Archive for the ‘Güncel’ Category

bir temmuz, üç temmuz, dört temmuz…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sinan çetin hakkında yazmak için oturdum masaya D’ sürekli “bak bu adam hakkında yazarsan tazminat davalarından başımızı kaldıramayız” diyor Türkçesi ekmek paramızı bu Türkiyeli trump’a yedirmeyelim! Bu arada D’ hep haklı çıkmıştır. Ne dese olur. Ve ben sürekli tam tersini yaparım. Benden beklenen budur. Tersi çok abestir zaten. Konumuz ben ya da sinan çetin değil. O adamı ıskartaya ayırıp fetoyla ilişkilerini güzide medyamızdan ince ince takip ediyorum. Çok yazan çizen olmasa da –neden tırstıklarını hala anlamış değilim- kurt sessizliğinde yanlış hesaplar içinde olduğu gün gibi ortada ve sinmiş, çatallaşan dilimle, kalemi sivriltip matador edasıyla sıramı bekliyorum.

Gelecek konumuz ‘türkçe olimpiyatlarında bir manken sinan çetin’ olacak umarsızca bunu söylemekten en ufak hazin duymuyorum. Yaşayıp göreceğiz.

Ama bugün hepimizin bildiği gibi Temmuz sıcağının 2’si ve gariptir ki bu demokrasi beşiği canım ülkemde, “dünyanın tek 35 yıldızlı oteli madımak*ta!” Ortaçağ karanlığından geçtiğimizi sanırken, bize “yok öyle üç kuruşa beş köfte” diye acılı yediren şu, şuncacık zihinlerin günü!

Kendimize dönecek olursak herkes, her şeyi atlayabilir. İnsanların toplumsal bilinci sürekli tekil işler ve toplumsal bilinç denen şey saçmalığın tek’e indirildiği bir saçmalıktan ibarettir. Biz, ben değiliz! Onlar keza sen değilsin! Herkes her şeyi bu yüzden unutabilir. Peki ya unutmayanlar?

Yandık kül olduk demenin felsefede, sosyolojide hatta matematikte bile karşılığı vardır. Eksiksiz sıfır olmaktır. Diyalektik bunu farklı yorumlar,  Allah sıfırları cehennem de toplar! Hepsinin açıklaması ayrı ayrıdır. Ha keza sıfırların toplandığı ülkelerden biri de Afrika’nın tamamıdır! Orada hala insan yakarlar, neden? Ceza yöntemidir. Devrimci dergilerin ajitasyona meyil veren yazıları şu haftalarda çatır çatır basılıyor olabilir, olabilen başka şeylerden birisi de karnımızın yazı çiziye çok fazla tok olduğudur.

Unutmak ihanet değil, o ayrı kafadır, ayrı dozdur, ayrı bir köpeklik  ister!     

Son olarak; Madımak, Sivas’ın ve bu ülkenin silinemeyecek utancıdır..

‘Papyrus’

Yabancılaşmanın Aynası Kendi-miz

İki gün evvel okuldan izin aldım,  annemleri uğurlamak için gittiğim yerse  ilkokul yolumdu. Yıllarca ev okul arası yol yaptığım güzergah ilk defa gittiğim bir kent gibi yabancıydı bana. Bu dürtüyle sarıldım kağıt kaleme. İçe dönmek, içtekileri dökmek adına,

Üzerinde oldukça fazla yazı kaleme alınmış olmasına rağmen hala muğlak gibi görünür yabancılaşma kavramı bana. Yaşamın öznesi olma durumundan çıkma, sarf edilen emeğin insanın kendini gerçekleşmesi çabasına katkısı olmaması, amaçsızlık hissiyatı gibi durumlarla kendini var eden bir olma-olmama halidir belki.

gündüz vassaf’ın radikal’deki yazısından yola çıkarak dillendirmek daha etkili olur kanımca;

bir tanıdığım geçenlerde annesini ‘huzurevinde’ ziyaret etti. yılda iki, en az bir kere görüşüyorlar. son gidişinde de her zamanki gibi aileden son haberleri vermiş, annesi de aman kendini yorma, kilona dikkat falan diyerek oğlu için endişelenmiş. huzurevi görevlisinin her seferinde aynı olan konuşmalarını kesmesiyle birdenbire ziyaretin seyri değişmiş. görevli, tanıdığımı kolundan çekip az uzakta koltuğunda uyuklayan başka bir kadını gösterip, “anneniz bu!” demiş. “ne yapayım,” dedi tanıdığım, “yaşlılar birbirlerine benziyor.”

Büyükşehirlerde  yaşamın trafik, iş yoğunluğu figürlerinden dolayı, insanın kendisiyle başbaşa kalamama halini getirir zamanla. kendine dönemeyen insan bir süre sonra sorgulayamadığı kavramlara ve pratik yaşama karşı anlamsızca seyirci konumunda bulur varlığını.

Yabancılaşma terimini ilk defa telaffuz eden Hegel’e göre;

 

 

 

 

 

 

 

 

aynı insanın özne (yani kendini geliştirmeye çalışan insan) ve nesne (yani başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen insan) olarak ikiye ayrılmasıdır. Hegel’e göre yabancılaşma insan ve toplum var oldukça yabancılaşmada var olacaktır.

Marx’a göre ise bir çok alanda bunu gözleme şansı vardır insanoğlunun;

Emeğin ürüne yabancılaşması, İşçinin üretim eylemine yabancılaşması, İşçinin doğasına, özüne, türsel varlığına yabancılaşması, Bireyin diğer bireylere yabancılaşması olarak sıralamak mümkündür.

