Archive for the ‘Edebiyat’ Category

‘ne zaman sadece heyecanlı bir özlem olmakta karar kılacaksın..’ – FERNANDO PESSOA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

164

eylemsizlik bütün dertlerin tesellisidir.. hareket etmemek bize her şeyi verir.. hayal etmek her şeydir , sonunun eyleme varmaması koşuluyla.. insan sadece düşlerinde dünyanın kralı olabilir.. ve kendini gerçekten tanıyan herkes , dünyanın kralı olmayı arzuladığının farkındadır..

düşünmek , ama varolmamak ; işte bunu yapan kraliyet tahtına oturmuş demektir.. istek duymaksızın arzu duymayı başarmak , taç giymek gibidir.. sırt çevirdiğimiz her şeye sahip oluruz böyle ; çünkü varolmayan gün ışığında ya da varolması mümkün olmayan ay ışığında onları sonsuza dek düşleyerek hep aynı kalmalarını sağlayabiliriz.. 

239

insan her şeyden bıkar , anlamak hariç.. bu cümlenin anlamını kavramak bazen zor oluyor.. bir sonuca varmak için düşünmek insanı yorar , çünkü ne kadar düşünür , tahlil eder , görürsek , sonuca o kadar zor varırız..

o zaman insan öyle bir eylemsizliğe düşer ki , o haldeyken göz önünde olanı iyice anlamak olur tek derdimiz , bir estet tavrıdır bu , çünkü aslında ilgilenmediğimiz halde anlamak isteriz , anladığımız şeyin doğru olup olmadığını umursamayız ; sadece anladıklarımızın içinde her şeyin tam olarak nasıl sunulduğuna ve bu sunuluş biçiminin nasıl bir güzellik statüsü kazandığına bakarız..

insan düşünmekten , kendine özgü görüşlere sahip olmaktan , eylemek için düşünmeyi istemekten yorulur.. ama geçici olarak da olsa , başkalarının görüşlerini benimsemekten yorulmayız.. içimizde uyandırdıkları eğilimlere itaat etmez , sırf üzerimizdeki etkilerini görmek amacıyla yaparız bunu..

270

sanat , varolmak denen iğrenç şeyden kurtulmamızı sağlayan bir yanılsamadır.. danimarka prensi hamlet’in çektiği çileleri , azabı hissettiğimiz sürece kendi başımıza gelenleri hissetmez oluyoruz – bize ait oldukları için aşağılık şeylerdir bunlar , zaten aşağılık olmak doğalarında vardır..

aşk , güneş , uyuşturucu ve sakinleştiriciler sanatın belli başlı dallarıdır ya da daha doğrusu , kendi yarattıkları etkileri üretmenin temel yolları.. ne var ki , ister aşk , ister güneş , ister uyuşturucular olsun , hepsi kendilerine has hayal kırıklıklarıyla gelir.. aşk bıkkınlık verir , umudumuzu kırar.. güneşin ardında uyanırız ve uyuduğumuz sürece yaşamamışızdır.. uyuşturucuların bedeli , organizmayı uyarırken çökertmeleridir.. ama sanatta hayal kırıklığı yoktur , çünkü her şeyin bir aldatmacadan ibaret olduğu daha baştan kabul edilmiştir.. sanatta uyumak yoktur , çünkü sanat insanı uyutmaz – rüya görüyor olsak bile.. sanattan zevk almanın ne bir bedeli vardır ne de vergisi..

sanatın verdiği zevk aslında bize ait değildir ; dolayısıyla acılarla ya da pişmanlıklarla bedelini ödemek zorunda kalmayız..

sanat denince , zevk veren , ama bize ait olmayan her şey  bunun içine girer : gelip geçen birinin bıraktığı iz , bir gülümseyiş , batan güneş , şiir , nesnel evren..

sahip olan , kaybeder.. bir şeye sahip olmaksızın hissedeceğini hisseden ise o şeyi korumuş olur , çünkü o şeyin içinden özünü çekip almasını bilmiştir..

403

çiçek dürbünü..

konuşma.. fazlasıyla olaysın.. karşımda durmana üzülüyorum.. ne zaman sadece heyecanlı bir özlem olmakta karar kılacaksın.. o zamana dek kaç kadın olacaksın kim bilir.. ve seni görebileceğimi düşlemeye mecbur olmak , kimsenin geçmez olduğu eski bir köprü.. hayat bu işte.. ötekiler kürekleri bıraktı.. birlikler emir tanımaz oldu.. süvariler şafak ve mızrak şakırtıları arasında gitti.. şatoların tekrar ıssız kalmayı bekledi.. rüzgarlardan yüksek ağaç taburlarını terk eden olmadı.. gereksiz sundurmalar , emin ellere bırakılmış değerli kaplar , kehanetlerin belirtileri – bütün bunlar tapınakların derinliklerinde secdeye varan alacakaranlıklara aittir , bizim şimdiki buluşmamıza değil , çünkü parmaklarının ve geciken kıpırdanışlarının dışında , gölgelerini yayan ıhlamur ağaçlarının varolması için hiçbir neden yok..

uzak topraklar için sayısız nedenler.. kral vitraylarından mamul anlaşmalar.. dini tablolardaki o zambak.. kafile kimi bekliyor.. kayıp kartalı tekrar nereye dikmişler..’

‘HUZURSUZLUĞUN KİTABI..’ , FERNANDO PESSOA , Çeviri : SAADET ÖZEN , CAN Yayınları , Ekim 2006 , 536 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aylak Adamız’ın 700. Yazısı Sitemizin Kurucusu Güzel İnsan REİS’e (Blackhawk) , Büyük Ustanın Kitabından : ‘Bir Meçhulün Güncesi..’ , JEAN COCTEAU

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kanımca görünmez olmak hoşluğun önkoşulu.. hoşluk , bir başkası tarafından fark edildiği anda yok olur.. hoşluğun ta kendisi olan şiir bile aslında görülebilir değildir.. o zaman bana ‘eh zaten şiir ne işe yarar ki’ diye sorabilirsiniz.. hiçbir şeye.. onu kim görecek.. hiç kimse.. bu durum onun ahlaka aykırı bir suç olmasını önlemez ama onun kendini gösterme arzusu kölelerde bile etkisini gösterir.. şiir özel bir ahlak ifade etmekle yetinir.. sonra , bu özel ahlak , eser biçiminde ortaya çıkar.. kendi hayatını yaşamak ister.. şiir , şöhret adını alan binlerce yanlış anlamanın bahanesi haline gelir..

