerini dans ettirdik havada. kalabalık arttıkça artıyordu gürültüyle beraber. o sırada masaya ahmet baba da teşrif etti. o da bira içmeyi uygun gördü. neşe ve mutluluk içinde oynayıp , dans edenleri izlerken , tanımadığım bir sürü insan da bana gelip selam verip öpüyordu. töbe tanıyorsam birisini bile. ben de mal gibi dönüp ciğerimle , müdüre soruyordum bu kim diye. sonra elime rakı kadehimi alıp masaları gezmeye başladım. baktım damat ve gelin adayı masalarında istirahat ediyorlar çektim bir sandalye yanlarına oturdum büyük bir keyifle. böyle mutlu olduklarını görünce benim neşem daha da arttı efendim. rakı biraz daha güzel gelmeye başladı. müdürle ciğerimin yanına döndüğümde manyak müdür rakıyı bırakmış , bira deviriyor. manyak işte üç duble içtikten sonra tutmuş biraya başlamış. ben sayamadım yine üç , dört bira içmiş o kadar rakının üstüne. neyse efendim yemek servisi başladı ardından , nişan pastası kesildi ve pastamızı da yedik. yavaş yavaş müdüre eğilip gitmek için baskı yapmaya başladım.  müdür meğer organizasyon yapmış , ahmet baba arabayla gelmiş ve bizi ahmet baba bırakacakmış. bu müdür manyak işte kendi alkollü araba  kullanmıyor ama alkol alan adamın arabası biniyor. sapık bu herif , psikopat. müdür beş dakika sonra dayı hadi kalkıyoruz dedi. dur be oğlum dedim daha bir büyük rakının yarısı var. ohoo dedi dayı bu rakı yarım saatte bitmez. o zaman dedim ben de böyle yaparım , müdürle ahmet babanın gözleri önünde koskoca 70 lik rakı şişesini pantolonumu sıyırıp çorabıma soktum. ister inanın ister inanmayın umurumda değil müdürle ahmet baba şahittir. ben o geceden sonra çocuklarımın annesi hanımefendiye çok teşekkür ettim. çünkü bana çok sağlam çoraplar alıyormuş. rakıyı soktum çoraba ve ayağa kalktım önce yeni nişanlıları tekrar tebrik edip , ömür boyu mutluklar diledikten sonra diğer insanlara yöneldik. herkesle tek tek vedalaşmak kolay değildi ben de bazılarının elini sıkıp bazılarını savuşturup bazılarını öptükten sonra kaçmaya çalışırken baktım bizi salonun kapısına doğru uğurlamaya geliyorlar. lan de gidin diye kovuyorum ama onlar ‘aman halo yaman halo’ diyip peşimizden  geliyorlar. baktım rakı şişesi eğildi pantolonun önüne doğru. sanki ayak kemiğim kırılmış gibi bir çıkıntı ileriye doğru görünmeye başladı , pantolonu neredeyse yırtacak. en sonunda gövdemi çevirmeden müdür ben ve ahmet babayı takip edin kalabalığa de gidin artık yeter ya diye bağırınca onlar gülümseyerek uzaklaştılar yanımızdan.

biz arkasından ahmet babanın arkadaşının arabasına doğru yöneldik hızla. beni ön koltuğa uygun gördüler ve hemen çek çek uzaklaşalım buradan dedim ahmet babaya. ahmet kardeşimiz çok güzel bir kardeşimiz ama bir tespitte bulunmak istiyorum izninizle ahmet baba içince daha da güzel oluyor ve kahkahaları arka arkaya koyuyor. ne güzel gülüyor. ona hep içmesini tavsiye ediyorum. neyse efendim biz arabada güle oynaya ilerlerken baktım bindiğimiz araba çok geniş , çok ferah valla çok güzel bir araba diyince ahmet’le , müdür aynı anda kahkahayı kopardılar. inanın beni evime bıraktıklarında bile hala gülüyorlardı. sağ olsunlar kapıya kadar geldiler ve onlara evimi gösterdim , anlattım. o kadar ısrar etmeme rağmen içeri gelmediler. o sırada bizim oğlanın pitbull cinsi iti havlayıp hırlamaya başlayınca , müdür tutturdu dayı izin ver kafasına sıkayım şu itin sen de kurtul diye. yapar bu müdür yapar psikopat , manyak müdür. zor tuttum müdürü sıkmasın diye , sonra baktım ahmet baba yerlere yıkılıyor gülmekten de hadi defolun gidin dedim.

