Archive for the ‘Edebiyat’ Category

üç kitap bir belgesel…

kıyısında durmuş, arkası dönük suya.. ellerinde çakıl taşları anakaraya atıyor onları birer birer.. her ayağına taş çarpan dönüp bakıyor, gülümsüyor bizimki hınzırca, durduğu yerden ayrılmadan devam ediyor iyi bildiği eylemi gerçekleştirmeye.. ayağına taş çarpmayanlar gururlu bakışlar atıyorlar etraftakilere, bizimki bunu sağladığından mutlu.. bir gün gelip biri durumu sual eder diye beklemesinin boşuna olduğunu bile bile devam ediyor ama eylemine… sonra kayıyor aklı bir meyhaneye, bostancı hatay meyhanesine, gidip otursa şimdi oraya, oracıkta hem az tarih önce cemal süreya’nın oturduğu sandalyeye, duvarda asılı duran çantasının altına.. sonra turgut gelse tomrisle birlikte, hemen ardından edip usta gelse, tomrisin yanına usulca oturuverse.. bizimki ilk söylenen rakıdan sonra avuçlarında sır gibi sakladığı çakıl taşlarını birer birer masadakilere dağıtsa ve tüm masa hınzırca gülümsese insanlığa, çakıl taşlarını ayağına çarpması gerekenlere usul usul atsalar hep beraber.. kimse gelip bir sual etmese, turgut geyikli geceden, edip tomrise olan platonik aşkından, cemal süreya üvercinka’dan bahsetse mesela.. dinlese bizimki, göğe bakarak dinlese.. gitse aklı burgaz’daki sait faik’in yanına.. sait faik tamda kiraz mevsimini anlatsa…

olmayacak… o kıyıda sırtını denize dönüp oturmuş deli’ye kimse gelip sol omzuna dokunup bir naif tebessümle bir sigara ikram etmeyecek, oturmayacak yanına.. biliyor bunu.. biliyor bilmesine de, umut da yasak değil ya işte.. bunu da biliyor.. acıdan acıya atlıyor, ne mut, ne sarih bir yalnızlık düşünmüyor, sadece acı.. tüm vücudunda hissettiği o lanet olası jilet acısı, bilek kesenler familyasının dead and lovely kabilesinden sayılıyor bizimki.. tüm acıları üç kitap bir belgeselde toplaşmış top yekün geliyorlar üzerine.. kaçmayacak, duracak yine o kıyıda, bunu da biliyor.. acılar biliyor mu acaba?

o dağ başında gönül yaylasında kendi yalnızlığına terk ettiği eski sevgili neredeydi, nerde kaldı hayatına erken kalmışlığı, üç kitap mı bilirdi yoksa bir belgesel mi bilirdi nerede olduğunu.. bunu düşünmek istiyor.. yaptığı tüm ölümcül manevralar hala hayatta tutuyorsa onu, daha büyük bir suç işlemiş demek ki.. cezası her daim hayatta kalmak olan bu suçu bilememesi çıldırtacak onu, bunu da biliyor.. ceza çok ağır hakim bey, müebbeti idama çevirsek hakim bey.. anadolu otobanında hafzalanızın almayacağı bir hıza mahkum edin beni hakim bey.. olmaz oğlum hikmet, suçunun müktesebatı seni geriye doğru okunamayacak bir tarihle aynı çıkmaz sokak da tantanalı bir bekleyişe mahkum etti.. ah albayım ah..

dünyadaki tüm meşe fıçıları içi dolu olmaları suretiyle yanı başımda istiyorum, şu balkonun köşesinde.. fıçılardan birinin üzerinde neyzen oturuversin, ney üflesin.. ikincisinde nilgün otursun anlatsın kırmızı kahverengi defteri.. üçüncüsünde en karanlık haliyle turgut usta otursun, yaksın bir içli sigara göğe bakmayı anlatsın.. üç kitap-bir belgesel.. ah sadri abi ah.. çıkın lan ortaya, tüm hayaletlerim birer birer çıksın ortaya, hepinizin kafasında kitap paralamak istiyorum!

eski bir şarkı çalıversin, zeki müren olsun,960’lı yıllardan bir kayıt olsun.. taş plak kaydı olsun da bu taşkafayı darmadağın etsin..

‘delirmek’

‘şiir bir barış sığınağı değildir / şiir yırtıcı gücü savaşın..’ – YEVGENI YEVTUŞENKO

ÖNDEYİŞ

 

Bambaşka bir insanım ben,

hem çalışkan

hem tembelim,

bir amacım var ama amaçsızım yine de!