Form ise şöyle tanımlar;

yabancılaşan birey pasif, boş, korkak ve izole edilmiş bir hale gelir. Modern insanın özgürlük ve mutluluk kaynağının tek ölçüsü “arzu edilen her şeyi alabilmesi” ölçeğine indirgenmiştir. Form, insanın kendini bir putperest haline getiren yabancılaşmadan insani bir içeriğe sahip olan sevgi aracılığı ile kurtulacağını ileri sürmektedir.

Yaşamın anlamsızlaşmasının nedeni olarak da görülebilir. Yaşam anlamsızlaştığı oranda temel ihtiyaçlar olarak nitelendirilen ama temel olmadığını düşündüğüm gereksinimlerin giderilmesi (yemek, içmek, uyumak) yaşamın başlıca amacı haline gelir.

birçoklarına göre Kafka yabancılaşma duygusunu en güçlü biçimde dillendirir yapıtlarında. Bir sabah yatağında bir böcek olarak uyanan Gregor Samsa, bilinci ve istemi dışında gerçekleşen bu dönüşümü bir türlü kabullenemez misal. Ailesi ve patronu ise, kısa bir şaşkınlığın ardından, onun artık bir böcek olduğunu kabul ederler. Ama böcek olmakla alışageldiği şeylerden koparak yepyeni bir konuma giren Gregor Samsa da, o güne kadar sürdürdüğü yaşama da, çevresindekilere de, bambaşka bir gözle bakar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Babasında bireyi yok sayan, kaba ve zorba toplumu görür Kafka. Ailede, okulda, toplumun hiçbir alanında kendi benliğini özgürce var edemez; Günce’sinde şunlarla ifade eder kendini Kafka;

“Benim benliğim kabul edilmiyordu. Benlikle ilgili bir durum ortaya çıktı mı bu, ya zorbalıktan tiksinmemle ya da benliğimi yok saymamla sonuçlanıyordu. Öte yandan benliğimin bir yanını bastırmaya kalkınca da bu, kendimden ve alınyazımdan tiksinmem, kendimi kötü ve lanetli bulmam sonucunu veriyordu.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sinemada yabancılaşma denilince perdeye en iyi gadjo dilo yakışır diye düşünürüm. Tony Gatlif‘in çingene kültürü üzerine olan, Latcho Drom ile başlayan, Mondo ile devam eden üçlemesinin son filmidir, Gadjo Dilo. Bir yandan çingenelerin yurtsuz oluşlarına, sürekli yer değiştirmek zorunda kalmalarına dikkat çekerken diğer yandan da Stéphane’ın iç dünyasındaki hareketlenmeleri onun yol öyküsü üzerinden anlatır. Ayrıca Tony Gatlif sinemasının öne çıkan öğelerinden olan “yabancılaşma” bu filmde de karşımızdadır.

‘HERDEM’

YUSUF ATILGAN..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bugün büyük ustamız ilham kaynağımız ‘yusuf atılgan’ın doğum günü..

27 haziran 1921’de manisa’da hayata merhaba diyen yusuf atılgan , liseyi bitirdikten sonra istanbul üniversitesi edebiyat fakültesi türk dili ve edebiyatı bölümü’nü bitirir.. akşehir’de askeri lisede bir sene öğretmenlik yapar..

ancak ustamız üniversite öğrenciliği sırasında yasadışı türkiye komünist partisi’ne üye olmak ve bu parti için yasadışı faaliyetlerde bulunmak suçlamasıyla ve türk ceza kanununun meşhur 141. maddesi nedeniyle tutuklandı.. sansaryan han’da ve tophane cezaevinde yaklaşık bir sene tutuklu kaldı.. salıverildikten sonra öğretmenlik hakkı elinden alınan yusuf atılgan manisa’nın ‘hacırahmanlı’ köyüne geri dönerek yıllarca köyde çiftçilikle uğraştı..

yusuf atılgan 1976’da istanbul’a dönerek kadıköy’ün moda semtinde bir süre oturdu.. bu dönemde çevirmenlik , redaktörlük vs işler yaptı.. ‘canistan’ romanı üzerinde çalışırken geçirdiği kalp krizi nedeniyle 1989’da aramızdan ayrıldı..

romanları ‘aylak adam’ ve ‘anayurt oteli’nin yanı sıra hikaye ve masallarını topladığı kitabı ve bitmemiş ‘canistan’ romanı edebiyatımıza kazandırdığı dört eseridir..

az sayıda eseri olmasına rağmen özellikle ‘aylak adam’ ve ‘anayurt oteli’yle türkiye edebiyatına damgasını vurmuştur büyük usta.. çoğu kişi oğuz atay ustayla kıyaslar , karşılaştırır yusuf ustamızı.. ben kıyaslama yapmayı sevmem her ikisinin de kendine has üslupları ve yaratımlarıyla gönüllerimizde ayrı ayrı yerleri var.. ama ‘bir adaya düşersen’ diye saçma sapan geyik soruyu buraya uyarlasalar ya da cezaevine düşsek ve orada ‘bir kitap seçme hakkın var’ deseler tek kitap ismi söylerim : aylak adam..

başkasını bilmem ama benim hayatımın dönüm noktasıdır ‘aylak adam’ı okumak.. çok şeyi bende yerle bir etti ve birçok açıdan yeniledi beni.. hediye almayı ve seçmeyi bilmem , hep kitap alırım sevdiklerime , en çok hediye ettiğim kitaptır ‘aylak adam’.. küçücük çocuklara bile hediye ederim ‘sakla günü gelecek okuyacaksın ve beni hatırlayacaksın’ derim..

romanları dışında öykülerinden ‘eylemci’ adlı öyküsü ilk okuduğumda pek gülünecek şeyler olmamasına rağmen nedense beni çok eğlendirmiş ve gülmekten yerlere yıkmıştır.. canım sıkıldığında çevirir çevirir okurum bu öyküsünü..

