Archive for the ‘Güncel’ Category

ÖYLEYKEN BÖYLE

Yaşlanma alameti olsa gerek insan bir çocukluğuna dönüyor. Geçmişte yaşadıklarına dayanarak şimdiki davranışlarını meşrulaştırıyor kendince. Bunu neden genelleyerek yazıyorum? Sanırım çevremdekilerle çok paylaştım ve ortaklaştığım çok oldu.

 

 

 

 

 

 

 

Alamet deyince yine çocukluktan bir enstantane hasıl oldu. Yurt dışından gelen akrabaların bol valizli gelmeleri hem çok kalacaklarına hem de bol hediyeyle geldiklerine alametti örneğin. Çok kalmaları eğlenceydi, farklı günler anlamına gelirdi. Bol hediye ise malum bol çikolata, bol oyuncak ve bol bissürü şey anlamına gelirdi. Çocukluk işte(her şeyi düşünmeye ve yapmaya hakkın olduğu yıllar) pek severdik uzaktan gelen akrabayı. Tabi yaş ilerledikçe hediyeler azalır, kuzenler büyüdükçe gelmez olurlar ve işin eğlencesi de sönüp gider.

Bir başka çocukluk anına dair; sokak oyunları vazgeçilmezdir. Akşam ezanıyla son bulan o bitmez tükenmez seremoni yine bitmek bilmeyen enerjimizin doruğa ulaştığı anlardır. Yarım gün okulda dersler ve teneffüslerdeki tepişmeler sonucu, kalan yarım gün hala enerjisinin olması, insanı şimdiki yaşlarda hayretler içince bırakıyor doğrusu. Enerji kalması bir tarafa, sanki sokakta bol bol oynayıp koşturalım diye okulda biri bizi şarj etmiştir. Akşama müteakip, yemekten sonra yine aynı kişi tarafından çekilmiş gücümüzü sabaha toplamak üzere sızarız. Bu rutini bozan pazar banyolarıdır. Banyodan sonra dışarı çıkılmaz. Çıkılırsa hasta olunur, hasta olunursa bu daha uzun süren evde hapis durumları demektir ki hiç istenmez. Pazarlardan bu sebepledir  hala nefret ederim. Bu yazıyı da pazar günü yazıyor olmam manidar tabi. Pazarlarımı bir türlü şenlendiremem, basiretim bağlanır, güçten düşerim. Yapılacak en iyi şey teslim olup banyo yapmaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Benim kuşak bilir; bir de “Ziyaretçiler ( visitors)” vardır. O enerjinin çekilmesi hikayesi işlemez o dizi başlayınca. Ama başka bir faktör vardır ki o da “korku”. O uzaylı yaratıkların ağızlarına götürdükleri fare sahneleri, bir de yüzlerindeki insan maskesini çıkarıp gerçek yüzlerini (yeşil yeşil) ortaya çıkarmaları bana o yaşlarda acayip ürkünç gelirdi. Yinede babama yalvarırdım oturup benimle izlesin diye. Geç vakitti namussuz.

Çizgi filmlere hiç girmeyeceğim. O başlı başına bir yazı konusu. Geçenlerde kendilerini yad ettik de epey bir varmış, say say bitmedi.

Öyleyken böyle yazısı oldu bir miktar. E artık idare edin yavaş yavaş diyelim. 

‘KEVOK’

‘bütün insanların göreceli algılama kalesinin kapısından çıkıp çayırlara koşarak müdahalesiz doğanın kalbine dönmesinden başka barışa giden bir yol yoktur.. yani kılıç yerine orağı bilemekten başka yol yoktur..’ – MASANOBU FUKUOKA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘insanlar öğrenim görürler , çünkü anlamazlar ama öğrenim görmek , kişinin anlamasına yardımcı olmaz.. çok çalışırlar ve en sonunda tek buldukları insanın hiçbir şey bilemeyeceği , anlamanın insanın erişebileceklerinin ötesinde olduğudur..

insanlar genellikle , ‘anlamam’ sözcüğünün  , örneğin , dokuz şeyi anlayıp bir şeyi anlamadığınız bir durum için kullanılabileceğini düşünürler.. ama on şeyi anlamaya niyetlenerek , gerçekte bir tek şeyi bile anlayamazsınız.. eğer yüz tane çiçeği biliyorsanız , bir tekini bile ‘bilmiyorsunuzdur..’ insanlar anlamak için zorlu mücadeleler verirler , kendilerini anladıklarına ikna ederler ve hiçbir şey bilmez halde ölürler..

gençler marangozluk işlerinden bir mola aldılar , büyük bir mandalina ağacının yanında çimenlere oturdular ve güney gökyüzünün ince bulutlarına baktılar..

insanlar , gözlerini yer yüzünden gökyüzüne çevirdiklerinde cenneti gördüklerini düşünürler.. portakal meyvesini , yeşil yapraklardan ayırt ettikten sonra yaprağın yeşilini ve meyvenin turuncusunu bildiklerini söylerler.. ama kişi yeşille turuncu arasında bir ayrım yaptığı an , gerçek renkler kaybolur..

insanlar şeyleri anladıklarını düşünürler , çünkü onlara aşina olurlar.. bu yalnızca yüzeysel bilgidir.. bu yıldızların adlarını bilen astronomun bilgisidir , yaprakları ve çiçekleri sınıflandırmayı bilen botanikçinin , yeşil ve kırmızının estetiğini bilen sanatçının bilgisidir.. astronom , botanikçi ve sanatçının her biri kendi zihninin menzili içinde , izlenimlerini yakalayarak yorumlamaktan başka bir şey yapmamıştır.. aklın faaliyetleriyle ne kadar ilgilenirlerse , kendilerini o kadar ayırırlar ve doğal bir şekilde yaşamaları o kadar zorlaşır..

trajedi şudur ki , insanlar temelsiz bir kibir içinde , doğayı kendi iradeleri doğrultusunda yönlendirmeye kalkışırlar.. doğal şekilleri yok edebilirler ama onları yaratamazlar.. ayrımlama , parçalanmış ve tam olmayan bir anlayış , her zaman insan bilgisinin başlangıç noktasını oluşturur.. insanlar doğanın bütününü bilmekten aciz bir şekilde , onun eksik bir modelini oluşturmaktan daha iyisini yapamazlar , sonra da kendilerini kandırarak doğal bir şey yaptıklarını düşünürler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

doğayı bilmesi için kişinin yapması gereken , aslında hiçbir şey bilmediğini , herhangi bir şey bilmekten aciz olduğunu fark etmektir.. o zaman ayrımlayan bilgiye ilgisini kaybetmesi beklenebilir.. ayrımlayan bilgiyi terk ettiği zaman , kendi ayrımlamayan bilgisi onun içinde doğar.. eğer bilmek hakkında düşünmeye çalışmazsa , eğer anlamayı önemsemezse , anlayacağı zaman gelecektir.. egoyu yok etmekten , insanların cennetten ve dünyadan ayrı var oldukları düşüncesini bir kenara bırakmaktan başka bir yol yoktur..’