Elim her işe yatmaz öyle,

beceriksizim,

utangacım, kabayım,

hem kötüyüm

hem iyiyim.

Kutuplar birleşir içimde

Doğu’dan Batı’ya kadar,

kıskançlıktan sevince kadar.

Bilirim, böylesi sevilmez insanım,

ama asıl değerli olan

bana kalırsa kutuplardır!

Saman yüklü bir kamyon gibi

yüklüyüm ben de.

Sesler arasında uçarım,

dallar arasında uçarım,

gözlerim kelebeklerle dolu,

samanlar taşar her yanımdan.

Bütün canlıları selamlarım!

Tutkuluyum, ateşliyim, coşkunum!

Sınırlar dikilmiş önüme;

bilmiyorum Buenos Aires’i, New York’u

bilmek isterim;

Londra sokaklarında gezmek

ve kırık dökük İngilizcemle

canım kimi çekerse

onunla konuşmak isterim.

Çocuklar gibi asılıp bir tramvaya

dolaşmak isterim sabahları Paris’te.

Sanatın da, benim gibi,

çeşitli yanları olsun isterim;

yorsa da beni sanat,

canımı çıkarsa da,

kuşatılmış olmak isterim sanatla.

Her şeyde kendimi görürüm biraz;

yakınlık duyarım Yesenin’e,

Walt Whitman’a,

Bütün çalgıları avucunda tutan

Moussorgski’ye,

Ve el değmemiş çizgisini götüren Gauguin’e.

Kayak yapmayı severim kış gelince,

uykusuz gecelerde şiir yazarım;

sevmediklerimle alay etmeyi

ve tutup bir kadıncağızı

derenin bir kıyısındaa öteki kıyısına

geçirmeyi

severim.

Kitaplara dalarım, çalı çırpı taşırım;

umutsuzluğa kaptırırım kendimi bazen,

ne istediğimi bilmez olurum.

Ağustos’un kavurucu sıcağında

buz gibi bir karpuz dilimini

kemirmek hoşuma gider.

Ölüm aklıma bile gelmez,

şarkı söylerim, içki içerim,

kollarımı açıp çimenlere uzanırım,

bu koskoca dünyada bir gün ölürsem

dünyanın en mutlusu olarak öleceğim. (1957)

 

YEVGENI YEVTUŞENKO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ŞİİR

 

Şiir bir barış sığınağı değildir

Şiir yırtıcı gücü savaşın.

Onun da taktikleri vardır, kendince oyunları.

Savaş savaş olmalı.

Şair bir asker.

Ve haklıysa,

hakkıdır her şeyi denemek de

dalarken duman ve ateşin ortasına.

Geride o gizlice sürünen fareler

nasıl bilebilir kaç adamın

çarpıştığını ateş altında?

Titreşen fareler

cepheden o güvenli uzaklıkta.

Onlar için,

-o fareler ah-

göstermelik bir tavırdır cesaret olsa olsa.

Ve hepsi hepsi ihanettir

savaş yöntemleri de..

Nedir işleri peki hainin

kendini yüceltmek için

onun mertebesine

damgalamak kahramanı ‘hain’ diye.

Şair dediğin

Kutuzov gibi olmalı

apaçık görünmeli yerine.

O, geri çekilir kimi

tam ilerlemeye.

Bitkindir,

bir kuyudaki suyun yarısını tüketir.

Uyumak ister elbette.

Ama bir başkumandanın gözleri,

iç benliğidir ona kumanda eden

hep bir yükseklikten

görmek için ilerisini.

Onun güçlü elleri

saatine ayarlıdır topların

yük trenlerinin

bayrakların.

 

Ki onlar

düşünüyor sansınlar sağdaki süvarilerini.

Oysa o soldakilerin şafaktan beri

hücum borusunu beklediklerini bilir,

Ormanın gerisinde

burun delikleri titreyerek

ateşe hazır.

Şairin savaşı

ne zaferin şanı,

ne rütbe, ne emirler adınadır.

Varsın olsun ona sağdan soldan

kara çalanlar!

Küçülür yalancılar onun bakışlarıyla.

Sadedim odur – bir şair…

şair can verdiğinde,

ölümünde bile, evet

korkudan titretir.

Silahlarını indirmemiştir çünkü öldüğünde-

gazabı bakışlarında öylece kalır

korkarlar gözlerini gagalamaktan.

ve o hep aynı savaşçıdır,

öldüğünde de

öldüğünde de

yılgıdır düşmanın içinde. (1962)

 

YEVGENI YEVTUŞENKO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GENÇLERE YALAN SÖYLEMEK YANLIŞTIR

 

Gençlere yalan söylemek yanlıştır

Yalanların doğru olduğunu göstermek yanlıştır.

