Archive for the ‘Edebiyat’ Category

Bugün Çehov günü olsun!

Salt 2008 yılının değil türk sinemasının en has filmleri arasında seçkin bir yeri vardır ‘Sonbahar’ın. Tekrar anımsamama vesile olansa sanki film bütün anlamını ‘Yusuf ile Eka’nın birbirlerinden habersiz izledikleri ‘Vanya Dayı’dan aldıkları ‘Sonya’nın ağzından dökülen cümlelere yüklemiş; “Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Elimiz ağzımız tuttuğu sürece dur durak bilmeden başkaları için çalışıp didineceğiz. ecel geldiği zaman da usulca öleceğiz. çok acı çekip gözyaşı döktüğümüzü, çok içimizin yandığını söylediğimizde tanrı bize acıyacak. ve seninle ben, sevgili dayıcığım, aydınlık ve güzel bir hayat yaşayacağız. işte o zaman mutlu olacağız, şimdiki mutsuzluğumuzu hatırlarken gülümseyeceğiz ve huzura ereceğiz

Yazının asıl sahibi bugün yaşamını yitiren ‘Çehov’ olmasına rağmen düşündüğümde ilkin anımsadığım Çehov anısıyla girizgahı uygun buldum. İsminin hikmeti epey fazla olan  eşsiz hikayecinin sahip olduğu bir özellik olan geçmişe bakma korkusunu (otobiyografyafobi) gerekçe göstererek gençliği, ailesi kısacası hayatına girmeden , yazım hayatının bize yol göstereceği bir notlamadan  ibaret bu yazı. Mektubundan yaptığım bir alıntıyı eklemeden geçersem de içim elvermez;

”her yanım öylesine asya ki, gözlerime inanamıyorum, 60 bin kişi yemek içmekten , üremekten başka bir şey düşünmüyor. Yaşamla başka bir ilişkileri yok.  Ne bir gazete, ne bir kitap.”

Öykülerinin hayli öne çıktığı benim kütüphanemde en samimi durduğum oyunlarında, genel itibariyle Rus toplumunun tüm katmanlarından karakterlerle yüzleşiriz sahnede. Geçiş dönemi Rusya’sının, alt üst olmuş toplumsal değer yargılarının bir gösterisi olan oyunları her dönem gösterilir ülkesinde. Benim de ülkemin Şehir Tiyatrolarında izlediğim bilinen eseri Üç Kızkardeş için broşürde şöyle bir yazı vardı hatırımda kalan; “Üç Kızkardeş, Yaşanmamış Bir Hayatın Hikayesidir!” Oyun bittiğinde ne demek istediğini çok iyi anlattığı kanısına varıyorsunuz, bununla özetlemek mümkün hatta bütün oyunu. Oyundaki her karakter başka bir dünyanın kapısını açıyor izleyene sanki, başka bir mutsuzluk hikayesi her biri. Öyle zengin bir oyun ki izleyen herkesin yaşamı ile ilgili kendini kurcalamasına neden oluyor bir yandan. Çok farklı bir izleyici profili olsa da (iki defa izleyeni de hiç sevmeyeni de) tüm övgüleri hak ediyor fikrindeyim.

Çehov için bir o kadar sevdiğim Tolstoy’un ne dediğine kulak verelim hep birlikte; “çehov bir sanatçı olarak, önceki rus yazarlarıyla, turgenyev, dostoyevski veya benimle, mukayese bile edilemez. çehov’un kendi biçimi var empresyonistler gibi. bakarsanız adam hiçbir seçim yapmadan, eline hangi boya geçerse onu gelişi güzel sürüyor. bu boyalar arasında hiçbir münasebet yokmuş gibi görünür. ama bir de geri çekilip baktın mı şaşırırsınız. karşınızda parlak büyüleyici bir tablo vardır.”

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘vurduğun kendi başın..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

APTAL ÇOĞALMALARA

yanağından aldığım öpücük

ölüme vereceğim rüşvet içindir

kayalardan geri dönen köpük

kahkahası patlan denize inattır

 

gece ağarırken sırtından dağların

baykuş gözleri parıldaktır şaşmaya

yakamoz delişmeni içi gümüş ağların

aymaz tuzaklarıdır kudurgan doğaya

 

beklentide volkanlardan fışkıran lav

zaten isyanı değil midir aptal çoğalmalara

 

VÜS’AT O. BENER

 

 

 

 

 

 

 

 