neyse efendim bunlar ikisi arabaya bindi ama bir türlü gitmiyorlar. içeriden kahkaha sesleri geliyor arabanın. ben de bırakıp içeri giremiyorum eve çünkü bu manyak müdür tutar o it oğlu itin kafasına sıkar sonra benim çocukların annesi kafamın etini yer , hayatımdan bezdirir beni. tam arabaya doğru yürüyecektim müdür ön sağ kapıyı açıp kahkahalar atarak ‘halo , ahmet arabanın anahtarını deliğe sokamadı bir türlü gülmekten’ dedi. baktım ikisi içeride yıkılıyorlar. kızdım , küfür ettim onlara , de hadi gidin mahalleyi ayağa kaldıracaksınız. bir süre sonra motor çalıştı ve bunlar defoldu gitti , ben de eve doğru yürümeye başladım ki kapıda bacağımda bir şeylerin oynadığını hissetim , aman tanrım bu ne bacağım mı kırılmış derken birden rakı aklıma geldi , gülümsedim. güzel bir gecenin sonunda eve rakı ganimetiyle döndüm.

bugünlük ilk yazı olarak bu kadar uzunluk sanırım yeter. yazmayan diğer gençlere de kapak olsun bu yazı , özellikle de altın çocuk ve yüksekovalı sahtekara.

memoyla , neslihan kardeşlerime ömür boyu mutluluklar dilerim. aylak adamızın saygıdeğer takipçilerine de en derin sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

HALO

(yazıdaki isimlerin açıklamaları : bilgisayarcı çocuk : reis , altın çocuk : sarı, müdür: crockett , yüksekovalı : ümo)

RİYÂKARLAR CENNETİ.. – SIRRI SÜREYYA ÖNDER

RİYÂKARLAR CENNETİ.. – SIRRI SÜREYYA ÖNDER

Meşhur fıkradır. İki kadın oturmuş, evlatlarının ahvalini konuşmaktadırlar. Kadın, gelininden bahsederken başlamış yakınmaya. “Ah o cadıyı hiç sorma! Allah’ın bıçağına gelir inşallah!” demiş. “Onu bize Allah bir hışım, bir bela olarak gönderdi! Bir gün olsun elini sıcaktan soğuğa değdirdiğini görmedim. Ama suç benim sümsük oğlumda, adeta önünde pervane!” diyerek devam etmiş sızlanmasına.
Sıra kızını anlatmaya geldiğinde “Allah damadımdan razı olsun” diye söze başlamış. “Kızımın elini bir gün sıcaktan soğuğa değdirmedi. ‘Hanım sen otur, ben önünde pervane olurum’ diyor da başka bir şey demiyor!” diyerek bitirmiş.
Sağcısından solcusuna, devletlisinden kuluna, iktidarından muhalefetine ‘tutarlı olmak’ bu topraklara men edilmiş sanki.
Muhteşem sefaletimiz
Muhteşem Yüzyıl dizisi üzerine tartışmaları izledim, bir yazıda fikrimi de belirttim. Sinema ve dizi sektöründe çalışmış ve halen çalışan birisi olarak, bu alan üzerine yazı yazmak hep bana sıkıntılı geldi. Övgü ya da yergi fark etmez, diğer meslektaşlarımla haksız olmayan bir zemin üzerinden yürümüş olur diye düşündüm. Çünkü benim yazdığım bir gazete var, onların yok…
Meral Okay, benim ilk projemi gerçekleştirmemde en önemli pay sahiplerinden birisidir. Kendisiyle başka dizi projelerinde de birlikte çalışma şansım oldu.
Bu bir güzelleme yazısı değildir! Meral’le dövüşmelerimiz, gülüşmelerimizden bir hayli fazladır. Bu diziyi de ideolojik olarak istediğimiz kadar tartışabiliriz. Sorun orada değil, sorun bu sektörde Meral Okay’ın, yönetmen Durul ve Yağmur Taylan biraderlerin, yapımcı Timur Savcı’nın ve oyuncular başta olmak üzere tüm ekibin yalnız bırakılmalarıdır.