şöhret , gösteri yapan bir kalabalık tarafından ayartıldığı için saçmadır.. bir kalabalık bir kazanın çevresinde toplanır , onu anlatır , yaratır ve onu başka bir kaza haline getirinceye kadar bozar..

güzellik , her zaman bir kazadan , edinilen alışkanlıklar arasındaki ani bir düşüşten kaynaklanır.. güzellik yolu şaşırtır , iğrendirtir.. dehşete düşürdüğü de olur.. yeni alışkanlık yerleştiği zaman , o kaza , kaza olmaktan çıkar.. bir çeşit klasik haline gelerek şoke edici özelliğini yitirir.. o halde bir yapıt hiçbir zaman anlaşılamaz.. yalnızca kabul edilir.. bu yanılmıyorsam , eugene delacroix’in bir saptamasıydı : ‘hiçbir zaman anlaşılmayız , yalnızca kabul ediliriz..’

‘şiir umutsuz bir dindir.. şair , başyapıtının pek sağlam olmayan bir toprak üzerinde usta bir köpek numarasından başka bir şey olmadığını bilerek bu dinin içinde tükenir ; ancak tabii ki yapıtın daha sağlam bir gizemin parçası olduğu bahanesiyle avunur.. ama bu umut , onun her insanın gece olduğuna (içinde geceyi barındırdığına) olan inancından kaynaklanır.. sanatçının görevi , bu karanlık geceyi gün ışığına taşımaktır.. bu yaşlı gece , sınırları çok dar olan insana kendisini sınırsız hissettirecektir.. bu durumda insan , yürüdüğünü hayal eden uyuşuk bir kötürüme benzer..

şiir bir ahlaktır.. sistemleri bozan , emirleri reddeden bir insanın yeteneklerine göre kurulan ve yönlendirilen bir disiplini , gizli bir davranışı , ‘ahlak’ olarak adlandırıyorum.. bu özel ahlak , yalanın gerçek ve bizim gerçeğimizin yalan görüneceği şekilde kendilerine yalan söyleyen ve darmadağınık yaşayan kişilerin gözüne ahlaksızlık olarak görünebilir..’

‘yazarsam rahatsız ediyorum.. film çevirirsem rahatsız ediyorum.. resim yaparsam rahatsız ediyorum.. resmimi gösterirsem rahatsız ediyorum , göstermesem de rahatsız ediyorum.. rahatsız etme bende gelişmiş bir beceri.. buna saygı gösteriyorum , çünkü ikna etmeyi severim.. ölümümden sonra da rahatsız edeceğim.. yapıtımın bu rahatsızlık kurumunun yavaşça ölümünü beklemesi gerekecek.. belki de yapıtım bundan zaferle , benden kurtulmuş , gençlik dolu bir af çekerek kendini bulacaktır.. bu saygı duyduğum birçok girişimin yazgısı olmuştur.. bu yazgı hiçbir şeyin gözünden kaçmadığı , her şeyi bilen çok açık olduğuna inanmış zamanımıza olanaksız görünmektedir , çünkü görünmezlik sayısız hileler kullanır.. hokkabazdır ve hiçbir zaman aynı numarayı tekrarlamaz..’

‘eğer bu kitap genç bir insanın eline geçerse ona fren yapmasını , çok hızlı okunan bir cümleyi yeniden okumasını , acı çektiği ve kaçıp kurtulmak istediği ortamların karışıklığını hor gören dalgaları yakalamak için kendime uyguladığım işkence üzerinde düşünmesini öğütlüyorum..

ondan kendisini tiksindiren bu çoğuldan kaçıp , kendi gecesinin ona sunduğu tekile girmeye çalışmasını istiyorum.. ona , ‘gide’ gibi şunları söylemiyorum : ‘git , aileni ve evini terk et..’ diyorum ki ; ‘kal ve karanlıkların içinde kendini kurtar.. bu karanlıkları dikkatle incele.. onları gün ışığına püskürt..’

‘Bir Meçhulün Güncesi..’ , JEAN COCTEAU , Çeviri : Mukadder Yakupoğlu , SEL Yayıncılık , Ocak 1999..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘susuyoruz bak hep.. söyleyemediklerimizi susuyor , bilmediklerimizi konuşuyoruz..’ – SEVGİ SOYSAL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kalabalıklarda..

 

‘çocukluğum yağıyor dışarıda

paslı korkulara , öpmelere sonra

ordular , ordular sıkıntı

güleç savaşlar geliyor

nerde sevmeler , sövmeler orda..’

kalabalıklardaydım çoğu.. doymazlık bir tutkuydu içimde , ilgilere yönelirdi.. öyleydi ya en ilk suçluluğumdu – yatmaklar , el değmemişlik kalırdı yanında.. bilirdi bunu kalabalıklar , öç almayı en iyi bilirdi.. yalnızlığıma el kor – kor da yorgunluğunu katardı bana..

oturmalarda duramazlığım olurdu yorgunluğum – giderdim.. işte böyleyken , böyleyken en çok giderdim , bu hep tepeli kentin bir benim olan doruğuna.. orada , o ben gidince benim olan yerlerde , öyle aşağılarda kalırdı kent , öyle büyürdüm ben yorgunluğumda.. atıverirdim yorgunluğumu aşağılara , o kalabalıkların oralara – tepe gizlerdi ayıp yerlerini.. her atılanı yutardı bu kent , bu yorgunluğumu da kendinin sanırdı , ne çabuk sanırdı..

bir güneş batımı gelirdi sonra.. bir güneş batımı vardı bu kentin , yalnızlığımı kalabalıklardan alır , geri verirdi.. bozkırlığıydı , bozkırlığı kentliğinden önceydi.. en dilediğimiz deniz kentleri , orman kentleri , insan kentleri gün batımında bozkıra yetişemezlerdi ya , böyle bu kent , gün batımında aşardı onları..

bu dorukta , kalabalıkların üstünde  diye bildiğim , yörem sensizlik olurdu.. her şey sensizlikti aslında.. sen dediklerim , en sensizliklerimdi.. bozkır ama , bir bozkır sendi bana.. genişlikti , bitmezlikti , kopmuşluktu , ıraklıktı.. ölü evli , ölük insanlı kentten , güve yeniği yaşamlardan utanmışlıktı.. güneş batımında yalnızlığımı kentten alıp geri verendi..

sonra içinde yemek pişmezmiş gibiliği güzel evime dönerdim..

