Archive for the ‘Edebiyat’ Category

Yalnızlık!

ANABASE

 

V

 

“Karışmış ruhum için uzak işlere, köpek havlamalarıyla canlanmış kentlerin o yüz ateşi…

Yalnızlık! Deli dolu yanlılarımız çok övüyordu bizim tutumlarımızı, ama düşüncelerimiz şimdilik başka duvarlar altında konaklıyordu :

‘hiç kimse beklesin demedim… iğreniyorum hepinizden tatlılıkla.. hem ne demeli bu bizden çıkardığınız şarkıya?’

Ölü denizlere götürülecek bir görüntü kalabalığının  sürücüsü, gözlerimizi yıkayacak gece suyu nerde bulunur?

Yalnızlık!… Yıldız sürüleri geçiyor kıyısından dünyanın, mutfaklara katarak evcil bir yıldızı.

Birleşik kralları göğün savaş sürdürüyor çatımda ve, o yukarıların efendileri yerleştiriyor tepeme otağlarını..

Bir başıma gideyim esintileriyle gecenin, yergici prensler arasında, ‘biélide’ yıldızlarının düşüşü arasında!…

Sessizce bitişmiş ruh ölülerin ziftine! İğnelerle dikilmiş göz kapaklarımız! Övülmüş bekleyiş kirpiklerimizin altında!

Gece veriyor sütünü, iyi sakınmalı bundan, ve baldan bir parmak gezinmeli dudaklarında savurganın :

‘kadının meyvesi, ey sabâlı!…’ ele vererek en az kanayan ruhu ve kalkıp o yalın vebalarından gecenin, doğrulacağım düşüncelerimde etkinliğine karşı düşün; geçip gideceğim yaban kazlarıyla, yavan kokusunda sabahın!…

-Ha! Karangu olmakla yıldız hizmetçiler mahallesinde, bilir miydik ki çoktandır bir sürü yeni mızrak kovalıyordu çölde yazın silis tuzlarını? ‘anlatıyordun, tan…’ ölü denizlerin kıyılarında suyla kutsanış!

Sonsuz mevsim içre çırılçıplak yatanlar kalabalıkla kalktılar toprakta –kalabalıkla kalktılar ve çığrıştılar zırvadır diye bu dünya!… ihtiyar göz kapaklarını kımıldatıyor sarı ışıkta; tırmığının üstünde geriniyor kadın;

Ve yapış yapış tay koyuyor tüylü çenesini çocuğun eline, daha bir gözünü patlatmayı düşünmeyen çocuğun…

‘Yalnızlık! Hiç kimseye beklesin demedim.. canım istedi mi gideceğim oraya…! –ve giyinip kuşanmış yabancı yeni düşüncelerini, yandaşlardan oluyor gene sessizlik yollarında : gözü bir tükürükle dolu,

Kendisinde yok artık insan özü. Topraksa kanatlı tohumlarıyla, kendi tasarılarındaki bir ozan gibi , yolculuktadır…”

 

SAINT-JOHN PERSE..

 

‘ŞİİRLER..’, SAINT-JOHN PERSE, Çeviri: SAİT MADEN, TAN Yayınları, 1981, 182 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

OZANLARIN YALAN SÖYLEMELERİNİN ÖBÜR NEDENLERİ

Mutlu sözünün

söylendiği an

asla o mutlu olmadığı için.

Susuzluktan ölen

susuzluğunu dile

getiremediği için.

İşçi sınıfının ağzında

İşçi sınıfı sözüne rastlanmadığı için.

Umutsuzluğa düşen biri :

‘ben umutsuz biriyim’

demeye yanaşmadığı için.

Orgazm ve organizma

aynı şey olmadığı için.

Ölüm döşeğindeki biri :

‘ben ölüyorum şimdi’

diyeceği yerde,

bizim anlamadığımız

donuk bir ses çıkardığı için.

Ürkütücü haberlerle

ölülerin başını yiyenler,

yaşayanlar olduğu için.

Sözcükler çok sonra

ya da çok önce

geldiği için.

Burada konuşup duranın

her zaman bir

başkası,

kendisinden söz edilenin ise

her zaman susan biri

olduğu için.

 

HANS MAGNUS ENZENSBERGER

 

‘TİTANİC’İN BATIŞI..’ ,  HANS MAGNUS ENZENSBERGER , Çeviri : SEZER DURU, CEM Yayınevi, 1983, 114 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GELECEĞİN GÜRÜLTÜLÜ ZAFER ŞENLİKLERİ İÇİN

Geleceğin gürültülü zafer şenlikleri için,

O soylu kuşak uğruna, yoksun kaldım

Babamın şölenindeki kadehimden.

Mutluluğumdan, onurumdan.

 

Omuzlarıma atılıyor şu kurt köpeği çağ,

Oysa benim kanım kurt kanı değil.

İyisi mi, bir Sibirya kürkünün koluna

Bir kalpak gibi sokun beni ki,

 

Gözüm görmesin korkakları, yıvışan çamuru,

Tekerlekteki kanlı kemikleri,

Ve bütün gece ışısın benim için

Mavi tilkiler ilk zamanlardaki gibi.

 

Yenisey’in aktığı geceye götürün beni

Çamların yıldızlara değdiği,

Çünkü benim kanım kurt kanı değil,

Ancak bir benzerim öldürebilir beni.

 

Belki de çılgınlığın başlangıcı bu.

Belki de senin vicdanının sesi :

Hayatın bir düğümü içinde yakalanıp

Tanındığımız,

Sonra da varolmamız için çözülen.

 

İşte akıllı ışık örümceği

Yeryüzünde olmayan kristal katedrallerde

Birbirinden ayırıyor, sonra yeniden

Bir demette topluyor kaburga kemiklerini.

 

Ve ince bir ışında bir araya gelen

Çizgi demetleri şükrediyorlar.

Bir gün toplanacaklar, güneşlikleri kalkık

Konuklar gibi toplanacaklar,

 

Hem de burada, yeryüzünde, cennette değil,

Ezgiler dolu bir evdeymiş gibi,

Yeter ki, incitmeyelim, ürkütmeyelim onları.

Ne güzel bunu görebilmek için yaşamak!

 

Bağışla beni bu söylediklerim için.

Oku bana bunları sessizce, sessizce.

 

OSIP MANDELSTAM

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çeviri : CEVAT ÇAPAN, Alıntı : SOKAK DERGİSİ, Mart 1988, Sayfa :64, 65, 66..

(‘tayfun pirselimoğlu ile serdar ışın’ın yayına hazırladığı ‘sokak dergisi’nin bu sayısını okumamı sağlayan sevgili ‘zaferimiz’e (zafer yalçınpınar) sonsuz teşekkürler.. crockett..)

