Archive for the ‘Güncel’ Category

Elazığ Depremi..

ADIN YIKILSIN DEPREM..

Dün Elazığ’daydı deprem.. Yine ‘sıra nerede’  demeden , bir süre ağlayıp sonra unutmadan , deprem gerçeğine hazırlıklı olalım.. Yönetenler hep unutturdu ; a , b , c partisi farketmiyor ; acil şifalar , başsağlıkları dileyip , devletimiz ve milletimiz güçlüdür dedikten sonra unutuyorlar unutturuyorlar..

Sırada olduğu bilinen İstanbul dışında şimdi bas bas bağırıyorlar deprem uzmanları Balıkesir , Bursa , Bingöl ve Hatay her an olabilir diyorlar ve ayrıca yanıbaşımızda Girit adasında Türkiye’yi de hem deprem hem tsunami açısından etkileyecek bir deprem her an olabilir diyorlar..

Benim naçizane bir felaket öngörüm vardı , tekrarlıyorum : İstanbul gibi bir yerde beklenen deprem olduğunda enkaz altından kimseyi çıkarmayacaklar , çıkar-A-mayacaklar ; her enkazın üstüne beton döküp , bir mezartaşı dikecekler ‘bu binada şunlar yaşıyordu’ yazacaklar.. En kötü kabustan beter değil mi ama malesef geçmişte yaşananlar bunu öngörmeme sebep oluyor.. İzmit Gölcük ve Bolu depremleri sonrası yaşananlar ortada , unutmayanların hafızasında.. Yukarıdaki acı öngörüm bu yüzden.. Baksanıza şimdiden ölülerimizi , yaralılarımızı sayıyorlar otuz bin elli bin altmış bin diye.. ‘Kimse ölmeyecek , izin vermeyeceğiz engelleyeceğiz’ demiyorlar , diyemiyorlar.. Uzaktaki veya yakındaki felaketi bekliyorlar , bence felaket değil göz göre göre gelen cinayetler bunlar.. ‘Allah korusun , Allahın takdiri’ gibi bilinen repliklerle hazırlanıyorlar büyük felaketlere..   

Deprem gerçeğini unutmayalım unutturmayalım ,  hazırlıklı olalım.. Şu cümleyi birbirimize hep hatırlatalım : ‘Deprem değil yıkılan binalar öldürüyor..’   

EVLER TOPRAKTI TOPRAK OLDU.. 

Gelişmişlik göstergeleri hazırlanırken belli verilere dayanılır..
Aşağı yukarı bütün dünyada böyledir..
Çünkü ben kalkındım demekle olmuyor.. 40’tan fazla göstergeden iyi not almak gerekiyor.. Birkaçını sıralayalım..
*  *  *
Bebek ölüm hızı..
Nüfus artış hızı..
Kişi başına milli gelir..
İşsizlik oranı..
Ortalama günlük bir doların altında olan nüfus oranı..
İşgücüne katılma oranı..
Yetişkinlerde okuryazarlık oranı..
İlköğretimde okullaşma oranı..
Eğitime harcanan pay..
Sağlığa harcanan pay..
Kadın milletvekili oranı..
Yıllık enerji tüketimi..
Daha bir sürü kriter var.. Önerim şu.. Bundan sonra şu kriteri de koysunlar..
Hem de ilk sıraya..
Depremin büyüklüğü ve yer yüzüne yakınlığı ile yerle bir olan yapı oranı..
Depremin şiddetinin ölü ve yaralı sayısına oranı..
*  *  *
En önemli ölçü bu olmalı..
Dün tanık olduk.. Deprem bir şey yapmadı, salladı, geçti gitti.. Gördük ki topraktan olan evler toprak olmuş, insanları yutmuş..
Kerpiç ev dedikleri ne?
Samanlı balçık..
Pişirilmemiş tuğla..
*  *  *
Diyorlar ki, kerpiç evler yörenin mimari özelliği..
Değil.. Yoksulluğun simgesi!..
*  *  *
Şunu da diyorlar: Kerpiç evlerde yaşamak sağlıklıdır.. Olabilir..
Ama fayın üzerinde değil..

MEHMET TEZKAN (Milliyet- 09.03.2010) 

8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ..

9 Eylül 2009’da İstanbul İkitelli-Halkalı sapağında tabut gibi servis aracı içinde sel sularında boğularak katledilen 8 kadın tekstil işçisi Nebahat Salkım, Nuriye Can, Bircan Karataş, Özlem Ünal, Güldane Çiftçi, Altun Yüksek , Fikriye Öztürk ve Naciye Karadeniz ile Rosa Luxemburg’un , Emma Goldman’ın , Jean Seberg’in ve Rachel Corrie’nin şahsında TÜM DÜNYA KADINLARININ ‘8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ’nü KUTLUYORUZ..

Geçmişten günümüze : İNSANLARA İNANMAK.. – SABAHATTİN ALİ

İNSANLARA İNANMAK..