SEVGİ SOYSAL..

 

ne güzel suçluyuz biz hepimiz..

sana söyleyemediklerimi karıncalara söyleyeceğim , bozkıra senden benden yalnız.

susuyoruz bak hep.. söyleyemediklerimizi susuyor , bilmediklerimizi konuşuyoruz.. bozkır senden benden yalnız , oysa yaratık dolu , yaşam dolu – ya karıncalar..

hep oturup cıgara içiyoruz yetersiz , konyak içiyoruz yetersiz , en asıl yetersiz biziz , yalnızlığımız en yetersiz – ya bozkır..

ben , kadının biriysem sevilmeliyim , sen bilmezsin güzel miyim , bu en büyük güzelliğim senin bilmezliğin ,  duymazlığın – ya en boş dalmalar gözlerimizde..

bak , tozluyuz biz çok tozluyuz – ya bozkır , bozkır yolundan kamyonlar geçerken kalkan toz..

o başka , yapışkan bizimki , yağmurlarla yıkanmaz..

bak , hayal kurarım , en zevksiz acılıklara gözyaşı dökerim de kendimi bilmem.. biz bilmeyiz birbirimizi ; böylesine mutluyuz bazı..

bu evrende her şeyi silecek birileri , yaşamları hepten.. bu önemli değil ; biz çoktan tükenmişiz..

somutlara güvenimiz yok hiç , onlar kalmaz , yok.. herkesler , her şeylerini çok şeylere harcıyorlar , tutsak kılıyor bu şeyler onları , hep onlara çarpıyorlar yaşantılarında..

ama bak , gerçek tutsaklar biziz , soyuttan gelir bizimki , savaşılmaz..

en değerli somutlarımı yoktan satarım da kurtulamam ötekilerden , bilirsin..

bırakıp bırakıp ırak kentlere bile gidemeyiz , bu uğraş ister..

bak , bizi ağaçlandırmak güçtür – ya bozkır..

SEVGİ SOYSAL..

‘TUTKULU PERÇEM , Bütün Eserleri – 8’ , SEVGİ SOYSAL , İletişim Yayınları , 2004 , 62 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘usanmak her şeye gebedir..’ – SEVGİ SOYSAL

 

‘bilmek kendimizi bir ırmak gibi yitirdiğimizi..’ – JORGE LUIS BORGES..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sahne..

 dehşetin mükemmel olması için sezar , bir heykelin dibinde arkadaşlarının sabırsız hançerlerinin tehdidi altında çelik parıltıları ve yüzler arasında , kayırdığı , hatta oğlu gibi gördüğü ‘marcos junius brutus’u fark eder ve artık kendini korumaya çalışmaz , sadece shakespeare ve quevedo’nun yineledikleri gibi haykırır : ‘sen de mi , oğlum..’

yazgı yinelemelerden , değişik versiyonlardan , simetrilerden hoşlanır ; on dokuz yüzyıl  sonra , buenos aires’in güney bölgesinde , bir goşo başka goşoların saldırısına uğrar , düşerken saldırganlar arasında , vaftiz babası olduğu genci görür .. yüzüne karşı , genci suçlayarak hafif bir şaşkınlıkla şöyle der (aslında bu sözleri okumak değil duymak gerek) : ‘sen ha..’ onu öldürüyorlar ama o , aynı sahnenin yinelenmesi için öldüğünü bilmiyor..’

 JORGE LUIS BORGES..

 

 diyalog üzerine bir diyalog..

 a.- ölümsüzlük üzerine fikir yürütürken hava kararmıştı ama hala ışığı yakmamıştık.. birbirimizin yüzünü göremiyorduk.. macedonio fernandez , coşkudan çok daha inandırıcı bir kayıtsızlık ve sevecenlikle ruhun ölümsüz olduğunu yineliyordu.. beni , bedeninin ölümünün tümden önemsiz olduğuna , ölümün bir kişinin başına gelebilecek en anlamlı şey olması gerektiğine inandırmaya çalışıyordu.. ben macedonio’nun çakısıyla oynuyor , çakıyı açıp kapıyordum.. yakınlarda bir yerdeki akerdeondan durmadan , hani şu eski diye yutturdukları için birçoklarının sevdiği cumparsita’nın ezgileri geliyordu.. ben macedonio’ya rahatsız edilmeden tartışabilmek için intihar etmemizi teklif ettim..

z. (alaycı bir tonla) – ama sanırım sonunda buna karar veremediniz..

a. (artık tam mistik bir havaya girmiş olarak) – içtenlikle söylemek gerekirse o gece intihar edip etmediğimizi anımsamıyorum..

 JORGE LUIS BORGES..

 

 şiir sanatı..

 zaman ve sudan oluşan ırmağa bakmak

ve anımsamak zamanın başka bir ırmak olduğunu ,

bilmek kendimizi bir ırmak gibi yitirdiğimizi

ve yüzlerin sular gibi akıp gittiğini..

 

duyumsamak uyanıklığın başka bir uyku olduğunu

düşlerinde uyumadığını ve ölümü gören

bizim etimizin o ölüm olmadığından korkan

her gece yattığımız o ölüm , adına uyku dediğimiz..

 

günde ve yılda simgesini görmek

insanın günlerinin ve yıllarının ,

yılların yıkımını , aşağılamasını dönüştürmek

bir ezgiye , fısıldanan bir söylentiye , bir simgeye ,

 

ölümde uykuyu görmek , günbatımında

hüzünlü altını , böyledir işte şiir ,

ölümsüz ve yoksuldur.. şiir

döner gelir tan ağarır gibi , gün batar gibi..

 

kimileyin akşamları bir yüz

bakar biz e bir aynanın dibinden ;

sanat işte bu ayna gibi olmalı

bize kendi yüzümüzü açan ayna..