masalları da ayrı bir güzelliktedir.. bence çocuğu olan herkesin hemen okutması gerekir bu masalları.. gerçi bazıları biraz sert öğeler içeriyor masallar ama okutun bir şey olmaz.. televizyonlarda izlediklerinden daha yumuşaktır.. okutun okutun la.. 

aylak adam’ın ana kahramanı ‘c’ ve anayurt oteli’nin ‘zebercet’i edebiyat tarihimizin en bilinen karakterleri arasına girmiştir.. aylak adam için çok şey yazmak gerekir buraya ama bugün yusuf atılgan’ın doğum günü.. edebi tahliller filan yapmak ve eserleri hakkındaki kıymetsiz saplantılarımı , düşüncelerimi yazmak istemiyorum buraya.. saçma sapan , abuk sabuk şeyler yazmak istiyorum..

hem bugün ustanın doğum gününü yine az kalsın ıskalıyordum ki aylak aylak dolaşırken , ‘delirmek’in attığı mesajla irkilip , hatırlayıp hemen koştum mekana bir iki satır bir şey  karalamak için.. ‘delirmek’ kardeşime buradan çok teşekkür ediyorum bu yüzden..

 doğum günün kutlu olsun sevgili ustamız yusuf atılgan !

keşke aramızda olsaydın da seninle modada denize karşı tüm aylaklarla birlikte rakı içerek kutlasaydık..

keşke ‘aylak adam’ı nasıl beyaz perdeye uyarlarız diye seninle sohbet edebilseydik..

beni yakından tanıyanlar bilir , benden önce belki yapılacak filmi ‘aylak adam’ın ama bir gün ben de çekeceğim ‘aylak adam’ı.. saçma sapan hayatımın en büyük , en önemli amacı bu.. zaten kaç amacım , kaç isteğim var ki artık..

haydi bugün kadehler yusuf atılgan , ‘c’ , bıyıksız – bıyıksız tüm zebercetler  ve tüm eserleri için kalksın havaya..’

 ‘Crockett’

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘..ben çoğu geceler içiyorum , dedi.. şakağımdaki ağrıyı duymamak için iştah açmak için falan diyorum ama değil , biliyorum.. bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum.. belki kendi kendimden.. iki çeşit içen vardır.. biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer.. bir de şu çevrendekilere bak.. bunlar neden içiyorlar ? toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için.. çekinmeden bağırmak , yüksek sesle gülmek için.. dışarda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır.. sokakta hiç gülmemek için burada gülerler.. böylesi az içer.. ya ben ? içiyorum da kurtulabiliyor muyum ? belki yalnız baş ağrısından..

– ya içmediğin zamanlar ?

– o zaman ararım..

– hep arayacaksın sen. ya resim , ya kitap..

– tutamak sorunu.. insanın bir tutamağı olmalı..

– anlamadım..

– tutamak sorunu dedim.. dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde gider gibiyiz.. tutunacak bir şey olmadı mı insanlar yuvarlanır.. tramvaylardaki tutamaklar gibi.. uzanır tutunurlar.. kimi zenginliğine tutunur ; kimi müdürlüğüne ; kimi işine , sanatına.. çocuklarına tutunanlar vardır.. herkes kendi tutamağının en iyi , en yüksek olduğuna inanır.. gülünçlüğünü fark etmez.. kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım.. öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı.. herkesin, ‘veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur’ demesini isterdi.. daha gülünçleri de vardır.. ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü , sahteliğini , gülünçlüğünü göreli beri , gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum : gerçek sevgiyi! bir kadın.. birbirimize yeteceğimiz , benimle birlik düşünen, duyan , seven bir kadın!..’

‘AYLAK ADAM’ , YUSUF ATILGAN.. Ekim 2009 , Yapı Kredi Yayınları , sayfa : 152’den..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MERDANE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yüzlerdeki mutlu tebessümlerle salonda oturan ve ‘kevok’ ile ‘sarı’nın gelmesini bekleyen topluluğun içinde 4 aylakın bilgisi dahilinde o muzip an’a kadar poşetinde kalması gerektiğini bilerek sabırla bekledi ve gururla , çünkü bir aylak onun üzerine ‘aylak adam – mutluluklar’ yazmıştı , teslim edileceği eller bir kürt kızının elleriydi , o eller elbette onunla börekler yapacaktı , işte böyle başladı yolculuğu..

Salondan çıkılıp polonezköyden önce mekana demlenmeye gidilirken de bir hamur işçisinin sabrıyla bekledi , arada bir poşetin dışındaki dünyada kendisinden bahsedildiğini duyuyor olmalıydı..

Polonezköye giden araçta en arka koltuğun altında ahalinin muhabbetlerini dinleyip iç geçiriyordu muhtemelen , işte bu muhabbetleri edenlere onunla börek yapılacaktı belki tüm bu telaşelerden sonra..

Yolun güzelliği kendini göstermeden hemen evvel başlamıştı mırıldanmalar ‘uzakmış’ , ‘hangi yol daha uygun’.. ama herkes biliyordu önemsizdi mesafe , çünkü gidilen yer kutsal bir görevle kendini ifade emekteydi.. ‘kevok’la ‘sarı’ evleniyorlardı , bu iyiydi.. birde çok içilecekti , bu da iyiydi..