Yalancının en büyük azabı ; sözlerine kimsenin inanmaması değil , kendisinin kimseye inanmaması imiş..

Ne kadar doğru. Kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünmeyen , dünyada , bütün varlıklarını , kendi hasis emellerini doyurabilmeye harcayan zavallılar , bu dünyada , – sadece rahat gönülle yaşayabilmek için de olsa,- bazı insanların rahatlarından  , saadetlerinden , hatta selametlerinden fedakarlık etmeyenlerin başka insanların hayrına çalışabileceğine akıl erdiremiyorlar..

Ruhlarını ve yediklerini , hoş bir hayat , birkaç lokma nefis yemek , üç beş bardak keskin içki ve bir miktar cep harçlığı mukabilinde , insanlığın ve bu meyanda kendilerinin içerde ve dışarıdaki düşmanlarına satmış veya kiralamış bulunan biçareler , bütün bu nimet saydıkları şeylerin , bir fikir uğruna insanlığın hayrına serpilebileceğine , insanın kendini hakikatlere gönül vermesini yalanlara satmasından daha mesut edici olabileceğine inanamıyorlar..

Ama biz , akrep gibi kendi kendilerini zehirleyen bu adamlara kızmıyor , aksine , onları bu hale getiren sakatlıkları ortadan kaldırmak için savaşıyoruz..

Çünkü hayattaki bütün doğru ve güzel varlıklara inanmayan gözlerle bakan bu insanların ruhlarındaki hazin boşluk, bugünkü insanlığın ibret verici bir aynasıdır. İnsanların insanları seveceği ve insanlara inanacağı günü yaklaştırmak için çalışmakta devam edeceğiz..

 

SABAHATTİN ALİ

(ALİ BABA , 2. sayı , 2 Aralık 1947)

(Yapı Kredi Yayınları , Markopaşa Yazıları ve Ötekiler , 1998)

‘Ey Türk Faşisti..’ – AZİZ NESİN

 

‘..Ey Türk Faşisti!
Birinci vazifen Türk matbaalarını yıkmak, makineleri ısırmak, demirleri dişleyip duvarlara saldırmaktır. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli, gazeteleri çamurlara serip, üzerlerinde ağzın köpürünceye kadar tepinmektir. Bu temel partinin hazinesidir..

Bir gün nümayiş yapmak için emir alırsan, bütün polisleri yanı başında bulacaksın.

Meydanlarda, kitaplarını yaktığın, namuslu insanlar, bütün dünyada eşi emsali görülmemiş şekilde işkenceye tabi tutulabilirler. Emniyet müdürlüğümüzde dövülebilir. Demir ahmet tarafından sövülebilir. Bütün malları mülkleri zaptedilmiş, matbaaları yakılmış, gazeteleri kapatılmış, evleri tarumar edilmiş , çoluk-çocuğu dağıtılmış , haneleri işgal, kendileri perişan edilmiş olabilir.

Bütün bu şartlardan daha elim ve daha vahim olmak üzere, Amerika’dan borç dahi alınabilir. hatta bu borç alınan paralar ziyafetlerde yenebilir.

Ey faşist yumurcakları ! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi bütün bu yapılanları kafi görmeden, vazifen matbaaları yıkmak, makineleri ısırmak, namuslu vatanperverleri parçalamaktır. Muhtaç olduğun kazma, balta halk partisinin ambarlarında mevcuttur..’

Zincirli Hürriyet sayı -1 / 5 şubat 1948

Aziz Nesin ustanın ‘Tan Gazetesi baskınından’ sonra kaleme aldığı yazıdır yukarıdaki yazı.. Rivayetlere göre sonranın ‘büyük demokratları’ Süleyman Demirel ve Turgut Özal’da bu baskında yer almıştır (bunu yazanlardan birisi de ‘Can Baba’dır).

Altmış yılı aşkın zaman geçmiş ‘Tan Gazetesi baskının’ üzerinden ama faşistler aynı hızdalar bazı farklarla : her yerdeler ve kılık değiştirmişler.. ‘İçinde yaşamayı seçtiğimiz hapishanelerimizde’ (Doris Lessing) bile rahat , huzur , nefes alma hakkı vermiyorlar.. Mevcut egemenler ya da egemen olmak isteyenler insanlar kendi istedikleri tarzda yaşasınlar , düşünsünler istiyorlar.. Hepsi yalancılar , doğuştan yalancılar..  (‘..insanlar kahramanları oynuyorlar ; çünkü korkaklar… azizleri oynuyorlar ; çünkü kötü ruhlular.. suikastçiyi oynuyorlar ; çünkü yanı başlarındaki komşularını öldürmek için yanıp tutuşuyorlar.. insanlar oynuyorlar ; çünkü doğuştan yalancılar..’ – J. P. SARTRE)

İnanmıyoruz hiçbirinize.. Rahat bırakın bizi  ‘içinde yaşamayı seçtiğimiz hapishanelerimizde’..