Tanrı’nın gökyüzünde oturduğunu ve yeryüzünde

işlerin yolunda gittiğini söylemek yanlıştır.

Gençler anlar ne demek istediğiniz. Gençler halktır.

Güçlüklerin sayısız olduğunu söyleyin onlara,

yalnız gelecek günleri değil, bırakın da

yaşadıkları günleri de açıkça görsünler.

Engeller vardır deyin, kötülükler vardır.

Varsa var, ne yapalım. Mutlu olamazlar ki

değerini bilmeyenler mutluluğun.

Rastladığınız kusurları bağışlamayın,

tekrarlanırlar sonra, çoğalırlar,

ve ilerde çocuklarımız, öğrencilerimiz

bağışladık diye o kusurları, bizi bağışlamazlar.

 

YEVGENI YEVTUŞENKO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BABİ YAR..’, YEVGENI YEVTUŞENKO,, Çeviri : ÜLKÜ TAMER, NESRİN ARMAN, BROY Yayınları, Ekim 1997, 128 Sayfa..

 

NAZIM HİKMET İÇİN..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hayır, olmaz, yazamam, rica ederim, şimdi olmaz.. bırakın benim için bütünüyle ölsün, yoksa daha önce, hapishanenin, hastalığın, yaşlanmanın etkileyemediği bu altmışlık delikanlı, bu sarışın boğa taptaze içimde yaşadığı sürece yazamam.. şimdi olmaz.. daha sonra.. söz veriyorum, yazacağım, hem de bu dergide, daha başka bir konuda: ölümünden değil, yaşamından söz edeceğim.. paskalyanın yedinci günü, cumartesi sabahı dinlenmeye giderken aldığım ‘znamia’ gergisinin son sayısını da götürmüştüm yanımda, dergide ‘nazım’ın ‘yaşamak güzel şey be kardeşim’ adlı romanının son bölümü vardı.. yortu boyunca herkes onun değil, ‘papa xxııı. jean’ın ölümünü bekliyordu.. her saat, radyoların başında.. ve pazartesi sabahı papa hâlâ yaşıyordu.. ‘nazım’a gelince, hiçbir şey bizi uyarmamıştı, can çekişmedi, bir merdiveni çıkarken, ayakta, ansızın göçüverdi.. yaşarken öldü.. bir ağaç gibi devrildi.. bırakın da benim için gerçekten ölsün.. o zaman yazarım derginize, uzun uzun, benim için, başkaları için ne anlam taşıdığını yazarım, belki gelecek ay, yaza kadar, temmuza kadar izin verin bana, o’na pek yakışan temmuza kadar izin verin.. bundan on sekiz yıl önce hapishanede, büyük türk gizemcisi ‘mevlânâ celaleddin’ ya da iranlı ‘ömer hayyam’ gibi yazdığı şu dörtlüğün bir falcılık olmaktan çıktığını anlayacak kadar zaman bırakın bana :

 

‘paydos..’ – diyecek bize bir gün tabiat anamız,-

gülmek, ağlamak bitti çocuğum…

ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:

görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat…’

 

yortunun pazartesi günü, sabah, onun düşmesinden topu topu bir iki saat sonra, bir telefon.. ‘nazım..’ ey ölüm, ne de hızlı gidiyorsun günümüzde! iki saat bile geçmeden, bütün avrupa’yı geçmiş, beni aramışsın.. ‘yveslineler’de bulmuş, yüreğime işlemiştin, telefonla gelen, görülmeyen, düşünülmeyen, henüz bir sözcükten, bir adıldan başka şey olmayan ölüm, ve ben hayır diyorum, ‘nazım’ olamaz.. evet.. o.. ‘nazım’… başkası değil, ta kendisi.. bütün insanlar gibi, o da.. ve şiirindeki bir çocuğu anımsadım:

 

‘recep, damdan düşer gibi karıştı söze:

harbe girdiğin zaman, bir gavur öldürüp

bir yudum içersen kanını

korkun kalmazmış..’