İSE

 

yaşamak ölümse

sıcak soğuk bir

doğru eğriyle kesişir

eğri doğrudur

 

sevmek sonluysa

sevmemek sonsuz

uzat boynunu cellat

vurduğun kendi başın

 

uzay boşluğa açılır

boşluk uzaya

VÜS’AT O. BENER

‘MANZUMELER..’ ,  VÜS’AT O. BENER , YKY Yayınları , Ekim 2004 , 58 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aylak adam , yusuf atılgan..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aylak adam en çok sevdiğim , beni en çok etkilemiş olan romanlardan biridir.. elbette , bu yeğlememi ‘aylak adam’ı ilk okumuş olduğum gençlik yıllarımdaki ruhsal durumuma gönderme yaparak açıklayabilirim.. ‘aylak adam’ o günlerde beni sarsmakta olan duygulara , kara coşumcu duyarlılığıma ayna olmuş , kendimi sanki  o romanda bulmuştum.. ancak , ‘aylak adam’ı yüceltmemin asıl nedeni bu denli kişisel değil.. yıllar bizimle birlikte geçti.. ‘aylak adam’ hala orada.. bence türk duyarlılık tarihinde bir dönüm noktası orası.. dolayısıyla ‘aylak adam’ hep duracak orada.. zamanında bu romanı toplumsalcılık açısından eleştiren çok oldu.. kanımca ahmet kemal’in şu sözünü (otağ , aralık 1963) anlamadılar : ‘aylak adam için son birkaç söz söylemek gerekirse , edebiyatımız çağımız kişisine eğilmeli , onun sıkıntısını çözümlemeye , kısaca –insanı- araştırmağa yönelmelidir..’

‘aylak adam’ bence bizim ilk kentli bireyimiz , ‘flaneur’ümüzdür.. kent insanının ‘yalnız ve kalabalık’ olduğunu bulgulayan ilk romanımızdır.. bir gün ‘aylak adam’ı walter benjamin’in kavramlarıyla okumamız gerek… o zaman daha da iyi anlaşılacaktır ne dediği de , değeri de..

‘aylak adam’ı yazan kişiyi yıllarca çok merak ettim , yazı dergisinin çıkışı sırasında katkı istemek amacıyla yazıştım onunla.. yanlış anımsamıyorsam , ‘ölü su’ başlıklı şiirin ‘yazı’da yayımlanışı bu yazışmam sonucu olmuştu.. gel gör ki , yusuf atılgan ile daha sonraki yıllarda tanışabildim ancak , sağ olsun enis batur aracılığıyla.. içtenlikle ‘ağbi’ diyerek konuşabildiğim bir insandı.. atılgan ile birkaç kez yazın sohbeti yapma olanağım oldu.. bir ayrıntıyı çok açık olarak anımsıyorum o konuşmalardan.. daha doğrusu , söz konusu ayrıntının aklıma takılmış olduğunu anlıyorum.. vüsat o. bener’in öykülerinden söz ediyorduk.. atılgan , vüsat o. bener’in ne denkli iyi türkçe yazdığını vurgulamıştı.. örnek olarak ise ‘dost’ öyküsünden şu tümceyi tek bir sözcüğünü sektirmeden anmıştı : ‘çengele takılı bir öküz yüreğinden toprağa kan damlıyordu..’ neden bu tümce de başkası değil.. o an sormaya çekinmiştim.. hala yanıtını bilmiyorum bu sorunun..’

 OĞUZ DEMİRALP..

(‘bir ayrıntının ardında..’ adlı mart 2000 tarihli yazısından..) 

‘SATIRLAR ARASINDA AYLAKLIK..’ , OĞUZ DEMİRALP , YKY Yayınları , Temmuz 2006 , 268 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YUSUF ATILGAN..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bugün büyük ustamız ilham kaynağımız ‘yusuf atılgan’ın doğum günü..

27 haziran 1921’de manisa’da hayata merhaba diyen yusuf atılgan , liseyi bitirdikten sonra istanbul üniversitesi edebiyat fakültesi türk dili ve edebiyatı bölümü’nü bitirir.. akşehir’de askeri lisede bir sene öğretmenlik yapar..

ancak ustamız üniversite öğrenciliği sırasında yasadışı türkiye komünist partisi’ne üye olmak ve bu parti için yasadışı faaliyetlerde bulunmak suçlamasıyla ve türk ceza kanununun meşhur 141. maddesi nedeniyle tutuklandı.. sansaryan han’da ve tophane cezaevinde yaklaşık bir sene tutuklu kaldı.. salıverildikten sonra öğretmenlik hakkı elinden alınan yusuf atılgan manisa’nın ‘hacırahmanlı’ köyüne geri dönerek yıllarca köyde çiftçilikle uğraştı..

yusuf atılgan 1976’da istanbul’a dönerek kadıköy’ün moda semtinde bir süre oturdu.. bu dönemde çevirmenlik , redaktörlük vs işler yaptı.. ‘canistan’ romanı üzerinde çalışırken geçirdiği kalp krizi nedeniyle 1989’da aramızdan ayrıldı..

romanları ‘aylak adam’ ve ‘anayurt oteli’nin yanı sıra hikaye ve masallarını topladığı kitabı ve bitmemiş ‘canistan’ romanı edebiyatımıza kazandırdığı dört eseridir..