Hiçbir duvar insanlığı sonsuza kadar hapsedemez , özgürlük düşüncesine hiçbir zaman sonsuza kadar gem vurulamadı , gem vuramadı.. Egemen güçlerin ya da egemen güç adaylarının ‘rıza üretim aygıtları’ , propaganda makineleri ve borazancıları da sonsuza kadar kandıramayacaklar insanlığı ‘demokrasi yalanıyla’..     

Yanı ba-şı-mız-da , her yer-de-ler.. Muhabbet ustası , güzel insan Hasan Işık üstadın dediği gibi ‘Hepsi arkadaşımız , hepsi …’

Bir kez daha burada güzel insan Ingeborg Bachmann’ın sözünü tekrarlayarak bitireceğim : ‘..Faşizm , atılan ilk bombalarla başlamaz , her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm , insanlar arasındaki ilişkilerde başlar , iki insan arasındaki ilişkide başlar..’

Z / ÖLÜMSÜZ.. – COSTA GAVRAS

aylakadamız :

Son günlerin ve son yılların gündemine sadece bir film ve bir yazıyla cevap vermek yeterli..

COSTA GAVRAS’ın  ‘Z  (ÖLÜMSÜZ..)’  filmi ve ÖZGÜR MUMCU’nun ‘AKP’Yİ SAVUNMAK DEMOKRATLIK DEĞİLDİR..’ makalesi..

Geçmişte 12 Eylül darbecilerine yalakalık yapan ve biat eden her dönemin fırdöndüleri şimdi demokrasi havarisi kesilmişler..

Kendilerine demokrat iktidara , her dönemin iktidar yanlısı fırdöndülerine ve postal yanlılarına..

 

 

Z (ÖLÜMSÜZ..) 

  

‘Filler tepişirken çimenler ezilir..’

Ne asker ne de sadece  kendine ‘demokrat’ iktidar.. İstemiyoruz hiç birisini.. Tüm baskıcı , gerici zihniyet ve yönetimlere hayır.. Ne postal ne de takunya görmek istemiyoruz.. Elinizi eğitimden , yargıdan , işçinin emekçinin köylünün cebinden , bu ülkenin yüz yıllık yatırımlarından , öz kaynaklarından çekin.. Tiyatronuzu kendinize oynayın beyler , bayanlar.. HİÇBİRİNİZE İNANMIYORUZ..   

 


‘GERÇEK KİŞİLERLE HERHANGİ BİR BENZERLİK KASITLIDIR..’

(Filmin girişindeki anlamlı cümle..)

Costa Gavras’ın Z (ÖLÜMSÜZ) filmi 1960 ların sonundan günümüzün karanlık , karışık günlerine hala ışık tutuyor.. Arayın bulun izleyin..

Yönetmen : Costa-Gavras.
Senaryo : Costa-Gavras, Jorge Semprun (Vasilis Vasilikos’un romanından).
Müzik : Mikis Theodorakis.
Müzik Yönetmeni : Bernard Gerard
Kamera : Raoul Coutard.
Sanat Yönetmeni : Jacques D’ovidio.
Yapımcı : Jacques Perrin, Hamed Rachedi.
Yapım : Reggane-Films (Paris), Oncic (Cezayir).
Süre : 127 Dakika.
Yapım : Fransız-Cezayir Ortak Yapımı.

Oyuncular :

Yves Montand (Barış Yanlısı Solcu Milletvekili),

İrène Papas (Milletvekilinin Karısı),

Jean-Louis Trintignant (Milletvekilinin öldürülüşünü soruşturan savcı)  ,

Jacques Perin (Gazeteci).

Yunanlı muhalif , barış yanlısı milletvekili Gregorios Lambrakis’in  Yunanistan’a uzun menzilli füzelerin yerleştirilmesi aleyhine yaptığı bir konuşmasından sonra, 22 mayıs 1963’te, bir triportörle gelen saldırganlar tarafından katledilmesini ve cinayetin soruşturulmasını anlatır. İktidar ve yargı ilişkilerini derinlemesine inceler ve eleştirir.  

 

Academy Award ödülünü kazanmıştır. Cannes’da Jean-louis Trintignant (soruşturma savcısı rolüyle) en iyi aktör ödülünü aldı. New York Film Eleştirmenleri ve Ulusal Film Eleştirmenleri Derneği en iyi film ödülünü kazandı. En iyi yabancı film ve en iyi kurgu oscarlarını da aldı. Filmin Mikis Theodorakis imzalı müzikleri de başlı başına bir başyapıt..

