Archive for the ‘Güncel’ Category

‘TEKEŞLİLİK.. sadakat ve ihanet üzerine aforizmalar..’

“30.

neden kişisel özgürlük fantezilerimizin pek çoğu – tıpkı en utanmaz fantezilerimiz gibi-  kontrolünü kaybetme üzerinedir.. kendimizi ne sanıyoruz.. hayallerimizdeki kahramanlar pervasız, içinden geldiği gibi davranan, tutkulu kişiler; nefsine hâkim olamayanlar ise olumsuz idealimiz..

alt tarafı kendi özgürlüğümüzden korktuğumuzu, en iyi halimizle davrandığımız zaman hayal kırıklığına uğradığımızı, her bağlılığın fazla bir bağlılık olduğunu söylemek biraz cüretkârca olacak..

 

31.

tekeşlilik yanında daima sadakatsizliği de getirir; bir ihtimal olarak da olsa.. bu durum, sinik ya da naif, bilgiç (yani ironik) ya da salakça (yani fazla dürüst) olmadan tekeşlilik hakkında yazmayı çok güçleştirir.. sanki ardında yatanları göremezsen, kendisini de göremezmişsin gibi..

tekeşlilik hakkında yazmak, cinsel sapkınlıklar hakkında yazmak gibidir.. önemli olan yazının tondur daima.. içerik çoğunlukla bir duman perdesinden ibarettir.. örneğin, yazar haklı mı diye sormamalıyız; üslubu acı mı diye sormalıyız.. eğer öyleyse tam olarak ne yüzünden.. neye inanıyor diye sormamalıyız; onu dehşete düşüren ne diye sormalıyız..

 

47.

var olmayan bir şey uğruna mı yarıştığımızdan, yoksa bizden başka kimsenin yarışmadığı bir yarışı kazandığımızdan asla emin olamayız.. evlilikte kimin keleğe geldiğinden tam olarak emin olamama nedenimiz budur.. bizi başarı kadar yenik düşüren başka bir şey yoktur.. başarı her zaman yenilgiden daha kafa karıştırıcı, esas olarak daha ironiktir..

 

93.

Hiçbir şeyden tedavi olup kurtulamaz insan, yalnızca kafasını taktığı şeyler değişir.. belli düşünceler bize haber vermeden yok oluverirler.. aynı şekilde, insan ancak tekeşlilik sorun olmaktan çıktığı zaman gerçekten tekeşli olur : yani aşıkken..

aşık olmak, tekeşlilik sorununu onu geçersiz hale getirerek çözer.. ya da, daha doğrusu, kişinin kendi tekeşliliği sorununu çözer.. ben aşık olduğum zaman, sadakatsiz olabilecek olan ötekidir yalnızca.. ben sadakatsiz bir fiilde bulunsam bile – tuhaftır ki artık daha özgürüm bunu yapmakta- bu masum, zararsız, anlamsız olacak.. en sonunda mutlak bir tekeşli olmuşumdur.. kendi arzumun daha önceki serseriliği artık düşünülemez bile..

derin bir zevkle – ya da, başka bir deyişle, inançla – aşkımdan söz ederim, belki inanılıyordur bana.. ama gene de ötekinin sadakatine kendimi inandıracak kadar ikna edici olamam.. bir de bakarım, tekeşlilik tek kişilik bir dinmiş..

 

97.

hep aynı kalmak isteriz ve hep farklı bir şeye dönüşüyoruz.. kendimizi herkesten daha iyi aldatmamız gerek, çünkü en korktuğumuz sadakatsizlik değişim.. gözlerimiz kapalı kendimizden önde gidiyoruz; sanki ölüm orada, bizi hayal kırıklığına uğratmak üzere bekliyormuş gibi..

bu yüzden, kendimizi birine adadığımızda, zaman üzerinde istibdat kuruyoruz, saçma bir biçimde sahip çıkıyoruz ona.. böyle davranabilmek için insanın bir şeye ikna olmuş olması gerek..”

ADAM PHILLIPS

‘TEKEŞLİLİK.. sadakat ve ihanet üzerine aforizmalar..’ , ADAM PHILLIPS, Çeviri : BÜLENT SOMAY, METİS Yayınları, Ekim 1997, 136 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“soluk alıp verir gibi çekerim : sonsuzluk ve bir gün..”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

gabrielle schulz : son filminiz “sonsuzluk ve bir gün” daha öncekilerden daha duygusal ve şahsi.. bu film bir otobiyografi mi..

theo angelopoulos : benim bütün filmlerim biyografimin ve hayatımın birer parçası ve ifadesidir.. deneyimlerim ve gördüğüm rüyalar.. bazıları zihni meşgalelerime, bazıları gerçek hayatımdaki olaylara daha yakındır.. orada burada okuduğum sözcükler ve cümleler vardır.. “sonsuzluk ve bir gün”, öteki filmlerimden daha fazla otobiyografik değildir ama, düşüncelerimden çok duygularımı ifade ettiği için daha şahsidir.. son filmlerim hep yaratma sürecindeki oyuncular ve krizler üzerine olduğundan otobiyografik yanı daha ağır basmaktadır.. eğer ısrar edecek olursanız, “megalexandros”tan sonra ve “kitara’ya yolculuk”la başlayan bütün filmlerimin belli bir derecede otobiyografik olduğunu söyleyebilirim.. aslında yaptığım altı filmi iki ayrı üçlü olarak ayırıyorum.. benim için “kitara’ya yolculuk” tarihin suskunluğu’dur.. “arıcı” sevginin suskunluğu, “sisli manzara” ise tanrı’nın suskunluğu’dur.. “sisli manzara”da küçük çocuk, ablasına, “sınırların anlamı nedir..” diye sorar.. ondan sonraki üç filmde onun sorusuna bir cevap bulmaya çalıştım.. “leyleğin adımı” ülkeleri ve insanları ayıran coğrafi sınırlarla ilgilidir.. “ulysses’in bakışı” insan vizyonunun sınırlarından, hatta kısıtlamalarından söz eder.. “sonsuzluk ve bir gün” hayat ile ölüm arasındaki sınırları tartışır..

gabrielle schulz : bu filminizin kahramanı şair “alexander” derin bir kriz içindedir.. bütün ömrünü geçirdiği deniz kıyısındaki evinden ayrılmak zorundadır.. ağır hastadır ve ertesi gün ameliyat olmak üzere gireceği hastaneden sağ çıkamayacağını bilmektedir.. bu durumdayken küçük arnavut çocuğuna rastlar ve onunla birlikte hayatının önemli anlarında bir yolculuğa çıkar.. bize “alexander’ın iç çatışmasını anlatabilir misiniz..

theo angelopoulos : filmin tümü zaman içinde, günümüzde ve geçmişte sürekli bir yolculuktur.. gerçek ile hayal arasında kesin sınırlar yoktur.. “alexander”ın yolculuğu gerçekte başlar.. çocuğu, çocukları zengin ailelere satan bir çetenin pençesinden kurtarır.. ancak zamanda belli bir noktaya kadar yolculuk, içsel bir yolculuktur.. örneğin, ikisi birlikte arnavutluk sınırına vardıklarında.. sizler içindeki sahneyi hatırlarsınız; tel örgüye asılı insanlar vardır.. kuşkusuz sınır öyle değildir.. bu olaylar ve görüntüler sadece “alexander”ın hayalindedir.. bu bir hayaldir.. tehdit edici dikenli teliyle sınır “alexander”ın içindedir.. çocuk sadece onun iç çatışmasıyla yüz yüze gelmesine yardımcı olur; ona hayatının önemli anlarında yolculuğa çıkması, ölmüş karısı “anna”yla mutlu anlarını hatırlaması için bir sebep verir..

gabrielle schulz : bir monologda “alexander”, “hiçbir şeyi tamamlamamış olmaktan pişmanım” der.. bu monologda kendimizden mi söz ediyordunuz..

theo angelopoulos : hiçbir şeyi istediğim şekilde bitiremediğimi itiraf ederim.. hep fiziksel ve duygusal engeller, beni tam bir tatmine erişmekten alıkoyan engeller olmuştur.. yüzeysel bir bakışla, “alexander” hiçbir şeyi tamamına erdiremeyen bir insana benzemektedir, ancak kendi içine bakmaya başladığında, hedeflerinin hep elde ettiği sonuçlardan büyük olduğunu görür.. ben de kendi payıma aynı şeyi söyleyebilirim..

gabrielle schulz : daha önce bu filmin hayat ile ölüm arasındaki sınırlar hakkında olduğunu söylediniz.. ama aynı şey “arıcı” için de söylenebilir..

theo angelopoulos : aynı şey değil.. “arıcı”da kahraman ölmeye karar verir.. “sonsuzluk ve bir gün”de “alexander”, ölümü aşmasına izin verecek bir köprü bulmayı umar ve bu köprünün kendisi yaşasa da yaşamasa da onu canlı tutacak sözcükler olduğuna inanır..

gabrielle schulz : zamanın sizin gözünüzdeki anlamı nedir..

theo angelopoulos : “zaman, bir kumsalda çakıllarla oynayan bir çocuktur..” filmimin karakterleri zaman ve mekân içinde, sanki zaman ve mekân yokmuşçasına yolculuk ederler.. en önemli soru şudur : ‘yarın ne kadar sürecek..’ ve cevap : ‘sonsuzluk ve bir gün..’ talihliysek, bugün yanımızda taşıdığımız geleceğin görüntüsüne ulaşabiliriz..

gabrielle schulz : bu filmdeki rol dağılımı.. “bruno ganz”a nasıl karar verdiniz ve “ahilleas skevis” adındaki çocuğu nasıl buldunuz..