az sayıda eseri olmasına rağmen özellikle ‘aylak adam’ ve ‘anayurt oteli’yle türkiye edebiyatına damgasını vurmuştur büyük usta.. çoğu kişi oğuz atay ustayla kıyaslar , karşılaştırır yusuf ustamızı.. ben kıyaslama yapmayı sevmem her ikisinin de kendine has üslupları ve yaratımlarıyla gönüllerimizde ayrı ayrı yerleri var.. ama ‘bir adaya düşersen’ diye saçma sapan geyik soruyu buraya uyarlasalar ya da cezaevine düşsek ve orada ‘bir kitap seçme hakkın var’ deseler tek kitap ismi söylerim : aylak adam..

başkasını bilmem ama benim hayatımın dönüm noktasıdır ‘aylak adam’ı okumak.. çok şeyi bende yerle bir etti ve birçok açıdan yeniledi beni.. hediye almayı ve seçmeyi bilmem , hep kitap alırım sevdiklerime , en çok hediye ettiğim kitaptır ‘aylak adam’.. küçücük çocuklara bile hediye ederim ‘sakla günü gelecek okuyacaksın ve beni hatırlayacaksın’ derim..

romanları dışında öykülerinden ‘eylemci’ adlı öyküsü ilk okuduğumda pek gülünecek şeyler olmamasına rağmen nedense beni çok eğlendirmiş ve gülmekten yerlere yıkmıştır.. canım sıkıldığında çevirir çevirir okurum bu öyküsünü..

masalları da ayrı bir güzelliktedir.. bence çocuğu olan herkesin hemen okutması gerekir bu masalları.. gerçi bazıları biraz sert öğeler içeriyor masallar ama okutun bir şey olmaz.. televizyonlarda izlediklerinden daha yumuşaktır.. okutun okutun la.. 

aylak adam’ın ana kahramanı ‘c’ ve anayurt oteli’nin ‘zebercet’i edebiyat tarihimizin en bilinen karakterleri arasına girmiştir.. aylak adam için çok şey yazmak gerekir buraya ama bugün yusuf atılgan’ın doğum günü.. edebi tahliller filan yapmak ve eserleri hakkındaki kıymetsiz saplantılarımı , düşüncelerimi yazmak istemiyorum buraya.. saçma sapan , abuk sabuk şeyler yazmak istiyorum..

hem bugün ustanın doğum gününü yine az kalsın ıskalıyordum ki aylak aylak dolaşırken , ‘delirmek’in attığı mesajla irkilip , hatırlayıp hemen koştum mekana bir iki satır bir şey  karalamak için.. ‘delirmek’ kardeşime buradan çok teşekkür ediyorum bu yüzden..

 doğum günün kutlu olsun sevgili ustamız yusuf atılgan !

keşke aramızda olsaydın da seninle modada denize karşı tüm aylaklarla birlikte rakı içerek kutlasaydık..

keşke ‘aylak adam’ı nasıl beyaz perdeye uyarlarız diye seninle sohbet edebilseydik..

beni yakından tanıyanlar bilir , benden önce belki yapılacak filmi ‘aylak adam’ın ama bir gün ben de çekeceğim ‘aylak adam’ı.. saçma sapan hayatımın en büyük , en önemli amacı bu.. zaten kaç amacım , kaç isteğim var ki artık..

haydi bugün kadehler yusuf atılgan , ‘c’ , bıyıksız – bıyıksız tüm zebercetler  ve tüm eserleri için kalksın havaya..’

 ‘Crockett’

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘..ben çoğu geceler içiyorum , dedi.. şakağımdaki ağrıyı duymamak için iştah açmak için falan diyorum ama değil , biliyorum.. bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum.. belki kendi kendimden.. iki çeşit içen vardır.. biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer.. bir de şu çevrendekilere bak.. bunlar neden içiyorlar ? toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için.. çekinmeden bağırmak , yüksek sesle gülmek için.. dışarda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır.. sokakta hiç gülmemek için burada gülerler.. böylesi az içer.. ya ben ? içiyorum da kurtulabiliyor muyum ? belki yalnız baş ağrısından..

– ya içmediğin zamanlar ?

– o zaman ararım..

– hep arayacaksın sen. ya resim , ya kitap..

– tutamak sorunu.. insanın bir tutamağı olmalı..

– anlamadım..

– tutamak sorunu dedim.. dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde gider gibiyiz.. tutunacak bir şey olmadı mı insanlar yuvarlanır.. tramvaylardaki tutamaklar gibi.. uzanır tutunurlar.. kimi zenginliğine tutunur ; kimi müdürlüğüne ; kimi işine , sanatına.. çocuklarına tutunanlar vardır.. herkes kendi tutamağının en iyi , en yüksek olduğuna inanır.. gülünçlüğünü fark etmez.. kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım.. öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı.. herkesin, ‘veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur’ demesini isterdi.. daha gülünçleri de vardır.. ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü , sahteliğini , gülünçlüğünü göreli beri , gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum : gerçek sevgiyi! bir kadın.. birbirimize yeteceğimiz , benimle birlik düşünen, duyan , seven bir kadın!..’