 

odysseus’un , tansıklardan bıktığını anlatırlar ,

ıtaca’sını daha uzaktan seçerken sevdadan ağlamış ,

yemyeşil ve alçakgönüllü yurdunu.. sanat işte bu ıthaka’dır

yeşil sonsuzluktan , tansıklarla yok bir işi..

 

sonsuz ırmak gibidir hem bir yandan da

akıp geçen ve durakalan ve camıdır yansıtan tıpkı

durmadan değişen heraklitos gibi , tıpkı kendisi olan

ve bir başkası , bir sonsuz ırmak benzeri..

 JORGE LUIS BORGES..

 ‘YARATAN..’ , JORGE LUIS BORGES.. Çeviri : PERAL BAYAZ CHARUM , AYŞE NİHAL AKBULUT , İLETİŞİM Yayınları , 2011 ,98 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

aşk gibi aydınlık ,ölüm gibi karanlık…

‘aşk bir kaçıştır , insanın sığındığı bir sığınak ; yüreği yaralı olanların , çaresizlerin kurduğu bir hayaldir.’

yalnızlığı sempatik görme ve gösterme etkinliklerimde, tanıştım ‘aşk gibi aydınlık , ölüm gibi karanlık’ kitabıyla…
sevgili ecel’imin aşkımızı aydınlık gördüğü tek yer bu kitabın kapağı olsa gerek …


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ne kadar tahammülsüz de olsa bu aşkın bıraktığı kronik hüzün , sanırım bu kitabı okumama vesile olduğu için bile yaşanmaya değermiş diyebilirim.
hani bazı kitaplar , filmler şarkılar başka dokunur kalbimize , öyle bir şey  hissettirir ki bir zaman sonra o hissettirdiğini hissetmek için tekrar ziyaret ederiz , işte bu kitapta tekrar tekrar ziyaret edilesi…
belki de o dönemki ruh halimden olsa gerek kitabı okurken ebruli şişman kalemimle , bolca altını çizdiğim not ettiğim satırlar oldu…
kitabı okurken bir uçan halı emrinize amade oluyor… gözünüzde canlanmasını beklemeden o halıya binip anlatılan her yeri bizzat , pusulasız , tarifsiz bulup yaşıyorsunuz… öyle ki benim satır aralarından çıkıp , dağlardaki keskin soğuk havayı ciğerlerime can simidi yaptığımda oldu , bodrumda esen meltemle ecelim’in evinin  perdesini havalandıran rüzgar olduğumda…

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yazarımız mehmed uzun… kürt edebiyatının bildiğim en iyi yazarı… öykümüz ise baz ve kevok…

yani şahin ve güvercinin aşkın tanımına fazlasıyla uyan kederli hikayesi… kitap bitiminde , rakı şalgam ikilisinin tahta bir masa eşliğinde , deniz gören ama kalabalık görmeyen kuytu bir yerde ruhunu demlemesini istiyorsun… ve illaki kitabı okuyan başka bir insan arıyorsun yanında…
yüreğin irtifa kaybederken elinden tutsun diye…
aklına gelen yarım kalan aşkı düşünürken ‘renas’ olup rehberlik etsin diye…
dostluk , çaresizlik , şefkat , yurtsuzluk , tesadüfler , ırkçılık , korku , aşk ve ölüme yolculuk…hepsi iç içe…
vakit kaybetmeden okuyun derim…
aşkla ve gülüşünüzle kalın…

‘BULUT’

HERKES BİR TEZER ÖZLÜ OKUMALI

Onun konukluğu bir kelebek gibiydi.

 

 

 

 

 

 

 

Gri benim rengimdir, onunla özdeşlesen değerli bir yazarım daha var ; tüm çocukluğum boyunca izini sürdüğüm Tezer Özlü.

Yaşamın Ucuna Yolculuk (ADA Yayınları, 1984) kitabından bir alıntı yapmanın sırasıdır. Yazının başlığına takılanların merakını gidermek için;

“Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnızca bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin medeni durum dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzeye erişmek o denli kolay ki… Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla bağdaşan hiç yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi değer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yalnızlık evimizdir diyor sanki, biraz konaklayım satıraralarında;

“her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı.ama sen. senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgilisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. birisinin teniyle yanyana olmak mı kendi var oluşumu unutmak mı. ya da daha derin algılamak mı. kendi var oluşum. her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu.

yaşamın, daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. ama artık yorulmaksızın aramak yok. aranılan yaşantılar arandı. yaşandı. bir kısmı gömüldü. yeniden toprak oldu. canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. onlar adına onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. insan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. onun yanındayken de özlemek, istemek. oysa yaşan genellikle insanın bir başına kalması. uykuda. uykuyu ararken. derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan bir başınalığın çaresizliğini. yollarda. okurken. pencereden caddelere bakarken. giyinirken. soyunurken……aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken, gidenleri, gelenleri, bölünenleri, ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri, yaşamak istemeyenleri özlerken, severken, sevilirken, sevişirken, hep yalnız değil miyiz.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazılarında ağırlıklı olarak intihar konuları üzerinde durduğundan, genellikle intihar ettiği düşünülür. Kanserden dolayı yaşamını yitirmiştir. Hayatının ayrıntılarını öğrenmek, onu  ve kendimizi anlayabilmek için bir kitabını aralamanız kafidir. Devamı gelecektir…

‘HERDEM’

KIRK ŞAİR OLSAM YAZAMAM BİR HAYDAR’I*

Sevgi Tezahürü’dür yazılan.