theo angelopoulos : senaryo bittikten sonra aklımda “marcello mastroianni” vardı.. “arıcı”da birlikte çalıştıktan sonra çok yakındık birbirimize.. “ulysses’in bakışı”nda oynayamadığı için düş kırıklığına uğramıştı ve rol için ideal görünüyordu.. italya’da sahnedeyken kendisine rastladığımda sağlığının çok bozuk olduğunu gördüm.. bunu kendisine söyleyemezdim ama sonunda o bana oynayamayacağını söyledi.. bu onu son görüşüm oldu.. kısa süre sonra da öldü.. “ganz”ı paris’te sahnede “ulysses”i oynarken gördüm ve bunun hayırlı bir işaret olduğunu düşündüm.. hele rol için düşündüğüm tipe çok benziyordu.. çocuğa gelince, birlikte çalıştığım insanlara benzer deneyimleri yaşamış birini istediğimi söyledim.. pek çok kişiyi denedik, bir gün “ahilleas” içeri girdi.. o anda aradığım kişiyi, bulduğumu anladım.. gerçekten de kendisi en iyi seçim olmanın yanı sıra bütün film boyunca gerçek bir profesyonel gibi davrandı..

gabrielle schulz : bu filmde “ganz” gibi yunanca konuşmayan ama yunanlı karakterleri oynayan aktörlerle bir sorununuz oluyor mu..

theo angelopoulos : “mastroianni”yle nispeten kolaydı. kendi sesiyle oynamakta ısrar ederdi ve yunanca diyalogları doğru telaffuz etmesini öğrenmişti.. “harvey keitel”la daha güçtü ama “ulysses’in bakışı”ndaki karakterin bir mazereti vardı; uzun yıllar amerika’da kaldığı için çoğunlukla ingilizce konuşabilirdi.. “ganz” çekimde almanca konuştu -en rahat konuştuğu dil odur- , bir yunan aktörüne dublaj yaptırttık.. aslında onun ağzından başkasının sesinin çıktığını duyunca hâlâ huzursuzluk duyarım..

gabrielle schulz : geçmiş filmlerinizin özellikle hatırladığım bir sahnesi var.. “sisli manzara”da küçük kızın, ‘korkuyorum’ demesi.. oğlan ‘korkma, sana bir hikâye anlatacağım’ der.. ‘başlangıçta kaos vardı, sonra ışık karanlığı deldi..’ sis dağılır, ufuk görünür ve çocuklar bir ağacın gövdesine sarılırlar.. filmlerinizle kaosa biraz ışık getirmeye mi çalışıyorsunuz..

theo angelopoulos : evet, film yapma sebebim bu.. ben misyoner değilim.. insanları eğitmek istemiyorum; kaostan aydınlığa giden bir yol bulmak istiyorum.. değerlerin artık var olmadığı karışık bir dünyada.. karışıklık ve yönünü şaşırmışlıkla melankoli el ele gidiyor.. ama insanalar kendilerine hâlâ aynı soruyu soruyorlar.. nereden geldim, nereye gidiyorum.. hayat, ölüm, sevgi, dostluk, gençlik ve yaş hakkında sorular..

sözünü ettiğiniz sahnenin sonu özgün haliyle daha karamsardı.. çocukların sisin içinde kaybolmalarını istiyordum.. ama senaryoyu okuyan kızlarımdan biri, ‘çocukların babaları nerede.. evleri nerede..’ diye sordu.. bunun üzerine daha iyimser bir son yazdım.. iki çocuk yolculuk boyunca kendi dünyalarına inanmayı öğrenirler.. ayrıca, ilk bakışta görülmeyen şeyleri görmeyi de..

her neyse, ben zamanımızın karışıklığından çıkma yolları bulabilmemiz konusunda aynı derecede karamsar ve iyimserim.. ama insanların yeniden hayal kurmayı öğrenmelerini yürekten diliyorum.. hiçbir şey hayallerimizden daha gerçek değildir..

gabrielle schulz : filmlerinizin ana motifi yunanistan kırsalı.. manzaraları bir kadastrocu gibi ölçüyorsunuz âdeta, sonra da anlar aracılığıyla karakterlerinizin duygusal yansımalarını açıklıyorsunuz..

theo angelopoulos : yunanlılar bana çok kere şunu sormuşlardır : bu manzaralarda görülen yerler nerede.. aslında filmlerinde gördüğünüz manzaralar yoktur.. doğru, bazı kısımları gerçektir.. ben yunanistan’ı karış karış dolaştım.. bu yolculuklarda hoşuma giden yerler keşfettim : bir ev, bir sokak, bir tepe, bir köy.. bütün bunları bir kolaj içinde topluyorum.. kimi zaman renkler, kimi zaman biçimler birlikte uyum sağlıyor.. bir bakıma bir ressam gibi görüntü yaratıyorum, böylece hayalimi bir tuvale yansıtıyorum.. ben gerçeği anlattığım iddiasında değilim; kendi hayalimi gerçeğe yansıtıyorum.. sonuç ikisinin arasında bir şey  oluyor.. sürekli olarak kendi kendime sorduğum bir soru var : kişisel deneyimlerimi şiire nasıl dönüştürebilirim..

gabrielle schulz : şiirden söz ettiniz, “sonsuzluk ve bir gün”de on dokuzuncu yüzyıl şairlerinden yunanistan’ı dolaşıp şiirleri için sözcük satın alan “dyonisios solomos”un harika bir hikâyesi var.. bu gerçek bir hikâye mi..

theo angelopoulos : kısmen.. “solomos” büyük bir şairdi, iyonya adalarından bir soylunun oğluydu, zamanında italya kültürünün ve aşağı sınıftan bir kadının etkisi altında kalmıştı.. proleter köklerini kesmek isteyen babası, henüz dokuz-on yaşlarında bir çocukken onu eğitimi için bir italyan manastırına gönderdi.. “solomos” orada yetişti, tam eğitimini tamamlamak üzereyken ve italyanca şiir yazmaya başlamışken yunanlıların türklere karşı ayaklandıklarını duydu.. çocukluğunun anlarını, annesini, annesinin kendisine söylediği şarkıları hatırladı ve yurduna dönüp milli mücadeleye katılmaya başladı.. ancak bir şair olduğu için elinden yazmaktan başka bir şey gelmezdi.. devrimci şiirler, kahramanların ölümlerine ağıtlar yazması, unutulmuş özgürlük imajını canlandırması gerektiğini düşündü.. yunanca’sı çok kıt olduğundan ülkede dolaşıp hiç bilmediği sözcükleri toplayıp defterine yazdı.. gerçek budur işte.. her sözcüğe para  vermesini ben uydurdum.. burada benzetme açıktır.. ana dilimiz, tek gerçek kimlik kartımızdır.. “heidegger”in bir sözü vardır : “tek meskenimiz, dilimizdir..” her sözcük onu kullanana yeni kapılar açar ama o kapıdan geçmek için bedelini ödemeniz gerekir..

gabrielle schulz : filmlerinizin her birinde öne çıkan ve insanın soluğunu kesen tılsımlı, unutulmaz anlar var.. bu filmde, o yağmurlu gecede selanik’teki otobüs yolculuğu..

theo angelopoulos : bu sekans senaryo da çok farklıdır.. perdede gördüğünüz setteki doğaçlamanın sonucudur.. özgün halinde hem görüntü hem de ses olarak da çok gerçekçi bir sekans olacaktı.. ama çekerken buraya zamanın durduğu hissini vermemin daha doğru olacağını düşündüm.. özgün sahnenin değişme sebebi buydu..

gabrielle schulz : filmlerinizde yolculuklar ve eve dönüşler çok sık yer alıyor.. bunların sizin için anlamı nedir..

theo angelopoulos : yolculuk değişiklik, yeni başlangıçlar getirir.. kendinizi daha iyi tanırsınız.. ben yolculuğa çıktığımda iç dünyamda dolaşırım.. yolculuk arzum aynı zamanda dönüş isteğimi de belirtir..

gabrielle schulz : yunanistan sizin yurdunuz mudur.. yoksa kendini bütün ömrünü sürgündeymiş gibi geçirdiğini söyleyen “alexander” gibi mi düşünüyorsunuz..

theo angelopoulos : yunanistan’da hâlâ kendi yurdunu arayan bir yabancı gibi hissediyorum kendimi.. hep bunu hissettim ve sebebini bilmiyorum.. kendi içimde tekrar sınırlar aşıyorum.. ve soru hâlâ aynı : hedefime varana kadar daha kaç sınır aşacağım.. yunanistan’da kendimi yabancı hissetmeme rağmen buradan ayrılamam.. her yerde aynı duygulara kapılacağımdan eminim..

gabrielle schulz : bir keresinde soluk alıp verir gibi film çekiyorum demiştiniz.. nasıl soluk alıp verirsiniz..

theo angelopoulos : film çekerken hiçbir şeyi zorlamam.. zaman mekân, mekâna da zaman katmak için çok uğraşırım.. çekim sırasında soluk alıp vermeye zaman tanırım..

gabrielle schulz : cannes’ın en büyük ödülü altın palmiye’yi neden “ulysses’in bakışı”na değil de, “sonsuzluk ve bir gün”e verdiklerini anlayabiliyor musunuz..

theo angelopoulos : altın palmiye’yi almak bir kadınla buluşmaya benzer.. “ulysses” ile ben randevu yerindeydik, ama palmiye gelmedi.. bu defa herhalde beklemediğim için olacak, geldi işte..

Theo Angelopoulos

Röportaj : “Theo Angelopoulos” – “Gabrielle Schulz”, Şubat 1999 , Die Zeit..

“THEO ANGELOPOULOS” , Derleyen : “DAN FAINARU”, Çeviri : “MEHMET HARMANCI”, AGORA Yayınevi, Şubat 2006, 199 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Topaç nasıl döner? İpi sağdan sararsanız sağa döner topaç; soldan sağa doğru sararsanız bu kez sola döner küçük oyuncak. Türkiye’de inançsız politikacılar da topaçlara benzerler. İhtirasın ipi ne yöne sarılmışsa oraya doğru dönerler. Bir süre sağa, bir süre sola…’ – Uğur Mumcu (3 Mayıs 1974..)