BİR KAYNAĞIN SERÜVENLERİ

saydamım ben

uzunum bir roman gibi

bir hekimle yoz bir eşeğin bakışı var bende

benim ben ak düğmelerin bu çığı

yazlığa çıkan zengin ben

seviyorum mağaraları

kısaltılmışları

giriyorum içine duvarların sonra çıkıyorum oradan

benim yapan bunları ben

 

ezberden öğrendim coğrafyayı

‘hüsnühatla’ yazılmış yetkinlik belgelerim var

küşüm etmeyin vardır mozaikle yazılmış olanları da

başardım türkü söylemeyi

büyücek bir poğaça yaptı anam bana

yedim onu aylak aylak dolaşırken

 

yaptım dinlence ödevlerimi

dalga geçtim sürülerle

altından geçtim manastırın

o zaman ürperdi keşişlerin hepsi

 

yığını romatizmaların

alıyor oduncu beni kuşların da farelerin de düşmanı bir dişi kara kedi için

 

seviyorum emir fahreddin’in gidişini

bir muz gibi kısacık emir diş bileyen halka da ıssız ıslık halkalarına da

yürüyor

çevresini aklaştıra aklaştıra

 

yüreğim söndü ki söndü

şıppadak sıçrayan atın üstüne ben değilim

yeğniliğinden yapan öyle

bıraktım ağırlığımı serüvenlerime

 

kentliler gizliyorlar önlerinde onların büyücek bir sıfır

köylü yolcuya ne pusu bu

sisle örtüyorlar onu

bir yılan saklıyorlar ceplerinde de

sıfırla sakız çiziyorlar yanaklarına da

 

müşterilerin buyruğuna hazır patlayan bir kahve var bende

yalnız nargile yaşıyor orda ağızda

çubuğu nargilenin pancar gibi kıpkırmızı

göz kamaştıran yıldız

öyle uzun ki buluyor ormanı

 

kayıyorum bülbül gibi doğru tan kızıllığına

bir elma bırakıyorum başıma

bir ağaç yerine koyuyor koruyucu beni

çekip almıyor ama

 

doğruldu bir menekşe

tıpış tıpış izledi beni

tuttum yemeğe çağırdım ben de

açtım onun için kutsal kitabı

 

beni görmeyi kararlaştıranlar birkaç ince uzun kayığı ödünç alıyorlar

iş düşüyor menekşeye

taşıyor konukları çeviklikle dişlerime kadar

 

ŞEVKİ EBU ŞAKRA

 

“1934’de, lübnan’ın mazraat el-cuf kasabasında doğdu.. şiir dergisinde yazı işleri yönetmenliği yaptı.. el-nahar gazetesinde yazı işleri yönetmenliği yaptı.. şevki ebu şakra izlenimci, yaşamın şairi.. küçük şeylere, küçük insanlara, günlük olaylara, daima yeniden başlayan mutsuzlara büyüleyici, kardeşçe bir bakışı var.. yayımlanmış kitapları : ‘yoksulların torbaları’, ‘kralların adımları’, ‘aile atının suyundan’..”

‘ÇAĞDAŞ ARAP ŞİİRİ, GÜL DESTE..’, Çeviri : Nuri PAKDİL, EDEBİYAT DERGİSİ Yayınları, Ocak 1976, 350 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SİNEMA VE ŞİİR..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“böyle bir başlık altındaki konunun birkaç yönlülüğü yazmaya girişir girişmez ortaya çıkar hemen.. çeşitli görünüşlerle çeşitli evrelerden geçmiş, köklü ve uzun şiir sanatı ile henüz yüzyılını bile bütünlememiş, her geçen gün atılımlar, değişmeler ve sınırsızlıklar içerisinde genç bir sanatın, sinema sanatının ilişkileri, yan yana ya da iç içe düşünülmeleri yeni görüngeler (perspektifler) getirir.. biz buradaki çerçeve içinde sinema ve şiir terimlerini özel herhangi bir anlayışla tanımlamaksızın genel anlamlarıyla geçerli sayarak başlıyoruz..

başlangıcından bu yana, ozanların her ülkede, her yörede sinema sanatıyla bağlantılar kurmaları, öteki sanatçılara göre daha olağan ve doğal gelmiştir.. her ozanın göğüs çekmecesinde araştırılsa birkaç taslak yatmaktadır, bulunabilir.. eldeki belgelerle sinema tarihi açısından bu olgunun gerçekleşmiş örneklerini sergilemeye ufak bir araştırma yeter.. ‘rusya’da ‘mayakovski’nin sinemayla ilgilenişi, dergisinde bu sanata özenle yer verişi, kendi şiirine oradan olanaklar ve biçimler edinmesi açık bir bilinçliliktir.. (‘l. trauberg’ ile ‘g. kozintsev’in ‘feks topluluğu’ olarak yaptıkları, ‘oktiabrina’nın serüvenleri’ (1924) filminde ise ‘mayakovski’ şiirinin öğeleri, devinim ve biçimleri gözle görünürcesinedir..) ‘türkiye’de ‘nâzım hikmet’in sinema çalışmaları önce en azından mutlu bir rastlantı, sonra bilinçlilik. ‘hikayelerin filmini yapmalı.. mesela ‘sabahattin ali’nin hikayelerini.. iki kısımlık filmler.. hikayelerden sonra şiirlerin filmlerini yapmalı’ diyor ‘nâzım hikmet.. ‘halkla en karşı karşıya sanat, bu..’ diyor sinema için..

‘fransa’da ‘jean cocteau’nun, ‘jacques prevert’in başkalarıyla ya da bir başlarına yaptıkları filmler, yazdıkları, katıldıkları senaryolar.. (‘l’eternel retour’ / ‘ebedi dönüş’ (1943), ‘la belle et la bete’ / ‘güzel ve hayvan’ (1946), ‘voyage-surprise’ (1947), ‘orphee’ (1950), ‘le testament d’orphee’ (1960), vb.) ‘gerçeküstücülük’ün sinema sanatına sağladığı, getirdiği olanaklar, çıkış noktaları, uzantılar ve simgeler.. (‘bunuel’in ‘endülüs köpeği’ (1928) – ‘s. dali’ ile – , ‘l’age d’or’ / ‘altın çağ’ (1930), ‘robinson crusoe’ (1952); ‘hitchcock’un ‘spellbound’ / ‘öldüren hatıralar’ (1945), vb.) ve her ülkede bir takım ortaklaşa denemeler ve verimli verimsiz girişimler..