* (Şairin Kırk Şiir ve Bir / Orhon Murat Arıburnu şiir ödüllü)  ‘Kırk şair birden olsam yazamam bir hevesi.’ dizesinden esin…

Bazı kitapları okuruz, bazı da insanları. Değerli şairim Haydar Ergülen’i okuyarak tanıma vaktidir kendi nisan havası eylül mevsiminde, buyurun;

Şair adımlı yolcudur kendisi. Varolan sözlüğü dünyaya bakışını da barındırır bir anlamda. Ona göre;

“Deniz: Şiir yazarken sırtın dönüldüğü yerdir. Ev: İçimizdeki sokak. Eylül: Günaydın hüzün. Haziran: Aylardan Haziran’sa, vakitlerden de şiir demektir. Kar: Eski mektup. Hüznü bile mutluluğa benzer. Sakal: Çok istediği ‘doçent ceketi’ni, uğruna feda edebilecek kadar sakalına tutkundur. Sırat: Her yerde. Şiir: Şiiri; mülk, elbise, para, ev, arkadaş olarak görmez. Yani, şiirle ‘dünya malı’ bir ilişki kurmaz. Şiiri, bir ‘hatıralar dükkânı’, bir ‘mazi şehri’ olarak görür. Turna: Gökyüzü treni. Vazgeçilmezleri: Kızı Nar, eşi İdil, kedileri, kardeşleri, arkadaşları… Bunların hepsi şiirden de önce gelir. Yağmur: Sokağın kalbi. Yalnızlık: Dünyanın en uzun kelimesi.”

olarak nitelendirilir.

KIRK ŞİİR VE BİR’E SESLENİŞ
“Bütün bahçeler sen de toplanmış, gül müsün nesin? / Hafız”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

40 yaşının bizdeki karşılığı olgunluktur. Farsçadaki karşılığı ise çile’dir. Dervişlerin çile doldurmak için ıssız bir yerde yaptıkları 40 günlük ibadetten gelir bu anlam. Şairde şiir yolunda 40 yıllık bir çilenin, olgunlaşmanın gereğidir diye düşünür ve kaleme alır şiirlerini.

Çocukluğumda edindiğim beyaz bir kapak üzerine kurulmuş balkonda mikrofonla şiir okuyan çocuktur  haydar ergülen benim için. En çok elden geçmiş ve elden düşmeyen başlık yaptığım kitabını okuyalım birlikte; (yağmura nazire )

AVLU
sevgilim, güzel yazım, ince randevu
verirsen bana: adam evdir, kadın avlu
yaz! ben sana açılayım sense sokağa
yaz beni de bir ince vakte ayarla,
bir adam adası varsa oraya bırak,
ister ıssız bırak, uğurla, dilersen uğra,
su gibi yaz: kadın deniz, adam ada,
hem bütün adalar kadınla ıssız hem
adam kadının ortasında tenha, bir kuğu
bile bir kez olsun kendi etrafında
kirlenmeden dönemiyorsa bu dünyada
neyi yazacaksın sevgilim, yaz! ucu
kırılmaya doğru açılmaktaysa kalemin,
yükselmekteyse de şiirin adasındaki sular da!
işte ıssız adalar bir bir kadınlarda boğuldu,
en iyisi denizin yuttuğu bir adam oldu…
dünya avlumuz olsaydı da evler gibi
yüzyüze bakabilseydik orada, yaz ve açıl
sevgilim, güneş bir avlu daha kazansın senden,
deniz de benden bir adam daha…

güzel avlumsun benden sokağa açılsan da!

NAR’IN BABASI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nar imgesinin Haydar Ergülen şiirindeki yeri malumunuzdur. Bu kelime, adeta onunla anılır olmuştur. Nar’ı hem kitabına hem de çocuğuna isim olarak veren bir şair, elbette merakı hak ediyor demektir.
kış büyük geliyor nara gidelim.
soğudu günlerin yüzü nara gidelim
narın bir diyeceği olur da bize
açılır yazdan binbir sıcak söz
dilimiz kurudu burdan nara gidelim
narın bir evi var pek kalabalık
keşke biz de otursaydık orada
ev büyük geliyor şimdi her oda
bir ayrılık, çocuklar kapalı kutu,
bahçeler dağınık: bir salkım üzümü
paylaşırken nasıl da bağ bahçe arkadaştık,
meğer yapraklarından soymaya başlamış
bahçeyi hırsız, bağ çıplak kalmış!
Narın bahçesine bir hoyrat girse
tenden önce dile yoksulluk düşer
dil üşümeden daha üzülmeden ten
açılıp saçılsın bize nara gidelim;
ev ki nar gibi içiçe bahçe
kadın aşka bahçe, deli sarmaşık
tutunup aşkına hemen nara gidelim.

Nârın elinden kopardık şu aşkı diyelim!

Dergilerde kalan şiirlerini topladığı KARTON VALİZ kitabı da bu yazıdaki yerini alsın;
Rüzgar aynı cümlede iki kez eser
ve kağıttan şiiri kovardı ikincisinde

karton valizi gemiye alma, kiraza açıl
uzak çocuk! Şehre git ve hepimizi söyle!

KEDER GİBİ ÖDÜNÇ’te bize ne has şeyler mırıldanır;
“Hiçbir şeye sonuna kadar vakıf olamayacağımızı düşünüyorum. Bir duyguya bir bilgiye insan sonuna kadar vakıf olamaz. Bu gözyaşı olsun, kahkaha olsun ve tabii şairlere en çok yakıştırılan keder olsun. Artık kederli olmak şairliğin şanındandır. Bilge olmak da tasavvufun şanındandır ya… Ben de bize verilen her şeyin ödünç olduğunu; kendimizin ödünç olduğunu, kelimelerin ödünç olduğunu, şiirin ödünç olduğunu ve işte o anda da şairin de en can alıcı noktası da olan kederin ödünç olduğunu düşünüyorum. Keder dağıtıcısı, keder tüccarıdır şair.”

Galiba insanın yakışıklı bir kalbi olmalı önce 
sık sık tozu alınmalı, parlatılmalı aynalı sözlerle 
benimse kalp hususunda cilalı bir cümlem bile yok 
mırıldandığım sözlerin çoğu ondan gelse de…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kendi seçtiklerini öne çıkardığı YAĞMUR CEMİ kitabına çevirelim yönümüzü;

Gözyaşı da yağmura dahildir der şair. Cenk Gündoğdu’nun önerisi olan kitab adını çok sevmiş Ergülen. Yağmuru severim, cem olmak da geleneğimde var diyerek bu tercihinde haklı olduğunu da dillendiriyor şair.

şimdi anımsanması gereken bir şeyler vardır
bir çığlık kadar sessizlik de anımsanır
hoyrat sevinçlerle sularında yüzülen
olağan duygularla yüreği örten
bir aşktan geriye suskunluk kalır

“Hiç bir şiiri bitmiş olarak düşünmem” diyor şair ve ekliyor; “ Hayatta ne var ki tamamlanmış o yüzden şiirde yarımdır. Hepimiz her şeyin yarım kalacağını biliyoruz.”
İşte bu yazıda o kadar yarım kalmıştır zihnimde, kalemimde.