‘AYLAK ADAM’ , YUSUF ATILGAN.. Ekim 2009 , Yapı Kredi Yayınları , sayfa : 152’den..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Traş olurken yüzümü kestim..

hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil , dedi , insanlar

müziğin sesi , sözcüklerin

yazılışı ,

hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil , dedi , bütün

bize öğretilenler , peşinden koştuğumuz aşklar ,

öldüğümüz bütün ölümler , yaşadığımız

bütün hayatlar ,

hiçbir zaman olması gerektiği gibi değiller ,

yakın bile değiller..

birbiri arkasından yaşadığımız

bu hayatlar ,

tarih olarak yığılmış ,

türlerin israfı ,

ışığın ve yolun tıkanması ,

olması gerektiği gibi değil ,

hiç değil ,

dedi..

 

bilmiyor muyum ? diye

cevap verdim..

 

uzaklaştım aynadan..

sabahtı , öğlendi ,

akşamdı ,

hiçbir şey değişmiyordu

her şey yerli yerindeydi ,

bir şey patladı , bir şey kırıldı ,

bir şey kaldı..

 

merdivenden inip içine

daldım..

CHARLES BUKOWSKI..

‘Gülün Gölgesinde.. Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi 2. Cilt..’ , CHARLES BUKOWSKI ,  Çeviri : AVİ PARDO , PARANTEZ Yayınları , Kasım 2002 , 174 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kışın Bana Yaptıkları.. – Birhan Keskin

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KIŞIN BANA YAPTIKLARI…

 

I 

seni bir boşluğa attım

gövdemi başka gövdeler bilmeyecek artık

boşluk sesi ol..

hoşluk sesi ol..

sonra dönüp üz beni.

 

yüzüm yüzünü terk edeli kıştı.
yeni yeni kıştı. kollarım kendi
bacaklarımı sarmıştı. fotoğrafta görünmeyen
ışıklar vardı. sandalyenin ucuna oturmuştum.
gözlerim bacaklarıma dolanan kollarıma ,
sonra bacaklarıma , sonra daha uzağa , salondan
da uzağa ,
o yok yere bakıyordu.

seni bir boşluğa attım
gitmek üzereydim kalktım
boşluk sesi ol..
hoşluk sesi ol..

gözlerimdeki ay ışığı
gözlerinin körlüğü içindi.

II

hadi benim umarsızım
ben ölmek üzereyim
yorgunluğum da öyle
sabrımın son parçasını da yedim
az önce.

hadi benim suskunum
geçtiğim yılları yaktım ardımda
çocukluğumdan gelirken düştüğüm
o keskin virajdan
sürüklendiğim bu vakte dek
sıkıca tuttuğum
kırık dökük inançlarım bile
ölmek üzere.

hadi benim kırgınım
kışın bana yaptıklarından ,
yazın beni öldüren yıldızlarından sonra
yitirdiğim mevsimler değil ,
vaktim yok ,

baktığım yerleri yaktım
içime ağladığım suları da içtim
az önce.

III

seni şimdi bir yabancı gibi karşıma alıp
sanki senden bahsetmiyormuşum gibi yapıp
sanki benden bahsetmiyormuşum gibi
hatta bir aşktan bahsetmiyormuşum gibi
fırtınayı ve huzuru anlatacağım sana

yılları ve yolları , limanları ve fırtınayı
ve aşkın belki hiç adı geçmeyen kuzeyini
aşkın bu kuzeyden nasıl düşürüldüğünü ,
artık sonsuza dek yitirdiğimizi
büyünün bitişini ,

hiç gerekmeyen yıllarda huzur ,
çok gereken yıllarda da fırtına
nasıl yaşanır onu anlatacağım.

seni bir yabancı gibi karşıma alıp
bunun dayanıklı bir şey olmadığını
sürekli kılınmadığını , çünkü aşkın
yapılan bir şey olmadığını ,
başlangıçta bir melek konduğunu
sonunda bir kelebek öldüğünü ,
yani kısacık sürdüğünü , oysa hayatın
bir korkular ve alışkanlıklar bütünü
olduğunu ,
bütün bunları sana
nasıl anlatacağım ?

IV

kalbim
ölü mevsimler gibisin
bir şeyin görünmeyen iyi yanları gibi
ama bitti mevsim ,
bir başka yolcu yok sana
fark etmez gibisin.

kalbim
demir masanın küfü , örtünün yırtığı
camın kırığı , patlayan freni hayatımın
kalbim , anla , bitti mevsim
bir başka yolcu yok sana.

BİRHAN KESKİN..