 

Filmin ilk sahnesindeki polis şefinin bir toplantıda generallere ve polis yetkililerine verdiği brifing konuşması :

‘..bir ideolojik hastalık küf gibidir ve önleyici tedbirler gerektirir. küf gibi, mikroplar ve çeşitli parazit unsurlar neden olur. bu nedenle insanların uygun çözeltilerle tedavisi kaçınılmazdır.
birinci aşama okullarda oluşur. burada, benzetmeyi bağışlayın, tomurcuklar hala çok gençtir. ikinci tedavi üniversite öğrencileri veya genç işçiler olarak çiçeklenmeye başladıklarında olur.
püskürtme ve kutsal milli hürriyet ağacını ideolojik küf hastalığından kurtarmak için en iyi zaman askerliktir.
havadan atılan broşürler, köylülerimize yeni bir tür ideolojik küfün ülkemizi kasıp kavurmaya başladığını anlatıyor.
bu yeni tür haince yayılıyor. bu sinsi bir düşman bizi tanrıdan ve saltanattan uzaklaştırıyor. hareketimiz, bu düşmana karşı yönelmelidir..’

Yunanistan’da askeri darbenin arkasından yasaklanan şeyler (filmde jenerik öncesi geçen yazıdan alıntı..) 

‘..barış hareketleri ,
grevler , sendikalar ,
erkeklerin uzun saçlı olması ,
mini etek ,
the beatles ,
modern ve popüler müzik ,
rus usulü kadeh kaldırma ,
bulgar usulü kadeh kaldırma ,
sofokles , tolstoy ,
sokrates , ionesco ,
sartre ,
aragon , troçki ,
lurçat , aristofanes ,
anton çehov , öripid ,
pinter , albee ,
mark twain ,
beckett ,
sosyoloji ,
uluslararası ansiklopediler ,
özgür basın ,
modern matematik ,
ve……
Z harfi (Yunan alfabesinde ‘Z’ harfi ‘ölümsüz’ ve ‘o yaşıyor’ anlamına geliyor)..’

PEYGAMBER DEVESİ..- ÖZGÜR MUMCU

PEYGAMBER DEVESİ

TEKEL işçilerinin direnişiyle emeğin örgütlü olmasının iktidarları nasıl rahatsız ettiğini gördük. Sekiz bin işçinin ısrarlı tavrı bile başbakanı çileden çıkartmaya yetti. Tüm bu peygamber kavgasının ardında Meclis kürsüsünde TEKEL işçilerinden bahsedilmesinin ve  Çalışma Bakanı hakkında gensoru verilmesinin olduğu unutulmamalı. Başbakanın peygamber olmadığını teolojik gerekçelerle açıklamasının, GATA’daki başörtüsü yasağından dem vurmasının ya da önceki gün olduğu gibi İmam Hatip Liselerinden bahsetmesinin sebebi köşeye sıkışmış olması. Sözlüde zorlandığı zaman konuyu iyi bildiği yerlere çekmeye çalışan öğrenciler gibi Erdoğan. Soru işçi hakları cevap başörtüsü ve İmam Hatip Liseleri. Kırk türküsü var hepsi de aynı konu üzerine.
Başbakan’ın kalfası Bülent Arınç’ın kostaklanarak hukuka aykırı ve gayrı meşru bir şekilde Meclis’te oda basıp bağırıp çağırmasının ardında da iktidarlarının gerçek bir güç tarafından sarsılma ihtimalinden korkmaları yatıyor. Neticede işçi sınıfıyla Dolmabahçe Sarayı’nda gizli mutabakat yapmanız zor.
ORAN
Buna rağmen erken bir heyecanla TEKEL direnişinden bir Paris komünü çıkartmaya da gerek yok. Çünkü iktidarın güvendiği bir şey varsa o da sendikalı işçi oranının inanılmaz düşüklüğü.
Türk-İş’e bağlı Liman-İş’in yaptığı bir çalışmaya göre Türkiye’de “ücretlilerin sendikalaşma oranının yüzde 6,1, özel sektörde sendikalaşma oranının yüzde 3,4’te kaldığı” belirtiliyor. Başbakan sırtını bu düşük sendikalaşma oranlarına dayadığı için neredeyse iki aydır sokakta yaşayan işçilere “‘Kusura bakmasınlar, bu ülke yolgeçen hanı değil, bu ülkenin sahipleri var” diyerek kabarabiliyor.
Aslında bu kadar rahatça işçileri “siz kölesiniz ve sahiplerinizi biliniz” anlamında cümlelerle azarlayabilen bir siyasetçinin yine de emek hareketinden korkması ve mazlumluk ve ilahiyat silahını çekmesi umut verici.
Anlaşılan o ki ne kadar çok işçi sendika üyesi olursa Erdoğan o kadar paniğe kapılacak. Sendikalaşmanın önünde bir çok engel var ve bu engellerin kalkması için gerekli kanun değişiklikleri yapılmalı. Fakat bundan daha kolay ve uygulanabilir bir ilk adım var.
TÜKETİCİ DESTEĞİ
Bu adımı arkadaşım Hale (Akay) öneriyor. Hale sendikalı işçi çalıştıran şirketlerin ürünlerinin üzerine “bu ürün sendikalı işçiler tarafından üretilmiştir” ibaresinin konulabileceğini söylüyor. Böylelikle sosyal duyarlılığı olan tüketicinin en azından süpermarkette sendikasız işçi çalıştıran şirketleri tespit etmesi ve onların ürünlerini almaması sağlanabilir.
Unicef ‘in girişimleriyle bugün Uzakdoğu’da üretilen bir çok ürün “Çocuk emeği kullanılmamıştır” ibaresiyle piyasaya sürülüyor. Bu uygulamanın bir çok büyük şirketin üçüncü dünya ülkelerinde çocuk emeğini sömürmesini engellediği biliniyor. Tüketici baskısıyla çocuk yaşta kölelikten kurtulan çocuklar var dünyada.
Sendikalaşma oranının bu denli düşük olduğu Türkiye’de tüketicinin, sendikalı işçilerin ürettiği ürünlere yönelmesi sendikalı olunmasına izin verilmeyen ya da kayıt dışı çalışan işçilerin sosyal güvenliğe ve sendikal haklara sahip olmasını sağlayacaktır. Kaldı ki tüketicinin de aldığı ürünü kimin ürettiğini bilme hakkı olmalı.
Sosyalistler ya da sosyal demokratla dışında AB taraftarı liberallerin de sendikal mücadeleye duyarsız kalmaması beklenir. Avrupa Birliği 2009 İlerleme Raporu Türkiye’de sendikal hakların yeterince tesis edilmediğine ve sosyal diyalogun yetersiz olduğuna açıkça işaret ediyor.
DEVE CÜCE
TEKEL işçilerine sadece halay çekerek destek vermek istemiyorsak, bu memlekette sendikalılığı arttıracak her yolu düşünmeli ve önerileri somutlaştırmalıyız. Ancak bu şekilde Tuzla tersane işçilerini TEKEL işçilerine, TEKEL işçilerini kot taşlama işçilerine bağlayacak bir bağ kurulabilir. O bağ bir kere kurulursa iktidarın densiz had bildirmeleri saygıyla masaya oturmaya dönüşür.
Biz de belki peygamberlik zincirinin kırılmasından değil, işçilerin zincirlerinin kırılmasından bahsederiz.
Bir de unutulmamalı ki “Peygamber develeri avlarını başları dik, ön bacakları kalkık bir biçimde hareketsiz durarak ya da öne arkaya yavaş yavaş sallanarak bekler. Bu davranışları ona dua ediyormuş görünümü verir.”