 

ben onun kanından bir damla bile içmeyeceğim.. konuşmayan.. uçsuz bucaksız hayat.. ‘nazım’, senden bana ilk kez 1934’te söz ettiler, sen hapisteydin, o zaman bir şeyler yazabildim.. dostluğumuz otuz yıl bile sürmeyecekti.. ne de az, otuz yıl.. 1950’de bizler, türk halkı ve dünyanın dört bir yanındaki ozanlar seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü, dosdoğru yaşamın içine daldın.. ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin.. demir parmaklık dışında on üç yıl, ya da ona yakın bir şey, kırk sekizinden altmış birine dek, güzel bir yaşam.. on üç yıl, hatırı sayılır bir şey.. hapishane dışında öldün, bu da bir şey.. ama öldün.. bu düşünceye alıştıracağız kendimizi.. ‘insan manzaraları’nı sensiz kafamızda canlandırmaya çalışacağız… senin deyişinle, manzarayı, ‘şu uçsuz bucaksız hayat’ı ağacın biri olmadan tasarlamaya uğraşacağız.. (6 haziran 1963..)

 

LOUIS ARAGON..

 

‘BİR SÜREKLİ İLKBAHAR..’ , LOUIS ARAGON, Çeviri: BERTAN ONARAN, PAYEL Yayınları, Mart 1999, 112 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ALACAKARANLIKTA

Yine ikimiz, koyuyoruz ellerimizi ateşe,

sen nice zamandır yıllanmış gecenin şarabı aşkına,

ben ise sabahın hiç sıkılmamış pınarı uğruna.

Körük, güvenmediğimiz ustasını beklemekte.

 

Keder yaydığında sıcaklığını, geliyor cam ustası.

Gidişi ortalık ışımadan, gelişi çağırmadan sen, hem de

yaşlı, aklaşmış kaşlarımızın alacakaranlığı kadar.

 

Yine kurşun dökmekte göz yaşlarının kazanında,

sana bir kadeh için – kutlamaktır önemli olan yitirilmişi-

bana da isli cam kırıklarım için – ateşe saçılmakta.

Ve sana kadeh kaldırıyorum, gölgeleri çınlatarak.

 

Anlaşılır şimdi kimin çekindiği,

ve kimin sözünü unuttuğu. Sense

ne bilirsin, ne de istersin tanımayı,

kenardan içersin, serindir diye

ve ayık kalırsın, tıpkı eskisi gibi,

üstelik belli ki, kaşların hâlâ çıkmakta!

 

Bana gelince, bilincindeyim yaşadığım

aşk ânının, cam kırıklarım saçılıp ateşe,

yine o eski kurşuna dönüşürken. Duran

benim merminin ardında, hayal gibi,

yalnızca tek gözü açık, hedefinden emin,

ve sıkıyorum onu, sabahın ortasına.

 

INGEBORG BACHMANN..

 

‘INGEBORG BACHMANN.. BÜTÜN ŞİİRLERİ..’ , Çeviri : AHMET CEMAL, KAVRAM Yayınları, Şubat 1995, 200 Sayfa..

 

 

 

‘KATLEDİLEN ŞAİR..’ – GUILLAUME APOLLINAIRE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

XVI

 

ZULÜM..

 

“o dönemde, her gün şiir ödülleri dağıtılıyordu.. bu amaçla binlerce dernek kurulmuştu ve bunların bolluk içinde yaşayan üyeleri, belirli tarihlerde şairlere de ihsanlarda bulunuyorlardı.. fakat bütün dünyanın en büyük dernekleri, şirketleri, idare konseyleri, akademileri, komiteleri, jürileri vs, vs asıl büyük ödüllerini her yıl 26 ocak tarihinde veriyordu.. o gün, toplam değeri 50.0003.225,75 frank eden 8019 şiir ödülü veriliyordu.. öte yandan, hiçbir ülkede toplumun hiçbir sınıfında şiir zevki yayılmamıştı.. kamuoyu, tembel, gereksiz vs şeklinde nitelendirilen şairlere karşı çok öfkeliydi.. o yılın 26 ocağı olaysız geçti; fakat ertesi gün, adelaide’de (avustralya) fransızca yayınlanan ‘ses’ gazetesinde, keşifleriyle icatları çoğunlukla mucize gibi görülen kimyager-ziraatçı horace tograth’ın (leipzig doğumlu bir alman) bir makalesi çıktı.. ‘defne’ başlıklı makale, filistin’de, yunanistan’da, italya’da, afrika’da ve provence’ta defne yetiştirilmesinin tarihiyle ilgili bir tür açıklama içeriyordu.. yazar, bahçelerinde defne olanlara tavsiyelerde bulunuyor, ağacın beslenmede, sanatta, şiirdeki çeşitli kullanımlarını ve şiirsel zaferin simgesi olarak rolünü belirtiyordu. sözü mitolojiye getiriyor, apollon ile daphne hikâyesine göndermede bulunuyordu. yazının sonundaysa horace tograth birdenbire tarzını değiştiriyor ve makalesini şöyle bitiriyordu :