‘bu akıllı olmak yerine aptal olmak anlamına gelir’ diye patladım , yüzünde erdemli bir gönül rahatlığı taşıyan genç birine.. ‘gözlerindeki ne çeşit bir bakış.. aptallık açığa çıktığında zeki görünür.. akıllı mı yoksa aptal mı olduğundan kesinlikle emin misin , yoksa aptal-tipi zeki bir adam mı olmaya çalışıyorsun.. zeki hale gelemezsin , aptal hale gelemezsin , olduğun yere saplanıp kalmışsın.. şimdi bulunduğun yer bu değil mi..’

bunu der demez , aynı sözleri tekrar tekrar söylediğim için kendime kızdım ; bu sözler ki asla sessiz kalmanın erdemine erişemezler , öyle sözler ki kendim bile anlayamazdım..

sonbahar güneşi ufukta alçalıyordu.. alacakaranlığın renkleri yaşlı ağacın altına doğru ilerledi.. içdenizden gelen ışığı sırtlarına alan sessiz gençler , akşam yemeği için yavaşça kulübelerine döndüler.. gölgeler içinde , sessizce arkalarından izledim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘insanoğlu kadar zeki başka bir canlı olmadığı söylenir.. bu zekayı kullanan insan nükleer savaş yapmaya muktedir tek hayvan haline geldi..’

‘başlangıçta insanın hiçbir amacı yoktu.. şimdi ,  o yada bu amacın hayalini kurarak yaşamın anlamını bulmaya çalışıyorken yaşamlarını mücadele içinde geçiriyorlar.. bu tek kişilik bir güreş müsabakasıdır.. insanın düşünmesi ya da arayışına çıkması gereken bir amaç yoktur.. eğer amacı olmayan bir yaşamın anlamsız olup olmadığını çocuklara sorsaydınız , çok iyi ederdiniz..

anaokuluna başladıkları zamandan itibaren insanların üzüntüleri başlar.. insan mutlu bir yaratıktı ama zor bir dünya yarattı ve şimdi onun dışına çıkma mücadelesi veriyor..

doğada yaşam ve ölüm var ve doğa neşe dolu..

insan toplumunda yaşam ve ölüm var ve insan üzüntü içinde yaşıyor..’

‘hiçbir çelişkinin ve hiçbir ayırt edişin olmadığı bir dünyada yaşayan çocuklardır.. ışığı ve karanlığı , güçlüyü ve zayıfı algılarlar ama bir yargıda bulunmazlar.. yılan ve kurbağanın var olmasına rağmen , çocuk güçlülük ya da zayıflıktan anlamaz.. yaşamın özgün hazzı buradadır ama ölüm korkusu henüz ortaya çıkmamıştır..

yetişkinin gözünde ortaya çıkan sevgi ve nefret , özgün halinde birbirinden farklı iki şey değildir.. aynı şeyin önden ve arkadan görüntüsüdür.. sevgi , nefretin malzemesini sağlar.. eğer sevgi madalyonunu ters çevirirseniz nefret olur.. yalnızca tarafların olmadığı mutlak dünyaya girerek , olgusal dünyanın ikiliğinde (dualitesinde) kaybolmak önlenebilir..

insanlar kendileri ve diğerleri arasında ayrım yaparlar.. ego var olduğu sürece , bir ‘öteki’ olduğu sürece , insanlar sevgi ve nefretten kurtulamazlar.. kötücül egoyu seven yürek , nefret edilen düşmanı yaratır.. insanlar için ilk ve en büyük düşman , bu denli sevdikleri ‘kendileridir..’

insanlar saldırmayı ya da savunmayı seçerler.. mücadeleyi sağlamak için , birbirlerini, anlaşmazlığı kışkırtmakla suçlarlar.. bu el çırpıp ardından sesi hangi elin çıkardığını , sağ elin mi yoksa sol elin mi çıkardığını tartışmaya benzer.. bütün münakaşalarda ne doğru vardır ne de yanlış , ne iyi vardır ne de kötü.. bütün bilinçli ayırt etmeler aynı zamanda ortaya çıkarlar ve tümü hatalıdır..

bir kale inşa etmek , en başından yanlıştır.. bunun şehrin savunulması için olduğu özrünü öne sürmesine rağmen , şato yöneticisi efendinin kişiliğinin bir sonucudur ve etrafındaki bölgelere dayatmacı bir güç yayar.. saldırıdan korktuğunu ve istihkamın şehrin korunması için gerektiğini söyleyen zorba , silah depolar ve kapıya kilit takar..

savunma eylemi halihazırda saldırıdır.. kendini savunma silahları , her zaman savaşları kışkırtanlara bahane olur.. savaş felaketi kendi/öteki , güçlü/zayıf , saldırı/savunma gibi boş ayrımların güçlendirilmesi ve büyütülmesinden kaynaklanır..

bütün insanların göreceli algılama kalesinin kapısından çıkıp çayırlara koşarak müdahalesiz doğanın kalbine dönmesinden başka barışa giden bir yol yoktur.. yani kılıç yerine orağı bilemekten başka yol yoktur..

çok eskilerin çiftçileri barışçıl insanlardı ,  ama şimdi et için avusturalya ile tartışıyorlar , balık için rusya ile münakaşa ediyorlar , buğday ve soya fasulyesi içinse amerika’ya bağlılar..

öyle görünüyor ki , japonya’daki bizler büyük bir ağacın gölgesinde yaşıyoruz ve bir fırtına sırasında büyük bir ağacın dibinden daha tehlikeli bir yer yoktur.. ve bir daha ki savaşta ilk hedef olacak ‘nükleer bir şemsiyenin’ altında sınmaktan daha aptalca bir şey olamaz.. bugün biz toprağı bu karanlık şemsiyenin altında sürüyoruz.. hem içten hem de dıştan , bir krizin yaklaştığını hissediyorum..

iç ve dış bakış açılarından kurtulun.. dünyanın her yerindeki çiftçiler özünde aynı çiftçilerdir.. biliriz ki , barışın anahtarı toprağa yakındır..’

‘EKİN SAPI DEVRİMİ , Doğal Tarıma ve Doğal Hayata Giriş’ , MASANOBU FUKUOKA

KAOS Yayınları , Çeviri : AYKUT İSTANBULLU ,  Eylül 2006 , 182 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘görülmeyenler ve görülmemesi gerekenler , artık tamamen engellenmiş ve denetimden çıkmış olan hayallerimizdir..’ – GABRIEL JOSIPOVICI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kendi başımıza bir odada , bir elimizle diğer elimizi tuttuğumuzda , buna ‘el ele tutuşmak’ adını vermeyiz.. kendi başımıza bir odada , bir aynada kendi elimize doğru uzanıp camın soğukluğuyla karşılaştığımızda , buna dokunma adını vermeyiz .. aksine , bunlardan her ikisi de dokunmanın buruk bir parodisi olup üzüntü duygumuzdan , ihtiyaçlarımıza ve arzularımıza acımasızca kayıtsız kalan bir dünyada var olduğumuz duygusundan doğar ve bu duyguyu besler..

 gene de , insanı yeniden dünyaya döndüren ya da dünyayı yeniden insana  döndüren bir tek başına dokunma biçimi vardır elbette ve bir kez daha bunu çok büyük bir kavrayış ve incelikle keşfeden kişinin ‘proust’ olması pek şaşırtıcı değildir..