ÖZGÜR MUMCU

(Halkın Gazetesi BİRGÜN , 05 ŞUBAT 2010)

4 ŞUBAT 2010 GENEL GREV ! TEKEL İŞÇİSİ YALNIZ DEĞİLDİR !

TEKEL İŞÇİSİ 52 GÜNDÜR DİRENİYOR..

4 ŞUBAT 2010 GENEL GREV !

TEKEL İŞÇİSİ YALNIZ DEĞİLDİR !

İKİ DİL BİR BAVUL..

İKİ DİL BİR BAVUL..

‘İsimlerimiz.. Annelerimiz , babalarımız onları bulmak için ne kadar acı çektiler. Nasıl da bizi düşündüler. İsimler birer kelime sadece ve kelimeler ne anlama gelir ki.. Gözlerimiz isimlerimizdir..’- Fairuz (Lübnanlı Şarkıcı.)

FİLMİN HİKAYESİ : Türk öğretmenin, uzak bir Kürt köyündeki bir yılı. Öğretmen Kürtçe bilmez, çocuklar Türkçe. Öğretmen ilk kez gördüğü bu coğrafyada, bir yılını çocuklara Türkçe öğretmekle geçirir. 1 yılın sonunda çocuklar Türkçe öğrenebilecekler mi?

İki Dil Bir Bavul üniversiteden yeni mezun olmuş ve uzak bir Kürt köyüne atanmış Türk öğretmenin bir yılını, onun okula yeni başlayan ve Türkçe bilmeyen çocuklarla yaşadıklarını anlatır. Bir yıl boyunca öğretmenin farklı bir topluluk ve kültür içindeki yalnızlığına, çocuklar ve köylülerle yaşadığı iletişim problemine, çocuklardaki değişime tanık oluruz. Bu süreç boyunca öğretmen ve çocuklar birbirlerini yavaş yavaş tanımaya ve anlamaya başlarlar.