‘gazeteciyi nasıl tanımlarsınız? kimdir gazeteci, ne yapar? işlevi nedir? gazeteci, her konuda fikir ileri süren, her şeyi bilen insan demek midir? hayır. nereden bilecek gazeteci her şeyi?

ben kendime göre bir tanım yapayım:

– gazeteci, haber ve bilgi kaynağına en çabuk ulaşan ve bu kaynaklardan edindiği bilgi ve haberleri okurlara sunan insan demektir.

gazetecinin bu görevini yapabilmesi için habere, olaya, olguya, belgeye ve bilgiye dayalı yazılar yazması gerekir. bunun için de gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur. sır saklayan, haber ve bilgi kaynağını gizlemesini bilen, gerektiğinde hükümetlere ve güç odaklarına karşı savaşmayı göze alan insan, gazetecidir.’

uğur mumcu (milliyet, 3 mayıs 1992)

 

“yazın dünyası, gazeteler, dergiler, televizyon  ne kadar boş değil mi.. ne kadar sığ insanlar arzı endam edip boş boş konuşup, yorum yapıp havanda su öğütüyorlar.. yüz kelimeyi geçmeyen kelime dağarcıklarıyla ülkenin kanayan sorunlarıyla ilgili ahkam kesiyorlar, çözüm diye kendi faşist zihniyetlerinin izlerini taşıyan öncü emellerinin ürünlerini sunuyorlar.. kendileri gibi düşünmeyen herkes bilgisiz ya da ‘faşist’ ya da gizli örgüt bağlantılı vs vs vs.. onu bırakın televizyondan ya da gazeteden açıkça tehditler savurup yarın seni de götürecekler diye başka yazarlara göz dağı veriyorlar mahalle kabadayıları gibi..

oysa eskiden böyle miydi.. birbirleriyle en kavgalı olan yazarlar, sanatçılar bile bel altından vurmaz, tehdidi geçin nezaket kurallarını aşmadan en acımasız şekilde tartışır, eleştirir ama birbirlerini gördüklerinde el sıkışır, hal hatır sorarlardı..

şimdi ise bakıyorsunuz en önemsiz konuda bile birbirlerine bağırarak yüksek sesle konuşmalar, hakaretler, tehditler, söz kesmeler, sataşmalar, birbirlerinin üzerine yürümeler, hatta eline geçirdiği nesneleri fırlatmalar oluyor.. zamane ‘aydınları’ böyle tartışıyor işte..

geçenlerde ‘schopenhauer’in sel yayınlarından ‘ülkü hıncal’ çevirisiyle çıkmış ‘eristik diyalektik- haklı çıkma sanatı’ diye bir kitabından alıntılar yapmıştık ‘aylak adamız’da.. sanki bu adamların hepsi daha önceden bulmuşlar bu kitabı, onu iyice hatmetmişler ona göre bilenmiş ve piyasaya çıkmışlar.. en ince ayrıntısına kadar öyle güzel uyguluyorlar ki orada anlatılanları.. hatta bazen o kitap yaya kalıyor onların icrasının yanında..

peki neden böyle oldu.. beğenirsiniz beğenmezsiniz en başta cumhuriyet aydınlanmasıyla yetişmiş bütün aydınlarımızı ya ecelleriyle, ya da kimin yaptığı apaçık ortada iken bir türlü faillerinin bulunamadığı suikastlar, katliamlar sonucu kaybettik.. onların yerine yetmiş ve seksen darbelerinin dayattığı eğitim sistemlerinin eğitip, klonlanmış şekilde piyasaya sürdüğü insanlar doldurdu..

iki kelimeyi yan yana koyduğunda bokunda boncuk bulmuş gibi yaygarayı koparan insanlar yedi gün yirmi dört saat gazetelerde, televizyondalar.. bazıları neredeyse aynı ada üç, dört televizyon kanalında birden boy gösteriyorlar.. bazen bakıyorum aynı zaman diliminde farklı kanallarda aynı nakaratı sürdürüyorlar.. yuh yani diyorum.. kalmadı mı bunlardan başka kimse..

her konuda uzmanlar.. bilmedikleri bir konu yok.. güneşte patlamalar oluyor onlara soruyorlar, dolar alıp başını gidiyor onlara soruyorlar, futbol konuşuluyor yine onlar, suriye’ye saldıralım mı yine onlarla konuşuluyor, deprem oluyor bakıyorsun profesör olmuş bilim adamlarına televizyonda kafa tutuyorlar.. vır vır vır.. ne bitmez enerji.. ne ses teli varmış mübarek adamlarda..

hele bir tanesi var yüzünde malum sebeplerle tek mimik olmadan tüm televizyon kanallarında.. zamanın tüm askeri darbelerine selam durmuş emir eri, askeri darbe yaltakçısı, faşisti, şimdinin ise en demokratı.. o da yetmezmiş gibi bir tane genç versiyonunu bulmuşlar şimdi onun yanında onu yetiştiriyorlar.. tıpkı ikizi, burnundan düşmüş.. kendilerine doğru dürüst cevap veren yok, zaten cevap verebilecek ortam da yok..  dilediklerini konuşturup, yazdırıyorlar..

iki aydır yeni bir operasyon yaptılar medyada zaten.. iki üç kelime yazan kim varsa hepsini ya işten çıkardılar ya da içeri tıktılar.. muhalefete zerre tahammül yok.. ama ortada dolaşan kocaman kocaman demokrasi balonları var..

ama hemen güncel bir örnek vereyim ultra süper sonik falan filan  demokrasimizle ilgili : yıllar önce jitem ve kontrgerilla tarafından katledilen ape ‘musa anter’in on yıllardır piyasada olan kitapları birden toplatıldı.. sanırım 12 eylül referandum süreciyle gelişen demokrasi sürecimizin açılımlarından birisiydi bu.. ne güzel değil mi.. jitemin cirit attığı, hizbulkontranın katliamlar işlediği dönemlerde bile piyasada satılan kitapların şimdi ‘suçlu’ olduğu tespit edilmiş ve toplatılmasına karar verilmiş.. vay vay vay..  yüz yıllarca fetvaları uygulanmış ve hep hoşgörünün timsali olarak adlandırılmış osmanlı yönetiminin büyük şeyhülislamı  ‘ebussuud efendi’ hazretlerinin hep fetvalarının sonunda buyurduğu gibi bu ‘sakıncalı’ kitapların hepsi ‘tiz toplatıla, tiz yakıla, yazanın da katli vaciptir tiz boynu vurula..’

herkesin malumu zaten şimdilerde yeni yargı paketi geliyor, koştura koştura yargımızı hızlandırıyorlar bu sıralar.. neler yok ki içinde.. ‘çek mağduru’ diye bir saçma sapan terim uydurdular, bu ‘çek mağduru’ denilen tayfanın cezaevinden çıkmalarını da sağlayacak bu yargı paketi.. peki ellerinde patlayan çekleri tahsil edemeyen dürüst tüccar, esnaf ne yapacak.. mağdur esas onlar değil mi.. yok efendim insanları hapse tıkarsan borçlarını nasıl ödeyecekler.. lan zaten bu adamların yargılamaları beş seneden fazla sürüyor, bunlar bu kadar süre dışarda dolanıyorlar ama hiçbir şey yapmıyorlar borçlarını ödemek için.. çünkü gerçekten yüzde sekseni tokatçı.. pırasa doğrar gibi çek yapraklarını doğrayıp piyasaya dağıtmışlar.. karşılığında aldıkları mallardan gelir elde edip tüymüşler.. e ne olacak şimdi alacaklarını alamayan vatandaşlar.. içerdeki sekiz bin küsür insanı düşünüyorsun da alacaklarını alamayan bir milyona yakın kişiyi neden düşünmüyorsun.. öde bakalım o zaman sorumlu bir hukuk devleti olarak sen de onların alacaklarını.. ya da önüne gelen adama çek karnesi dağıtan bankalara ödet bu alacakları.. yok nerde o ince düşünce..

hani yargı hızlanıyor diyorlar ya, size hemen kısaca komedi bir olay anlatayım.. ekim ayında ortağım ‘ciğerim’ müşteki vekili olarak bir karşılıksız çek duruşmasına girdi.. yani 2011’in ekim ayında.. sanık gelmemişti.. sanığın ifadesinin alınması ve başka bir takım eksikliklerin giderilmesi için duruşma başka bir güne ertelendi.. verilen yeni duruşma günü neydi biliyor musunuz : 2013’ün ocak ayıydı.. inanmayana hemen fakslarım duruşma zaptını.. şaka değil gerçek.. iki seneye gün veren hızlanan yargı mekanizması.. bu durumdan dolayı ne hakimin ne savcının ne memurun suçu ya da ihmali var.. suçlu belli problemli sistem.. işte bu yargı paketiyle altı kaplumbağa gücünden sekiz kaplumbağa gücüne çıkıyorlar.. yargının hızını nasıl arttırıyorlar şimdi, var olan davaları ortadan kaldırarak.. neyle afla.. ama kime af.. sadece çek tokatçısına.. çıkarsana genel bir af.. rahatlatsana yargının yükünü.. yok, işine gelene af var..