‘Kim Bağışlayacak Beni..’ , BİRHAN KESKİN , METİS Yayınevi , Mart 2005 , 176 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TEHLİKELİ OYUNLAR – OĞUZ ATAY

YALNIZLIĞIN OYUNCAKLARI

” Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre , uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık , dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre , ‘ Yahu insanlık öldü mü?’ diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde , ‘ insanlık öldü mü? ‘ ya da ‘insanlık ölür mü?’ biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar telgraflar yağmıştır , herkes , insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da , yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet , insanlık artık aramızda yok. İnsanlıktan uzun süredir ümidini kesenler , ya da hayatlarında insanlığın hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgamamışlardır. Fakat , insanlık aleminin bu büyük kaybı , bir çok yürekte derin yaralar açmış ve onları ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir ; o kadar ki , bazıları artık insanlık olmadığına göre bir alemden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe başlamışlardır. Bize göre , böyle geniş yorumlarda bulunmak için vakit henüz erkendir. İnsanlık artık aramızda dolaşmasa bile , hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden , bir zamanlar insanlığın olduğunu , bizim gibi nefes alıp ıstırap çektiğini öğreneceklerdir. İnsanlığın güzel ve çekingen yüzünü bende görür gibi oluyorum. Zavallı insanlık kendini belli etmeden sokaklarda dolaşır ve insanlık için bir şeyler yapmağa çalışanları sevgiyle izlerdi. Bugün için insanlık ölmüşse de , onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek bir canlılıkla aramızda yaşamağa devam edecektir. İnsanlıktan paylarını alamayanlar için o zaten bir ölüydü ; onun bu kadar uzun zaman yaşamasına şaşılıyordu. Yıllar önce küçük bir kasaba da dünyaya gelen insanlık , dünya savaşlarından birinde , çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. Bu olaydan sonra , hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık , önce ki gece sabaha karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar , insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır. Doğru dürüst bir tahsil görmeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. Küçük  yaşta öksüz kalan insanlığa doğru dürüstte bir miras kalmamıştı ; bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık , başkalarının yardımıyla geçinmeye çalışmıştı. İnsanlığın ölümüyle ülkemiz , boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. Gazetemiz , insanlığın yakınlarına başsağlığı ve sonsuz sabırlar diler. Not : merhumun cenazesi , önce , uzun yıllar yaşamış olduğu Hürriyet caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı ümit apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade bir törenden sonra toprağa verilecektir.

BÜYÜK OYUN

Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca , biraz isteksiz de olsak , hepimiz sahnenin bir yerinde , bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız. Küçük topluluklar olarak , birbirimizden bağımsız davranarak ve birbirimizi seyrederek günlük oyunlarımıza başlarız. Ben hikmet VI , zamanında-yani hikmet I- olduğum sıralarda bu oyunu ciddiye almış ve bütün oyunları heyecanla seyretmiştim. Sonunda , kendi oyunumu , bütün bu oyunların dışında ve gerçek olarak yaşamağa karar verdim. İnsanlarımız , aynı piyesi yıllardır aynı biçimde oynamanın yorgunluğu ve gerçeğe bir türlü benzetememenin bezginliği içindeyken ben , bizlere bu güne kadar hiç yararı dokunmamış olan aklın-daha doğrusu , akıl olduğunu sandığımız akıl taklidinin-zincirlerinden kurtularak , bütün ülkeleri ve onların gerçek kişilerini içine alan büyük oyunun heyecanı içinde bulunuyorum.

Dünyada her insan , başkalarından çıkar sağlamak için , sabahtan akşama kadar asık bir suratla dolaşır. Ben kimseye yaranamayacağımı anladığım için yeni bir dümenin suyuna gitmek üzere yola çıkmış bulunuyorum. Duygusal ve akıllı ve güzel ve hiçbir şekilde karşı çıkılamayacak derinlik ve sezgilerle donatılmış kadınlar , benim gibi dikenli ve garip renkli bir çiçeği yakalarına takarak dolaşmasalar da , beni uzaktan seyrederek gelişeceklerdir. Bu garip çiçek , son dikenlerini bile dökerek çırılçıplak kalırken , onlar bu çiçeğin şimdiye kadar rastlanılmamışlığını da güzelliklerine katacaklardır.

Derinliği ve ruhsal bakımdan kaybedebileceği herhangi bir şeyi olanlar böyle garip çiçeklere benzemekten kendilerini önemle korumalıdırlar. Ben ve benim gibi , kabuslarından başka kaybedecek bir şeyi olmayan ruh proletaryası , bu dünyadaki yerini ancak büyük oyunun içinde bulabilir. Ayrıca ülkemizde , kendi oyunu içinde dünyada hiçbir ülkenin bu çeşit proletaryaya tanımadığı hakları vermiştir bizlere. İnsan ancak bu ülkenin dışında , manevi bakımdan yüksek bir yerde durursa , bizim özümüzü ve biçimimizi görebilir . Akıl ve ruh proletaryasının en büyük akılsızlığı , akıl ve ruh burjuvazisinin nimetlerine kavuşacağını umarak onlara hizmet etmesi ve bu sırada kaçınılmaz istismar kanunları yüzünden zayıf aklını ve ruhunu da parça parça onlara kaptırmasıdır.