YAPIM – YÖNETMEN : ORHAN ESKİKÖY , ÖZGÜR DOĞAN

SENARYO – GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ : ORHAN ESKİKÖY

81 DAKİKA , 2008 (www.ikidilbirbavul.com)

AYLAKADAMIZ :

Denizli’li öğretmen EMRE’nin ilk görev yeri olan doğudaki Kürt köyündeki yaşadıklarının anlatıldığı şahane bir belgesel film İKİ DİL BİR BAVUL.. EMRE öğretmenin Türkçe bilmeyen öğrencileriyle yaşadıkları , köyün yaşam standartlarına alışmaya çalışması , köydeki yalnızlığı , ara sıra kapıldığı umutsuzlukları , kızgınlıkları.. Bir yandan da köyün çocuklarının ve diğer yaşayanların sakin , yalnız ve yoksul yaşamları.. Köyün sefaleti , insanların bu sefaleti kanıksamışlıkları..

Ve bu temelde yılların sorunu ve acısı  : anadilde eğitim sorunu.. İki taraftan bir bakış açısı getiren objektif bir film.. Yorum katmıyor.. Sorunu olduğu gibi izleyicinin önüne koyuyor..

Zilkif’in (öğretmen EMRE inatla ZÜLKÜF diyor , Zilkif’te inatla ZİLKİF diyor..) , Rojda’nın ve daha nicelerinin ve öğretmen EMRE’nin okuma yazma öğrenmek-öğretmek için çabaları..

Ama daha değil birinci sınıflar değil ikiler üçlerden bile Türkçe bilen yoktur okulda.. Filmdeki köyün büyüklerinden birinin anlatımıyla ‘yahu ben beşi bitirdiğimde daha yeni yeni Türkçe öğrenmeye başlamıştım.. bakma artık uydu anteni televizyon radyo var , şimdi ki çocuklar daha şanslılar..’ ve yine aynı kişinin yurt dışına gitmeye çalışırken gittiği mülakatta ‘kaç dil biliyorsun , yabancı dil biliyor musun’ sorusuna verdiği cevap : ‘iki dil biliyorum , Kürtçe ve Türkçe.. Türkçe benim yabancı dilim , diğer bildiğim dil de Kürtçe..’ demesi üzerine mülakat görevlisi kadının kahkaha atarak verdiği cevap : ‘Kürtçe’ye dil mi diyorsun sen..’

Yılardır arkamızı döndüğümüz anadil , anadilde eğitim sorunu.. Anadil insanın içine doğduğu dilidir.. Kişi her ne kadar yabancı bir dili öğrenip , o dilde hayatının bir kısmını idame ettirip sürdürse de , yabancı bir dilde okuma yazmayı öğrenip eğitimini yapsa da hep anadiliyle düşünür , anadiliyle hayaller kurar , anadiliyle aşık olur , anadiliyle ağlar , anadiliyle feryat eder , anadiliyle rüyalarını görür..

Filmdeki çocukların tuvalete gidebilmek için ‘tuvalete gidebilir miyim ’i Türkçe söyleyebilmek için çektiği sıkıntılar bile insanın izlerken filmi acı çekmesine , kalbinin sızlamasına yetiyor..

EMRE öğretmen velilerden yardım istiyor ancak veliler de çaresiz ve sabırlı olmasını söylüyorlar öğretmene..

Anadilde eğitim sorununu herkesin önüne koyuyor tüm çıplaklığıyla İKİ DİL BİR BAVUL.. Açılım yalanlarının ve demagojilerinin döndüğü bugünlerde buyurun diyor , sorun bu , çözümü gösterin..

Çocukluğumda büyüklerimin memuriyeti nedeniyle yaşadığım yerlerin resmi kurumlarının duvarlarında kocaman kırmızı harfli camlı tabelalar vardı : ‘VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ !’ Ne acı , ne terbiyesizce bir cümle.. Vatandaşı için varolması gereken devletin vatandaşına yaptığı en acımasızca kıyım.. Bundan daha acımasızca nasıl bir devlet vatandaşını yok sayıp , aşağılayabilir ki..  Vatandaş Türkçe bilmiyorsa hastanede ölsün derdini anlatamadan , vatandaş Türkçe bilmiyorsa derdini anlatamasın belediyede , adliyede vs resmi kurumlarda.. Böyle zihniyetler , böyle uygulamalardan geçti bu ülke.. 

Çocukluğumdaki bu tabelalarda gördüğüm cümlelerden olsa gerek daha sonraları ebeveynlerim arkadaşlarımın ya da misafirlerimizin yanında Arapça konuştuklarında utanır , korkar , ağlar ve yalvarırdım Türkçe konuşmaları için.. Çünkü küçük çocukların içinde bile Türkçe konuşmamak bir aşağılama nedeni oluyordu bazı illerimizde.. Oysa benim nenelerim hiç Türkçe bilmezler , ben onlarla Türkçe konuşmaya çalışır ve Türkçe öğretmeye çalışırdım.. Küçücük bir çocuk nasıl bundan daha sert korkutulur , yontulmaya çalışılır ki..