ve nihayet gidilecek noktaya varıldı , ne muhteşemdi , ağaçlar arasında şirincecik bir ufak mekan ve her masada dost yüzler , dost gülücükler , havada görkemli bir taze anason kokusu.. hemen organize olundu , uzun bir masa gerekiyordu , ümit durumu organize ediverdi , masalar geldi ve takrib-i 20-25 aylak çöreklendik sandalyelerimize , herkes biliyordu çok eğlenceli olacaktı.. içimizden bir kaçının bazı endişeleri vardı , papyrus ‘ umarım çok içip de zeybek oynamam’ kara kara düşüncesiyle masaya ve etrafa bakıyordu , o bakışa ‘tabii ki çok içip zeybek oynayacaksın’ bakışıyla cevap verdim.. bendeki endişe ise’ umarım birinci 70likten sonra o bed sesimle şarkı-türkü söylemem’ endişesiydi.. elbette sarının benimle ilgili planını bilmiyordum , çünkü üç tane türkü söyledim , hem de tüm o kalabalığa , olacak şey değildi , sesim çok kötüydü , bitmedi , bir de roman oynadık..

tüm bunlar olurken ve yaşanacakken , merdane tüm sabrıyla sandalyenin arkasında ortaya çıkacağı anı bekliyordu.. ritüel gerçekleşmeye başlamıştı , ‘kevok’ ve ‘sarı’ masaları dolaşmak için masalarından kalktılar , elbette bizden önce aile masasına uğradılar , o esnada son kontroller yapıldı , yazı silinmişti , ‘papyrus’ garsondan hemen bir asetatlı kalem tedarik ediverdi , yazılama tazelendi.. gelmişlerdi.. rakının o güzelim buğusuyla ayağa kalkıp tebrikler eşliğinde ‘kevok’a uzattık poşeti , ‘sarı’ mutlu , poşetten bir toplu hediye çıkacak , ‘kevok’ heyecanla paketi açmaya çalışıyor ve masadaki aylaklar muzip bir halde bekliyorlar.. ve işte o an merdane gururla ‘kevok’a gülümserken ve ‘sarı’ya doğru sallanırken , sarı masadaki aylaklara ”ulan bunu da mı yaptınız allahsızlar , ben sizin…” dercesine kahkahayı patlattı , çok güldük , çok eğlendik.. merdane de mutluydu , o birbirine çok yakışan mutlu çiftin evinde onlarla yaşayacaktı , herkes mutluydu ve her yer rakı şişesiydi..

‘kevok’ ve ‘sarı’ya buradan tekrar mutluluklar diliyorum..

ve ben tüm bunları yazarken fonda ‘nagat el saghira’ çalıyor , ‘crocktt’e selam olsun deyip kendimi arabi – farsi müzikleriyle kendi karanlığıma çekiyorum..

‘DELİRMEK’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yer : Türkiye.. Yıl : 2011.. Yıl : 2011.. Yıl : 2011.. YORUMSUZ..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘inceleme bölümünde de belirtildiği gibi yazar hiçbir değer sistemini dikkate almayan , disiplinsiz anti sosyal bir seks bağımlısı tipi ile şahsiyetleştirdiği ‘yumuşak makine’ isimli kitapta bir konu bütünlüğü olmadığı , gelişigüzel kaleme alınarak anlatım bütünlüğüne de riayet edilmediği , genelde argo ve amiyane tabirlerle kopuk anlatım tarzının benimsendiği , özellikle erkek erkeğe cinsel ilişkilerin zaman ve yer tasvirleriyle ar ve haya duygularını rencide edecek ölçüde anlatıldığı , zaman zaman tarihi mitolojik unsurların yaşam tarzlarından örnekler vererek kişisel ve objektif olmayan gerçek dışı yorumlarda bulunduğu anlaşılmaktadır.

Mezkûr kitabın bu haliyle edebi eser niteliği taşımadığı , okuyucu haznesine ilave katkısının olmayacağı , kriminolojik açıdan da kitapta , insanın bayağı , adi , zayıf yönlerinin işlenmesinin okuyucu üzerinde suça izin verici tavırları geliştirmektedir..’

‘küçükleri muzır neşriyattan koruma kurulu..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kevok’ ve ‘sarı..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kevok , sarı.. (fotoğraf : blackhawk..)

 

dün her ne kadar kötünün kötüsü durumdaysam da ‘kevok’ ve ‘sarı’ kardeşlerimin daha doğrusu ‘aylakdaşlarımın’ en mutlu gününün ilk kısmına katılabildim ancak..

beni affetsinler.. gece düzenlenen ve aldığım istihbarata göre içkilerin su gibi aktığı kısma katılamadım.. kendilerinden sonsuz kere özür dilerim..

yaklaşık dört beş gün önce tahmin ettiğim kadarıyla ‘ikiz’ nahiyesinden gelen telefonla zayıf düşen vücuduma bir yerlerden saldıran bir virüs nedeniyle rahatsızlandım.. dün ve bugün özellikle nefes bile alamayacak durumdayım.. bu haziran sıcağında grip , yüksek ateş , öksürük ve artı burada yazmak istemeyeceğim değişik faktörler resmen kök söktürüyor bana.. hatta ‘delirmek’le yazışırken de geçti , ‘vakayı hayriye’ diye adlandırılabilecek ve komik olduğu kadar acı bir duruma düşecek kadar aciz bir durumdaydım..

bir yandan iş gücün peşinde koşmak bir yandan hayatın diğer hengamesi hastalıklar da pekişince tam ‘oldum’ dün itibariyle..