şimdi bizim mesleğe göz dikmişler bir de.. arabuluculuk yasasını da araya sıkıştırılıyor.. şeyhülislam ‘ebusuud efendi’nin fetvalarını uygulamak üzere bir nevi ‘kadılık’ sistemini getiriyorlar.. neymiş herkes adliyelere gidiyormuş.. artık bir takım meseleler arabulucular sayesinde çözüme hemen ulaşabilecekmiş.. hangi konular mı.. neler yok ki.. en başta kadınların bir sürü hakları biçiliyor, yok ediliyor.. aile mahkemelerinde çözüm üretilmesi gereken konular arabuluculuk adı altında çözüme gönderiliyor..

bırakın bu ayakları kardeşim.. eskiden on saniyede yatırdığımız üç liralık vekalet suret harcını ‘uyap’ denilen zamazingo çalışmadığı için bazen beş altı saatte yatıramıyoruz, bazen bugün git yarın gel oluyor.. şaka değil gerçek.. kar yağıyor ‘uyap’ çalışmıyor, tren geçti ‘uyap’ gitti, köpek havladı ‘uyap’ kesildi, yağmur yağdı şimşek çaktı ‘uyap’ gitti, pazartesileri zaten ‘uyap’ı gören olmaz, sene başlarında güncelleme yapılır bir hafta on gün ‘uyap’ iptal.. ne çağdaş sistemmiş be yahu.. alt yapıyı oluşturmadan sistem oluşturursan olacağı budur işte.. bu konular gündeme geliyor mu hiç.. gelmez..  

neyse kendi dertlerimizden konuyu  saptırdık nerelere geldik..

işte bu yukarıda anlattığım akıllara zarar günümüz ortamında en büyük eksikliğimiz aşağıdaki fotoğraftaki güzel aydınlarımızın artık olmaması..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘uğur mumcu, aziz nesin, ilhan selçuk..’ fikirlerini, eserlerini beğenirsiniz beğenmezsiniz daha onlar gibi kimlerin eksikliğini hissetmiyoruz ki : ‘turan dursun, musa anter, server tanilli, turhan selçuk, ahmet taner kışlalı, doğan öz, hrant dink, can yücel, cavit orhan tütengil, rıfat ılgaz, cemal süreya, ece ayhan..’ saymakla bitmez..

kimisi gazeteci, yazar olarak, kimisi sanatçı, şair olarak her alanda doldurulamaz boşluklar bırakarak sonsuzluğa gittiler..

bugün işte onlardan güzel ve yiğit insan ‘uğur mumcu’ ustanın katledilişinin yıl dönümü.. işte ‘şu kadarıncı yıl dönümü’ demiyorum artık.. sayı vermek istemiyorum.. tarihimiz ağıt yakma yıldönümlerine döndü artık.. bir iki damla gözyaşı, bir iki slogan, bir iki konuşma ve hadi bakalım seneye görüşürüz.. ayın 19’unda hrant abimizin katledildiği gündü, bugün de uğur mumcu ustamızın katledildiği gün.. acımasızca, kahpece katledildiler ikisi de.. arkadan sinsice tezgahlanan cinayetler.. sanki her yılın başında insanların ayağını denk alması seçilen kurbanlar gibiydiler..

peki ‘uğur mumcu’ kimdi..

gazetecilik okullarında ders olarak okutulması gereken ilkelerinden ve gazetecilik meslek kurallarından hayatı pahasına ödün vermeyen, derin devletin çözümleyicisi, silah tüccarlarının belalısı, hayali ihracatçıların korkulu rüyası ve  hep dimdik durmuş bir gazeteci, anti emperyalist, laik, aydınlanmacı ve devrimci bir insan..

“bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.” şiarıyla yazan ve düşüncelerini savunan örnek bir insan..

yazarken eğilip bükülmeden dimdik duran uğur mumcu usta 4 şubat 1981 günlü yazısında da başına neler gelebileceğini bildiğini göstererek adeta karanlık köşelerdeki  derin güçlere ve onların pislik tetikçilerine meydan okumuştur : ‘isterler ki susalım; isterler ki yazdıklarımızın hiçbiri, hele bu dönemde yazılmasın. bunun içindir ki, bizleri susturmak için türlü yollara başvururlar. bizleri susturmak için başvurdukları ve ellerine yüzlerine bulaştırdıkları sinsi girişimleri ile ilgili ipuçları ellerimizdedir! bunu da bilir, bunların açığa çıkmaması için köşelerinde kıvranıp dururlar. evet yazacağız, susmayacağız. bütün yolsuzlukları, kaçakçılıkları, pislikleri, cinayetleri tek tek sergileyeceğiz.’

işte böyle inançlı ve kararlı aydınlanmanın savunucusu bir insandı uğur mumcu..

onun katledildiğini çok geç bir vakitte gece eve geldiğimde öğrenmiştim.. annem, babam ağlıyordu, kardeşim gözleri dolu dolu ekrana bakıyordu.. ne oldu dedim.. hiçbirinden ses çıkmadı.. ekrana doğru yaklaştım.. ankara’dan canlı bağlantı.. insanalar haykırıyor : ‘uğurlar ölmez..’ dizlerimin bağı çözüldü, yığıldım kaldım.. kim nasıl yapmış, kafamdan bunlar anlamsızca uçuşuyordu.. sonra gittim odamda onun kitaplarına sarıldım sabaha kadar okudum, ağladım durdum..

çevremde kaç kişi okumuştur onun kitaplarını bilmem.. ama çoğu insan bilgi sahibi olmadan ahkam kesip dururlar onun hakkında, acımasızca atıp tutarlar.. ne faşistliği, ne ulusalcılığı kalmaz.. oysa tek bir satır yazısını okumamışlardır.. boş beleş kulaktan dolma bilgilerle konuşurlar..

ben de birçok görüşüne katılmam uğur mumcu’nun ama ortak noktalarımız da çoktur.. beşlik simit gibi her türlü şekle girebilen, zamanın iktidarına göre pozisyon değiştirip cep dolduranlardan olmadığı için, aydınlanmacı, yurtsever, laik, antiemperyalist olduğu için, örnek bir gazeteci olduğu için severim kendisini..

uğur mumcu’nun tüm yazdıkları her dönem mutlaka okunması gereken ve önümüzü görebilmemiz için bizlere sönmeden ışık tutan, tecrübe aktaran, ufuk açan ve eskimeyen yapıtlardır..

şimdi o kadar yırtınıp duruyorlar derin devleti deşifre edeceğiz diye ama onun derin devleti deşifre edip 1970’lerden beri yazdığı yazılarının yanına bile yaklaşamadılar.. onun gibi korkusuzca çomak sokup karıştıramadılar derin tezgahlara..

anlamsız bir koşturmacanın içerisindeyim günlerdir, bu sıkışıklık içinde bugün ‘uğur mumcu’yla ilgili bir yazı yazmasam, anmasam çok üzülecektim büyük ustayı.. hele ‘reis’in bu yukarıdaki fotoğrafı bugün bana yollamasından sonra öyle bir hüzün çöktü ki içime.. yıkıldım.. üç güzel insan güzel günler için kadeh kaldırmışlar..

bu fotoğraf karşısında konuşmanın, yazmanın ne anlamı var artık onlar gibi gülümseyerek kadeh kaldırmaktan başka..

selam olsun aydınlık gülüşlerinize..”

Crockett..

Sesleniş

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken, bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.

Vurulduk ey halkım unutma bizi!..

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize, çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık, kışlık katlarımız, arabamız olurdu. Yüreğimiz işçiyle birlikte attı, köylüyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep.

Öldürüldük ey halkım unutma bizi!..

Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terkedildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı, bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.

Hücrelere atıldık ey halkım unutma bizi!..

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde, öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezartaşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.

Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi!..

Kanserdik. Ölüm her gün bir sinsi yılan gibi, dolaşıyordu derilerimize. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında, bırakıp gittik bu dünyayı ecelsiz.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi!..      

Giresun’daki yoksul köylüler. Sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler sizin için öldük.

Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım unutma bizi!..

Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle, başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz-sualsiz vurdular.

Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi!..

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk: Komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında, emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı, daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi.

Bir kez anlamak istemediler bizi…

Vurulduk ey halkım, unutma bizi!..

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline, değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki, korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik, boynumuzu uzattık yağlı kementlere.

Asıldık ey halkım, unutma bizi!..

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı, bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde, öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri bir şafak vakti ipe çektiler.

Korkmadan öldük ey halkım unutma bizi!..

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir  gün sesimiz hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım unutma bizi.

Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi…

 

Uğur Mumcu

 

Cumhuriyet, 25 Ağustos 1975

‘düşünen her kişi sabah kalkar kalkmaz kusmaktan alıkoyamaz kendisini..’ – thomas bernhard

“neredeyse beş yıl süren bir yargılama sonunda ‘hrant dink’ abimizle ilgili davada karar verildi.. kararın verilmesiyle birlikte tartışmalar, protestolar, kararı haklı bulmalar, karşı çıkmalar birbirine karıştı.. demeç veren verene..

bu süreçte şu da bir kez daha su yüzüne çıktı : yaklaşık on yıldır onlarca ‘ünlü davayı’ takip eden medyada hukuktan zerre kadar anlayan bir insan yok ve varsa da var olan hukuk danışmanları da zerre kadar yorumlama yeteneğinden yoksunlar..

laf kalabalığı yapıp duruyorlar, yok tck bilmem kaçıncı madde, yok cmk bilmem kaçıncı madde..

‘ne diyorsun adamım sen ya..’

‘ne vızıldayıp sayıklıyorsunuz günlerdir..’

hele geçen anlı şanlı bir haber kanalındaki tartışmaya gözüm takıldı, programın sunucusu ‘ağır abilerden erhan tuncel’in avukatı meslektaşıma ‘kararı temyiz edip etmeyeceklerini’ soruyor :

‘………….. edecek misiniz..’