Trenler de Ahşaptır kitabının başlangıçında dediği gibi cümleten iyi yolculuklar dilerim Haydar Ergülen’in kitapları arasındaki vagonlarda size.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GİRİZGAHI SONDA BULUNAN YAZIDIR BU!
Turgut Uyar, Şairin hayatı şiire dâhildir” der. Aşağıdaki notlama da bunu dikkate almak adına yapılmıştır;

İlk şiiri 1972’de Eskişehir’de Deneme dergisinde Umur Erkan adıyla yayınlanır. 1979’dan itibaren Somut, Felsefe Dergisi, Türk Dili, Yusufçuk, Yarın, Gösteri ve Varlık dergilerinde şiirleri yayımlanır çoğunlukla. Uzun vakitler Radikal gazetesinde Açık Mektup başlığı altında yazıları yayımlanır. Şiirleri dışında Deneme çalışmaları da mevcuttur. 80 kuşağının kıymetli şairlerinden Haydar Ergülen 1956 Eskişehir doğumludur.

‘HERDEM’

 

Takribi ve vasati kıpkısa öyküler: Kibrit Çöpleri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Takribi ve vasati kıpkısa öyküler: Kibrit Çöpleri

“Sinema neden aşk hâline gelir biliyor musun? Çünkü o da tıpkı aşk gibi, insan gözünün bir aldanışı üzerine kurulmuştur. Hayal olduğunu bildiğin perdeye inanırsın bütün kalbinle… İnsan öncelikle bir aldanışa aşık olur, sonra o aldanıştan bir hakikat yapmaya çalışır hayatına…” Kibrit Çöpleri, Murathan Mungan

Geçenlerde şöyle bir cümle kurmuştum. “Kelimelerle içimizin fotoğrafını çekiyor Murathan Mungan” diye. Kendimi bildim bileli, yani bir kalp taşıdığımı hissedeli beri severim Mungan’ın cümlelerini. Arada döner döner okurum, bir daha bir daha onun insan ruhunu bunca incelikle dantel gibi işleyişine hayran kalırım.

Yeni kitabı çıktı Mungan’ın geçenlerde. Kibrit Çöpleri. Ece’nin masasında görüp hemen alıp başladım okumaya. Bu sefer kısa hikayeler yazmış, kendi deyimiyle “takribi ve vasati kıpkısa öyküler”. Şöyle diyor kitabın arka kapağında: “En kısa hikaye parçasına an denir. Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. ‘Bütün yaşamımız’ dediğimiz de o birkaç ana bakar aslında… Bu yüzden yıllar sonra en çok hatırladıklarımız anlardır. Gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır.” Kitap arkası yazılarına pek güvenmem, genelde pazarlama kokarlar ama bu birkaç cümle bana epey samimi geldi, kendine inandırdı ve hep gözümün önünde olsun diye defterimin bir köşesine yazıldı. Kitabı elime alır almaz daha okumadan beni yakalayan şey tabii ki yine bir görsel. Kapakta kullanılan İlke Kutlay’a ait resim gündelik olanın en sade hallerinden birini anlatıyor ve beni de -elbette- bu şaşaasız ve sadecik haliyle tavlıyor. Resimde kırmızı -bence- geceliğiyle bir genç kız, sabah güneşinin tüm cüssesiyle dayandığı pencerenin önünde, sanki yeni kalkmış birazdan çay suyu koyacak gibi uzanıp önce camı açıyor. Pencerenin aralığından hafifçecik bir bahar esintisi doluyor içeri. Serin, taze, mutlu. Yerdeki piknik tüpünden lavabonun içindeki kirli bulaşıklara, mutfak tezgahındaki beyaz fayanslardan yerdeki eski usul desenli taşlara kadar her detayıyla bu resim aklıma sadece bir kelime getiriyor: “kendiliğindenlik.” Resimde her şey o kadar kurgusuz, özentisiz, o kadar el değmemiş, o kadar olduğu gibi, o kadar “an”a dair ki. Sanki hayatın bütünü bu andan ibaret, ne öncesi ne de sonrası var. Kitabı öylece elimde tutarken birkaç saniyeliğine bir çocukluk sabahına gittim.. Muhtemelen bir Mayıs sabahına; yeni uyanmış, sakin, sessiz bir Mayıs mahmurluğuna.

Hayatın en heyecanlı ve en sürprizli hallerinin hep gündelik hayatın kendiliğindenliğinde saklı olduğunu hissederim. Akışkan, seyrinde giden, seni şaşırtmasını hiç beklemediğin gündelik hayatın içinde bir köşeden başını uzatıverecek bir acayiplik, bir komiklik, bir enteresanlık sanki hep pusuda bekler gibi gelir bana. Onun kocaman “normal”liğinin içinde dikkatli bakınca görebileceğin minicik enteresanlıklar gizli gibidir. Onları görmeyi severim. Görmesem de varlıklarına inanmak bile iyi gelir. Geneli, büyük olanı, bütünü görmeye meyilli insan gözünün ıskaladığı hayatın bu şakalı hallerini arayıp bulmak özel zevklerim arasında yer alır. İşte bence Kibrit Çöpleri o minik anların peşine düşen, misket biriktiren çocuklar gibi her “an”ı tek tek eline alıp inceleyen, hayran olan, olduran bir kitap. Normalin anormalliğini, sakin olanın içindeki deliliği, sıradanın arkasına saklanan tuhaflıkları gösteren. Bilmem, belki bir başkası görmez bu gördüğümü.

Kitabın içine gelince… Kibrit Çöpleri diğer Mungan kitapları gibi yine okuyucuyu şaşırtmak için yazılmamış. Kapak resminin hissettirdiklerinin sağlamasını yapan, gündelik hayatın içinden cımbızla alınıp kenara konmuş insanlık halleri kitabın içinde de var. Bana yazarın samimiyetini, zorlamasızlığını, öyleceliğini hissettiren , herkesin başına gelebilecek ya da bir sohbet esnasında kulağımıza çalınabilecek doğal hikayeler. Bir çırpıda okudum Kibrit Çöpleri’ni. Daha ilk kelimeden oltaya takıldım. Alice’in tavşan deliğinden düştüğü gibi bir şeyin içine düşüp kapılıp gittim.