‘marcel’ üzülerek ‘aynı duygular , önceden belirlenmiş bir düzene göre , bütün insanların yüreklerinde eşzamanlı olarak ortaya çıkmıyor’u keşfettikten hemen sonra şunu anlatır : ‘bazen yalnız olmaktan duyduğum coşkuya , bu duygudan açık biçimde ayrılmakta güçlük çektiğim bir başka duygu eklenirdi : kollarım arasında sıkı sıkıya tutabileceğim bir köylü kızının gözlerimin önünde belirmesi arzusunun harekete geçirdiği bir duygu..’ marcel bu anıyı izleyerek farkına varır ki , böyle kollarının arasına almayı arzuladığı kadına bir anlamda her gün dolaştığı korular ve kırlık alanlar varlık kazandırmışsa , bir anlamda da o , bu koruların ve kırlık alanların ete kemiğe bürünmesidir , marcel’in onun aracılığıyla bütün manzaraya sahip olabileceği benzersiz bir varlıktır.. ‘çünkü o  zaman’ der marcel ‘kendim olmayan her şey , yeryüzü ve onun üzerindeki mahluklar bana daha değerli , daha önemli , yetişkin insanlara göründüğünden daha gerçek bir varoluşla bezenmiş görünürdü..’ öyleyse , insan bir kadını arzularken ,  daha sonra ki yaşamında olduğu gibi , o kadının bize vereceği zevki düşünmez ,’ çünkü insan kendini düşünmez , yalnızca kendinden kaçmayı düşünür..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bağımlılığın yalnızlığı gidermenin yollarından biri olduğunu söylemek , yanlış bir izlenim vermek olur.. bağımlılığın giderdiği şey , hücre hapsinin getirdiği duygusal yoksunluktur.. ve hücre hapsi , şu ana kadar belirttiğim gibi , dört duvarı , kilitli bir kapıyı ve bir gardiyanı gerektirmez ; yalnızca dünyayla olan doğal karşılıklılık duygumuzu yitirmemiz ve elimizden geldiğince bu yitimi gidermeyi deneyecek kadar acıyla onun bilincinde olmamız yeterlidir..

 ‘william burroughs’ niçin eroin bağımlısı olduğunu sorgularken , bağımlılığın can sıkıntısıyla yakından bağlantılı olduğunu kabul etmek zorunda kalır.. burjuva yaşamının ona sunduğu seçeneklerden hiçbirini ilginç bulmamış ve ‘tutunanlar’a , yaşamlarını dünyanın başarılı kabul ettiği şeye dönüştürenlere ilişkin gördükleri tam anlamıyla midesini bulandırmıştır.. bir eroinman haline gelmek , bunlardan kurtulmanın bir yolu olmuştur ve burroughs bunun aslında ne kadar büyük bir çabayı gerektirdiğini ve gerçek anlamıyla bir eroinman haline gelmenin ne kadar uzun sürdüğünü güçlü bir dille anlatır..

ne yazık ki bağımlılık da arzularımızı tamamıyla tatmin edemez ve böylece bizi dante’nin cehennem’inde yaşayanların içinde bulunduğu durumda bırakır ; ‘sürekli , umutsuz bir özlem içinde olma’ yani ‘sanza speme vivemo in disio..’

 ‘stanley cavell’ , sinema hakkındaki daha önce sözünü ettiğim kitabında sinemayla ilgili olarak aynı görüşe oldukça yaklaşır ; ancak sinema ile bağımlılığı özdeşleştirmekten kaçınır.. ama cavell’in kavrayıcı gözlemleri çoğu sinema kuramının sıradanlıklarını aşıp neyin söz konusu olduğunu anlamamıza yardım eder :

 ‘dünyanın kendisini gözlemek istediğimizi söylemek , mutlak biçimiyle gözleme durumunu istediğimiz anlamına gelir.. dünyayla bu yolla –onu gözlemek , ona ilişkin görünümler edinmek yoluyla – bağlantı kurarız.. durumumuz , doğal algılama biçimimizin gözlemek , görülmediğimizi hissederek gözlemek haline geldiği bir durum.. dünyaya bakmaktan çok , dışımızdaki dünyaya bakıyoruz , benliğimizi siper ederek.. görülmeyenler ve görülmemesi gerekenler , artık tamamen engellenmiş ve denetimden çıkmış olan hayallerimizdir.. sanki artık onları –tam sokaklara döküldükleri , en az kişisel hale geldikleri anda – bir başkasıyla paylaşabileceğimizi umamıyoruz.. o yüzden , hayallerimizi dünyayla birleştirme olanağımız her zamankinden daha az.. bir filmi izlemek durumu otomatik hale getirir , bu durumun sorumluluğunu ellerimizden alır.. bunun içindir ki , filmler gerçeklikten daha doğal görünür.. hayal dünyasına birer kaçış oldukları için değil , kişisel hayal dünyasından ve onun sorumluklarından , dünyanın zaten hayal gücüyle çizilmiş olduğu gerçeğinden uzaklaşmamızı sağladıkları için.. ayrıca birer rüya oldukları için değil , özlemlerimizi daha da içimize çekmeye son verelim diye ‘benin’ uyanmasına olanak sağladıkları için..’

‘DOKUNMA’ , GABRIEL JOSIPOVICI

 Çeviri : KEMAL ATAKAY , AYRINTI Yayınları , Ağustos 1997 , 196 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nice Yıllara Aga …

Bugün benim için çok anlamlı ve özel bir gün . Sevgili abim , kadim dostum , aylakadamiz ‘ ın bugünlere gelmesindeki tek insan . Kendisi her ne kadar bunu kabul etmese de , gerçeği en azından ben biliyorum o olmasaydı bugün bu site sadece isim olarak 3-4 kişinin girdiği bir site olurdu . O bu site için yüreğini koydu ortağa . En azından bu yolda beni yalnız bırakmadı o’na ne kadar teşekkür etsem azdır .

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ben aslına bakarsanız kalemi çok güçlü biri değilim pek beceremem yazı yazmayı . Ama içimden gelenleri yazıyorum işte . “Crockett” bugün bir yılı daha devirdi hayatından . Ve önümüzde güzel yıllar bizi bekliyor . İyi ki varsın , iyi ki senin gibi bir dostum var . İyi ki doğdun .