‘evet edeceğim..’ diyor..

dediği anda da lafı ağzına tıkıyor programın sunucusu ve bangır bangır bağırmaya başlıyor:

‘evet, evet sayın seyirciler erhan tuncel’in avukatı bile kararı temyiz edecek..’

ekranın alt köşesine hemen ‘son dakika’ yazısı giriliyor ‘flaş flaş flaş : ‘erhan tuncel’in avukatı bile kararı temyiz edecek..’

lan bir dur, adamı dinle, sözünü bitirsin, ayıp yahu, adam kararın neresini temyiz edecek bir dinle..

müvekkili cinayetten, örgütten beraat etti diye temyiz eder mi kararı.. bu kadar zekadan yoksun musun sen ey cahil spiker bozuntusu..

müvekkili başka bir olaydan, yıllar önceki hamburgerci bombalamasından on yıl yemiş, tabi ki onu temyiz edecek..

müvekkilinin yararına olan bir kararı temyiz etmek hangi akla mantığa sığar.. meslektaşımız gülümseyerek bekliyor, dakikalar sonra konuşma fırsatı verilince ‘ben beraati temyiz etmeyeceğim ki’ diyor..

spiker bozuluyor hemen çünkü az önce yarattığı heyecan dalgasının balonu suratında patlıyor beş dakika geçmeden..

işte böyle bir ortam var ülkemizde.. bu cinnet ortamında da akıl sağlığımızı korumalıyız öncelikle..    

neyse davaya gelelim yine.. o kadar tartışmaya, gürültü yapmaya ne gerek var ki.. her şey ayan beyan ortada değil mi..

devletin sevmediği vatandaşlarından birisi katledilmiş, katledenlere göstermelik cezalar ödül gibi dağıtılmış.. e daha ne istiyoruz ki.. adalet sağlanmış işte, allah razı olsun yüce devletimizden deyip susmamız gerekiyor..

parkta oturup çekirdek çitleyen gençlerden örgüt yaratan, aynı minibüste tesadüf yolculuk eden insanlardan örgüt yaratan, parasız eğitim istiyoruz diyen öğrencilerden örgüt yaratan, tutuklu ziyaretine giden arkadaş grubundan örgüt yaratan, aynı fabrikada çalışıp da birbirini tanımayan ve hatta sendika üyesi bile olmayan ama hak aramak için bir araya gelen işçilerden örgüt yaratan, 4-c yasasına karşı eylem yapan işçilerden örgüt yaratan, henüz yayınlanmamış kitaptan örgüt yayını, yazarından da örgüt üyesi yaratan, okulda saldırıya uğrayıp güvenlikleri için okulun kapısından beş kişi ya da on kişi topluca çıkmak isteyen öğrencilerden örgüt yaratan bu devlet değil mi.. on sekiz yaşındaki çocuğa küçüklüğünden beri takılan lakabı ‘kod adı’ yapan ve organize çeteden acımasızca tutuklayıp aylarca cezaevinde yatırıp okulundan edip sonra sırıtarak beraat veren bu devlet değil mi.. üç kişi kaldırımda yan yana yürü seni örgüt yaparlar.. ağzını açamazsın.. üç kişi akşama bira içelim diye sözleşin ‘hop değiş tonton’ sabaha varmadan örgüt olursun.. ha bira içmek için değil de adaçayı içelim akşama diye sözleşin devletin işine gelmezse yine örgüt yaparlar.. alkol olup olmamasında sıkıntı yok, sakın yanlış anlamayın.. sadece alkol kullananlar örgüt olmuyor, kullanmayanlar da aynen yaratılabilecek bir örgüte konu olabiliyorlar..

neyse gırgır yapmayı bırakayım diyeceğim fakat bu ortamda gırgır da yapılmadan akıl sağlığı korunmuyor ki..

kısacası örgüt bulmak ya da örgüt üyesi yapmak o kadar kolay ki bu ülkede.. ama nedense işte ‘hrant dink’ cinayetine gelince örgüt mörgüt ‘hayal’ oluyor..

bu olayda bir başka noktaya daha dikkatle bakmak gerekiyor : herkesin malumu son yılardaki meşhur politik davaların hepsinde herkesin bildiği bir ‘örgüt’ tespit edildi ve ülkemizin kanayan yarası onlarca siyasi faili meçhul cinayet dosyası tekrar açılarak bu örgüt davalarının dosyalarına eklendi..

ama ama ama sadece bir dava dosyası bu meşhur derin devlet örgütünün davasının dosyasına eklenmedi  : ‘hrant dink davası..’

daha hrant dink abimiz katledildiği ilk gün koşa koşa basına demeç vermeye giden görevli, görevsiz, emekli, faal onlarca siyasinin ve yetkilinin verdiği demeçlerde ortak nokta şuydu : ‘kesinlikle örgütlü bir iş değil, kahve köşelerinde pişpirik oynarken bir iki cahil gencin gaza gelip milliyetçi duygularının kabarmasıyla işlediği ferdi bir cinayet..’

hadi canım deme..  adamlar utanmadan sıkılmadan çıkıp günlerce bunu dikte ettiler insanların beynine..

bir yandan da ‘hrant dink’in yazdığı yazılardan cümleler yazının özünden koparılarak medyaya da servis edildi ki insanlar ‘ama o da tahrik etmiş canım’ desinler diye çalışmalar yapıp, dezenformasyon yürüttüler..

neredeyse hrant dink abimiz suçlu çıkarılmak üzereydi ki hala insan kalabilmiş yüzbinler hrant dink’in cenazesinde son kez ona eşlik edip yürüyünce, derin tezgahı çeviren pislikler ellerine yüzlerine bulaştırdıkları bu tezgahta biraz geri adım atıp seslerini bir süre kestiler..

yüzbinlerin yürüdüğü o yürüyüşten sonra dava süreci başladı, hrant’ın sevenleri yine her duruşmayı takipteydi..

ancak onlarca politik, siyasi veya örgütsel davayla ilgili haberler arasında basında hep geri plana atıldı hrant dink davası..

ve yukarıda da dediğim gibi onlarca siyasi cinayet, suikast davası derin devletin yapılanması olduğu iddia edilen davanın dosyasıyla birleştirilirken bu dava dosyası inatla ayrı tutuldu..

önce tetikçinin dosyası ayrılıp, çocuk mahkemesine gönderildi.. ona oradan şeker gibi, bir ceza çıktı..

sonra ‘büyük abilerine’ şeker gibi cezalar, tahliyeler çıktı..

ve dava bitirildi..

bayrak önünde çektirilen sırıtık salyalı pozlar da bile ayan beyan ortada olan örgüt ve örgüt desteği nedense yargılamada bulunamadı..

sonra ülke tarihinde olmayan şeyler olmaya başladı.. kararı veren mahkemenin üyeleri arasında medyada tartışmalar, sataşmalar, yorumlar başladı.. kararı veren mahkemenin başkanı bile verdiği kararı beğenmezken kamuoyundan bu kararı beğenmesini isteyen beyinsizler de yine ortaya çıkıp hönkürmeye başladılar..  ‘işte verdiler en yüksek cezaları, daha ne istiyorsunuz, örgüt olsa ne olur olmasa ne olur’ diyorlar günlerdir.. saklandıkları inlerinden birden fırlayıp konuşmaya başladılar aldıkları talimatları, tıpkı kurulmuş makineler gibi..  

öyle mi peki canım 5237 sayılı türk ceza kanunu ne diyor en az üç kişi kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla bir yapılanmaya giderse örgüt sayılırlar diyor.. e peki burada nasıl örgüt yok.. şimdi iki tane beyinsiz kahvede kağıt oynarken ‘lan bu hrant çok konuşuyor, bunu sen bir koşu gidip indirip gelsen kağıt oynamaya sen gelince devam etsek’ demiş ve bunlardan birisi kalkıp istanbul’a gitmiş, yerini yurdunu bilmediği adamı bulmuş, takip etmiş ve kahpece arkasından yaklaşıp ensesinden vurarak öldürmüş öyle mi.. ülke tarihinin en büyük siyasi cinayetlerinden birisi işleniyor ve bu kadar basit öyle mi.. hiçbir istihbari ve lojistik çalışma yapmamışlar öyle mi.. sonra vuran pislik tetikçi saklanmış, yakalanmamış, elini kolunu sallaya sallaya ta samsun’a kadar gitmiş ve orada sırtı sıvazlanarak yakalanmış..

öyle mi..

bu kadar basit..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ha bir de olayın öncesi var : cinayet bağıra bağıra geliyorum demiş..

istihbarat raporları akmış durmuş devlete, fakat ortalarda dolanıp dolanıp, imzadan imzaya giden evraklardaki ihbarı hiç kimse görmemiş, duymamış.. derin bir sessizlikte kaybolmuş bu ihbarlar..

önce hrant dink abimiz, yaşadığı ilin valiliğine çağrılıp en üst yetkililerce ayağını denk alması konusunda uyarılmış, hukuk diliyle söylersek ‘tehdit’ edilmiş..

sonra da ayağını denk almayan hrant dink abimiz kahpece katledilmiş.. ama ama ama bu işi örgütlü bir yapı yapmamış.. ‘bireysel , münferit bir menfur saldırı..’ bu kadar basit işte.. zaten hepimiz biliyoruz ki ‘bireysel , münferit bir menfur saldırı..’ cümlesi bu ülkenin yazgısı.. ‘abdi ipekçiler, uğur mumcular, mehmet sincarlar, ahmet taner kışlalılar, musa anterler, doğan özler, turan dursunlar, cavit orhan tütengiller ve onlar gibi yüzlerce aydın, milletvekili, savcı, sanatçı katledilir ama hep aynı cümle hazırdır : ‘bireysel , münferit bir menfur saldırı..’     

devlete karşı en ufak bir hak arama amacıyla insanlar ses çıkarınca örgüt isimleri havada uçuşurken nedense bu devletin kimliğini ve pasaportunu taşıyan ermeni vatandaşı istanbul’un göbeğinde katledildiğinde örgüt bulunamıyor işte..