İşte bu nedenle derim ki , oyunlarımıza onları almayalım !Ya da gerçek hayatta ezildiğimiz için oyunlarda onları rezil edelim ! Yerin dibine batıralım ! Ey ruh proletaryası ! Bu uğurda gerekirse bütün gerçekleri çiğneyiniz ! Bir oyunda bile gerçekleri dile getirmek gerektiği yalanına inanmayınız. Sizleri  uyarıyorum ! Gerçekler sizden yana değildir ! Bu oyuna gelmeyiniz ! Siz onları kendi oyununuza getiriniz. Onlarla , onların hükmünde olan akıl alanında boy ölçüşmeyiniz. Biraz da kendi sahanızda oynayın canım. Başka alan olmadığını söyleyenlere inanmayınız. Sizleri , sonunda aklınızı kaybetmek tehlikesi ile korkutanlara aldırmayınız. Kaybedecek hiç bir şeyimiz yoktur. Kendi gücümüzün nerede olduğunu görmenin zamanı gelmiştir. Geleceğin yaratıcısı bizleriz ! Size bütün samimiyetimle sesleniyorum ! ”

EN BÜYÜK HAZİNEMİZ AKLIMIZDIR

Sevgili Bilge ;

Bana bir mektup yazmış olsaydın , bende sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve bir çok söz yarım kalmış kalsaydı , bir çok mesele çözüme bağlanmadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak , anlatmak , birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana , durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları , eski karıma yapmış olduğum gibi , büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu , bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım ; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki , durum çok ciddi bilge , aklını başına topla. Ben iyi değilim bilge , seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa , arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum , ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime , söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa , bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile , ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen , aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı ,bu satırı da neden yazdım ? diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görünüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım , benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş , benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa , sevgili bilge , aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım , henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki , bu akıl beni bütünüyle terkedinceye kadar gidipgelenazizvarlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil ölümleri ile ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez ; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alınyazısı da , ölümün anlamını bilerek , ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir , bazı müelliflere göre bu durum daha da acıklıdır.

Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle , Sevgili bilge , mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiçkimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (bütün bunları yazarken hissediyorum ki , bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. fakat bunlar yazı , sevgili bilge ; kötülüğüm kelimelerim arasında kayboluyor.)

Kendimi iyi hissetmiyorum bilge. Beni bir daha görmek isteyeceğini sanmıyorum. Kendimi suçlu hissediyorum. Doğduğum günden başlayan bir suç dizisi içindeyim. Seni görmek istemiyorum , seni görmek istemiyorum. Aynı olayları bir daha yaşayacak gücüm kalmadı. Beni unut-belki de unuttun-beni unut. Başıma gelecekleri  düşünme. Ne yaptığımı , nasıl yaşadığımı merak etme. Sana anlatması zor. Sevmesini bilmeyenler , kaderlerine razı olmalıdırlar. Oluyorum. Eyvallah. İyi değilim , fakat üzüntülü de değilim bak gülüyorum ; haha..

artık senin için bir yabancı olan H.H.H. (Ha-Ha Hikmet)

‘TEHLİKELİ OYUNLAR’ , OĞUZ ATAY , İLETİŞİM Yayınları , Ocak 1984 , 479 Sayfa…

NOT : ‘tehlikeli oyunlar’ hala ve de özellikle günümüzde bir başucu kitabı , bir pusula olmaya devam ediyor , yukarı da ki kısımlar , bence kitabın en önemli , üç bölümünden alınmış paragraflardır , bu paragrafları balkonda arkadaşım ‘aytaç’la notlaştırırken ısrarla duruma vakıf olmaya çalışan bir sinek kendi isteğiyle ve zannediyorum duyduğu cümlelerden aldığı etkiyle kendisini kitabın ağır kapağı altında intihar etmiştir , ruhuna özgürlük diliyorum sineğin.ha ha ha.

‘DELİRMEK’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BEAT KUŞAĞI ANTOLOJİSİ..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devrimci Mektup..