Ne için?
İktidarın ve egemenlerin gazabına uğramamak için!
Polis kordonunda çekilen dizi!
“Şanlı ceddimiz sütten çıkmış ak kaşıktı” diyenler kapsama alanımın dışındalar.
Onlar halen Süleymaniye Külliyesi’nin yanındaki Hürrem’in mezarına adak adayıp, çaput bağlamaya devam edebilirler. Nasıl olsa mala davara bir zararı yok.
Ülkemizdeki ‘bidat’ rezaletlerinin ne ilkidir ne de sonuncusu olacaktır.
Böyle düşünmeyen, böyle düşünmediğini gösteren üretimler yaptığı ya da yapacağı iddiasında olanlaradır sözüm.
Meral Okay, polis korumasında evine gidip geliyor.
Bu ülkenin en başarılı, çalışkan ve dürüst iki yönetmeni, sete başlamadan önce alınan güvenlik önlemlerini kontrol etmek zorunda kalıyorlar.
Bu proje için 1 yıldan beri bekleyen, başka proje kabul etmeyen oyuncular, işsiz kalma ve can güvenliği endişesiyle çalışmak durumundalar.
Set emekçileri bir yandan işlerini yaparken diğer yandan “taş nereden gelecek?” dikkatiyle evlerine bir parça ekmek götürme derdindeler.
Dünyanın neresinde olursa olsun, adına en zaliminden ‘linç ve sansür’ denecek bir durum karşısında siz ne yapıyorsunuz?
Ben söyleyeyim: Oluşturulan küçük iktidar adacıklarında kendi selametleriyle meşguller.
Ellere var bize yok mu?
Cafer Penahi, İran yönetimi tarafından imha edilmekte! Bir sanatçının iş göremez duruma getirilmesi imhası demektir. Penahi için evrensel bir dayanışma duygusuyla seferber olmak bir boyun borcudur. Ülkemiz sinemacıları da seferber oldular.
İyi güzel de Meral Okay ve arkadaşlarının durumunun öz ve biçim olarak Penahi’den ne farkı var diye sorarlarsa, yüzümüz kızarmadan verecek bir cevap biliyor musunuz?
Tutarlılık meselesinde hepimiz sakatlanmış durumdayız.
Che Guevera söz konusu olduğunda coşup taşan bir yürek, çoğu zaman Kaypakkaya, Deniz, Mahir ve binlerce adsız yiğit söz konusu olduğunda parazit yapmaya başlar.
Tahrir Meydanına methiye düzmek kolaydır ama Diyarbekir için düt demeye dudak ister.
Paris banliyöleri ya da Selanik sokakları hak arayanlarla çınladığında aşka gelenler, ‘Torba Yasa’yla emekçilerin çuvallanmasına kayıtsız kalmaktan hiç sıkılmazlar.
Başka coğrafyalarda olduğu zaman özgürlük mücadelesi olan bize geldiğinde terörist faaliyet oluverir.
Tutarlılık bahsindeki halimiz, fıkradaki kadından çok da farklı değildir.
Sınıf bilinci zorunluluğu
Bu mesleğe başladığımdan beri gözetmeye çalıştığım bir ilke var.
DİSK’e bağlı Sine-Sen üyesiyim ve sendikadan başka hiçbir örgütlenmeye sıcak bakmadım.
Sınıfsal bir manifesto içermeyen örgütlenmelerin, derde deva olacağına inanmam.
Sine-Sen başta olmak üzere bütün emek örgütleri bu saçmalığa kayıtsız kalmayacaklarını en etkili biçimde göstermek durumundadır.
Hele bir yol bu tepkiyi gösterelim, dizinin içeriğini her platformda ve günlerce tartışabiliriz. Üstelik sadece böyle olması durumunda tartışabiliriz.
Kendi günlük kaygılarıyla tepkilerini cılız ve mahcup tutanlar, yarın tepki vermeye bile vakit bulamayabilirler çünkü…