Sitede yazmaya başlayan , “lucy in the sky” , “ters” , “bulut” hoşgeldiniz diyorum aramıza ve  ailemize . Size de tek tek teşekkür ediyorum bu yolculukta yanımızda olduğunuz için . Ama teşekkürlerin Kralını Ece Temelkuran ‘ a gönderiyorum . Sitenin hitlerini maksimuma çıkarttı   habertürk ‘ teki yazısı  ile . İyi ki varsınız Ece hanım . Konu biraz dağıldı , dediğim gibi yazı yazmasını pek beceremem , duygularımı yazıya döktüğümde bunu pek belli edemiyorum ama herkesin “Crockett” gibi bir dostu olmalı bu hayatta .

İyi ki doğdun iyi ki varsın aga . Mutlu yıllara , güzel yıllara , gözlerindeki o gülüş hiç bitmemesi dileğiyle …

Blackhawk yada Crockett ‘ in deyimi ile Reis … 

 

‘TEMBEL AYAKLANMASI , Yan Gelip Yatmanın Manifestosu..’ – TOM HODGKINSON

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘hadi tembellik edelim.. sevmek ve yemek içmek hariç – bir de tembellik hariç..’ – Guthold Ephraim Lessing (1729-1781)

‘işin aslı , erken kalkma konusundaki bu toplum baskısı bizleri düşünmekten uzaklaştırmak amacını taşır.. 1993 yılında radikal düşünür ve aynı zamanda uyuşturucu üzerine araştırmalarıyla ünlü terence mckenna ile bir röportajım sırasında kendisine , ‘neden tembellik etmemize izin verilmiyor..’ diye sormuştum..

‘boş eller şeytan’a hizmet eder , diye bir deyiş vardır.. sanırım , toplumu tembelliğe alıştırmamak bu deyişe dayanıyor.. tembellik onları korkutur çünkü tembeller düşünen insanlardır.. düşünen insanlar ise , onların işine gelmez.. tembeller yaşadıkları koşullardan memnun olmayan bir kesimdir.. bence tembelliğin bir karşılığı da ‘hoşnutsuzluktur..’ insanlar sürekli bir takım işlerle meşgul olduğu sürece , hoşnutsuzluklarını düşünecek zaman bulmaz.. freud ‘iç gözlem marazidir’ der.. içe dönüklük ve asosyallikle iç gözlemi bir tutar ve sağlıksız , hatta hastalıklı bir durum kabul eder..’

oysa iç gözlem , insanı gerçeğe götürür : çarpıtılmış yaşamımızın dehşetini gözler önüne seren dehşet verici bir boyuttur bu.. yazar will self , ‘ düşünmeye karşı bu tabu , ingiltere’de protestan iş ahlakının yarattığı bir engeldir’ der.. ‘insanlar boş durmamalı zihniyetinden kaynaklanır – yani düşünmemeleri istenir..’

bu tabu tüm batı dünyasında yerleşmiştir.. hükümetler tembelliği sevmez çünkü tembeller onları endişelendirir.. tembeller gereksiz ürünlerin üretimine katkıda bulunmazlar , gereksiz tüketim yapmazlar.. tembelleri kontrol altında tutamazlar.. tembeller yardım ve desteği de kabul etmez..

naziler , tembellikten nefret emiştir.. 26 ocak 1938 tarihinde himmler ‘çalışma özürlü’ olarak tanımladığı tembel insanların çalışma kamplarına gönderilmesi emrini vermişti :

‘bu utanç kaynağı insanlar , çalışabilecek yaşta ve başta olup , doktor raporuyla bu yeterlilikleri saptanmış kişilerdir.. geçerli bir neden göstermeksizin , üst üste kendilerine yapılan iş önerilerini kabul etmemiş ya da işe başlayıp kısa bir süre içinde yine geçerli bir neden göstermeksizin işinden ayrılmış kişilerdir.. bu kişiler weimar yakınındaki buchenwald çalışma kampına götürülecektir..’

çalışma kamplarında tembellere siyah bir üçgen işareti bulunan iş tulumları giydirilmişti.. politik suçlular kırmızı , yahova şahitleri mor  ve suçlular yeşil , homoseksüller ise pembe üçgen işaretleriyle belirlenmişti.. himmler tembelleri ‘mikrop’ olarak görüyordu – sağlıklı bir devlet yapısını ve naziler’in mükemmel dünya hedefini salgın bir hastalıkla yok edecek bir mikrop..

güne bir şiirle başlamaktan daha keyifli ne olabilir.. john keats’in mektuplarını okurken , büyük şairin de aynı görüşte olduğunu fark ettim.. kentli insanlar şiir gibi boş şeylerle zaman kaybetmez.. ancak bir şiiri okumak sadece birkaç dakikalık bir iştir ve insan üzerinde etkisi muhteşemdir.. saat 10:00’da yatağında yatan bir tembelin ise , bu muhteşem deneyime bol bol zamanı vardır..

keats 23 yaşındayken , ‘insanın sadece okuyarak bir yaşam sürdürülebileceğini düşünüyorum’ diye yazmıştır.. ‘herhangi bir gün herhangi bir şiirle bambaşka bir dünyada gezinebilir , düşlere dalabilir , geleceği görebilirsiniz.. ne müthiş bir düşünce yolculuğu , ne keyifli bir kendinden geçiş ve ne anlamlı bir tembellik..’

keats’in son cümlesindeki tanımlar , gerçekten de , hareketsizliğin yaratıcı etkisini mükemmel bir şekilde anlatıyor.. sonraki satırlarında tembelliğin yüceliğinden bahsediyor : ‘arılar gibi sabırsızca çiçekten çiçeğe konmaktansa , çiçekler gibi yapraklarımızı açıp pasif , düşünce ve bilgiye açık , algılamaya hazır beklemeliyiz..’

hareketsizlik , ağırbaşlılıktır- yüceliktir.. hareketlilik  başarısız insanlar  içindir.. oscar wilde ‘the critics as artist’ (1890) adlı yazısında hareketliliğe nasıl saldırıyor bakalım : ‘hareketlilik , yapacak bir şeyi olmayan insanların sığınağıdır.. hareketliliğin kaynağı hayal gücü eksikliğidir.. düş kurmayı bilmeyenlerin kaçışıdır.. hareketlilik , sınırlı ve görecedir.. oysa sınırsızlık , rahat bir oturma pozisyonunda etrafını izleyerek yalnız başına gezinen ve düş kuran insanlara özgüdür..

insanlar bu korkunç sosyal idealin zalim pençesinde ezilerek birbirine sürekli olarak ’ne yapıyorsun’ diye soruyor.. oysa , uygar insanların birbirine sorması gereken tek soru : ‘ne düşünüyorsun’ olmalıdır.. düşünmek hiçbir vatandaşın vicdan azabı duyacağı bir günah değildir – yüksek kültürlerde insanoğlunun tek uğraşı düşünmek olmuştur..