ülkemizde uygulamada ve öğretide benimsenen ve ilgili türk ceza kanununda tanımı yapılan yasadışı örgüt oluşturmak suçu ve yasadışı örgüt üyesi olma suçu eyleme geçmeden de hazırlık hareketlerinin de cezalandırıldığı bir ‘tehlike suçu’dur.. bu kapsama alınmasındaki amaç gelecekte işlenebilecek suçların önlenmesidir.. basit bir birleşme için bir araya gelme değil de toplum için tehlike yaratacak bir birleşmeyi cezalandırmak amaçlanır.. bu tip suçları basit bir birleşmeden ayıran unsurlar devamlılık, birden fazla suç için bir araya gelmektir.. ortada ortak bir niyet ve sayısı belirsiz sayıda eylem yapmaya yönelik ortak bir karar ve birlikte hareket etme kararlılığı olmalıdır.. bu kadar basit tariflerden sonra hukuk okumayan, bilmeyen bir insan bile ‘birlikte sayısız eylem yapan ve sürekli bir arada bulunup, ortak hareket eden hrant dink davası sanıklarının yapılanmasında örgütü açık seçik görür ve söyler..  ama beş yıllık bir yargılama sonucunda bu cinayette örgütsel yapılanma bulunamaması çok ilginç ve acı değil midir..

bu adamlar yaşadıkları ilde birçok olaya karışmış, hamburgerci bombalamış, adam dövmüş, tehdit etmiş, devletin ajanı olduğu söylenen ‘abilerden’ en jantisi sayısız rapor yollamış çalıştığı birimlere bu cinayet işlenecek diye ama raporları okuyup arşive atan herkes derin derin susmuş..

bu susuşta, görmezden gelme de bile ortak bir amaç, bir örgüt yok mu.. burada bile bir yapılanma yok mu..

var..

var..

var..

bayrak önünde sırt sıvazlanarak çekilen fotoğraflarda örgüt yok mu..

var..

var..

var..

ama hayır yokmuş be, ne yaparsın ey ‘bireysel , münferit bir menfur saldırı kurban adayı’ vatandaş..

insanlığınızla kalın..”

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“su da önemli ama.. ateştir benim ustam..”

“Ömrüm diyorum şimdi ömrüm

Üzgün bir çocuksun sen ve yalnız

Öyle kal çünkü bu dünyada

Sana en çok mutsuzluk yakışıyor”

Ahmet Telli

Yılların koşar adım geçtiği,   hüznün her an hayatımıza hem sevinç, hem zehir akıttığı bir hazin geçit ömrümüz..  neyse ki vazgeçtim çoktan yılların adımlarını saymaktan.. otuzlu yaşlarda çok yıkıcı ve yorgun geçen bir beş yıldan sonra bir anda  kaç yaşında olduğumu  fark ettim..  unutmuştum  saymayı.. bir yaş hesabı iddiasıyla başlayan öylesine bir sohbet benim kaç yaşında olduğumu fark etmemi sağladı..  her aklıma geldiğinde ağız dolusu güldüğüm bir anıdır..  kendimden bu kadar çok uzaklaştığım için kendime üzüldüğüm bir yoğunluk yaşadım o anda. Oysa ne olursa olsun şimdi koca bir kadın olan, güzel gözleriyle etrafına umutla bakan, çok çalışkan, çok heyecanlı, dünyadan kendi payını isteyen o kız çocuğunu korumaya söz vermiştim  yıllar önce..  ne yazık ki hiç koruyamadım hayatın acılarına, darbelerine karşı.. çünkü hala küçük bir kız çocuğuydu o.. dünyayı hala anlayamıyordu..

“Ölüm hiç de ürkünç gelmiyor

Yaşanmışsa tüm yaşanacaklar

Acı yitiriyor anlamını ve renkler

Kül oluyor körleşirken gökboşluğu”..

Ya yaşanması gerekenler hep yarım kalmış ise..   yine de ölüm ürkünç değil midir.. ?

işte bu gel gitlerle uğraşırken, bir arkadaşımın mesajıyla ‘itü’de seyyar sahne tarafından ‘oğuz atay’ın ‘tehlikeli oyunları’nın sahnelendiği bilgisini aldım..

Erdem Şenocak bana göre çok başarılıydı.. tek kişilik bu performans ve bir de salıncak.. oğuz atay niyetine gidip sımsıkı sarılasım geldi kaç defa.. sahnede görmek masalsı bir duygu.. çok başarılı .. ve bu yürek işi bir çalışma.. ticari kaygıdan uzak.. seyyar sahne “tezer özlü -çocukluğun soğuk geceleri”ni de sahneliyor..

‘Oğuz Atay,  Tehlikeli Oyunlar’;  “ağzının, güzel dudaklarının kenarında bir gülümseme yaratmak için, ne uzun yollardan geçiyorsun. kendinden veriyorsun, durmadan eksiliyorsun. oysa bazı insanlar, oldukları gibi kalarak elde ederler istediklerini. ben, kanımı damla damla süzerek veriyorum” 

Evet, bazı insanlar hiç çaba harcamadan, oldukları yerden kıpırdamadan elde ederler dünyayı.. yoksa çok şey mi bildik, istedik ve hayal ettik .. ahh oğuz atay..

Bir de geçen gün Cemal Süreya öldü dediler..  öldüğü gün dediler..

 O en güzel, en mutlu, en mutsuz, en hüzünlü  anlarımın şairlerinden.. o bir dersim sürgünü..

 “Bizi kamyona doldurdular.

Tüfekli iki erin nezaretinde..

Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular..

Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar..

Tarih öncesi köpekler havlıyordu.” 

Her şeye rağmen, kendini doğuran  insanlık.. cemal süreya’yı doğuran hayat.. aşkın şairi.. her daim  hüzün verirken, derde derman olan kelimelerin büyücüsü..

‘aşk’ şiirinde beni benden alan.. işte o çok sevdiğim dizeler.. imgeler..

…..

 “Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek

Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken

Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti

Çünkü iki kişiydik..”

“Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya

Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız

Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu

İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük..”

hayat başka nedir ki..?  sadece ‘an’lar.. ‘Keşke yalnız bunun için sevseydim seni’

‘Taflan’

‘dürtme içimdeki narı.. üstümde beyaz gömlek var..’

“Her şey bitti.. canım artık eskisi gibi yanmıyor.. yok yok yanmıyor.. sadece sıkıldım sanırım son zamanlarda olan bitenlere.. geçer birkaç gün sonra.. geçer.. çünkü bazen acı çekerken bile sevdiğimiz duygular var.. ben artık bazı kişilere, bazı şeylere  ait hiçbir duyguyu sevmiyorum.. beni bırakıp gitsinler artık  o duygular.. yoksa yanıyor mu canım hala.. neden bu tuhaf iç bulantısı.. görmek istemediğim, duymak istemediğim her şey niye bu kadar bana sadık.. beynime üşüşüyor.. kelimeler dilimin ucuna.. kendi kendime söylenmeye başlıyorum..  hatıraların sadece iyi olanları kalsın bana.. diğerleri gitsin.. istemiyorum.. istemiyorum.. ben iyiyim böyle..  bir şarkı dinliyorum. Gripin ..

‘sorma, sorma doldur boğaziçini

sen doldur ben içerim efkarımla kana kana

durma, durma doldur boğaziçini

sen doldur ben içerim yalanlara kana kana

durma, canım cayır cayır yanıyor

söndür yalvarırım durma n’olur durma

 

durma, yağmur durma

sorma, sen de onu sorma’

çok seviyorum bu grubu.. tam gripin gibi.. iyileştirici.. eskiden gripin vardı ağrı kesici kocaman bir şey.. nasıl yutarmışız onu hala aklım almıyor.. hala da var sanırım.. bakkaldan alırdık o zamanlar. Eczanelerde de satılırdı.. ama ben bakkal çağında büyüyen bir çocuğum.. bakkalların, tuhafiyelerin, manav ve kasapların olduğu mahalleydi benim için İstanbul.. dondurma arabaları, yoğurtçular, macuncular, pamuk şekerciler, sütçüler geçer.. sokakta oynar, kırkıncı seslenişte evlere giderdik.. bağırış çığırış.. bizimkiler dindar olmadığı için öyle ezan okununca gel muhabbeti yoktu.. ama biz yine de diğer arkadaşların çoğu çekildiği için ezan okununca eve giderdik.. eskiden daha dayanıklıydık, korkusuzduk.. sokakta kavgayla büyüyen çocuk güçlü olur.. o hesap..  ben ufacık bir çocukken, bizim bakkalda ekmek yoksa koca semti dolanır bulurdum o ekmeği ve eve yetiştirirdim.. hiç korkmazdım o akşam saatlerinde.. bugüne göre daha güvenli olsa bile istanbul’un tehlikeleri hep bakiydi.. kardeşim kaybolmuştu defalarca.. onu ağlaya ağlaya sokaklarda arayışlarım geldi aklıma.. bana emanetti.. annemler fark etmeden bulmam gerekiyordu.. bütün çocuklar seferber olurduk.. en sonunda bir yerlerde bulurduk.. sıpa takılır bir at arabasının arkasına gidermiş.. o zamanlar at arabaları da vardı istanbul’da.. bir keresinde yine takılmış öyle dizleri neredeyse parçalanmıştı.. çok yaramazdı.. sonra büyüdü aslan gibi bir adam oldu.. karşı komşumuzun anneme seslenerek kahvaltıya çağırışları.. şimdiki gibi iki  gün önceden randevulaşma yoktu o zamanlar.. elişini alır, yününü alır komşuya oturmaya giderdin.. ben o zaman  çok mutlu bir çocuktum.. büyüme sancıları hiç yaşamadık biz.. nerde öyle ergenlik falan.. hormonlarımız ne alemdeydi bilmem.. yoktular galiba..  azıcık mızıklan anne ya da baba ağzına çakarlardı bir tane kendine gelirdin.. ne bunalım kalır ne bir şey… bayramlarda kart yazardık birbirimize.. bir çanta dolusu tebrik kartlarım var.. biz telefonun ortalama 10 senede çıktığı bir zamanda büyüdük..