şiirsel bir deyişle, bütün sokak fotoğrafçıları iyi kötü birer ozandır.. tüfekle resim, görüntü avlayanlar da öyle.. çeşitli aygıtları deneyenler, geliştirenler, sinematografı çalıştıranlar, ‘kara maria’ya kapananlar için de ozandırlar diyebiliriz.. ilkin tek makaralık şiirlerle yola çıkıldı.. ‘l. lumiere’ ve  ‘g. melies’ ve öteki öncüler bir garip tutkulu, ozansı kişilerdi; bir kusurdan giderek bir tür, bir sanat türü yaratmışlardır çünkü.. bilerek bilmeyerek, bir  ayrımı yok..

sinemadaki akımlar, dalgalar,  okullar ve görüşler bir bakıma şiir akımlarıdır..  itki şiirden gelsin gelmesin böyledir bu.. sinema başlangıçta bütün sanatların  bir bireşimi sayılırken de, ilkesi rönesans’la ortaya çıkan, son anlatım sınırını ‘barok’ resimde bulan plastik gerçekçiliğin en gelişmiş yönü’ sayılırken de şiir en çok ağırlığını duyuran olmuştur.. ilk elde görüntü kavramı sinema ile şiir sanatının birbiriyle hısımlık kurmasını sağlamaya yetiyor.. geniş bir ortak alan.. yöntemleri arasındaki yakınlıklar, her ikisinin de kendilerine özgü bir dilleri olması.. sinema her şeyden önce bir dil ise, ki öyledir de.. bunları ayakta yazarken sinema ve şiirin ayrı ayrı sanat türleri olduklarını, gereçlerinin de, ortamlarının ve işleyişlerinin de benzemezliklerini unutmuyoruz elbet.. ve özellikle sinema sanatının gitgide bağımsızlaştığını, kendi özgün havasını soluduğunu, zamanını ve yerini bulduğunu biliyoruz.. şimdi birdenbire bir optik kaydırmanın gereği yok. sinema ile şiirin ilintilerini aşarmamalı, abartmamalı öyle.. şiir öteki sanatlara hangi oranda katkıda bulunuyorsa sinemaya da benzer oranda katkıda bulunuyordur.. tabii sinema için dahi aynı durum söz konusu.. ve ozanlarca yadsınamayacağını umarak şunu da yazmalıyım : sinema şiire daha çok etkiyor bugün..

sinemanın birimi olan görüntü nasıl yalnız bir fotoğraf ise, bir başına fotoğraf olmaktan öteye başka bir anlamı yoksa; şiirin birimi olan sözcük de öyledir, onun da şiir olarak bir başına hiçbir anlamı yoktur.. (gerçi kuramsal açıdan sinemada en küçük birim çekim’dir, ama çekim şiirdeki dize’ye bir karşılıktır..) sinemada kavramlar görüntü yoluyla anlatılıyor, şiirde imge yoluyla.. kaldı ki çağdaş şiirin imgeye tanıdığı başatlık ve verdiği görev geçmişlerden daha bir belirlidir, açıktır.. yeni açılımlar, yeni uzanımlar imge yönünden gelişmektedir hep..

sinema içinde bulunduğu sanat büyük ayracının genel ya da özel gidişiyle, eğilimiyle alış-verişler yapar, gelişime katılır.. sinemanın yalnız kendi kanıyla, gereçleriyle beslenmesi varoluşuna aykırı düşer ve tıkanıp kalırdı bir yerde zaten.. tek tek örnekler (‘s. ray’, ‘o. welles’, ‘i. bergman’, ‘m. antonioni’, vb.) bir yana, alman dışavurumculuğu, fransız izlenimciliği, yeni dalgası, bu olguyu, bu çabayı seçik bir biçimde kanıtlarlar.. özellikle ‘gerçeküstücülük’ün sinemanın önemli, bir kısmına kaynaklık ettiğini, sinemaya yeni tin bilimsel ve tin çözümsel araçlar kazandırdığını görmeliyiz.. sinemanın gerçek ozanları, bu uzak ya da yakın ilişkileri sürdüre gelmiş olanlardır.. bilerek isteyerek ozan diyorum ben sinemacılara.. yani yönetmenlere.. örneğin sinema bir sanat türü olarak gerçekleşmeseydi, herhangi bir aksi rastlantıyla gelişmeseydi, bugüne dek yapıtlarını (filmlerini) vermiş bütün bu yaratıcı kişilerin büyük çoğunluğu ozan olurdu.. hiç kuşkunuz olmasın.. alıcı (kamera) yerini kaleme, görüntüler yerlerini sözcüklere ve imgeye bırakacaktı, yani şiire.. ya da hiç değilse düzyazıyı seçerler, yazı makinesinin başına otururlardı.. ‘fellini’ gibi çok sinemacının sinema olmasaydı, ozan (yazar) olacaklarını söylemiş bulunmaları bir yana, sözgelişi ‘visconti’yi kim bir romancı olmanın ötesinde düşünebilir? sözgelişi şu ‘almerayda’nın oğlu ‘j. vigo’ bir ozan değildir de nedir? ‘albert lamorisse’, ‘bunuel’, ‘godard’, ‘resnais’, ‘antonioni’, ‘truffaut’, ‘demy’, ‘dovçenko’..? buradan şuraya geliyorum.. sinema tarihinde, şimdide (ve gelecekte de böyle olacaktır) üç çeşit sinema var; sinema ve şiir görüngesinden bakarken :

a) şiir sinema,

b) şiir-düzyazı sinema,

c) ve düzyazı sinema..

sinema yapıtlarının büyük çoğunluğu düzyazı sinemadır.. anlatımını, kurallarını ve kendince dilini edinmiş bir geleneği vardır ve yeni örnekleriyle sürüp gider.. genel çizgi ve eğilim budur.. ama başyapıtlar, en güzel ürünler bu geleneğe aykırılığın izlerini taşırlar ya da büsbütün karşısına düşmüşlerdir, şiir sinemadırlar.. bir çırpıda ve kesinkes değilse bile insan kendiliğinden şu filmlerin bu ulamlara göre sınıflandırılmasını yapabilir : ‘robinson crusoe, senso, korkunç ivan, la strada, peter pançali, sessizlik, sevgilim hiroşima, potemkin zırhlısı, toprak, lâle sokağı, rashomon, jean d’arc’ın çilesi, los olvidados, altın çağ, roma açık şehir, milano mucizesi..’

şimdi yeni bir oluşumdan da söz açmak gerekiyor.. ‘pier paolo pasolini’nin şiirsel sineması ‘italya’da kuramı ve örnekleriyle yankılar uyandırmaktadır.. ‘j.- l. godard’ı da bir öncü olarak benimseyen ‘marco bellochio, bernardo bertolucci’ gibi genç yönetmenler bu yeni anlayışın filmlerini yapıyorlar.. aynı kuşaktan sayılan ‘romano scavolini, eriprando visconti, ermanno olmi, lina ventmüller, tinto brass’ gibi adların içinde ‘p. p. pasolini’ ile birlikte şiirsel sinemayı geliştiren ‘bernardo bertolucci’ ilgiyi çekiyor.. çift anlamlı bir havayı soluyan filmi başkaldırmadan öncedir.. film yapmak onun için kendi kendini bulabilmenin, kendi üzerine konuşabilmenin bir yoludur..

özgürlüğün bu biçimde sürdürülmesinde de anlaştıkları için sinema ve şiiri bundan böyle de ilişkiler içinde tasarlayacağız..”

ECE AYHAN..