SIRRI SÜREYYA ÖNDER

(RADİKAL Gazetesi , 04.02.2011)

MÜZİK KUTUSU HAKKINDA AÇIKLAMA..

(Fotoğraf : Blackhawk..)

MÜZİK KUTUSU HAKKINDA AÇIKLAMA.. 

aylakadamız yayın hayatına başlayalı böyle zulüm görmedi.. günlerdir kendimi yazmamak için zor tutuyorum.. en son dün koptum.. yazmak istedim bir şeyler ama dün imkanım olmadı yoğunluktan.. 

sitemizin altında herkesin okuyabileceği şekilde ‘tüm hakları yalnızlığımıza aittir’ yazar siteyle ilgili..

siteyi kurarken iki şeyi çok konuştuk reisle , tartıştık.. reklam ve siteden yapılabilecek alıntılar..

reklam konusunda en başta da şimdi de hayır dedik ve diyoruz.. sitemizde sonsuza kadar reklam görülmeyecek , reklam unsuruna rastlanmayacak.. şu anda reklam almadığımız için enayi , keriz gibi nitelemeler hiç eksik olmuyor ama almayacağız kardeşim.. aylık ip bazında otuz kırk binleri bulan girişlere rağmen ve tüm cazip tekliflere rağmen reklam almayacağız.. kültür sanat edebiyat konserlerle ilgili haberlerimiz , duyurularımız hiçbir zaman reklam değildir , gönlümüzden geçen tanıtımlardır..

neyse esas konuya dönelim.. daha işin acemisiyken oturup konuştuğumuzda bazı büyük geçinen siteler gibi kopyalamayı önleme imkanlarımızı kullanabileceğimiz halde hayır dedim.. dileyen her şeyi kopyalayabilir dedim.. ve öyle yaptık.. isteyen istediğini alıp , ister kaynak gösterip ister kaynak göstermeden yayınlayabiliyor sitemizden..

biz yapılan her işlemi , kopyalamayı , bizden alınanların nerelerde yayınlandığını değil sadece site ismi , blog ismi olarak , ta ip numaralarına kadar , şehir bazında görebiliyoruz..

konu yazılanların alınması filan değil onu da aşan bir kopyalama.. adamın teki bir haftadır tüm müzik kutumuzu içindeki 200 ü geçen şarkıyla beraber almış kendi bloguna eklemiş.. bir de sinirimden çıldırtacak şekilde müzik kutusunun üstüne hislerinle dokun yazmış.. ya arkadaş sana ne diyeyim.. biz abartısız binlerce albümü dinleyelim , vakit harcayalım , kendi duygularımızı , kendi beğenilerimizle bir arşiv yapıp sürekli değiştirip ekleyerek bir müzik kutusu hazırlayalım (kimisi radyo bile zannediyor) sen kalk hiç isim bile belirtmeden kendi bloguna ekle müzik kutumuzu.. ayıp be kardeşim ayıp.. oldu olacak al bir isim hakkı bir yerlerden , bizim siteyi olduğu gibi kopyala yayın yap kardeşim.. üstüne de çekinmeden hislerinle dokun yaz.. yuh olsun..

sana başka şey söylemiyorum.. ve sadece şunu yazıyorum son olarak  sana iki gün süre o müzik kutusunu kaldırman için..

aylakadamız’ın tüm takipçilerinden de böyle bir yazı için özür diliyorum.. mecbur kaldım yazmak için..

gülüşünüzle ve aylakadamız’la kalın , taklitlerinden sakının demeyeceğim taklitlerine de bakın ve aradaki farkı siz değerlendirin..   