Bir kitabı okurken eğer yeterince izin verebilirsem kendime yazarın yazarkenki yolculuğuna paralel bir okuma yolculuğuna çıktığımı hissederim hep. Hikaye bir yandan akarken, ben, acaba yazar bu sayfayı yazarken aklında ne vardı, bu cümleyi nerde yazdı, sandalyesinin durduğu yerden sokak görünüyor muydu, odası nereye bakıyordu, pencereden baktığında dışarıda nasıl bir gün vardı, canı sıkkın mıydı, hatta onun tam şu anda okuduğum cümlesini yazdığı tam o anda ben neredeydim, ne yapıyordum, nasıl bir serüven peşindeydim, diye düşünürüm. Yazar benim için çoğu kitapta bana okuduğum satırları ulaştıran bir araç değil, kitabın kendisidir. Bazı yazarları okurken çok güçlü bir şekilde yaşarım bu duyguyu. Mesela Orhan Pamuk okurken hiçbir yazarda hissetmediğim şiddette ortaya çıkar bu duygu. Kitap ne anlatıyor olursa olsun, daha ilk satırda kendimi onun kafasında yaratıp oradan kağıda döktüğü mikro evrende bulurum. Ve son cümleye kadar Pamuk’un ruhu bir kenti gezdiren turist rehberi gibi benimle kelime kelime, satır satır, sayfa sayfa dolaşır. Bana eşlik eder. Kendi yarattığı dünyada beni yalnız bırakmaz. Murathan Mungan kitaplarında da buna benzer bir hal var benim için. Bunun kitabın mayasında gündelik hayat olmasıyla ilgisi olsa da, tek neden bu değil galiba. Belki en çok samimiyet bana bunu hissettiren. Yani yazarın anlattığı hikayeye herkesten çok kendinin inanması. Hikayenin içine girmesi, satır aralarında okuyucuya arada “ben buradayım” “bu kitap benim ruhumun uzantısı” demesi, diyebilmesi.

Siz de gündelik hayatın masalına inananlardansanız, bu ara kafayı biraz benim gibi yalnızlığa taktıysanız, Kibrit Çöpleri “içinde yaşayıp hiç uğramadığınız bu dünya”ya girmek için iyi bir fırsat olabilir.

Geçici şeylerin serabı, nesnelerin basit uykusu, hiçliğin rüyası, zamanın dipsiz anlam kuyusu, bellek denen tortu… daha nice şey sayılabilir değil mi şu gündeliğin kavurucu yalnızlığına, var oluşun nedensiz sıkıntılarına ad ve anlam bulmak için öyküler, olaylar, hayaller, açıklama yerine geçebilecek bir şeyler aranır, uydurulur, yakıştırılır, söylenir hep; kendi sözlerimizin çöplüğü şöyle üstünkörü karıştırıldığında bile, kimbilir zamana, hayata ait tözü ışığa çıkmamış neler bulunur?” Kibrit Çöpleri / Murathan Mungan

‘lucy in the sky’

hiçbir zaman güncelliğini yitirmeyecek filmler – 1 : ZÜBÜK..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hiçbir zaman güncelliğini

yitirmeyecek filmler – 1 : ZÜBÜK..

‘- hükümet kurulamıyor , partiler aralarında anlaşamadı..

 
– hükümetin kurulma ihtimali belirdi.. destek partisinden ibrahim zübükzade huzur partisine transfer olacak..
– ibrahim zübükzade ‘ağırlığımca para verseler partimden ayrılmam’ diyor..

 
– ibrahim zübükzade ‘bakanlık verirlerse huzur partisini desteklerim’ dedi..

 
– ibrahim zübükzade kimliği belirsiz kişiler tarafından kaçırıldı..

 
– ibrahim zübükzade destek partisinden istifa etti.. huzur partisi hükümeti kuracak.. zübükzade ‘milletimin menfaati için icap ederse on kere istifa ederim’ diyor..

 
– hükümet kuruldu.. son günlerin olaylı adamı ibrahim zübükzade ‘fuzuli işler bakanı’ oldu..

 
– fuzuli işler bakanı ibrahim zübükzade için muhalefet gensoru verdi.. ibrahim zübükzade ‘alnım açık , kimseye hesap vermek mecburiyetinde değilim’ dedi..

 
– hükümet güvenoyu alamadı ve düştü.. ibrahim zübükzade için verilen gensorunun oylamasında huzur partisi güvensizlik oyu aldı.. başbakan istifasını verdi..

 
– ibrahim zübükzade huzur partisinden ihraç edildi.. ibrahim zübükzade ‘ben de gidecek başka bir parti bulurum’ diyor..

 
– ibrahim zübükzade’nin dokunulmazlığı kaldırılıyor.. büyük millet meclisi tahkikat komisyonu tahkikata başladı.. ibrahim zübükzade ‘dünyada zübük bir tek ben miyim.. neden benimle uğraşıyorlar’ dedi..

 
– zübükzade efsanesi sona erdi.. ibrahim zübükzade büyük millet meclisi’nden ihraç edildi..’

  

 

 

 

 

 

 

 

‘sevgili vatandaşlar , değerli din kardeşlerim istibdat dönemi bitiyor.. devlet baskısı şunun bunun baskısı yok.. vergi yok.. ne var peki.. artık demokrasi var..  aç gözünü , doldur keseni.. demokrasi geliyor..  demokrasi partimizle geliyor..

demokrasi ne demek sayın hemşerilerim.. demokrasi öyle bir şeydir ki ‘dadından yinmez..’ anladınız di mi..’