Çok anlatılan ve çizer ENDER ÖZKAHRAMAN’ın da LEMAN dergisinde çizdiği ORASI ÖYKÜLERİ’nde de anlatılan bir hikaye vardı hatırlarsınız.. Oğlunu cezaevinde ziyarete giden Kürt bir anne cezaevi yönetimindekilerin Türkçe konuş baskısı ve Kürtçe konuşması halinde görüşmenin bitirileceği tehdidi yüzünden oğluyla sadece bakışması ve oğluna hal hatır bile soramaması , ne kadar acı değil mi.. Her aklıma gelişinde içim kıyılıyor..

Herkes Kürtçe ve Kürt sorunu gündem de diye bu konuya odaklanmış durumda ama sadece burada değil ki anadilde eğitim sorunu.. Ülkemizin başka yerlerinde Türkçe , Kürtçe dışında başka diller konuşan , anadili farklı ve okula ya da askere gidene kadar Türkçe bilmeyen insanların yaşadığı yerler de var.. Evet hem de çok var.. Onlara da açılım uğrar mı veya ‘birileri ısıtıp ortaya koyarsa mı’ açılım oralara da uğrar acaba.. 

Dünyamızda ve ülkemizde bazı diller yok oluyor , kimse ses çıkarmıyor ya da farkında değilmiş gibi davranıyorlar..    

Sorun büyük , çözümün bulunması için fikirlerin yarışması gerekiyor.. Sorunu tarafsız , objektif şekilde ortaya koyan bir belgesel İKİ DİL BİR BAVUL.. Buyurun açılım severler çözün bakalım sorunu.. Birbirimizi aşağılamadan , farklılıklarımızı birbirimizin gözlerine sokmadan , birlikte sonsuza kadar kardeşçe yaşayabileceğimiz , eğitimde birliğin sağlandığı ama herkesin kendi dilinde öğrenim görebildiği ya da tercih edebileceği bir sistemi  nasıl kuracaksınız görelim ‘HERŞEYİ EN İYİ BİLEN , VATANDAŞ İŞİNİZE GELMEYEN BİRŞEY SÖYLEYİNCE AZARLAYIP KOVALAYAN POLİTİKACI , YAZAR , DÜŞÜNÜR HER KESİMDEN BAYLAR , BAYANLAR’ GÖRELİM , BEKLİYORUZ..

Açık , sade bir dille ülke sorunlarımızdan birini yorum getirmeden ortaya koyan İKİ DİL BİR BAVUL’u kaçırmayın izleyin.. Emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler..

Ve son sözümüz : ÇOK DİL VAR FAKAT TEK BAVUL VAR.. İyi seyirler..

yine karlı bir 24 ocak günü.. UĞUR MUMCU..

SESLENİŞ..

Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. dövüldük, vurulduk, asıldık.

Vurulduk ey halkım, unutma bizi…

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım unutma bizi…

Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi…

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu.

Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Giresun’daki köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.

Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.

Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi…

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komunist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.

Vurulduk ey halkım unutma bizi…

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eli değmemişti ellerimiz. bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.

Asıldık ey halkım, unutma bizi…

Bizi öldürenler , bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.

Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi…

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi…Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.

Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi., hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi,
unutma bizi,
unutma bizi…

 UĞUR MUMCU – (CUMHURİYET , 25.08.1975)

OKU ! – ÖZGÜR MUMCU

OKU ! 