Crockett..

(Fotoğraf : Crockett , ‘Yalanım’)

‘yalnızlığımı taşa astım, gölgesinde çalışıyorum yalnızlığım. benim ikiz kardeşim. sol yanım, huysuz sevgilim, en bencilim, en yaratıcım, en beğenmezim..’ – MEHMET AKSOY

‘heykelimi kendi kentlerine isteyenler , bilmeyerek de olsa mücadelemin önünü tıkıyorlar..

heykelime talip olanlar bu tavırlarıyla , sanata sahip çıkayım derken heykelin yıkılmasına ya da taşınmasına yardımcı olmuş duruma düşüyorlar.. yıkılacak , taşınacak söylentilerinin ayyuka çıktığı şimdilerde , taş yerinde ağır diye düşünüp heykelime yeni bir adres bulmayı bıraksınlar , mücadeleme destek versinler..

özgür düşünceye tahammülleri olmayanlar , kafalarındaki putları yıkamayanlar , heykelimi yıkmaya çalışmaktan vazgeçmeli..

bütün çelişki de buradan kaynaklanıyor.. sanatın , heykelin bir dil olduğunu kabul etmek istemiyorlar.. beğeni göreceli bir kavramdır.. ben bir şey yaptım beğenmeyebilirler , ancak hakaret edemezler..’

MEHMET AKSOY..

Alıntı : CUMHURİYET Gazetesinden OĞUZ YILDIZ’ın ‘Taş yerinde Ağırdır!’ başlıklı haberinden.. 28 Ocak 2011..

BASIN AÇIKLAMASI..

başbakan farıcıma ucube dedi. halbuki müsaade etselerdi, kanadını, tüyünü düzüp keklik olacaktı. başbakan onun keklik olacağını göremedi onu okuyamadı. aslında haklı sanat düz mantıkla, politik mantıkla anlaşılacak idrak edilecek ve giderek dilde ifadesini bulacak bir şey değil. (farıç : keklik yavrusu)

heykel sanatı form diliyle konuşur. bu dili öğrenmek, alfabesini, kodlarını çözmek bir kültür ve görgü işidir. bir uğraşı ve eğitimi gerektirir. politik arenanın çirkinliği her şeyin politik rant sağlayan bir meta olarak algılanması ve maalesef sanatında acımasızca ve kaba bir şekilde bu arenaya çekilmek istenmesi türkiye sanatı ve sanat kültürü adına bir kayıp bir düşmanlıktır. başbakanımız vicdanını göğsünde taşımıyor, iktidar koltuğunun arkasında saklamış görünmüyor. görünen ve gösterdiği yalnızca güç… yarın ahirette kalbi ağırlaşmış olarak terazinin kefesine konacak. biliyorsunuz terazinin öteki tefesinde bir tüy var, kalbin tüyden hafif olması gerekiyor, o tüy belki de benim kekliğin tüyü olur. kalbinizi, vicdanınızı ağırlaştırmayın sayın başbakanım.. bakın bir sürü bakanlarınız var danışmanlarınız var kültür bakanınız var bu heykel hakkında sizi bilgilendirsinler. kulaktan dolma gerçek olmayan enformasyonlarla konuşmamış olursunuz. sarıkamış’ta , kars’ta , çanakkale’de ölen tüm şehitlerimizin barış arzularını ruhlarını göğe yükseltiyor bu anıt , savaşları mahkum ediyor.