‘YENİ SİNEMA’ Dergisi, Haziran 1967, sayı : 7, sayfa : 18,19..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ŞİİRİ BÖLMEK..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“bir birey olarak neyiz? yani kendimiz hakkında ne biliyoruz, ne bilebiliriz? bu sorulara doyurucu bir yanıt bulamadıkça, kişiliğe sıkı sıkıya bağlı olan ozanlığımızın olanaklarını da belirleyemeyiz sanırım.. biyolojik, fiziksel varlığımız bir yana (gene de insanın bir bütün olduğunu gözden uzak tutmamak şartıyla), kendimizi toplumbilim açısından irdelersek göreceğiz ki, bizler, düzenli olarak düzen değiştiren, yani bilimsel yöntemlere uygunluğu oranında geleceğini, gelecekteki duraklarını, yaşama biçimlerini kestirebilen insan tekleri değiliz.. geçirdiğimiz toplumsal evreler arasında yapıcı, tamamlayıcı bir ilişki olmadığı gibi, buna bağlı olarak ileri bir atılımdan da yoksunuz.. günlük edimlerimiz bizi öylesine yoğuruyor, öylesine kılıktan kılığa sokuyor ki, bir yığın çıkmazın buyruğunda, direnmekle çevreye uymak arasında şaşkına dönüveriyoruz.. boyutsuz, anlamsız, sallantılı bir yaşam düzeyinde bocalıyoruz durmadan.. inancımızı somutlayan eylemlerle değil de ancak, bize uygun buldukları düzenlerden birini seçmekle biçimleniyoruz.. böylece düşüncelerimiz kuramsal, ilişkilerimiz soyut kalıyor.. her durumda aşınıyoruz, kişiliğimizden biraz daha yitiriyoruz.. düşünsek düşünemeyeceğimiz, duysak duyamayacağımız, ‘göre’ bir yaşayış tutturmuşuz. kendi öz varlığımızla tanışmak, karmaşık, çözülmez bir problem oluyor çoğu kez.. giderek, bu toplumsal çatı altında,bir yalnızlık anıtından başka hiçbir görünümümüz kalmıyor.

gerçek ‘ben’imizle yüz yüze gelmedikçe, tersine, kişiliğimizden gün günden daha bir uzaklaştırıldıkça, şiiri nasıl olup da ozanın yalnızlığına, sezgilerine, güdülerine bağlayabiliriz? ayrıca, kimliğimizle yazdıklarımız arasında varsaydığımız benzeşlik, gerçek, tutarlı bir benzeşlik olabilir mi? yani şiirlerimizle ne kadar sokulabiliriz kendimize? ya da yazdığımız şiirler için hızını, devinimini kendinden alamayan benliğimizin katkısız ürünleridir, diyebilir miyiz? bana kalırsa böylesi bir özdeşlikten söz açmanın sırası gelmemiştir daha.. giderek denebilir ki, edebiyat dünyamızda yer alan bir sürü kavramın (lirik, authentique vb.) özünde yatan gerçekler, yaşadığımız gerçeklerle çelişmektedir.. çünkü bireyliğimizi kurtarma savaşı içindeyiz biz.. bu savaş da, toplumsal savaşımızın içeriğine girer.. şiiri de böyle bir ortamın izdüşümü olarak görmek gerekir.. ne yapalım ki, tarihsel sıra, bizi böyle bir dönemde konuşturuyor. güvenemediğimiz bir ‘ben’e, bir kendiliğindenliğe sığınamayız kolayca. edebiyat tarihimiz, olanaklarını bilmeyen ozanların çoğunlukta olduğunu gösteren belgelerle doludur. üç beş aşamadan geçtikten sonra, hangi ozanın hangi yanıyla ayakta kaldığını saptamak bile oldukça güçleşmektedir. çünkü gerçek bir evrimden; düşünceye, yaşantıya bağlı bir şiir evriminden çok, bütün bunlardan soyutlanmış salt bir deyiş özelliği, biçimsel bir doygunluk geliştirilmiş, ya da sürdürülmüştür ozanlarımızca.. genellikle ilk heyecanın, ilk esrimenin, ilk cesaretin yarattığı birtakım sonrasız ozanlar, şiirimizin temsilcileri olup çıkmışlardır..

öyleyse bu ikili ‘ben’i, daha doğrusu bölüne bölüne ayrıcalığını, kimliğini yitirmekte olan ‘ben’i şiire aktarmak, ona bir etkinlik kazandırmak istiyorsak, eninde sonunda dramatik bir şiire yönelmemiz gerekecektir.. gerçekte korkunç bir dramı sürdürmekteyiz çünkü.. işlevini tamamlamış bir gizemciliğin yerine, gene toplumun üst katlarında yer alan toplumsal – ekonomik bazı güçler, bu güçlere bağlı kurullar, sinen ya da başkaldıran; sayan ya da değerlenmeye doğru atılan; tutsaklığı ya da yok olmayı kabullenen bir yığın varoluş biçimi yaratıyor. çoğu zaman da olumluyla olumsuz birlikte ya da çelişe çelişe yaşıyor insanoğlunda. işte biz bu durumu çağımızın, toptan yaşamamızın bir niteliği sayıyorsak, o denli büyütüp yoğunlaştırabiliyorsak, aynı zamanda gerçek bir tragedyanın içindeyiz demektir.. şu farkla ki, klasik tragedya ile bağdaşamadığımız yan, yazgıya boyun eğmeksizin hiçlenmeyi karşı koymakla çatıştırmamız, soylu kişilerin töresel davranışlarına öykünmek yerine, bilimsel düşünceyi karşıtlarına egemen kılmamız olacaktır.

bu durumda bölmek gerekiyor şiiri.. bir birey olarak neyiz? bunu bilinceye ya da bilebilme olanaklarını edininceye kadar bölmeliyiz şiirimizi.. tıpkı yaşamamızda olduğu gibi : bir yanda yaslarımız acılarımız; öte yanda inancımız, umudumuz, direncimiz… kısa mutluluklardan güvenli mutluluklara yol aldıkça şiirimiz de tekleşecek, bütünleşecek, bireyliğini kazanacak elbette. belki de gelecekteki ozanlara düşecek bu iş.. biz yalnızca dramımızı yazacağız.. çünkü ne geçmişteki şiiri yinelemek, ne de gelecekteki şiiri bugünden zorlamak var artık.

ve yazacağımız her şey, biçimine kavuşamamış, buruk, acı öylece duruyor yaşamımızda..”

EDİP CANSEVER..

Yeni İnsan, Sayı: 8 (Ağustos 1963)

‘ŞİİRİ ŞİİRLE ÖLÇMEK.. Şiir üzerine yazılar, söyleşiler, soruşturmalar..’ – EDİP CANSEVER, Hazırlayan : DEVRİM DİRLİKYAPAN, YKY Yayınları, Şubat 2009, 376 Sayfa..