Türkiye’nin nesi meşhurdur diye soran bir yabancıya gönül rahatlığıyla “Özellikle ocak ayında işlenen siyasi cinayetleri” cevabını verebilirsiniz. Ülke tanıtımını layıkıyla yerine getirmenin huzurunu duymak için vermeniz gereken cevap bu kadar basit.
Metin Göktepe, Hrant Dink, Uğur Mumcu, Gaffar Okan, Muammer Aksoy içinde bulunduğumuz bu ay katledildi. 31 Ocak günü Ankara’da olmasaydı Abdi İpekçi’yi de Ocak ayında öldürmeyi planlamışlardı.
Elbette hurufiler gibi Ocak ayı üzerinde spekülasyon yapmanın akılla bağdaşmayacağı ortada. Fakat Mehmet Ali Ağca da yine bir Ocak günü serbest kalınca insanın takvimden Ocak ayının sayfalarını teker teker yakmak istemesi anlaşılır. Deneyin, biraz olsun ferahlıyor insan.
BUNAKLIK
Nüfusu bu kadar genç bir ülkenin bunca bunak olması da Ocak ayını kolaylaştırmıyor. “Uğur Mumcu’yu kontrgerillanın öldürdüğünü öğrensem şaşırmam” dediğim için kıyamet koptu. Geçen hafta da yazmıştım, bunu ilk 1999 senesinde Milliyet gazetesinde Nazım Alpman’a söylediğimi. Herhalde bu cinayetin soruşturmasında yetkili ağızlardan dökülen “devlet yapmıştır, o isterse çözülür”, “bir duvar var, tek tuğla çekilse yıkılır ama ben o tuğlayı çekemem” lafları da başka bir izaha işaret etmiyordu yıllardır. On yedi sene boyunca hep tekrar edilenlerin ilk defa duyuluyormuş gibi etki yarattığı bir ülke burası.
Hakikaten öyle çünkü mesela Mehmet Altan şöyle yazıyor geçen gün:
“Önceki gün TV24’te, “Günün Manşeti” programında, Mehmet Ali Ağca’nın tahliyesi nedeniyle, Uğur Mumcu’nun yıllar önce bana söylediklerini naklettim. Uğur Mumcu, Ağca’nın “Abdi İpekçi’nin vurulacağını bildiğini, oraya bu nedenle gittiğini ama tetiği Oral Çelik’in çektiğini” söylemişti. Özen gösterip isim zikretmemiştim…”
AÇIK SIR
Uğur Mumcu’nun Mehmet Altan’la bir sır gibi paylaştığı bu bilginin yakın zamanda ortaya çıktığını sanmamak elde mi? Oysa Abdi İpekçi’yi Oral Çelik’in öldürdüğünü söyleyen kişi bizzat Mehmet Ali Ağca. İtalya’da Rebibbia Cezaevi’nde savcı Martella, savcı Scorto, zabıt katibi Arnoldo, Papa davası tanığı Uğur Mumcu ve bir tercümanın huzurunda 1983 senesinde. Bu sırrı babam bana gizlice söylediği için mi ben de biliyorum?
Nereden bildiğim açık. Uğur Mumcu’nun “Papa, Mafya, Ağca” kitabının 20. sayfasında yazıyor bunlar. 1984 yılında çıkan bir kitapta yani. Ben o vakitler 7 yaşında okuma yazmayı yeni öğrenmiş bir çocuktum hatırlamıyorum elbette.
Medyanın, Abdi İpekçi’yi öldürenin Oral Çelik olduğuna dair iddiaya yeni bir bilgi gibi heyecanla atılması dehşet verici. Bilgi çokça satan bir kitapta yer aldıktan 26 sene sonra hâlâ bir sır gibi dolaşıyorsa, bu memlekette ne, nasıl sorgulanacak?
DEZENFORMASYON SUÇLAMASI
Yine Ağca münasebetiyle Yıldıray Oğur bin yıllık bir teraneden bahsedip, Taraf gazetesindeki köşesinde şöyle buyurmuş mesela:
“Dün gazeteci Belma Akçura Taraf’ta çıkan söyleşisinde Abdi İpekçi davasında hedef şaşırtmak için ortaya atılan iddialardan bahsetti. Bunlardan en ünlüsü Ağca’nın arkasında Bulgar İstihbaratı ve mafyası olduğuydu. Türkiye’de yıllarca bu iddiayı istihbaratı güçlü olan Uğur Mumcu yazdı.” Sonra da yine aynı yazıda bunu Hrant Dink cinayetindeki dezenformasyon çalışmalarına benzetmiş. Bu çirkin imaya kızamıyor bile insan. Cehaletin parlaklığı öylesine göz kamaştırıyor ki. Çünkü Papa-Mafya-Ağca kitabında tüm bu dezenformasyon söylentileri güçlü bir şekilde yanlışlanalı çok oluyor. Kitaptaki tüm iddialar maddi delillere ve açık kaynaklara dayanıyor. Hepsi de dipnotlarla belirtilmiş. Yeni baskıları yapılıyor kitabın, alıp okumak mümkün. Paul Henze’yi, Kintex’i sadece röportajlardan değil bir de oradan okuyunuz.
Hangi hafızayla, hangi yetkinlikle kuklaların iplerini tutanlar ortaya çıkarılacak. Bir şaşkınlar toplumu olduğumuzu göstermiyor mu tüm bunlar?
Dezenformasyon yapmakla suçladığınız insanın kitabını bile alıp bir zahmet okumazsanız, saat ayarı hadisesinde olduğu üzere dezenformasyonun elinde oyuncak olmak da işten değil.
Faili meçhul siyasi cinayet kurbanlarını ancak ölüm yıldönümlerinde hatırlayan, en açık ve bilinen gerçekleri her defasında yeniden keşfedip şaşkınlaşan bir medya ile hangi cinayetin üzerine gidilebilir?
Ocak bitti sayılır. 19’unda Agos’un önündeydim, 24’ünde evimin önünde olacağım. Artık başka bir gün başka bir yerde anma törenine katılmamak tek arzum. Gerçi bu şaşkınlık, unutkanlık ve dağınıklığın hüküm sürdüğü araştırma ve fikir dünyasında bu biraz zor görünüyor.

 

ÖZGÜR MUMCU

(Uğur Mumcu’nun oğlu , Halkın Gazetesi Birgün Yazarı.) 

(HALKIN GAZETESİ BİRGÜN , 22 OCAK 2010)