insan olma yolunda ilerleme kaydetmek istiyorsak barış içinde yan yana yaşamak hayatı daha derinden anlamlı hoşgörü içinde birbirimizi kucaklamak gerekir duygusunu veriyor… böyle bir içerikteki heykele başbakanın karşı olacağını düşünemiyorum.

heykel ortadan ikiye bölünmüş bir insanın bölünen parçaların karşı karşıya konularak kendi kendine düşman edilmesini simgeliyor. aralarındaki boşluk bir duvar gibi onları ayırıyor. boşlukta uzanan el insanlığa uzanıyormuş gibi tutulmayı bekliyor. bu el şuanda heykel yapımı durdurulduğu için yerde yerine takılmayı bekliyor. yapılması bitmeyen engellenen bir parçada insani vicdanı sembolize eden göz ve ondan savaşların acısıyla akan gözyaşı… heykelin şuanda yarısının kabası bitmiş durumda, bu dört senelik bir emeğe mal oldu. bu heykel yıkılır mı??

yıkılırsa ne olur. fizik olarak yıkılması çok zor.öyle kepçeyle, dozerle yıkılacak bir şey değil. normal betondan üç misli daha dayanıklı akışkan beton içinde çelik borular ve güçlü bir demir konstrüksiyon var. 1500 ton ağırlığında uçurumun kenarında bazalt kütlelerin üzerinde duruyor. altında bir tavya var. ancak c4 yada dinamitle patlatılabilir.bu da türkiye’de ve dünyada büyük tepkilere sebep olur. talibanın buda heykellerinin yıkımı eyleminden farksız olur. bu davranış iki yüzlü bir dış politika demektir. inandırıcılığımız kalmaz. bir yandan dışarıda barış çabaları gösterirken arabuluculuklar yaparken öte yandan barış öneren bi heykeli yıkamazsınız. ayrıca yurtta ve dünyada sanatsever kamuoyu her yerde karşılarına dikilir.

siz en iyisi beni bırakında heykeli tamamlayayım. bana sahip çıkın heykele sahip çıkın, barışa sahip çıkın… benim kafamı meşgul etmeyin, bana elleşmeyin, bırakında heykelimi yapayım. sizde kendi işinizi yapın. işsizlik sorununu halledin kars’taki besicilik işini halledin, hayvancılık işini halledin, okul sorununu halledin, çiftçinin ürününü dalında çürütmeyin aracıların tefecilerin eline bırakmayın. kanalizasyon problemlerini çözün. doğaya sahip çıkın, doğayı parsel parsel satmayın. daha söylenilecek çok şey var ama…

MEHMET AKSOY.. (www.mehmetaksoy.com)

‘BENİM ADIM RACHEL CORRIE..’

‘Biz başka çocuklar için endişe duyan çocuklarız..’ – RACHEL CORRIE

‘BENİM ADIM RACHEL CORRIE..’

23 yaşındayken 16 mart 2003 tarihinde israil buldozerleri tarafından filistinli  bir ailenin evinin yıkılmaması için buldozerin önüne kocaman yüreğini koyan ama insanlıktan nasibini almamış canavarlar tarafından buldozerle ezilerek katledilen barış elçisi , insan hakları eylemcisi , amerikan vatandaşı  RACHEL CORRIE’nin kendi kaleminden yazdıklarından oyunlaştırılan ve hayatından kesitler sunan oyun artık türkiye tiyatro sahnelerinde.. oyunun galası geçen günlerde yapıldı.. bizce mutlaka izlenmesi gereken kaçrılmayacak bir oyun..

RACHEL CORRIE aylakadamız’ın her zaman en büyük ilham kaynaklarından , yol göstericilerinden birisi oldu yola çıktığımızdan beri  ve olmaya da devam edecek.. ona karşı boynumuz bükük ve ona çok şeyler borçluyuz.. en azından insan olduğumuzu ve insan haklarının insanların gözleri önünde normal bir olaymış gibi yok sayılmasına , yok edilmesine sessiz kaldığımız için utanmamız gerektiğini bizlere hatırlattı..

hiçbir şey yapamıyorsak , sesimizi de çıkarmaktan korkuyorsak hala en azından bu oyunu izleyelim.. bu oyunu izleyerek ondan af dileyelim..

a-z kültür sanat ajansının yapımını üstlendiği ve hem türkçe’ye çevirip hem de oynayan setenay yener ile diğer tüm emek verenlere çok teşekkür ediyoruz..