(EDİP CANSEVER’in fotoğrafları büyük ustanın ‘GÜL DÖNÜYOR AVUCUMDA’ adlı kitabının ADAM Yayınları tarafından yayınlanan Mayıs 1987 yılı baskısından alınmıştır ve tümü üstadımız ARA GÜLER tarafından çekilmiştir..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HEPSİ BU..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“şu veya bu tarihte dünyaya geldim, şurada veya burada yetiştirildim, düzenli olarak okula gittim, şu veya buyum ve adım da falanca veya filanca ve fazla düşünmem.. cinsiyet bakımından bir erkeğim, devlet bakımından iyi bir vatandaşım ve toplumdaki yerim bakımından da iyi bir ailenin çocuğuyum.. beşeri cemiyetin titiz, sessiz, nazik bir üyesiyim, deyim yerindeyse iyi bir vatandaşım, bir bardak biramı akıllı uslu içmeyi severim ve fazla düşünmem.. iyi yemeklere düşkün olduğum bilinir ve aynı şekilde fikirlerden uzak durduğum da beldir.. keskin düşüncelerden büsbütün uzak dururum; fikirler bana hepten uzaktır ve bu nedenle de iyi bir vatandaşım, çünkü iyi bir vatandaş fazla düşünmez.. iyi bir vatandaş yemeğini yer, hepsi bu!

kafamı pek fazla yormam, bu işi başka insanlara bırakırım.. kafa yoran kişiden nefret edilir; çok düşünen insan, huzursuz bir insan olarak görülür.. julius caesar bile, o kalın parmağıyla, gözleri çukura kaçmış cılız cassius’u göstermişti; ondan korkuyordu, çünkü fikirleri olduğunu tahmin ediyordu.. iyi bir vatandaş korku ve kuşku yaymamalıdır; çok düşünmek onun işi değildir.. çok düşünen kişi sevilmez ve sevilmeyen insan olmak tamamen gereksizdir.. horlamak ve uyumak, şiir yazmak ve düşünmekten daha iyidir.. şu veya bu zamanda dünyaya geldim, şurada veya burada okula gittim, arada sırada şu veya bu gazeteyi okurum, şu veya bu mesleği sürdürürüm, şu veya bu yaştayım, iyi bir vatandaş olduğum bilinir ve iyi yemek yemeyi sevdiğim bellidir.. kafamı pek fazla yormam, çünkü bu işi başka insanlara bırakırım. çok kafa patlatmak benim işim değildir, çünkü çok düşünen kişinin başı ağrır ve baş ağrısı tamamen gereksizdir.. uyumak ve horlamak, kafa patlatmaktan daha iyidir ve akıllı uslu içilen bir bardak bira, şiir yazmak ve düşünmekten kat be kat daha iyidir.. fikirlere tamamen uzak dururum ve kafamı hiçbir koşul altında patlatmam, bu işi baştaki devlet adamlarına bırakırım.. huzurumu bozmadığım için, kafamı yormaya gerek duymadığım için, fikirler benden tamamen uzak olduğu için ve gereğinden fazla düşünerek ödümü patlatmadığım için de iyi bir vatandaşım zaten.. keskin düşünmekten korkarım.. keskin düşünürsem, gözlerim kararır, dehşete düşerim.. onun yerine güzel bir bardak bira içerim ve her türlü keskin düşünceyi baştaki devlet idarecilerine bırakırım.. devlet damları istedikleri kadar keskin düşünsünler ve isterlerse kafaları patlayıncaya kadar düşünsünler, benim açımdan bir sakıncası olmaz.. kafamı yorarsam gözlerim kararır, dehşete düşerim ve bu iyi değildir ve bu nedenle de kafamı mümkün olabildiğince az yorarım ve kafasız ve düşüncesiz kalırım güzelce.. eğer baştaki devlet adamları, gözleri kararıncaya ve kafaları patlayıncaya kadar düşünüyorlarsa o zaman her şey yolunda demektir ve bizim gibiler, huzur içinde, akıllı uslu bir bardak biralarını içebilirler, düşkün oldukları güzel yemekleri yiyebilirler ve geceleri horlamanın ve uyumanın kafa patlatmaktan ve şiir yazmaktan ve düşünmekten daha iyi olduğunu düşünerek, mışıl mışıl uyuyabilir ve horlayabilirler.. kafa yoran kişiden, ancak nefret edilir ve niyet ve görüş bildiren insan huzursuz bir insan  olarak görülür; ama iyi bir vatandaş huzursuz değil, tersine huzurlu bir insan olmalıdır.. keskin ve kafa kurcalayan düşünceyi, gönül rahatlığı içinde baştaki devlet adamlarına bırakırım, çünkü bizim gibiler, sonuçta sadece beşeri cemiyetin sağlam ve önemsiz birer üyesidirler ve bizim gibilere, bir bardak birasını akıllı uslu içmekten ve olabildiğince güzel, yağlı, iyi yemekler yemekten hoşlanan iyi vatandaş veya sıradan vatandaş, denir, hepsi bu!

devlet adamları, gözlerinin karardığını ve başlarının ağrıdığını itiraf edinceye kadar düşünsünler isterlerse.. iyi vatandaşın başı asla ağrımamalıdır, tersine o, güzel bir bardak birasının tadına akıllı uslu varmalıdır ve geceleri usul usul horlamalı ve uyumalıdır.. benim adım şu veya bu, şu veya bu tarihte dünyaya geldim, şurada veya burada, düzenli olarak ve kurallar gereği okula gönderildim, zaman zaman şu veya bu gazeteyi okurum, mesleğim şu veya budur, şu veya bu yaşındayım ve fazla ve çetrefil düşünmekten uzak dururum, çünkü kafa yormayı ve kafa patlatmayı, kendilerini sorumlu hisseden baştaki idareci kafalara seve seve bırakırım.. bizim gibiler, kendilerini uzaktan yakından sorumlu hissetmezler, çünkü bizim gibiler bir bardak biralarını akıllı uslu içerler ve fazla düşünmezler, çünkü bu çok tuhaf zevki, sorumluluk taşıyan insanlara bırakırlar.. ben şurada veya burada gittiğim okulda, yormaya zorlandığım kafamı o gün bugündür, bir daha asla az da olsa yormadım ve kullanmadım.. şu veya bu tarihte doğdum, adım şu veya budur, hiçbir sorumluluk taşımama ve kesinlikle kendi türümün biricik örneği de değilim.. ne mutlu ki, benim gibi bir bardak birasının tadını akıllı uslu çıkaran, tıpkı benim gibi az düşünen ve kafa patlatmayı benim kadar az seven, bu işi başka insanlara, sözgelimi devlet adamlarına sevinerek bırakan epeyce insan var.. keskin düşünceler, beşeri cemiyetin benim gibi sessiz bir üyesine tamamıyla uzaktır ve ne mutlu ki, sadece bana değil, tıpkı benim gibi iyi yemeklere düşkün ve fazla düşünmeyen, şu veya bu yaşta olan, şurada veya burada yetiştirilmiş, beşeri cemiyetin, benim gibi temiz üyelerine ve benim gibi iyi vatandaşlara ve keskin düşüncelerden, tıpkı benim gibi uzak duranlara da uzaktır, hepsi bu!”