 

‘anma günü , 2003’

 

sacco & vanzetti’yi hatırla

haymarket’i hatırla

john brown’ı hatırla

devlet karşıtı isyanın esirlerini hatırla

malcolm’u hatırla

paracelsus’u hatırla

huey & küçük bobby hutton’ı hatırla

crazy horse & chief joseph’i hatırla

modoc & algonquin ulusunu hatırla

patrice lumumba’yı

afrika rüyası’nı hatırla

tina modotti’yi hatırla

makhnov’u , tsvetaeva & mayakovski’yi & essenin’i

evet , kahretsin , trotsky’i de hatırla

hey , hypatia’yı hatırlıyor musun ?

socrates’i ? giordano bruno’yu ?

en yakın arkadaşımı hatırla , esclarmonde de foix’yı

kozmopolit fitilini hatırla

edward kelly’yi hatırla , cezaevinde katledildi

hatırla , hayatını avuçlarında tuttuğunu

bu anma günü , hatırla

neyi sevdiğini

& ne yaptığını – bekleme

hatırla yaşamın nasıl darağacı ilmeklerine geçirildiğini –

herhangi birine ait olan

& o vakit ozanları da hatırla :

shelley & bob kaufman’ı

van gogh & pollock’u hatırla

amelia earhart’ı hatırla

hatırla güvenli bir vakit değil ve

her şeyden daha doğrusu

yapman gerekeni kalpten yapman

hatırla ‘wounded knee’nin kadınlarını ve erkeklerini

kent state katliamını hatırla

hangi saftaydın :

imparatorluğun ortasında & hunlar yaklaşırken.

hatırla , vercingetorix’i , max jacob’u

apollinaire & suhrawardi’yi hatırla

bütün hatırlaman gereken ne sevdiğin

mary the world’ü hatırla..

Diane Di Prima..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BEAT KUŞAĞI ANTOLOJİSİ..’ ,

 Hazırlayan : ŞENOL ERDOĞAN , SEL Yayıncılık – 6:45 > Yayın , Haziran 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yer : Türkiye.. Yıl : 2011.. Yıl : 2011.. Yıl : 2011.. YORUMSUZ..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘inceleme bölümünde de belirtildiği gibi yazar hiçbir değer sistemini dikkate almayan , disiplinsiz anti sosyal bir seks bağımlısı tipi ile şahsiyetleştirdiği ‘yumuşak makine’ isimli kitapta bir konu bütünlüğü olmadığı , gelişigüzel kaleme alınarak anlatım bütünlüğüne de riayet edilmediği , genelde argo ve amiyane tabirlerle kopuk anlatım tarzının benimsendiği , özellikle erkek erkeğe cinsel ilişkilerin zaman ve yer tasvirleriyle ar ve haya duygularını rencide edecek ölçüde anlatıldığı , zaman zaman tarihi mitolojik unsurların yaşam tarzlarından örnekler vererek kişisel ve objektif olmayan gerçek dışı yorumlarda bulunduğu anlaşılmaktadır.

Mezkûr kitabın bu haliyle edebi eser niteliği taşımadığı , okuyucu haznesine ilave katkısının olmayacağı , kriminolojik açıdan da kitapta , insanın bayağı , adi , zayıf yönlerinin işlenmesinin okuyucu üzerinde suça izin verici tavırları geliştirmektedir..’

‘küçükleri muzır neşriyattan koruma kurulu..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