 

 

 

 

 

 

 

 

‘turizm ne demek.. turizm elin cıbıl cıbıldak gavurlarını evimize sokmak demek.. turizm ahlaksızlık demek.. turizm alafranga kenef demek.. biz alafranga kenef istemiyoruz.. önce manevi kalkınma istiyoruz arkadaşlar.. kalkınacaaz ve de… hep birlikte kalkınacaz arkadaşlar..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘- sen gene ucuz kurtulmuşsun nuri.. on bin lirayla yakanı kurtarmışsın
– yalnız paramı ya kalayladığımız onca kap kaçak nolacak.. ulan kalaylarım kalaylarım bitmez.. meğer it oğlu it bütün mahallenin kap kaçağını kalaylatıp parasını kendi alırmış..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘zübük : burhan bey burhan bey.. müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz.. bunlar hep ‘gomünist’ oyunları.. beyefendi şunu bil ; kasabamıza memleketimizin en büyük camisi inşa edilecektir.. ve de buna hiç bir kuvvet engel olamayacaktır..

burhan : ulan zübük ömründe bir kez olsun şu camiye hiç yolun düştü mü..

zübük : biz elhamdülillah müslümanız.. beş vakte beş daha katıp namazımızı evimizde kılarız.. müslüman kardeşlerim buna şahittir..

burhan : duydunuz; namaz evde de kılınır arkadaşlar.. ama çocuklar evde okuyamaz..

halk : susturun şu münafığı..

zübük : size söz veriyorum; kanım pahasına da olsa camii-i şerifi inşaa edeceğim..

halk : yaşaaaa..’ 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmin Künyesi :

‘ZÜBÜK..’

ESER : AZİZ NESİN

YÖNETMEN : KARTAL TİBET

SENARYOLAŞTIRAN : ATIF YILMAZ..

OYNAYANLAR : KEMAL SUNAL , NEVRA SEREZLİ , ALİ ŞEN , KADİR SAVUN

MÜZİK : ESİN ENGİN

YAPIM YILI : 1980

                                             

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayatı ‘Piç’ Olmak…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayatı ‘Piç’ Olmak…

Hakan Günday’ın 2003 yılında Doğan Kitaptan çıkardığı ve üzerinden yıllar geçmesine rağmen defalarca okuduğum nadir kitaplardandır. Ve her okuduğumda da kendimi biraz daha fazla ‘piç’leşmiş hissetmişimdir…

İlk basımı ben üniversitedeyken çıkmıştı ve elime alıp sokaklarda okumuştum deli gibi herkes hem kapağındaki resme hem bana hem de kitabın adına bakıp ‘cık cık’lıyordu… gerçi muhtemelen o zamanlar bu kitabı benim annem de elimde görse aynı tepkiyi verirdi… Kitap Türk yeraltı edebiyatının birkaç örneğinden biridir bence.

Kitaptan altını çizdiğim yerler ;

‘Kendimi beyaz kadranlı, romen rakamlı bir duvar saatindeki saniye çubuğu gibi hissediyorum. Sadece dönüyorum. Zamanın kendisiyim. Geçiyorum…’

‘Dünya üzerindeki yaşıtlarının yarısı gibi “tanrı var mı yok mu?” sorusunu hiçbir zaman sormamış olan piçler tanrının var olduğunu bilir ancak ona inanmaz. Tanrıtanımazların aksine tanrıyı bilir ama tanımazlar. Tanrının yarattıklarını hatalı bulurlar. Tanrının çalışma tarzını beğenmezler. Dolayısıyla O’nunla hiçbir ilişkilerinin olmasını istemezler. Tanrının varlığını bilen ancak ona isyan etmiş şeytanla da hiçbir benzerlik ve ilgileri yoktur. Çünkü piçler güvenmedikleri tanrıya karşı savaşmazlar. Piçler ve tanrı birçok konuda farklı düşünür. Ancak piçler bu görüş ayrılığını kine dönüştürecek kadar konuyu önemsemezler. Oysa tanrının bu olgunlukta olduğunu düşünmezler ve kendilerinden nefret ettiğini bilirler. Ancak tanrının adlarına biçtiği hiçbir cezanın vereceği acının kendilerine ısmarladıklarından daha katı olamayacağını da bilirler. Ayrıca, sadece islam dininde bile doksandokuz adı olan bir varlığın çok kalabalık olduğunu düşünür ve layık oldukları mutlak yalnızlığın tanrının evrenini reddetmekten geçtiğine inanırlar.’

‘Piçlerin hayatla savaşmaktan, kendileriyle savaşmaya güçleri kalmamıştır. Kendileriyle savaşacak iradeye sahip olmadıkları için de bütün güdülerine boyun eğmişlerdir. Bunun nedeni boyunlarının ince olması değil, kafalarının ağır olmasıdır.’

‘Piçlik insanın son halidir. Daha ilerisi yoktur. Daha ilerisi ölümdür. Bu yüzden kendilerinden önceki kuşakların “kendimden nefret ediyorum ve ölmek istiyorum” diye haykırdığı aynalara, “ölümden nefret ediyorum ve kendimi istiyorum” derler.

“Hayat, tren raylarına benzeyen iki paralel çizginin arasında ilerler. Bu çizgilerden biri en alt, diğeri en üst hayat kalitesini belirler. Çoğu insan bu çizgilere yaklaşmadan olur. Yaklaşanlar ise çizgiden ayrılamaz, çünkü mıknatıs gibidirler. Elektronik televizyon oyunlarının en ilkeli olan pong’ da siyah ekranın solunda ve sağında iki beyaz çubuk ve onların arasında gidip gelen beyaz bir nokta vardır. Piçler, iki hayat kalitesi çizgisi arasında, o nokta gibi hiç zorlanmadan gidip gelebilen tek varlıklardır.”

Ben kendimi hep ‘araf’ ta hissetmeme rağmen hiçbir zaman hayatta orta yolda olmadım ya en üst çizgideydim ya en alt. Ya çok mutluydum ya nefret dolu. Buna psikolojide bipolar bozukluk da diyorlar işte hayatlarında bu durumu çokça yaşayanlar bu kitabı severler diye düşünüyorum. Ayıca bu kitap bir başkaldırı hareketidir Türkiye’ hep en çok satanlarda aşk romanları olurken ‘Kinyas ve Kayra’ başta olmak üzere yazarın tüm kitapları birkaç hafta da olsa çok satanlara girmiştir. Kafalardaki laylaylom roman yaftasını yırtıp atmıştır yazar kitaplarıyla, bundan dolayı da bence en büyük övgüleri hak eder. Çünkü her tabu bir gün yıkılır ancak çok zor yıkılır…

Eyvallah…

‘TERS’