 

ROBERT WALSER..

‘GEZİNTİ..’ , ROBERT WALSER, Çeviri : CEMAL ENER, CAN Yayınları, 212 Sayfa, Kasım 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘PENCERE..’ – YANNIS RITSOS

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Sonra sessizlik, hareketsizlik. İkiyüzlülük bile diyebilirsin,

çünkü, belki de bilirsin, kaç çarmıha gerilmiş çığlık,

kaç diz çöküş gizlidir

o dikey saydam görkemin gerisinde.

Hele akşam olurken, şu bahar günlerinde, ve liman

uzakta bir yangınken, yaldızlı ve kızıl,

gemi direklerinin karanlık ormanında, balıkları

duyarsın, suların basıncında, küçük üçgen ağızlarıyla

derin bir soluk almak için suyun yüzüne çıkan. Dikkat ettin mi?

Böyle zamanlarda suyun yoğun aydınlığı kırılır

küçük balıkların binlerce ağzıyla. Kimse dayanamaz

hiç ara vermeksizin o sınırsız tekinsiz manzaraya bakmaya bunca

suyun ağırlığı altında,

bu masalsı denizin ormanlarında, bu soluk kesici saydamlıkta.

 

Bence bir bakıma fotoğraflar da dayanamaz çerçeve camlarının

ardında,

nasıl poz verilmiş olursa olsun, ne kadar güzel olursa olsun

duruşları,

hayatlarının durdurulmuş bir anında, gururlu bir saflık içinde,

eşsiz güzellikte bir el fotoğrafçının stüdyosundaki

zarif masanın ya da dizlerinin üzerinde dururken

yakalarında (tabii) solmayan bir çiçek,

ne kendini beğenmişliklerini ele verecek kadar yaygın,

ne de yazgılarına boyun eğmişçesine büsbütün tutuk

belli belirsiz bir zafer gülümseyişi dudaklarında.

 

Oysa zaman tümüyle pusuya yatmıştır onlar için, onların bu güzel

anlarının önünde ve ötesinde.

ve onlar tümüyle isterler bu zamanları, taşıllaşmış

saygınlıklarını, önceden tasarlanmış olup olmaması fark etmeyen

görkemli duruşlarını yitirecek olsalar bile,

bu canlı öyküleri mum gibi eriyecek olsa bile bakışlarının

alevinde,

ışığın saydamlığında beliren gençlikleri yalanlanacak olsa bile.

 

Ne var ki, onların isteğinden daha büyük ya da eşit olarak

görünür korku; sonra gülümseyişleri de

denizin dibinde, iki kaya arasında uzanmış duran

gümüşten bir balık gibidir – ya da havada,

kendi uçuşuna asılı, kanatları kımıltısız

kül rengi bir kuş gibi. Fotoğraflar da

öyle kapalı kalır, bütün pişmanlıkları, düşmanlıklarıyla,

çerçevelerinin, isteklerinin ve korkularının dışına çıkamadan,

bakarak usandırıcı göğe ve uçsuz denize.

 

Bu yüzden daracık bir yer seçeriz korunmak için

kendi sınırsızlığımızdan.. Belki de bu yüzden

burada oturuyorum ben, bu pencere önünde, bakmak için

gemicilerin rıhtımda, kaldırım taşlarında kalan

ayak izlerinin bir peri masalındaki sıra sıra,

dikdörtgen aylar gibi yavaş yavaş silinişine..”

 

YANNIS RITSOS..

 

(‘PENCERE’ adlı şiirinden..)

‘ALIŞKANLIKLAR DA DEĞİŞİR..’, YANNIS RITSOS, Çeviri : CEVAT ÇAPAN, ADAM Yayınları, 1984, 96 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘İNTİHAR.. KAN DÖKÜCÜ TANRI..’ – A. ALVAREZ

“içsel bir trajediyi sanatsal bir biçimde anlatmak ve böylece boşalmak, kendi trajedisini yaşarken duygulanımlarını soruşturan ve izlenimlerinin zarif kozasını dokuyan, kısacası yaratıcı düşüncelerinin tohumlarını atan bir sanatçının erişebileceği bir şeydir.. böyle bir çılgınlık fırtınasını sonuna kadar yaşamak, bastırılmış duyguları bir sanat eserinde dışa vurmak, intihara karşı sunabileceğimiz tek gerçek alternatiftir.. bunun ne kadar doğru olduğu şu olgudan da görülebilir : başlarından geçen birtakım trajik olaylar sonucu kendilerini gerçekten öldüren sanatçılar, önemsiz şarkıcı kızlar, duygusallığı sevenler ve kendilerini yiyip bitiren bir kanser tanısında bile acılarını belli etmeyen kimselerdir.. bundan öğreneceğimiz şey, uçurumdan kaçmanın tek yolu ona bakmak, onu ölçmek, derinliklerine seslenmek ve kendini ona bırakmaktır..”

CESARE PAVESE

 

“ ama şimdi acılara boyun eğdim :

umursamadan yağma edilişine şenliğimin :

ama ah! her geliş

durdurur doğanın bana doğuştan verdiğini,

imgelemin biçimlendirişini ruhumu.

düşünmemek için düşünmemem gerekeni,

beklemek ve sabretmek, tek yapabildiğimse;

ve şansına köşe bucak arayıp gizlice çalmak

kendi doğamdan bütün doğal insanları-

bu benim biricik kaynağım, tek planım :

bir parçaya gireni bütüne bulaşana dek sürdüreceğim,

ve şimdi ruhumun alışkanlığı nerdeyse doğmak üzere.

bundan böyle, zehirli düşünceler…”

SAMUEL TAYLOR COLERIDGE , (Keder : Bir Övgü..)

 

“ tüm çağ yazanlar ve yazmayanlar diye ikiye ayrılabilirdir.. yazanlar, karamsarlığı anlatıyor, okuyanlar ise bunları beğenmiyor ve kendilerinin daha üstün bir kavrayışa sahip olduklarına inanıyorlar ki, mümkün olsaydı aynı şeyleri yazarlardı.. genel olarak herkes karamsar, ama birisi karamsarlığını kullanarak önemli olan fırsatından mahrumsa, karamsarlığı dert edindiğini etrafına göstermesi çok önemli.. karamsarlığın fethedilmesi bu muydu acaba?”

SOREN KIERKEGAARD

 

“yaşam gerçekten bir savaştır.. kötülük arsız ve güçlü; güzellik büyüleyici ama az; iyilik çok çabuk bitiyor; aptallık almış başını gidiyor; günler adiliklerle dönüyor; budalalar büyük görevler için, duyarlı insan az ve insanlar genellikle mutsuz.. ama gördüğümüz bu dünya ne bir yanılsama ne bir hayal ne de kötü bir kâbus.. gene de sonsuza dek ona uyanırız; onu ne unutabiliriz, ne yadsıyabiliriz, ne de vazgeçebiliriz..”