şunu söylemeliyim : hiçbir şey yapmama , dünyanın en zor işidir – zor olduğu kadar da en entelektüel uğraşıdır.. seçkin insanlar böyle var olur..

düşünce , bir şeyler yapmak değildir – var olmaktır.. sadece var olmak da değildir ; düşünerek bir şeyler olmaktır çünkü bu ruh bir şeyler olabilmemizi sağlar..’

oscar wilde bu sözleriyle bir tembeli toplumun acınacak parazitleri durumundan , yararsız ve rahatsız edici , akılsız bireyler düzeyinden tanrı katına çıkarır.. tembeller topluma yük olmak bir yana , toplumun özel ve seçkin insanlarıdır.. onlar görüş sahibi , öncü kişilerdir.. diğer insanlardan daha net bir şekilde olayları görürler ; diğer insanların girdiği kalıpları reddederler.. gözleri açıktır.. onlar kendilerine zaman ayıran insanlardır..

insan olun.. düşüncenizde sonsuzluğa ulaşın.. tanrılaşın.. ve yatağınızda kalın..’

‘tembel ve özgür ruhlu amerikalı şair walt whitman da mutluluğunu şöyle coşkuyla kağıda dökmüştür :

‘o insanları ne kadar çok seviyorum.. hiç kimse onların dehasına , yaşam tarzına ve asla vazgeçmeyecekleri özgülüklerine ulaşamaz.. boş gezen insanlar.. onlar tembel değildir ; bugün on iki saat ya da on dört saat çalışırlar , yarın işe el sürmezler.. yatarlar , uyurlar , dinlenirler.. onurlu , şerefli insanlardır.. çok eski bir geleneğin insanları olarak , sonradan görmeler ve züppelere yeğlediğim insanlardır..’

‘pascal ‘belalı insanları’ şöyle tanımlar :

‘ bazen oturup insanların koşuşturmalarını düşünüyorum da , savaşlar , mahkemeler , ayaklanmalar , kötü niyetli girişimlerin hepsi ve insanın mutsuzluğu evinde sessizce oturmayı becerememesinden kaynaklanıyor diye karar veriyorum.. kendi gereksinimlerini karşılayabilen bir insan ya da bir toplum , ülkesini bırakıp denizaşırı ülkelere gidip bir kaleyi ele geçirmeyi neden düşünsün ki.. evinde ya da memleketinde kalıp keyfini çıkarmayı bilse , bunlara hiç yeltenmezdi.. uluslar kendi sınırlarını bilip mutlu olmayı öğrenebilseydi , ordulara bu kadar para yatırmazlardı ; insanlar evde yalnız kalmayı bilselerdi kumara sarmazlardı..’

‘TEMBEL AYAKLANMASI , Yan Gelip Yatmanın Manifestosu..’ , TOM HODGKINSON ,

Çeviri : NEŞE OLCAYTU , E Yayınları , Mart 2007 , 256 Sayfa..

İÇİNDEKİLER :

önsöz..

08:00 yataktan kalkmak hiç kolay değil

09:00 iş güç ve dert

10:00 uykuya gömülmek

11:00 işten kaçıp keyif yapma zamanı , kar kardır

ÖĞLE akşamdan kalmanın etkileri

13:00 nerede o eski öğle paydosları

14:00 hasta hasta işe gitmek

15:00 şekerleme

16:00 çay saati

17:00 başıboşluk

18:00 günün ilk içkisi

19:00 balıkçılık üzerine

20:00 sigara saati

21:00 evde tembellik

22:00 barda buluşma

23:00 ayaklanma

GECE YARISI ay ve yıldızlar

01:00 seks ve tembellik

02:00 sohbet

03:00 parti zamanı

04:00 meditasyon

05:00 uyku

06:00 tatil günleri

07:00 düşler

kaynakça..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘dün ne kadar içmişim bilmiyorum ama gece boyunca uyuyamamış olmamdan dolayı sınırın , eşiğin çok üstüne çıktığım anlaşılıyor.. sanırım alkolün etkisi geçince tansiyon tavan yaptı ve kutsal uyku çok uzak diyarlara kaçtı..

gece sabaha kadar döndüm yatakta.. bolca film izledim..

dün içmeye aramıza ‘yeni katılan bir aylakla’ başlamak hoştu.. ‘yaşasın ben de aylak oldum’ diyecek kadar samimi , sımsıcak ve güzel bir insan.. onunla ilgili yakında yazacağım.. daha yüzünü bile görmediğim , sesini duymadığım biriyle el sıkışıp merhaba dedikten sonra biraları söylemek ve arka arkaya keyifli bir sohbetle biraları yuvarlamak çok hoştu doğrusu.. ‘lucy in the sky’ dün çok hoş bir sürpriz yaptı bana ve diğer aylaklara ziyaretimize geldi.. yüreğine ve ayaklarına sağlık ‘lucy in the sky’ , aramıza hoş geldin..

kendisiyle fazla uzun sürmese de çok hoş bir sohbet yaptık ümo’yla beraber.. sonra onu halo dayımızla , aylakların piriyle tanıştırmaya mekana yani ‘aylak adamız’ın doğduğu yere getirdik.. halo dayı , abidin dayı ve ciğerim’le tanıştı burada.. her ne kadar halo her zaman ki çekingenliğinden dolayı kendisine bir zırh çekse de hoş bir buluşma oldu mekanda.. halo’nun çekingenliği biraz da belki rakı keyfinin bozulması korkusuydu sanırım.. dilekçe yazıyorum ayağı balkonda rakısını yuvarladı biz sohbet ederken..

neyse ‘lucy in the sky’la ilgili bir yazı yazacağım yakında.. kendisini dün tanıdık , sesini duyduk , mutlu olduk.. hepimiz onu çok sevdik.. ‘reis’ (blackhawk) onu göremediği için çok üzüldü , epeyi yağdı bize en başta ben olmak üzere.. ‘lucy in the sky’a çok teşekkür ediyoruz bu jestinden ve sürprizinden dolayı..

işte ‘lucy in the sky’ ile başlayan dünkü demlenme sürecimiz halo dayı , ümo ve reis’le devam edip gitti gece yarısına kadar.. eve geldim gece yarısı güzel bir balık yedim ve sonra sabaha kadar filmlerle haşır neşir oldum..

en son yıldım uyuma çabasını bırakıp sabahın ilk ışıklarıyla kafam kazan gibi ağrırken esneye esneye iki odaya yığılmış kitap yığınları arasında dolaşmaya başladım.. gözüme bir iki yıl önce okuduğum dehşet güzellikte  bir kitap değdi : tembel ayaklanması , yan gelip yatmanın manifestosu..

ben nasıl bunu atlamışım sitede bahsetmemişim diye düşündüm.. kitabın yazarı tom hodgkınson sade bir dille tembelliğin erdemlerini sayıp , ilk insandan şu ana kadar ki tembellik üzerine yazılan , söylenen her şeyi derleyip toparlayan bir kitap hazırlamış.. sıkılmadan kendini okutan kitapta yüzlerce anekdot ve olaydan bahsediliyor.. ben de kafam kazan gibiyken açtım ‘akşamdan kalmanın etkileri’ bölümünü okudum tekrar..