hiç unutmam.. beğendiğimiz çocuklar  vardı.. çocukluk aşkı işte.. o zaman çıkmak derdik sevgili olmaya.. çıktığın var mı ? aynı semtin çocukları olurdu genelde sevgililer o zaman.. arka sokak alt sokak falan.. mahallenin kızları birbirine ıslık çalarak haber verirdi birinin sevgilisi geçince sokaktan.. evet evet aynen öyle.. telefon yoktu kimsede.. o yüzden büyüdüğüm sokağa gittiğimde o görüntü gelir gözümün önüne.. şu an bile gülümsüyorum sevinçle.. ne güzel zamanlardı.. yokluk vardı ama kocaman duygular, ıslığımız, mahalle aşklarımız,  kocaman yürekler ve gerçek insanlar vardı.. incir olduğu zaman herkese dağıtan komşularımız vardı. Akşam çaylarının demlenerek sokakta kapı önünde içildiği muhabbetler vardı..

acılardan haberim yoktu.. sadece okul ve kendi dünyamız vardı.. biz   güçlü çocuklardık.. şimdiki çocuklar gibi kırılgan değildik.. peki ne oldu zamanla bizim bu güçlü çocukluğumuza.. çok sert bir dünyaya büyüdüler.. insanın yok sayıldığı, duyguların kolayca sömürüldüğü, aşkın yalan olduğu, dostlukların, insanların çoğunlukla ikiyüzlü olduğu,  teknolojinin  yalnızlaştırdığı bir yaşama bu saf, masum ve yiğit  çocuklar uyum sağlayamadı.. hayatı bu kadar doyasıya yaşarken yalnızdılar.. dostları varken yalnız hissediyorlardı.. duyguları hep başka bir zamanda kalmış gibiydi.. o yüzden kendimi çok sıkkın hissettiğimde çocukluğumun olduğu anılara uzanırım.. o semtlerden geçerim.. ana rahmi gibidir.. güvenlidir.. ilk doğuş gibidir.. bu bir terapi bana göre..

ama gerçek hayat hep yanı başımızda duruyor işte.. 35 kişinin uluderede bombalanarak öldürülmesi üzerine, canımın çok yanması.. yine sessizliğe gömülmek ve yeni bir anma günü eklenmesi şanlı tarihimize.. bu minvalde aklıma gelen bir film.. basında da işlendi bu film.. yönetmen ‘bahman ghobadi’,  ‘Sarhoş Atlar Zamanı / Zamani Barayé Masti Asbha (2000)..’  hayatta kalma mücadelesi.. kaçakçılık yapılarak yaşama tutunmaya çalışanların hikayesi.. gerçek hayatlar.. ve kaçakçılık öyle illegal bir kelime değil.. söylenip biten bir kelime değildir.. aşkları, yiğitlikleri, efsaneleri, acıları, kahramanlarıyla, kahramanlıklarıyla bambaşka bir dünyadır.. milyon tane film yaparsın.. şiir yazarsın.. şarkı yaparsın..  kaldı ki 100 metre öteye akrabalarına tarlasına geçmeye de kaçak denilen bir coğrafya orası.. ve ben yine filmlerime gömülüyorum.. bazen mutluluk , tamamen insansız olmakta..

çerçöpleri atın.. güzel anılarınızla kalın..”

‘Taflan’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Belinde Diyarbekir kuşağı ..

Zulasında kimbilir hangi hınç, hangi mısra

Yürür namus bildiği yolda…

Yürür yine de yalınayak ve

ayakları yanarak..’

Ahmed Arif

‘esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim..’ – ÖZCAN ALPER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“senaryoyu yazarken tek bir çizgide ilerlemiyorum.. o süreçte çok emek harcıyorum.. filmi yazma ve çekme süreçlerinde ben de öğrenmesem, heyecanlanmasam belki de film yapamam diyebiliyorum kendi kendime döndüğüm zaman.. çünkü sadece setin mekanikleşen bir tarafı var.. bense film yapmak istediğim andan itibaren kendimce alt kazılar dediğim 4-5 katman belirliyorum.. bu hem hikaye, hikayenin geçtiği mekanlar, beslendiğimiz sinema, edebiyat.. bu etkilenmeyi olumlu bir şey olarak görüyorum.. yönetmen görüşünü, hikayenin ilk halini yazdığım zaman rahatlıyorum.. işin temeli çıkmış oluyor.. ondan sonrası emek yoğun bir süreç oluyor.. kentin kendisini de, doğanın kendisini de bir karakter gibi düşünmeyi ifade ediyorum ve bunun üzerine çalışıyorum.. yazma sürecinde o mekanlara ve kente daha çok gidip gelmeye başlıyorum hatta orada yaşamaya başlıyorum.. o kentin görünürdeki hikayelerini değil derinliğini yakalamaya çalışıyorum.. sabah erkenden kalkıp sokaklarında dolaşıyorum, ruhunu yakalamaya çalışıyorum.. ‘sonbahar’da örneğin ‘john berger’in ‘avrupa üçlemesi’ benim için yol gösterici oldu.. ölmekte olan köylülük hakkında yazdıkları.. birinin senden önce yapmak istediğini edebiyatta yaptığını görüyorsun.. ‘john berger’in bunun için çamlıhemşin’de yaşaması gerekmiyor.. alpler’in altındaki fransız köylerinde de aynı şeylerin yaşandığını görüyorsun..

..

filmi büyük bir ev olarak düşünmüştüm.. bana bunu hatırlatan ‘tül akbal’ın kitabı oldu sanırım.. bizim çamlıhemşin’deki evleri düşünün.. odaların açıldığı ortadaki odaya ‘hayat’ denir bizim orada.. orta kısım geniştir, odalar ise dar olur.. ‘sonbahar’daki ‘yusuf’un odası çok küçüktü örneğin, bir usta bulup büyütmek zorunda kaldık.. yine de bir hapishane hücresinden daha büyük olmadı.. düşündüğüm şuydu : bir sorun çıkıyor bir odayı kapatıyorsun, türkiye de böyle.. bir süre sonra bir yaşam alanı kalmıyor.. ev ve oda konusu üzerine düşünmüştüm.. kendi yaşam alanını da yok ediyorsun aslında..

yası nasıl tutacağız meselesi aslında.. ağıtlar da bunun bir parçası.. türkiye’de aslında etnomüzikoloji diye bir bölüm yok.. antropologlar ilgileniyor..

buradaki esas sorun ülkenin kendisinin aslında bir kayıplar ülkesine dönüşmesi ama bununla nasıl baş edilecek,  yası nasıl tutulacak belli değil.. o yüzden ‘john berger’in ‘efendilerin’ sözünü kullandım ve ’musa anter toplumsal hafıza merkezi’ni kurdum filmde.. bütün otuz yılda çok ağır koşullar yaşanırken bir arşiv tutulmamıştı aslında.. tabi 1,5 milyon ermeni’nin öldüğüne resimlerini görünce mi inanacaklar.. esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim.. filmin bir yerinde, filmin kendisi de sadece kayıt altına almayı amaçlıyor, sadece bunu yapsa yeter dedim.. o yüzden kayıplarla ilgili kayıtları uzun uzun çektik..

film esnasında onlarca kişiyle kayıt yaptık.. bir kopyasını bir kurum olsa da versek diye düşündüm.. ama orada fark ettim ki , ağıtlar, dengbejler de bu hafızanın korunmasını sağlıyor.. yaşar kemal ağıtların bir direniş biçimi olduğunu da söylüyor.. başka kültürlerle de karşılaştırıyor.. faili meçhul cinayetlerde kaybedilen insanların fotoğrafının üzerine bir tülbent örtülüyor evlerde.. ölüm yaşanmıyor, kabullenilemiyor.. bu durumda ciddi travmalar yaratıyor.. bir mezarı olsa her şeyi affedecek hale geliyor kadınlar.. o mezara gidebilse neredeyse yarı yarıya bağışlayacaklar..”

YENİ FİLM Dergisi’nden SERAY GENÇ ve YUSUF GÜVEN’in ÖZCAN ALPER’le yaptıkları röportajdan bir bölüm..

Röportajın tamamı için ‘YENİ FİLM DERGİSİ..’, Sayı 24, Kasım 2011,  Sayfa 14, 15, 16, 17, 18, 19..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘siz inanmayın bir gün değişir elbet güneşe ve penise tapan rüzgârın yönü..’ – Arkadaş Z. Özger

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“seversiniz sevmezsiniz türk sanat müziği sanatçısı ‘bülent ersoy’ geçenlerde bir şeyler anlattı çocukluğuyla ilgili.. anlattıklarının arasından güzel ve yiğit insan ‘deniz gezmiş’le ilgili söyledikleri şeyleri yağlı boya medya sanki çok acayip bir durummuş gibi cımbızla çekip manşetlere taşıdılar..  ‘deniz bana üç gazoz aldı, ben ona şarkı söyledim, sesimi çok beğendi, ben onların toplantılarına katıldım vs..’

iki üç gün boyunca gazetelerde bolca yer aldı bu haber.. arkasından ‘bülent ersoy’a sağlı sollu salvolar başladı.. içlerindeki erkek egemen, cinsiyetçi, faşist pislik düşünceleri kusmaya başlayan ve çoğunluğu kendisine ‘solcu’ diyen güruh saldırılarını tehdit derecesine vardırdı.. yazıklar olsun hepsine..

ar damarı kopmuş çağımızın insanlığında böyle insanların kendilerine ‘solcu’ demesi de gayet normal gelmeli bizlere ama hala insan ‘kalabildiğimizden’ yine de öfkeleniyoruz.. beğenirsiniz beğenmezsiniz ‘bülent ersoy’un açıklamalarını, ‘doğru değil, yalan söylüyor, reklam yapıyor, şu nedenlerle mümkün değil’ diyerek yalanlayabilir, karşı argümanlarınızı sunabilirsiniz.. fakat bastırılmış cinsel duygularınızı, içinizdeki faşist düşünceleri kusarak insanların cinsel tercihlerine, kişiliğine saldıramazsınız..