HENRY JAMES

 

“yeni doğmuş bir bebeğin çığlıklarını dinle – son saatteki ölüm çırpınışlarına bak ve sonra, böyle başlayıp biten şeyin zevk verip vermediğini söyle..

biz insanoğlu bu uçlardan olabildiğince çabuk kaçmak için, doğum çığlığını hemencecik unutup hayattan zevk almak için elimizden gelen her şeyi yaparız.. ve biri öldüğünde hemencecik şöyle deriz : usulca ve kibarca ayrıldı aramızdan, ölüm bir uykudur, sadece bir uyku- konuşmalarımız nasıl olsa ona yardım edemez diye öleni anan bir şeyler katmayız, ama her sözcük kendi adımızadır, hayattan alabileceğimiz hiçbir hazzı kaçırmamak için, doğum çığlığıyla, ölüm inleyişleri, annenin kıvranışlarıyla çocuğun onu tekrarları arasındaki sürede, ta ki çocuk bir gün ölene dek hayatın her anına hep yeni bir çeşni katmak için..

eğlenmek, hoşça vakit geçirmek için hiçbir şeyden çekinilmeyen kocaman, şaşaalı bir salon düşünün – ama odaya çamurlu, tozlu, berbat bir merdivenle girilebiliyor ve iğrenç bir şekilde pisliğe bulaşmadan oraya varmak mümkün değil ve ancak kendinizi alçalttığınızda oraya kabul ediliyorsunuz ve şafak sökünce eğlence bitiyor ve kovuluyorsunuz- ama bütün gece boyunca istediğiniz kadar eğleniyor, istediğiniz her şeyi yapabiliyorsunuz!

böyle bir durumda ne düşünürdük? en basitinden şu soru gelirdi aklımıza: buraya nasıl geldim ve nasıl çıkacağım, nasıl bitecek? ne incelik.. böyle çılgınca bir unutkanlık içinde, boğulurcasına girişe ve çıkışa çevrilmek, girişi ve çıkışı görmemeye, örtbas etmeye çalışmak, yeni doğmuş bir bebeğin çırpınmalar içinde son nefesini verene dek doğum çığlığı ile tekrarları arasında yitmesine benzer..”

SOREN KIERKEGAARD

 

“yaşam korkusu ölüm korkusuna ağır bastığında genellikle insanın yaşamını bitirdiği görülmüştür.. ama ölüm korkusu önemli bir direnç gösterir; bu dünyadan götürmek için kapıda bekleyen bir gözcü gibidir.. belki de yeryüzünde, hayatına zaten bir nokta koymamış hiçbir insan yoktur; eğer bu bitirme tümüyle olumsuz özellikteyse, varoluşun ani bir tıkanması şeklindeyse.. bunun birtakım olumlu yanları vardır; bu bedenin yok edilmesidir ve insan böyle bir şeyden çekinir, çünkü bedeni yaşama isteğinin bir bildirisidir..

ancak.. büyük zihinsel acılar bedensel acıları unutturur; bedensel acıyı küçümseriz; yok, eğer ötekinden ağır basarsa, düşüncelerimiz dağılır ve zihinsel acı bir sekteye uğrar ve bu durumu memnuniyetle karşılaşırız.. intiharı kolaylaştıran bu duygudur..

korkutucu ve kâbuslu bir rüyadan en çok korktuğumuz anda uyanırız; gecenin ürkütücü görüntülerini böylelikle başımızdan kovarız.. ve yaşam bir düştür : korku doruğuna ulaştığında bizi onu kırmaya zorlar ve aynı şey olur..

intihar bir deney olarak da algılanabilir – insanın onu yanıt vermeye zorlayarak, doğa’ya sorduğu bir sorudur.. soru şudur : ölüm insanın varoluşunda ve şeylerin doğasına yönelik görülerinde ne tür değişiklikler yaratır? bu beceriksiz bir deneydir, çünkü soruyu soran ve yanıt bekleyen bilincin kendisi yok edilir..”

ARTHUR SCHOPENHAUER

 

“en önemli olanla başlamak gerekirse : intiharla sonuçlanan içsel işkencenin herhangi bir kavramına sahip değiliz.. fiziksel işkence gören insanlar bilinçlerini yitirir, acıları öyle büyüktür ki, bu dayanılmaz şiddet sonu kısaltır.. ama işkencecinin insafına kalmış böyle bir insan acıdan bayıldığında yok edilmemiştir, çünkü kendi ölümünde hazır bulunur, geçmişi ona aittir, anıları onunladır, isterse onlara sığabilir, ölmeden önce ona yardım edebilirler..

ama intihar etmeye karar veren biri varlığına koca bir nokta koyar, geçmişine yüz çevirir, çöküşünü ilan eder ve anıları gerçekliğini yitirmeye başlar.. bunlar ona hiçbir şekilde yardım edemez veya onu kurtaramaz, kendini onların erişemeyeceği bir yere koymuştur.. içsel yaşamının sürekliliği parçalanmıştır, kişiliği bir sondadır.. ve belki sonunda kendini öldürmesine yol açan çözülüşün durdurulmazlığı değil, kimseyi ilgilendirmeyen acısının dayanılmazlığıdır, acı çekenin yokluğunda çekilen acı, bu bekleyişin boşluğudur, çünkü yaşam durmuştur ve bu boşluğu asla doldurmaz..

‘mayakovski’ bence kendini gururu incindiği için vurdu, çünkü özsaygısının kabullenmediği bir şeyleri içinde mahkûm etmişti ya da hapsetmişti.. ‘yesenin’ yaptığı işin sonuçlarını doğru dürüst düşünmeden kendini astı, sesini tüm içtenliğiyle duyuyoruz : ‘kim bilir? bu belki bir son değil.. henüz hiçbir şey kararlaştırılmadı..’ ‘maria tsvetayeva’, şiiri her zaman kendisiyle yaşamın gündelik gerçekliği arasında taşıdı durdu ve bunun kendi araçlarını aşan bir lüks olduğunu görünce, oğlunun hatırı için bir süre şiirle olan tutkulu uğraşını bırakmaya karar verdi, etrafına şöyle bir baktı, sanatın artık gizleyemediği kaosu gördü, durağan, alışılmadık, kımıltısız ve dehşetten nereye kaçacağını bilemeden ölüme saklandı, gizlenmek istercesine yüzünü yastığa gömdü.. ‘paola yashvili’, 1937’nin ‘şigalevciliğiyle’ büyülenmiş, aklı karışmıştı ve bana öyle geliyor ki, gece uyurken kızına baktı ve onu seyredecek kadar değerli olmadığına karar verdi, sabahleyin bir arkadaşının evine gitti ve top mermisiyle kafasını uçurdu.. ve bana öyle geliyor ki, ‘fadeyev’, politikanın bütün dalaverelerine rağmen yüzünden eksik etmedi gülümsemesiyle tetiği çekmeden hemen önce kendi kendine şöyle dedi : ‘peki, şimdi bitti.. elveda sacha..”