kitabın bölümlerinin düzenlenişi kitabın okunmasını daha da kolaylaştırıyor ve tembellik yapa yapa tembellik üzerine düşünmeye sevk ediyor sizi.. yormuyor , tam bir tembel işi anlayacağınız.. iddia ediyorum böyle zevkle okunan bir manifesto elinize geçip okumamışsınızdır.. kitabı nerede bulursanız bulun ve okuyun bence.. ama okurken tembel tembel okuyun ve orada sayılan tembellik manifestosunun kuralarına uyarak birkaç gün yaşamayı deneyin , emin olun yüzünüzde gülücüklerle dolaşacaksınız o birkaç gün ve hayattan biraz daha zevk alacaksınız sevgili aylaklar..

bu arada sevgili ‘reis’in yani ‘blackhawk’ın , sitemizin yaratıcısının doğum günü bugün.. o da ben de kutlamaları pek sevmeyiz.. hem yaşlanmanın kutlaması olur mu değil mi ‘reis’.. ama iyi ki varsın , iyi ki doğmuşsun ‘reis’.. seni tanımış olmaktan dolayı çok şanslıyız ve mutluyuz.. sana uzun mutlu ve aylak yıllar dileriz ‘reis’..

aylak aylak ve de gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

‘biz yeni bir tür iyi insan, iyi insan, iyi insan, yaratıcı insan olmaya yürüyelim..’ – DOĞAN ÖZ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘devletin içindeki kontrgerilla yapılanmasını ve faşist yuvalanmaları araştırırken ve tam da dava açma hazırlığındayken 24 mart 1978’de evinin önünde arabasına binerken altı kurşunla katledilen yurtsever ankara cumhuriyet savcısı doğan öz’ü katleden kontrgerillanın faşist tetikçileri ve azmettirenleri hala yargılanmadı , cezalandırılmadı..

18 tanığın ifadesine , ayrıca yakalanan faşist tetikçinin suçunu ikrar etmesine ve sanığa altı kez ceza verilmesine rağmen askeri yargıtay defalarca kararı bozdu ve tetikçi bozuntusunu serbest bıraktı.. 

unutmayalım , unutturmayalım..

demokrasi havarilerine bir kez daha hatırlatıyoruz : KATİLLER , DARBECİLER HANİ YARGILANACAKTI.. İNSANLARI UYUTMAYIN.. YARGILAYIN !’

Crockett..

‘şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. amaç, demokrasi umudunu yok etmek; onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. böylece abd ve çokuluslu ortaklıklar, ortadoğu sorununu büyük ölçüde çözmek amacını gütmektedirler. bize göre bu sonuca ulaşmada cia , kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır. bu örgütler, devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüştürerek demokrasi düşmanı akımları iktidar yapmayı öngörmüşlerdir.’

DOĞAN ÖZ.. (başbakanlığa sunduğu rapordan..)

‘şunu öncelikle bilmekte yarar var: bütün bu çalışmalar içinde askeri ve sivil güvenlik güçleri vardır. kontr-gerilla, genel kurmay harp dairesi’ne bağlıdır. kontrgerilla, il ve ilçelerde seferberlik işlemini yürüten kurum olarak askerlik şubelerince yönetilmektedir. bu konuda en çok, aşamalı eğitimden geçen astsubaylar kullanılmaktadır.’

DOĞAN ÖZ.. (başbakanlığa sunduğu rapordan..)

 

 

 

 

 

 

‘Çocuklarım,
Bugün 16 mayıs 1974 ve ben bugün sizden ayrıyım. Mardin’deyim. Sizleri nasıl arıyorum, bilemezsiniz. Artık 40 yaşındayım.
Annenizle ta lise öğrenciliğimiz yıllarında karşılaşmış ve tanışmıştık ve birbirimize tapmıştık. Ve yarın Turan’ın doğum günüdür.
Anneniz ve ben yalnız insanları sevdik, yalnız toplumun mutlu olmasını istedik, yalnız kendimizden geldik.
Sonra uzun öğrencilik yılları, sonra görev yılları. Turan doğdu. Çermik’te çalışırken Hakan doğdu ve biz çok mutluyduk. Çok çok uzun yıllar sonra siz de buna tanık oldunuz. Bengi’miz doğdu. Sanki evimize papatya tarlası açıldı.
Ve biz hiçbir şeyden yılmayalım. Ve biz hiçbir zaman kendimizden utanmayalım. Hatalarımızı kolaylıkla kabul edelim. Başarılarımıza hiç korkmadan yürüyelim.
Biz yeni bir tür iyi insan, iyi insan, iyi insan, yaratıcı insan olmaya yürüyelim.’

DOĞAN ÖZ..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘eğer köpekbalıkları insan olsaydı..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bertolt ve durito’nun , bilgeliğin neden dünyayı bilmekte değil de , dünyanın daha iyiye gitmesi için geçmesi gereken yolları tahayyül etmekte gizli olduğunu anlatan ortak makalesi :

dalia ve martina isimli çocuklara ve zapatista yanlısı mahkumlara ithaf edilmiştir..

I) bertolt’un , ‘eğer köpekbalıkları insan olsaydı ne olurdu’ , sorusuna cevabını içeren metin :

‘eğer köpekbalıkları insan olsaydı’ diye sordu , patronun küçük kızı bay k’ya , ‘küçük balıklara daha iyi davranırlar mıydı..’

‘elbette davranırlardı’ diye cevap verdi bay k.. ‘eğer köpekbalıkları insan olsalardı , denizin dibinde , içlerinde hem bitkisel hem de hayvansal gıdalardan oluşan her çeşit yiyeceğin bulunduğu dev kafesler inşa ederlerdi.. kutuların içinde her zaman temiz su olmasına dikkat ederler , her türlü sağlık koşulunu yerine getirirlerdi.. eğer mesela küçük bir balık zamanından önce ölürlerde , diğer küçük balıkların üzülmesini önlemek için zaman zaman büyük su festivalleri düzenlerlerdi , çünkü mutlu küçük balıkların tadı , mutsuzlarınkinden daha iyidir.. ayrıca , küçük balıklara köpekbalıklarının dişleri arasından nasıl gireceklerinin öğretildiği okullar olurdu.. küçük balıkların , büyük köpekbalıklarının yan gelip yattıkları bölgelerin yerini daha iyi saptayabilmeleri için biraz coğrafya da öğrenmeleri gerekirdi..