‘BENİM ADIM RACHEL CORRIE’ oyunu tek perdelik bir oyun.. RACHEL CORRIE’nin kendi yazdıklarından oyunlaştırılmış bir oyun.. uyarlamayı yapanlar alan rickman ve katharine viner..

oyun programını , oyunla ilgili istanbul dışı turne programını , RACHEL CORRIE’nin yazdıklarını , katledilmesiyle ilgili açılan davayla ilgili gelişmeleri ve ailesinin onunla ilgili yazdıklarını da   www.benimadimrachelcorrie.com adresinden takip edip bilgi alabilirsiniz.. oyunu kaçırmayın , mutlaka izleyip destek olalım..

 Crockett..

 

BENİM ADIM RACHEL CORRIE..

 

Yazan : Rachel Corrie

Uyarlayan : Alan Rickman & Katharine Viner

Oynayan ve Çeviren : Setenay Yener

Yöneten : Turgay Kantürk

Dekor-Kostüm-Işık Tasarım : Cem Yılmazer

Müzik : Tolga Çebi

Yardımcı Yönetmen : Emrah Eren

Reji Asistanı : Gökhan Bozkurt

Yapım : AZ KÜLTÜR SANAT AJANSI

Yapımcılar : Adnan Kılıç , Fatih Bolcan , Mehmet Yalçın.

Görsel Tasarım : Serkan Arslan

Prodüksiyon Asistanı : Merve Adıyaman

Basın Danışmanı : Kübra Doğru

Dekor Realizasyon : Zeki İlyas Kızılışık

Aksesuar Realizasyon : Aslı Ersüzer

Oyun Fotoğrafları : Muhsin Akgün

Şarkı Sözü : Turgay Kantürk

Afiş ve Broşür Tasarım : Savaş Çekiç

Efekt Kumanda :  Hakan Çetiner

Işık Kumanda : Kerem Duralar

Sesleriyle katkıda bulunanlar :
Zeyno Eracar
Beyti Engin
Gürsu Gür
Turgay Kantürk
Emrah Eren
Gökhan Bozkurt

 

Oyunla ilgili daha ayrıntılı bilgi için :

www.benimadimrachelcorrie.com
Turunçlu Sokak Mesa Plaza No: 25/4 Merter İstanbul
Tel: +90 212 677 20 80 pbx
Faks: +90 212 677 20 88
info@adanzyereklam.com
info@benimadimrachelcorrie.com

 

‘çoğumuz hatta aslında hiçbirimiz, bu kadar duyarlılığa ve cesarete sahip olmadık. içimizde hissettiğimiz acının peşinden gitmedik. durduk. sonuçlarına katlanamazdık çünkü. televizyondan seyretmesi daha kolaydı. gazetelerden okumak da öyle. oturduğumuz yerden bir şeyler karaladık en fazla. öfkelendik, kaleme/klavyeye davrandık… ha, şu anda ben de farklı bir şey mi yapıyorum? hayır… bu durumda seyircilerden biri miyim? evet… insan olmak, en çok böyle durumlarda acı geliyor işte. onurdan çok zulme yakın olup bu olanlara alıştığımız zaman… umursamamaya, gazetede görünce sayfa çevirip televizyonda denk gelince kanal değiştirmeye başladığımız an… orda ölenler biz olmadığımız için mi bu kadar rahatız? yoksa kanıksadığımız için mi? ölen her herde ölüyor, giden hiçbir yerde geri gelmiyor oysa…’ – RACHEL CORRIE