abelard ve heloise (mektuplar)…

sonu gelmez bir yolculuktu , üstelik  yer- gök masmavi olsa da beton renkli gelmişti bana…
dinlediğim şarkılar ise acı çekme oranımı sadece arttırıyordu o kadar , sanırım dilini bilmediğim şarkılar dinlemeliyim…
bazen içimin uyku odalarına girip başımı düşürüyordum yanımdaki vefalı omuza , ama fazla sürmeden uyanıyor ve sonu gelmez yolculukta debeleniyordum…
ah o kavaklar o kavaklar yetişmeseydi , düşünceden ölebilirdim… hatta bir ara ipi boğazıma geçirmiş gibi gelen yolculuğun , sandalyesine tekme atıp sevgili ecel’imin artık gerçekliği ve doğruluğu kalmayan , ama okununca hala iki muazzam jiletin arasına beni alabilme yeteneği olan mesajlarını okudum… bendeki de tam delilik…
arabada sadece 5 kişi olmamıza rağmen , beynimde tanımadığım milyon ses vardı , ve yolculuk boyunca hep konuştular…
nihayet bitmez gelen yol bitip , dayımlara ulaştığımızda ise  beynimdekiler yetmezmiş gibi birde zamanın soysuzluğuna canım sıkıldı…
ellerindeki yüzlerindeki her çizgi , bükülen bel , bir zamanlar güçlü kuvvetli sıkılan ama şimdi mecalsiz tutulan  el , gümbür gümbür şelaleleri anımsatan ses yerine savunmasız bir sesle söylenen ‘hoşgeldiniz kuzum’lar oracıkta üzüverdi beni…
yokluklarını düşündüm , ve bütün gücümle kalplerine sarıldım…
bir iki değişikliğin ve eskimişliğin dışında her şey  yine aynıydı , bir ara vitrine gözüm takıldı…
hala camının kenarı kırıktı , siyah beyaz fotoğrafların yanına bir iki renkli torun fotoğrafları iliştirilmiş ve kıbrıs kökenli kahve fincanları hala en gözde yerindeydi… insanların ve ziyaretin seyrekliğinden olsa gerek , bir zamanlar bizden köşe bucak kaçırılan şekerlik ağzına kadar doluydu ve ambalajı solmuştu… misafir ağırlamanın baş rol oyuncusu limon kolonyası ise çok mutsuz görünüyordu… kapağı artık sadece ağrıyan başın tedavisi için açıldığından olsa gerek…
zalim zamanla mücadele edip , etrafa her an ağlamaya şiddetle müsait gözlerle bakınırken üzerinde yılbaşı ağacı resmi olan , simlerinin yarısı dökülmüş , güneşten uçları kıvrılmış bir kart gördüm , şaşırdım tabi… zaman yakamızdaki gülü bile soldurmuşken nasıl olmuşta bu kart hala güven içinde saklanmış o vitrin köşesinde ?
ama arkasını okuduğumda daha da çok şaşırdım…
çünkü benim ilk okuldayken , daha b ve p yi ayırt edemez haldeyken yazdığım , üstelik altına ‘veliniz bulut’ diye de kişisel not düştüğüm karttı o…
birden eski roma tanrısı janus gibi hissettim kendimi , biri öne biri arkaya bakan iki ayrı yüze sahiptir janus…
işte o misal geçmişi ve geleceği aynı anda görmüşçesine dondum kaldım…
zaten yaşamıma tüm demlenmişliği ile sinmiş olan mektuplaşma güzelliği daha da anlam buldu o gün…
ve bu güzel anının üstüne  hala bir cevap yazmasalar da iki tane mektup arkadaşı edindim… varsın yazmasınlar , beklemenin de ayrı bir keyfi var ne de olsa…
aynı fotoğraflar gibi tüm ölümlere kendince bir başkaldırısı var mektupların…
ve ne kadar zaman geçerse geçsin , saklandıkları yerden ellerinize ve gözlerinize dokunma olanağına sahip olduklarında , aynı siyah beyaz türk filmlerinde olduğu gibi yazan kişinin sesini de kulaklarınıza getirme özelliği de vardır mektupların , belki de bu yüzden ölümsüzdürler…
hele ki aşk mektupları…
onlarsa cemal süreya’nın söylediği gibi bir tür yazılı sevişmedir…
işte bu yazılı sevişmelerden oluşan en sevdiğim kitaplardan biri olan ‘abelard ve heloise’den  söz edeceğim sizlere…
bir solukta okunacak , narin bir kitap…
filozof ve şair pierre abelard ile öğrencisi heloise arasındaki aşkın  öyküsü , ama öle bir öykü ki ömürlerinden daha uzun bir hikayeye sahip…
gizlice evlenirler , çocukları olunca birliktelikleri gayrı meşru sayılır ve heloise’nin dayısı tarafından abelard zor kullanılarak hadım edilir…
ve bu olaydan sonra iki sevgili ayrılır ve yaşamlarına manastırda devam ederler.
işte kitap aşkın bu sürgün zamanlarında yazılan mektuplardan oluşuyor…
hüzünlü ya da dramatik demek istemiyorum çünkü aşktan acıyı süzemiyoruz maalesef… aşk varsa acı kaçınılmaz…
kitap sonunda hem mektuplar daha çok anlam kazanıyor yaşamınız da hem de aşklar…
birhan keskin ‘aşk iki kişi arasında asla eşitlenemeyendir’ der ya bu kitapta o eşitsizliği apaçık görüyorsunuz…
bu kitabı 14 şubatta hediye etmek sureti ile okumama  vesile olan , yaşattıkları ve  bıraktığı sızı ile de kitabı kendimin yazmış olduğu hissi uyandıran , üstelik hala saç teli 21. sayfaya emanet olan , sevgili ecel’ime de hazır adı geçmişken teşekkür edeyim…
ve kitaptan şişman ebruli kalemle altları çizilmiş bir kaç cümleyi yazarak bitireyim…
mektuplarla ve iyilikle kalın…

 ‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 ‘böylesine yaşanmazsa aşk , aşk değildir.

öykünmedir , özentidir. yapay bir güldür ancak. öylece yaşayıp gider çoğu.

belki yaşayabilmelerinin tek yolu bu…

zira bizim aşk diye bildiğimiz aşk , çekilmesi çok zor bir acı.

peki , amacı ne ?’

  

‘köpeğe tasma takmasan da ,

sadakati bağlar onu sana.bilirsin ki isteyerek kalmaktadır yanında.işte ben bu özgürlüğü istiyordum.

beni seçtiğini , sana olmasa bile tüm dünyaya ,

hem de kendime kanıtlamaktı dileğim…’

 

 ‘umarım öldüğünde yanıma gömülmek istersin ,

toprağa karışmış kollarım uzanır , kucaklar seni..’

 

 ‘aşk ya aşktır , ya değildir. ne amaca gerek duyar , ne hedefe.

ama kendi kendine doğar ; kendi kendine yeter. ne umuda yeri var , ne gerekçeye…

acı çekmek aşkın bir parçasıysa eğer , acı çektiğim için mutluyum ben…’