ama elbette en önemlisi , küçük balıkların ahlaki eğitimleri olurdu.. onlara , küçük bir balık için kendini neşe içinde feda etmekten daha büyük bir erdem olmadığı öğretilirdi.. ayrıca köpekbalıklarına güvenmeleri ve inanmaları gerektiği de öğretilirdi.. küçük balıklar , bu güzel geleceğe , ancak itaat etmeyi öğrendiklerinde ulaşabileceklerine inanırlardı.. küçük balıklar , bencil , materyalist ya da marksist eğilimler gibi bayağı arzulara karşı sıkı bir savaş vermelidirler.. eğer herhangi bir küçük balık bu tür eğilimleri gösterirse , arkadaşları bu durumu derhal köpekbalıklarına bildirmelidir..

eğer köpekbalıkları insan olsalardı , elbette yabancı kafesleri ve küçük balıkları fethetmek için birbirleriyle savaşırlardı.. daha da ötesi , her köpekbalığı kendi küçük balıklarını bu savaşlarda dövüşmeye zorlardı.. her köpekbalığı kendi küçük balıklarına , onlar ve diğer köpekbalıklarına ait küçük balıklar arasında çok büyük bir fark olduğunu öğretirdi.. her ne kadar bütün küçük balıklar salak olsalar da , salak olduklarını farklı dillerde söylerler , bu nedenle de birbirlerini asla anlayamazlardı.. başka bir dilde salak olan birkaç düşman balığı öldüren her küçük balığa madalya verilir ve her biri kahramanlık unvanıyla onurlandırılırdı..

eğer köpekbalıkları insan olsalardı , onların da kendilerine ait bir sanatı olurdu.. dişlerini muhteşem renklerle betimleyen ve çenelerini içlerinde keyifle oyunlar oynanacak cennet bahçeleri olarak betimleyen güzel resimler yapılırdı.. derin deniz tiyatrolarında , kahraman küçük balıkların nasıl şevkle köpekbalıklarının ağızlarına girdiklerini anlatan oyunlar sahnelenirdi ve müzik öylesine güzel olurdu ki , küçük balıklar bu müziği duyar duymaz en tatlı hayallere dalarak kendilerinden geçerler , çalan müziği takiben bu ağızların içine dalarlardı..

eğer köpekbalıkları insan olsalardı , kendilerine ait bir dinleri de olurdu.. bu dinler , küçük balıklar için gerçek hayatın köpekbalıklarının karnında başladığını öğretirdi.. daha da ötesi , eğer köpekbalıkları insan olsalardı , küçük balıkların hepsi şimdi olduğu gibi eşit olamazlardı.. bazıları , onları diğerlerinden üstün kılan yüksek mevkilere gelirlerdi.. hatta diğerlerinden boyca biraz büyük olan balıkların , daha küçük olanları mideye indirme hakkı bile olurdu.. köpekbalıkları bu kuraldan oldukça memnun kalırlardı tabii , çünkü bu kural , yiyecekleri lokmaları daha lezzetli kılardı.. önemli mevkileri işgal eden şişman balıklar , diğerleri arasındaki düzeni sağlamakla görevlendirilirlerdi.. öğretmen , memur , kafeslerin inşasında uzmanlaşmış bir mühendis ya da buna benzer bir takım görevlere getirilirlerdi.. uzun lafın kısası , eğer köpekbalıkları insan olsalardı , denizde bir kültür oluşurdu..

1949 yılında yayınlanan ve edebiyat tarihine göre bertolt brecht’in yazdığı metin , burada bitiyor.. bizim durito da  , 1996 yılında metne şu eklemeleri yaptı :

II) durito’nun , doru bir ata sığınak ve yeni bir hayat sunarak bayrakların ne işe yaradığını göstermeye çalıştığı ve diğer harika görüşlerine dair metni :

elbette tüm küçük balıkların arasında , köpekbalıklarının dayattığı sakat ‘ben’ kavramına karşı çıkıp , özgürlük ve gelişim arzusuyla ‘biz’ bayrağını açacak küçük balıklar da olurdu.. böyle sulu bir ortamda bu bayrağı açma eyleminin kendisi bile küçük balıkların daha iyi olmalarına yol açardı.. kendilerini keşfetmekten duyacakları haz büyük olurdu.. daha iyi olup konuşmayı denediklerinde ağızlarından çıkacak ilk kelime ‘özgürlük’ olurdu..

bayrak gönderini köpekbalıklarını devirip küçük balıkları iktidara getirmeyi amaçlayan bir isyana öncülük etmek için kullanmazlardı.. hayır , yapacakları şey , gönderi tüm kafeslerin kilidini kırmaya yarayan bir balyoz olarak kullanmak ve denizi denize boşaltmak olurdu.. denizde ne köpekbalıkları ne de küçük balıklar , sadece böcek soyundan gelen ve ilerlemenin en iyi yolunun geriye doğru gitmek olduğunu bilen yengeçler olurdu.. uzun lafın kısası , denizde yeni bir kültür için ; köpekbalıklarının ve küçük balıkların olmadığı , her şeyin yeniden yapıldığı , tankların ve kafeslerin olmadığı bir kültür için mücadele verilirdi.. insanoğlunu iyiye ve zamanla daha da iyiye gidecek bir tür olarak tahayyül edebilmek için , insanı insandan başka her şey olarak hayal etmek zorunda kalmayan bir kültür.. içinde , kendisinden başka birisi olması ya da rengini değiştirmesi istenmeyen bir dünya arayışıyla hikayeler arasında dört nala koşturan firari doru atlara da yer olan bir kültür..’

‘bertolt brecht ve lacandona’lı don durito’nun demokrasiye geçişte kültür ve medya konulu tartışma platformu için birlikte kaleme aldıkları ortak makalenin sonu.. berlin – san cristobal , 1949 – 1996..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ZAPATİSTA HİKAYELERİ’ , SUBCOMANDANTE MARCOS , Çeviri : ÇİĞDEM DALAY , AGORA KİTAPLIĞI , Aralık 2003..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ROZA..

ROZA..

‘sen bir bahar çağrısı
sen bir günde dört mevsim..’ (Yenigün..)

‘en küçük aylak ‘ROZA’ bebek aramıza hoş geldin..

aylak bebeler çoğalıyor , GÜNEŞ’ten sonra ROZA’da bu sabah geldi aramıza katıldı.. ailemiz büyüyor..

ROZA’ya annesi özlem ve babası ümo efendiyle sağlık , mutluluk dolu bir hayat diliyoruz aylak adamız ailesi olarak..

bugün ümo’muz baba oldu.. heyecanlı bekleyiş sonra erdi sonunda.. ee ümo efendi babalık hakkında ve ROZA’yla ilgili senden bir yazı bekliyoruz artık..

sabah reisle (blackhawk) beraber gittik ROZA bebeği gördük , ilk merhabamızı kendisine dedik ve tanıştık..

şirin mi şirin , tatlı mı tatlı ama ümo’ya hiç benzeyemeyecek derecede sessiz bir bebek ROZA..   

bize kime benziyor diye sordular ama bizden yorum çıkmadı.. hele birkaç hafta geçsin ondan sonra yorumumuzu yaparız..