‘bülent ersoy’a yapılan bu çirkin saldırılara katledilmeseydi eğer en önce özgürlük için yaşamını hiç duraksamadan feda eden ‘deniz gezmiş’ isyan ederdi.. önce onun kemiklerini sızlattınız beyler, bayanlar..

kimler yoktu ki bu faşist güruh arasında ‘deniz gezmiş’in arkadaşı olduğunu söyleyen ama onu hiç tanıyamamış, anlayamamış insanlar, 68’li olduğunu söyleyip 2000’lerde faşistlerin avukatlığını yapanlar, eski maocu yeni liboş tayfa, demokrasi için mücadele ettiğini söyleyen demokrasiyle alakası olmayan ‘ne sağcıyım ne solcuyum paranın en has kuluyum tayfası..’ ne ararsınız var aralarında..

1980’lerde ‘bülent ersoy’un sahneye ve televizyona çıkmasını yasaklayan faşist diktatörlerden hiçbir farkları yok ve hatta onlardan daha faşistler..

dostlarımızla konuştuğumuzda hep deriz zaten ulan bu tip ‘solcular’  hiç iktidara gelmesinler, bir gelseler önce bizi içeri tıkıp, kökümüzü kurutacaklar.. çünkü şöyle bir ‘solculuk’ anlayışları var : yaşama hakkına, farklılıklara, tercihlere saygı duymayan ve yok etmek isteyen bir ‘solculuk..’

bu ‘solcuların’ zihniyetlerinin ‘hitler’in üstün ırk teorisi ve katliamlarından, keza ‘mussolini’ ve ‘franco’ gibi faşistlerin yaptıklarından, ‘stalin’in sosyalizmden anladığı ‘tek ülkede sosyalizm, kutsal anavatan savunusu’ adına yaptığı katliamlardan, sürgünlerden, cinayetlerden, itaat eden koyun sürüsü olacak tek tip insan modelini oluşturmaya çalışan 12 mart, 12 eylül diktatörlerinin katliamlarının temelinde yatan düşüncelerden hiçbir farkı yoktur.. 

bir insan arap ya da türk ya da kürt ya da ermeni doğabilir.. nasıl bu durumun seçiminde engeller koyamazsanız insanların doğuştan gelen ya da sonradan cinsel tercihlerine de engeller koyamazsınız.. bu kadar basit ve doğal bir olayı hala içselleştirememiş ve kabullenememiş aciz insanlar güruhu var işte dünyada..

yıllar önce ülkemizde ‘zeki müren’le, bülent ersoy’a’ yapılmayan kalmamıştı.. otuz kırk sene geçti dünya değişti ama bizdeki beton kafalar hala değişmedi..

ben ‘zeki müren’i çok severim ve onun sesini duymadığım gün yoktur hemen hemen, ‘bülent ersoy’u onun kadar olmasa da severim ve dinlerim.. hiçbir zaman cinsel tercihleriyle, özel yaşamlarıyla ilgili düşünmedim, konuşmadım, espri yapmadım çünkü aklıma bile gelmedi onların bu tercihleri.. beni ilgilendirmiyordu ki.. beni ilgilendirmeyen bir konuyu neden düşünüp, konuşayım, tartışayım ki.. cinsel tercihleri veya özel yaşamlarından yola çıkarak onların siyasal düşüncelerini, sanatlarını, hayat hikayelerini, anılarını nasıl yargılayabilirsiniz, nasıl ilişkilendirebilirsiniz.. ve nasıl bu kadar acımasız olabilirsiniz anlamıyorum.. acınacak zavallılarsınız.. zerre kadar insanlık yok içinizde..

özgürlük, devrim gibi idealler uğruna kendilerini feda eden yiğit insanları tanrılaştırıp, putlaştıranlar ve onları sömürenler de bu zihniyetlerdeki insanlardır.. bunların halka ulaşamamasının, politik mağlubiyetlerinin nedeni de zaten bu özgürlük düşmanı yapılarıdır.. onlar  ‘solcuysa’ da biz değiliz, onların olsun ‘solculuk’ da, devrimcilik’ de, 68’lilik de..

‘bülent ersoy’u tehdit edecek kadar zavallılar ama bizler onları sadece büyük hocam ‘ünsal oskay’, sevgili  ‘arkadaş zekai özger’in yazdıklarına havale ediyoruz..

onlara inat hepimiz ‘zeki müren’iz, ‘bülent ersoy’uz..

bu sefer gülüşünüzle kalın demeyeceğim.. bu tip ‘solcular’dan uzakta kalın..”

Crockett..

‘benim de toprağım yok..’ (‘Beckett ve Genet Tanca’da Bir Çay..’ , Tahar Ben Jelloun)

“beckett, genet’in ittiği tekerlekli sandalyeye oturmuş, eski bir ezgi mırıldanır.. hafifçe ıslık çalar, genet’yi sinirlendirmeye çalışır..

beckett : ‘yaşlı kafes (kendi bedenini gösterir) kah iyi kah kötü; bir gün can çekişiyor, başka bir gün yerinde duramıyor..’

sessizlik..

beckett : kelimeler.. sessizlik damlaları.. tek istediğim sessizlik içinde olmak. ama burada ipin ucunu kaçırdık.. siz konuşup duruyorsunuz.. bense size cevap vermek zorundayım.. sessizlikten korkuyorsunuz..

genet : hiç değil, beckett, ben de sessizliği seviyorum.. ben de sessizlik istiyorum.. ama ikimizin de birbirimizin göz akına bakıp kalmamızı istemediniz sanırım.. insan her gün bir ‘samuel beckett’a rastlamaz.. siz bir kum tanesisiniz, anıtsal bir kum tanesi.. çorak toprağın yorumcusu.. ama ne kadar anıtsal bir kum tanesi de olsanız, buradasınız, küçük bir arabanın içinde, kocaman bir bekleme salonunda kaybolmuş.. giacometti’yi bekliyorsunuz.. işte.. açık değil mi.. değil mi.. (bir süre sonra) tanca’ya ne yapmaya geldiniz.. tiyatroya ihtiyaç duymayan, her şeyin kahvelerde olup bittiği bir şehre; kahveciye ‘ionesco’yu içeri almamasını söyledim.. onun burada işi yok..

..

genet : savaştınız mı siz..

beckett : direnişteydim.. insanın kollarını kavuşturup duramayacağı anlar vardır.. kimseyi öldürmedim, fareler hariç.. savaşın bitiminde saint-lo’daydım; hastanedeki hemşirelere yardım ediyordum; berbat vaziyette gelmiş yığınla insan vardı; onları  tedavi ediyorduk; alman esirlerse iyi durumdaydı; çalışıyorlardı.. sorun doğumhane ve çocuk servisiydi; harabe haldeki şehirde cirit atan fareler karşısında özellikle oradakiler çok çok zayıftı.. farenin kökünü kazıyacak kimyasal yoktu.. benden fare zehri bulmamı istediler;  paris’e koştum ve curie hastanesinin patoloji servisinde çalışan bir dostuma danıştım.. bana bir solüsyon verdi, mısır tanelerinin üzerine konulacaktı ve taneler de stratejik köşelere yerleştirilecekti.. böylece az kazımadım köklerini.. son savaşçılık başarım budur..

..

genet : kara eylül katliamlarının hemen ardından filistin mülteci kamplarını ziyaret ettikten sonra, filistin halkının uykuda katledildiği sabra ve şatila kampını ziyaretimden sonra, claude mauriac ‘fiagro’da bana bir sayfa ayırmıştı.. ona şöyle dedim : ‘ben edebiyattan asla söz etmem, sayfanızı filistin’de kendi gözlerimle gördüklerimle dolduracağım, çocukların susuzluktan öldüğü kamplarda; annelerin onları ağlamadan gömdüğü, çünkü acıları öyleydi ki bu kadınları gözyaşları bile tesellisi edemiyordu, evet, bu kamplarda gördüklerimi..’ bunun üzerine claude bana o yumuşak, nazik sesiyle şöyle dedi.. (taklit eder..) ‘hayır, jean, yapamam..’ zavallı, çok nazikti..

beckett dikkatle dinler, başını ellerinin arasına alır.. beresini kafasına iyice geçirir, yüzü görünmez olur..

sessizlik..

beckett : her insanın kendi gölgesi vardır.. filistinli’nin de..

bir an tereddüt ettikten sonra..

genet : filistinli’nin de.. filistinlileri savunuyorum.. kendi kaderlerini tayin hakları var.. fakat adaletsizlik onları gezgin bir halk yapmasıydı da bu kadar sever miydim, bilmiyorum..

sessizlik..

ben, kendimi devrimci sandım, ama değilim, ben bir marjinalim, bir münzevi, bir serseri.. benim de toprağım yok..

onlara yardım etmeye çalıştım.. onlara diyordum ki : ‘beni kullanın, kullanın beni..’ ama onlar bana yardım etti, yaşamama yardım ettiler.. onlar olmasa intihar ederdim.. hatta onların kampında kendime bir anne bulduğumu bile sandım, belki benim annem.. bundan daha önce söz ettim sanıyorum..”

TAHAR BEN JELLOUN..

‘BECKETT VE GENET  TANCA’DA BİR ÇAY..’ , TAHAR BEN JELLOUN, Çeviri : IŞIK ERGÜDEN, SEL Yayıncılık, Kasım 2011, 86 Sayfa..

Kitap Arkası :

“fas’ın tanca şehrinde, aşıkların, turistlerin ve entelektüellerin müdavimi olduğu denize nazır ünlü hafa kahvesi.. taraçalardaki masalarda naneli çaylarını yudumlayan gençlerin arasında tanıdık bir sima, jean genet, tüm ekşiliği ve enerjisiyle siyah tarafta hayata diklenmekte..

heykeltıraş giacometti’nin elinden çıkmışçasına zarif, samuel beckett, bu hayali karşılaşmanın beyaz tarafında.. godot’yu beklercesine hayali bir metin.. uzun yıllar genet’yle dostluğunu sürdürmüş, goncourt ödüllü yazar tahar ben jelloun’un kaleminden..”