dün sabah altıda ‘ciğerim’le buluştuk.. yaklaşık üç yıldır canımızdan bezdiren bir iş için belki 150. kez büyükçekmece’ye yollandık sabahın köründe.. aracın camından yansıyan ışığın yanında vücudumu yakan kendi ateşimle birlikte yamuldukça yamuldum.. neyse ki işler yolunda gitti de dün itibariyle üç yıllık iş bitme aşamasına geldi.. biraz gülümsedik.. sonra bakırköy’e geçtik oradan göztepe ve acıbadem arası mekik dokuduktan sonra mekana geri döndük.. şehir içinde yaklaşık dokuz saat araba kullanmak bu şekilde hastayken pek mantıklı değildi ama ne yapalım ekmek parası.. fakat pilim tam anlamıyla bitmişti , biraz dinlenelim mekanda dedik ama baktık nikaha bir saat kalmıştı.. iki ilaç attım.. sonra nehirim , ciğerim , gülümser ve abidin dayı hep beraber nikah salonuna yollandık.. ‘halo’ tarafından satılmıştık , o da bizimle gelecekti ama bizi satarak tek başına intikal etmiş kadıköy evlendirme dairesine.. kimseye sarılmadım , öpmedim dün ama ‘halo’ya sarılıp öptüm ve hastalığımı sattım ona büyük bir zevkle.. son haftalarda bize yönelik satışlarda indirime gitmiş olacak ki habire bizi satıyor ‘halomuz..’ dün ben haddim olmayarak cezasını kestim ve hastalığımı ona sattım.. hem dün o mutlu günde o meşhur , namı dünyaya yayılmış kurbağalı kravatını da takmamıştı.. suçu çoğalmıştı yani anlayacağınız ‘halomuzun..’

bahçede hemen hemen istanbul aylaklarının tamamı toplanmıştı.. kimler yoktu ki.. 1 mayıstan daha çok adamı toplamıştık sanırım.. merhabalaşmalar , nasılsınlardan sonra salona girdik heyecanla..

sanırım ‘kevok’ ve ‘sarı’ da çok heyecanlıydılar.. yaşama karşı birlikte direnme kararı almışlardı.. ‘sarı’yı hepimiz tanırız , sanırım yirmi seneye yakın oldu.. ‘kevok’la yeni tanıştık çoğumuz fakat hemen kaynaştı tüm aylaklarla ve ‘sarı’dan daha çok el verdi siteye , katkı sundu..

işte bizler de dün istanbul aylakları olarak bu değerli iki kardeşimizin heyecanlı anlarına şahit olmaya ve mutluklarına ortak olmaya gelmiştik..

salonda müziğin çalmaya başlamasıyla nefesler tutuldu ve kapının açılmasıyla gelin ve damat göründü.. ikisi de çok güzel ve şekerdiler.. yüzlerinden , gözlerinden gülümseme eksik olmuyordu.. ‘sarı’ zaten herkes bilir uyurken de gülümser.. hele hele  ‘sarı’nın o pamuk gibi hali yok muydu bittik hep beraber.. fırlayıp yanaklarını sıkıp öpesim geldi ama gribimi ona satarak bu güzel günlerini zehir etmek istemezdim..

ve klasik nikah seremonisi başladı.. neyse ki abuk sabuk espriler yapan ya da tamamen asık suratlı birisi yoktu bu sefer nikah memuru olarak.. ama ‘sarının’ heyecanı nikahta ortaya çıktı.. kendileri evet diyip defteri imzaladıktan sonra tuttu defteri nikah memuruna vermeye çalıştı şahitlere imzalatmadan.. şahitlerden ‘şule ablamız’ uyardı hemen ‘sarı’yı ve hep beraber kahkahalarla güldük orada.. gülerken ‘kevok’ hemen ayağına basıverdi ‘sarının..’ ve değişik yerlerden son kalelerden birisi daha düştü denildi nedense bana bıyık altından gülümsenerek..

sonra tebrik merasimi başladı.. öpmeye kıymadım kendilerini.. risk alarak ellerini sıktım ve kutladım.. ‘sarım’ ve ‘kevok’ çok mutluydular.. o günü ölümsüzleştirmek için hemen bir fotoğraf çektirdik.. ve ben o fotoğrafta sanki kamyonunu ya da otobüsünü ana yolda yasak yere park etmiş ama her an çekilecekmiş korkusu yaşayan bir otobüs şoförü olarak çıkmışım.. hastalıkta yüzümden okunuyor.. fotoğrafa ‘şoför’ yorumunu ilk yapan sevgili ‘delirmek’ oldu.. ‘papyrus’ ise bana sarılıp ‘abi sarımız da gitti’ dedi.. ‘kalan sağlar bizimdir’ diyip güldük ağız dolusu..

neyse tebrik merasimini de hallettikten sonra tüm aylaklar toplandık mekana yürüdük.. gittim hemen stok yaptım aylakdaşlarıma.. akşama polonezköy’de düzenlenecek yemeğe kadar kafalarını yapmamız lazımdı bu mutlu günde.. biraz çerez taşıyabildiğim kadar bira taşıdım.. mekan tıklım tıklımdı.. gelenler gidenler.. oturacak yer kalmamıştı.. herkes su gibi bira içerken ben hayretle bakan gözler altında ‘su’ içiyordum.. evet su içiyordum.. ‘çivi çiviyi söker’ gibi tahrik edici , şevk veren cümlelere rağmen içmedim.. çivi çiviyi sökseydi bir gün önce iki şişe viskide iyileşmem lazımdı.. ama nerde..

 tüm aylakdaşlar saat yediye doğru yola çıktılar polonezköy’e ama bensiz.. çünkü ben eve doğru yola koyulmuştum..

gece için organize edilen yemek ve eğlenceye katılacak halim yoktu.. çok ısrar ettiler ama ne yazık ki katılmam imkansızdı.. ve doğrusunu yapmışım çünkü dün yemeğe ve eğlenceye katılamayışıma rağmen bugün daha kötüyüm.. şu satırları bile hangi kafa ve fiziksel halle yazdığımı tahmin edemezsiniz.. dün gece yazacaktım ama yazamadım hastalık ve yorgunluktan.. bugün yazmam gerekiyordu birkaç cümle ancak bunlar çıktı kusuruma bakmasın kimse..

 polonezköy yemeği ve eğlencesini de artık katılan diğer aylaklardan birisi yazar.. yazın la.. merak ediyoruz.. ben gidemedim la lütfen yazın.. hele aylaklar adına hediye edilen ‘merdane’nin sarı’ya veriliş anı ayrıntılarıyla anlatılsın lütfen..

kısacası mı özetle mi desem ne desem bilmiyorum ama dün ‘kevok’ ve ‘sarı’ aylakdaşlarımızın en mutlu gününde birlikte olduk.. gecenin tamamına katılamadığım için tekrar burada kendilerinden af diliyorum ve kendilerine ömür boyu mutluklar diliyorum aylak adamız ailesi adına..

gülüşünüz daim olsun..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Oy Pusulasında Balık Olsam Liberal Derler !