BORIS PASTERNAK

 

‘İNTİHAR.. KAN DÖKÜCÜ TANRI..’, A. ALVAREZ, Çeviri :ZUHAL ÇİL SARIKAYA, ÖTEKİ Yayınevi, Mart 1999, 264 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘VAN GOGH, TOPLUMUN İNTİHAR ETTİRDİĞİ..’ – ANTONIN ARTAUD

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“çalışan bilincin sayıkladığına karar veriyorsunuz, onu diğer yandan iğrenç cinselliğinizle boğazlamaktayken..

ve işte zavallı ‘van gogh’un iffetli olduğu düzlem budur,

bir meleğin ya da bir bakirenin olamayacağı kadar iffetli, çünkü asıl onlardır

kışkırtan

ve başlangıçta besleyen, büyük makinasını günahın..

belki de zaten, doktor L., haksız meleklerin soyundansınız, ama lütfen rahat bırakın insanları,

‘van gogh’un her çeşit günahtan arınmış vücudu, delilikten de arınmıştı, ki onu zaten bir tek günah getirir..

ve ben katolik günaha inanmıyorum,

ama erotik suça inanıyorum, ondan ki yeryüzünün bütün dâhileri,

tımarhanelerin sahici delileri sakınmışlardır,

ya da o zaman sahici deli değildirler..

ve nedir sahici bir deli?

insan onurunun yüce bir fikrine karşı davranmaktansa, toplumsal olarak anlaşıldığı anlamda deli olmayı tercih etmiş insandır..

böylece, toplum, kurtulmak ya da kendini korumak istediği herkesi tımarhanelerinde boğazlatmıştır, bazı ulu pislikler konusunda kendisiyle suç ortaklığı yapmayı reddetmiş kişiler olarak..

çünkü bir deli, toplumun dinlemek istememiş olduğu ve dayanılmaz gerçekler söylemesini engellemek istemiş olduğu bir insandır da..

ama, bu durumda, içeri kapatma onun tek silahı değildir, ve insanların hemfikir toplaşması, kırmak istediği iradelerin hakkından gelmek için başka yollara sahiptir..

kır büyücülerinin küçük büyülemelerinin dışında, bütün uyarılmış bilincin dönem dönem katıldığı muazzam toplu büyüleme hareketleri vardır..

böylece, daha yumurtası kabuğunda bir savaş, bir devrim, bir toplumsal kargaşa durumunda, birlik olmuş bilinç sorgulanıyor ve kendini sorgular.. yargısını da duyurur..

onun, kimi yankı uyandıran bireysel durumlarla ilgili olarak da doğurtulduğu ve kendisinden çıkartıldığı olabilir..

böylece, ‘baudelaire, edgar poe, gerard de nerval, nietzsche, kierkegaard, hölderlin, coleridge’ ile ilgili, üstünde herkesin anlaştığı büyülemeler olmuştur,

ve ‘van gogh’la ilgili de olmuştur..

bu gündüz meydana gelebilir, ama genellikle, tercihen, gece meydana gelir..

böylece, acayip güçler kaldırılıp getirilmektedir yıldızlı gökyüzüne, kişilerin çoğunun kötü tininin zehirli saldırganlığının, bütün insan soluk alışı üstünden, oluşturduğu şu bir çeşit karanlık kubbeye..

böylece, yeryüzünde çırpınmış ender açıkgörür iyi niyetler, gündüzün ve gecenin bazı saatlerinde, kendilerini sahici ve uyanık bazı kabus durumlarının dibinde görürler, çevreleri, yakında törelerde açıkça belirdiği görülecek bir çeşit yurttaşlık büyüsünün müthiş emmesiyle, müthiş dokunaçlı baskısıyla sarılmış..

bir yandan cinselliği, diğer yandan da, zaten, kilise ayinini, ya da başka ruhsal ayinleri, temel ya da dayanak noktası olarak elinde bulunduran bu oybirlikli pisliğin karşısında, motif üstünde bir manzara resmetmek için on iki mum bağlı bir şapkayla geceleyin dolaşmakta sayıklama yoktur;

çünkü nasıl yapacaktı zavallı ‘van gogh’, kendini aydınlatmak için? geçen gün dostumuz, oyuncu ‘roger blin’in, haklı olarak belirttiği gibi..

pişmiş el ise, sadece ve sadece kahramanlıktır, kesilmiş kulak, dolaysız mantık,

ve tekrarlıyorum,

kötü niyetini amacına ulaştırmak için

gece gündüz, ve gitgide daha çok, yenilmez olanı yiyen bir dünyaya

bu noktada

çenesini kapamak düşer..”

 

POST-SCRIPTUM

 

“van gogh özel bir sayıklama durumundan dolayı ölmemiştir,

ama başlangıcından beri bu insanlığın haksız tininin çevresinde çırpındığı bir sorunun bedensel olarak zemini olmaktan dolayı ölmüştür..

tenin tine, ya da bedenin tene, ya da tinin her ikisine üstünlüğü sorununun..

ve nerededir bu sayıklamada insan benliğinin yeri?

‘van gogh’ kendisininkini bütün hayatı boyunca garip bir enerji ve kararlılıkla aramıştır,

ve bir çılgınlık an’ında, ona varmamanın büyük korkusunda intihar etmemiştir,

ama tersine, ona tam varmıştı ve ne olduğunu, kim olduğunu tam bulmuştu ki toplumun genel bilinci, kendisinden kopmuş olduğundan dolayı onu cezalandırmak için,

onu intihar etti..

ve ‘van gogh’la da her zaman olduğu gibi oldu, bir seks partisi, bir kilise ayini , bir tövbe duası, ya da başka bir kutsama, sahibiolma, dişi ya da erkek cinlere karışma ayini esnasında..

böylelikle onun bedenine girdi,

bu tövbe edip bağışlanmış,

kutsanmış,

kutlu kılınmış

ve cinlere karışmış

toplum,

ondan yeni almış olduğu doğaüstü bilinci sildi, ve, iç ağacının tellerinde bir siyah kargalar taşkını gibi,

ani bir düzey değişikliğiyle onu su altında bıraktı,

ve, onun yerini alarak,

onu öldürdü..

çünkü modern insanın anatomik mantığıdır, hep sadece cinlere karışmış olarak yaşayabilmiş ve yaşadığını düşünebilmiş olmak..”

ANTONIN ARTAUD..

‘VAN GOGH, TOPLUMUN İNTİHAR ETTİRDİĞİ..’ , ANTONIN ARTAUD, Çeviri : AHMET SOYSAL, NİSAN Yayınları, Eylül 1991, 62 Sayfa..