ümo’nun ve özlem’in gözleri parlıyordu.. mutlulukları daim olsun , gözleri hep böyle parlasın kardeşlerimizin..

artık ümo bir ara bize ROZA’nın gelişi onuruna bir ROZA gecesi yapar mekanda..  

ayrıca ümo’muz bir fotoğrafını ulaştırırsa bize diğer aylaklar da ROZA’yla tanışır buradan..

tekrar hoş geldin ROZA , seninle daha güçlüyüz , daha umutluyuz artık..

Blackhawk , Crockett..

İlk Yudum..

‘biranın ilk yudumu.. önemli olan tek şey budur , öteki yudumlar gittikçe uzar , gittikçe anlamsızlaşır , yalnızca uyuşukluk , pelteklik , baştan savma bir dil çözülmesi belirir insanda.. belki son yudum , bitirmenin düş kırıklığıyla insanda o her şeyi yapabilecek gücü yaratır yeniden..

Oysa ilk yudum öyle mi ? yudum ? bu , ağıza alınmadan çok önce başlar.. köpükle büyüyen o serinlik ,  o köpüklü altın renk dudaklardayken , ardından ağır ağır damakta acılıktan arınmış mutluluk , hazza dönüşür , ilk yudum ne kadar uzun gelir insana.. yapay , bilinçli bir açlıkla dikiverirsiniz birden.. aslında önceden bilinir her şey : ideal başlangıç , ne çok aşırı ne de çok az miktar.. bir iç çekişle , bir dil şapırtısı ya da onlara eşdeğer bir sessizlikle çekici duruma getirilmiş ani bir huzur.. sonsuzluğa açılan bir zevkin aldatıcı doyumu.. bunu önceden bilirsiniz aynı zamanda.. bütün en iyi şeyler üstün tutulur.. kadehinizi yerine koyar ve kurutma süngeri görevini gören küçük  kare biçimindeki bardak altlığından biraz öteye bırakırsınız hatta.. katkılı bal renginin soğuk güneş renginin tadını çıkarırsınız.. tamamen bir bekleyiş ve bilgelik kuralıyla , hem az önce oluşmuş , aynı zamanda da kaçıp gitmiş olan mucizeyi dizginlemek istersiniz.. ısmarlanan biranın tam adını okursunuz kadehin üstünde.. oysa içerik ve kap birbirlerini sorguya çekebilir , birbirlerine bol bol karşılık verebilir , hiçbir şey çoğalmayacaktır artık.. ama güneşin yer yer yansıdığı küçük , beyaz masasının önünde düş kırıklığına uğramış simyacı , yalnızca görünüşü kurtarır ve gittikçe azalan bir neşeyle daha çok bira içer.. acı bir mutluluktur bu.. ilk yudumu unutmak için içer insan..’

Philippe DELERM..

‘Harcıâelem İçki : BİRA’ , DENİZ GÜRSOY , Oğlak Yayıncılık , 2004..

GÖSTERİ PEYGAMBERİ – CHUCK PALAHNIUK

GÖSTERİ PEYGAMBERİ – CHUCK PALAHNIUK

gösteri peygamberi ilk basımı 2002 de yapılmış bir ayrıntı yeraltı edebiyatı kitabıdır.

arka kapak yazısı :

‘yalnızlık, yabancılaşma, şiddet, pornografi, tüketim ve şöhret açlığı… televizyon kanallarından boca edilen sayısız yalanla kirlenmiş, hiçbir şeyin dolduramadığı bir boşluk… gösteri peygamberi, yeni bir binyılın başındaki modern dünyanın ürkütücü çılgınlığına ilişkin karanlık bir taşlama; medya, şöhret ve pop kültürüne yönelik sivri dilli bir aşağılama…
tender branson, creedish mezhebinin dünyadan yalıtılmış sahte cennetinde doğup büyümüş ve dış dünyaya gönderilmiş binlerce misyonerden biri. kilise doktrinine göre görevi, yaşadığı sürece çalışmak ve gerekli olduğunda ölmek. kaderi beklenmedik biçimde değişip onu şöhretin doruklarına taşırken aynı zamanda medya ve popüler kültürün içyüzüyle tanıştırıyor. yarı tanrıya dönüşme yolunda yaşadıkları yakında yüzleşeceğimiz kıyametin çarpıcı bir habercisine dönüşüyor… branson, mezhepte kendisine zaten hiç verilmemiş olan hayatı “dış dünya”nın çirkinliğine sonuna kadar gömülerek yok etmeyi deneyecektir. ne var ki, hayatına karışan gizemli fertility hollis’e göre, kendine bir kader çizmeye çalışması anlamsızdır. olacaklar zaten bellidir ve olmak zorundadır… ve “intihar etmekle şehit olmak arasındaki tek fark gazetede manşet olmaktır.” chuck palahniuk, önlenemez kaderine doğru nefes kesici bir hızla sürüklenen kahramanının gözünden tüketim toplumunun hastalıklı ve anlamsız yaşam biçimini bize bütün çıplaklığıyla gösteriyor. dövüş kulübü’nün yazarından, en az ilki kadar çarpıcı bir roman, benzersiz bir yeraltı edebiyatı örneği.’

……

bana göreyse yaşadığım dünyayı böylesine şahane yorumlayan tek kitap…

tender branson aslında bir evi temizleyen , yemek yapan bir hizmetçi ama geceleri kendi yarattığı dünyada tanrı… telefon kulübelerine bıraktığı notlardan dolayı insanlar onu arıyorlar ve o da kendi krallığını kuruyor…

her arayana öldür diyor kendini…

evet kabul ediyorum karanlık bir kitap ama hangimiz yaşadığımız bu dünyanın aydınlık olduğunu söyleyebilir ki…

kitaptan notlar :

– sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanların sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu. o özel kişiyle karşılaştığın ilk anda onun bir gün toprağın altına gireceğine emin olabilirsin.

– bir arada olmaktan nefret ettikleri ama yalnız kalmaktan da korktukları için insanlar telefon denilen bir alet kullanıyorlar.

– vazgeçmesi en zor olan nimet ise sessizliktir. 

– o kadar çok şey öğrenmiştik ki, düşünecek vaktimiz kalmamıştı.

– bir şeyler yapıyor olmamızın hiçbir önemi yok. eğer yaptıklarımızı kimse fark etmiyorsa, hayatımız koca bir sıfırdan ibarettir. boştur. anlamsızdır.

ne doğru bir tespit kocanız güzelliğinizin farkında değilse bir anlamı yok, hocanız zekanızın farkında değilse bir anlamı yok….

ne çok anlamsızlığımız var…

bu kitabı ilk elime alıp bir parkta okumaya başladığımda bir amca yanıma gelip “tüh tüh utanmıyor musun peygamberimize gösterici demeye ” demişti…

yani olay şu hem anlamsız hem bencil hem de önyargılarla dolu bir dünya da yaşıyorsak anlamlı bulduğumuz her şeyi paylaşmalıyız bence…

eyvallah…’

‘TERS’

(Chuck Palahniuk)