Aramızdan kimisi oy verdi , kimisi vermedi destek verdi , kimimiz gitti müşahit oldu. Seçim sonucundan sonra ne oldu peki ? Hepimiz kanser oldu. Ben artık şöyle düşünmeye başladım mesela ; otobüse biniyorum yarısı iktidar partili , pencereden İstanbul manzarasını ikiye ayırıyorum şu kısım diyorum iktidar partili.. Kitap okuyorum aklıma geliyor iki çevirmenden biri iktidar partili..

Dün kendimi rahatlatmanın bir yolunu aradım. Bu seçim sonuçlarını nasıl açıklarım diye durdum düşündüm. Yaklaşık 40 saat falan susup düşündükten sonra aklıma “Aristo” geldi düz mantık. İki seçmenden biri iktidar partiliyse hortumcuların oy kullandığını düşünelim -kullanıyor demiyorum- bu ikisinden biri anladınız işte. Düz mantıkla açıklanabilecek bir durum bu. Diğeri akıl fikir hezeyanına , Bakırköy ruh ve sinire çıkıyor.

Edebiyat çevresine bakıyorum ne çok şiirin içine girmişler ağızlarından tek kelime seçim sonucu çıkmıyor sosyal medyada belki kameralara ihtiyaç duyuyorlardır. Başbakanın metinlerini yazan adamı da , ana muhalefet liderinin metinlerini yazan adamı da tanıyorum ikisi de tiyatrocu ikisinin de ismini vermiyorum. Başbakanınkini duysanız zaten dudağınız uçuklar. Sonucu bunlar üzerinden verelim başbakanınki hibrid jeeplerle gezerken ana muhalefetinki standart bir hayat sürüyor. Bakırköy demiştim ya arada oraya girip çıkıyor. Çünkü hayat , ona çok iyi davranmıyor. Diğeri ise ekranlardan inmiyor , iktidarın nimetlerinden faydalanmak böyle bir şey işte.

Politik kıskacın ardından bizler hayatımıza olduğumuz gibi devam edeceğiz. Bir abluka varsa inanın onu dağıtmak için çabalayacağız. Böyle hissettiğimiz için değil , birey olmayı tercih ettiğimiz için kendimize iyi bakacağız , şekersiz biraları mideye indireceğiz yine o güzel sohbetlerimizi yapacağız ve inanın yoldaşlarım , aylak adamlar %5o’nin içinde olmaktansa aylak olmak iyidir !

Ben aslında böyle olacağını biliyordum !

Geçen kış aylarında çıkmak üzere olan kitabımı , evde çıkan yangından sonra çıkartamadım. Ya kira dedim ya ev tamiratı. Gerekeni yaptıktan sonra bir arkadaşın haberi geldi. “Baba sana sponsor buldum. Kitabın tüm masraflarını karşılıyorlar ! ”

“Hasss…” dedim. “Nasıl olur” dedim. “Kimse beni sevmez ki” dedim. “Sen iyi bir piçsin” dedim. Çok uzatmayalım adamlarla oturup konuşmaya başladık. Adamlar şalvarlı , çember sakallı , ellerinde Bond çanta… Böyle göründüklerine bakmayın , nazik ses telleri , benim detone şaşkınlığıma çarparken , “ne yazıyorsunuz?” diyiverdi. “Şiyir” dedim. Arkadaşına bakıp “Hıım.. aa.. iyi..” gibi şeyleri susarak konuştuktan sonra. “İçeriği nedir “papyrus” bey diye sorunca. “Her şey var” dedim. “Mesela” dedi “dinle alakalı bir şeyler var mı?” “Evet var.” “Biraz açabilir misiniz?” diyince patlattım orda. “İlk emir oku değil , o elmayı yemeydi!” Biraz düşündü metafiziğe tünel kazdı “hıım anladım sanırım bize pek uygun değil” gibi şeyler söyledi. Şiyir kitabım güme gitti. Ben bir bukle daha okuyayım derken adamlar kalktı “Bari hesabı…” kalktılar.

Demem o ki, şimdi kitap yasaklayan kitap sponsoru olan adamlarla aynıdır.

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Muzır Neşriyat Röntgenci mi?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Muzır Neşriyat Röntgenci mi?

 ’Sen manken misin?’

 ‘Sen de buralara mı düştün?’

 Bu soruların sorulma nedeni ; Funda Uncu, Chuck Palahniuk’un Ölüm Pornosu, Ayrıntı Yayınları –Snuff- adlı kitabı çevirmesi. (Bu konuya tekrar döneceğiz)

 Yayın dünyasını kıskacına alan zihni sinir muzır neşriyat kurulu pervasız kararlarından birini daha alıp “yaptım oldu” diyor. Okuyucular olarak, bu kurulun kelli felli adamlarına pembe kurdele takmanın zamanı geldi.

 Kurulun üyeleri Üsküdar’a Giderken Türküsünde yaşıyor olabilirler, Abdülmecit döneminden kalan bir kurumun başında olabilirler, aldıkları kararlarda mutlaka benim çoluk çocuk bu kitabı okumalımı, okursa ne olur, okumazsa daha iyi olabilir diye kararda veriyor olabilirler. Kurulun üyeleri , şu saniyede dünyada 5o.ooo çift çatır çatır sevişiyor. Evet, ne yaparsınız ki, çocuk doğurup insan olmalarını sağlıyorlar. Sonrasında o çocuklarda ergenlik döneminde kendilerine dokunup dünyanın en büyük keşfine imzalarını atıyorlar. Aslına bakarsanız gençleri siz de biz de tanıyoruz. Kitapla yan yana gelişleri otobüs seferlerinde, –gazi, yaşlı ve hamilelere yer vermezlerse- vapur sefasında, -manzarayı izlemezlerse- metrobüste, -ter atarken- oluyor. Diğer zamanlarını türlü çeşitli hamburgercilerde, yeşilli beyazlı Starfucks’larda inanmazsınız, kışın bile kıçları donarak dışarıda kahve içmeyi, grip olmaya tercih ediyorlar. Siyasetten bok gibi nefret ederler ama “bizde biliriz meydanlara beş on bin kişiyi dökmeyi” sözündeki o, beş on bin kişiden biri mutlaka o gençlerdendir. Fakat onlarda haklısınız sevişmeyi mutlaka gündemlerinin ilk maddesi olarak belirlemişlerdir. Aslına bakarsanız muzır fikirlerimde var. Siz, sağlık bakanlığıyla beraber aslanlar gibi bir proje üretebilirsiniz. Biz kurdelenizi taktıktan sonra bunu kesinlikle yaparsınız ama önce fosforunuzu yükleyelim, libidonuzu, testosteronunuzu düşürelim.

 Muzır Neşriyat Projeleri

 Sağlık bakanlığıyla muzır neşriyat kurulu ortak eylem planı : 

  1. Reşit olmayan gençler reşit olana kadar kısırlaştırılsın.
  2. Reşit olanlar reşit olmayanları ot muamelesi yaparak bahçeye diksin.  
  3. Büyük şef 23 Nisanda küçük çocuğa “artık sen başbakansın ister asarsın, ister kesersin” demişti ya o çocuğa bu sözler altında ezilmediği için cesaret madalyası takılsın.
  4. Dış politikada Amsterdam yüzünden Hollanda yok sayılsın.  
  5. Tekellerde 18 yaşından küçüklere sigara satılmaz yazısının yanında sigara isteyen bazı densizler olabilir onlara da zoraki şap yedirilsin.

 Pornoya Sahip Çıkıyoruz. Bilerek En az “Üç Çocuk Yapıyoruz”

 Açık söylüyorum doğanın dengesini bozmaya çalışıyorsunuz. İnsanların yazdıkları kitapları yasaklamanın mantık sınırları içinde tartışması bile olmaz. Bu vesileyle sadece dalga geçilen, hafife alınan insanlar olarak anılmanın dışında, insanların özgürlüğüne ket vuruyor kararlarınız. Sizin bu kadar saçma adamlar olduğunuzu düşünmüyorum. Kurumunuzun kendisi kokuşmuş durumda ve o pisliğe bulaşıp, hayatınızı o kokuyla geçiriyorsunuz. Akla zarar yasaklamalardan sonra mutlaka tatil yapıyorsunuzdur. Su faturalarınızı incelemek isterdim. Üzerinize bulaşan o koku, o pislik kolay kolay çıkacak gibi değil. Sizi okyanus bile paklamaz. Balina katliamına sebebiyet verebilirsiniz, bir köpek balığı bile sizin tadınıza bakmaktan çekinir.

 Kitap okumanın mantığı insanın dünyasını tanımasıdır. Biz Playboy, Penthause, Hustler’larla büyüdük. Askerde başucu kitabı yaptık bunları. Hep imdadımıza yetişti, orduda silâhaltındaki gençlerin tamamının acil çıkış kapısıdır.

 Kısaca diyorum ki, insanları politize etmeden, cinselliği öğretmeden… Bu kitapsavar zihniyetinizle bir yere varılmaz ve kaybedeceğinizi biliyoruz. Çünkü siz bu kitapları sakladıkça bizler o yüce gerilla taktiklerimiz ve fotokopi makinelerimizle kitapların peşinden koşacağız. Ölümcül Porno’yu ihtişamla okuyup, dost sohbetlerine taşıyacağız.

 Okumuş Polis Yetmez, Doçent Polis Gerekiyor!

 Başa dönecek olursak. ’Sen manken misin? Sen de buralara mı düştün?’ diyen polisler tacizin ne demek olduğunu bilmiyor olacak ki, hepsinin eğitimiyle övünen hükümetler var. Zihniyetinizi biliyorduk ama bu kadarını, edepsizce davranışınızın bu raddeye geleceğini tahmin etmiyorduk. Okumuş polisin okumamışından pek farkı yokmuş. Rezillikte açık ara önde giden düşüncelerinizin ağzınızdan çıkmaması için bilemiyorum ne yapabiliriz, yardıma ihtiyacınızın olduğu gün gibi ortada.

 Dünya diye bir yer var ve orada hala ayıp diye bir şey var. İnsan, bir yabancıyla konuşurken dikkat etmeli. Ama siz çoktan olmuşsunuz beyler.

 Karakolları kurtarılmış bölgeniz sanıyorsunuz. Yanlış!

 ‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

46

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Kötü gün. Sabah sakinleştiricimi içmeyi unuttuğum için günün devamını nasıl getireceğimi pek bilmiyorum. “Yine akşam olmalı Abbas” diyorum. Medeniyet Mağduruyum, kendimi geçiştirmek için yapmayacağım iş yok gibi. Henüz erken bir yaşta olmama rağmen Balzac’tan daha fazla kahve içtiğimi hesapladım, sağlamasını dost ortamlarında görenler var. Puşkin sinirimle beraber yaşıyorum, arkadaşların yaraları var. Beni dengede tutabilecek herhangi bir sistemin yaşadığını düşünmüyorum. Kesmiyor, olmuyor, olamıyor.

Bazı geceler “komün kuralarım” tartışmaları gecenin geç saatlerine kadar sürüyor, sabah kalktığımızda kafatasımızın içinden geçen ramazan davulcularıyla yüzleşiyoruz. Sıkıştık. Hem de çok pis köşeye sıkıştık. Hayatımızı rayından çıkartan siyasi zırvalıklar ve lokomotifi tekrar güzergâha koyan benliğimiz acı çekiyor. Acı çekiyor çekmesine de Allah kahretsin ki Nietzsche’yi de seviyoruz.

Ortaya karışık bir halimiz var sanki. Tango yapmayı da biliyoruz, halay çekmeyi de. Her boku bilen adamların vazgeçemediği arkadaşlarıyız, medeniyet mağdurlarıyız.

Devletlerle uğraşmaktan sevgilimi öpecek zamanım kalmıyor bazen. Evet, aynen bunu düşünüyorum.’

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Koca Yürekli İnsan : Ahmet Kaya

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazıya açıkçası nasıl başlamalıyım bilemiyorum , Ahmet Kaya benim hayatımda önemli yere sahip bir sanatçı’ydı . Çocukluk çağlarını hızla ilerlerken ben onun şarkılarıyla büyüdüm . Bir başkadır Ahmet Kaya dinlemek ve sevmek . Hüzünlü olduğum zamanlarda , sevinçli olduğum zamanlarda , kederli anlarımda bile hep Ahmet Kaya vardı hayatımda .

Onun yerini kimse dolduramadı . Sanıyorum bundan sonraki ilerleyen yıllarda da yerini kimse dolduramayacak !

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Karar vermek zor ” şarkısındaki ” ilker kardeşi canından , canından vurdular yaşasak mı ölsek mi karar vermek zor ” dizeleri beni kaldırıp yerden yere vurur her dinlediğimde .

İçerdeki , dört duvarın arasına sıkışıp kalmış insanlara ve onları bekleyen analara ” Nevzat Çelik’in ” Şafak Türküsü şiirini besteleyerek yürekleri dağlamıştır Ahmet Kaya .

Ahmet abimizin şarkılarında herkes kendi hayatına dair şüphesiz bişeyler bulmuştur , yeni gelecek olan nesiller de bulmaya devam edecektir . Hayatımda yapamadığım içimde her zaman bir yaradır bir Ahmet Kaya konserine gidememek . Çok istediğim şeylerden birisiydi belki tanışma fırsatımız olsaydı eminim bir kaç duble rakı içerdik . Ol(a)madı .

 

 

 

 

 

 

 

 

Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen hala şarkıları yerden yere vuruyor beni dinledikçe . Ahmet abiyi yazmakla , anlatmakla ne satırlara ne sayfalara ne de hayata sığdırabilirim .

 Ahmet Kaya’ya Magazin Gazetecileri ödül töreninde çatal kaşık fırlatan ve askerliğini yapmayıp da ‘vatan sevgisi’ naraları atan , söz hakkı ve yaşam hakkı tanımayan faşistlere inat AHMET KAYA hep var olacak ama o faşistler tarihin çöplüğünde hiçbir zaman hatırlanmayacak.

  

 

 

 

 

 

 

 

Yıl 1995 – 1996 o zamanlar memlekete gidiyoruz annem babam ve ben kardeşlerim arabanın teybinde klasik Ahmet abinin kasetleri var… Her nedense Şafak Türküsü albümünü çok severim . O albümün yeri bende çok farklıdır , neden diyecek olursanız bir hafta yada on gün tatilden sonra dönüş yolu İstanbul’a gelmek arkadaşlardan kopmak çocuk yaşta insanlar için epey bir zordur .  Hiç unutmam hep Şafak Türküsü albümü olurdu onu dinlerdik yol boyunca sanki başka kasetleri yokmuşçasına ama belki de tüm albümleri içerisinde en beğendiğim albümü de odur …

 Aksaray yolundan Ankara’ya doğru ilerlerken “Tutuşur Dizelerim” şarkısı ile hep bir hüzün çökmüştür bana , yumruk gibi oturur kalbimin taa orta yerine . Ne zaman uzun bir yola gitsem dinlediğim şarkıdır , bende çok farklı bir yeri vardır .

 Yirmi küsürlü yaşları geçtikce ve CD yaygınlaşmaya başladıkça dedim oğlum bu adamın tüm albümlerinin hepsini satın almalısın kasetlerin bir çoğu zaten kayboluyordu her gelen alıyordu ve teknoloji olarak kasetlerin Compact Disc’lere gore bozulma oranı daha kolaydı .

 Bir çok albümü tamamladıktan sonra eksik alan 3 veya 4 albümdü sanırım onları hiçbir yerde bulamıyordum kasetçiler getirtiriz diyorlardı her sormamda gelen giden bişey olmuyordu . Sonra gittim Unkapanı’na o eksik olan CD’leri de tamamladım . Şimdi bende bütün albümleri orijinal
olarak var belki de Ahmet abinin hatrına güzel bir anıdır gözüm gibi bakıyorum o CD’lere …

 Tek emanet o kaldı bize ondan ve bir de şarkıları , gülüşü …

‘BLACKHAWK’

 ” Korka korka , yana yana

Her gün biraz daha derinden

Her gün biraz daha kapkara duyarak ölümü

Aç ve arkasız

Köpekleşerek yaşamak dersen

Bu yürek

Çat diye çatlasın ulan ! “