‘aslında bu işe yaramaz ağaç hâlâ çok yaygındır ve halkın defnenin meşhur lezzetini yakıştırdıkları daha az şanlı simgelerimiz de var. defne, çok kalabalık olan dünyamızda çok fazla yer kaplıyor – defne yaşamaya layık değildir.. bu ağaçlardan her biri iki insanın yerini alıyor.. defneler kesilmeli ve yapraklarından zehirden kaçar gibi kaçılmalı.. defneler bugün artık şiir ve edebiyat biliminin simgesi değil, yalnızca bir ölüm-şanın simgesidir ve ölüm hayat için neyse, şanın eli anahtar için neyse, bu ölüm-şan da şan için odur..

gerçek şan; bilim, felsefe, akrobasi, insanseverlik, sosyoloji vs için şiiri terk etmiştir. bugün şairler yalnızca, iş yapmadan kazandıkları parayı cebe atmakta iyidirler, zira hiç çalışmazlar ve çoğunluğunun (şarkıcılar ve diğer birkaç tanesi hariç) hiçbir yeteneği, dolayısıyla hiçbir mazereti yoktur.. birkaç marifeti olanlarsa daha da zararlıdırlar, çünkü hiçbir şey alamazlarsa, her biri bir alay askerden daha fazla gürültü çıkarır ve lanetli şeylerle kulaklarımızı tırmalarlar.. bütün bu insanların hiçbir varlık nedenleri yoktur.. onlara verilen ödüller çalışanlardan, mucitlerden, bilginlerden, filozoflardan, akrobatlardan, sosyologlardan vs çalınmıştır.. şairlerin ortadan kalkması gerekmektedir.. lykurgos (m.ö. 9. yüzyılda yaşadığı varsayılan ve sparta’nın yasa koyucusu kabul edilen kişi..) onları cumhuriyetten sürmüştü, onları yeryüzünden sürmek gerek.. aksi takdirde şairler, bu azılı tembeller bizim prenslerimiz olacak ve hiçbir şey yapmadan sırtımızdan geçinecek, bize eziyet edecek, bizimle dalga geçecekler… sözün kısası, bu şiir diktatörlüğünden bir an önce kurtulmalıyız..

eğer cumhuriyetler, krallar, milletler bu konuda önlem almazlarsa, fazlasıyla ayrıcalıklı şair ırkı öyle büyük oranlarda ve öylesine hızlı çoğalacak ki, çok geçmeden, hiç kimse çalışmak, icat etmek, öğrenmek, akıl yürütmek, tehlikeli şeyler yapmak, insanların acılarına çare bulmak ve kötü talihlerini iyileştirmek istemez olacak..

o halde gecikmeden durumu görmek ve insanlığı kemiren bu şiir kanserinden kurtulmak gerek..’

bu makale müthiş bir ilgiyle karşılandı.. her taraftan telefonlar ve telgraflar geliyor, bütün gazeteler makaleyi yeniden yayınlıyordu.. bazı edebiyat gazeteleri tograth’ın makalesinden alıntılar yapıp, bilim adamı hakkında alaycı düşüncelere yer verdiler, onun zihniyeti hakkında kuşkuları vardı.. lirik defne konusunda gösterdiği bu dehşete gülüyorlardı.. bunun aksine, haber ve ticaret gazeteleri bu uyarıya çok önem veriyorlardı.. ‘ses’teki makalenin dâhiyane olduğu söyleniyordu..

bilim adamı horace tograth’ın makalesi, şiire duyulan kini ifade etmek için eşsiz, olağanüstü bir bahane olmuştu.. ve bahanenin kendisi de şiirseldi.. adelaide’li bilginin makalesi, bütün insanların belleğinde yer etmiş antikitenin harikalarına gönderme yapıyor ve bütün varlıkların tanıdığı kendini koruma içgüdüsüne sesleniyordu.. işte bu yüzden, tograth’ın okuyucularının hemen hemen hepsi hayranlık duymuş, korkmuş ve yararlandıkları çok sayıdaki ödül yüzünden toplumun bütün sınıfları tarafından kıskanılan şairleri haksız çıkarma fırsatını kaçırmak istememişlerdi.. gazetelerin çoğu, kampanyalarını hükümetin en azından şiir ödüllerinin kaldırılması için önlemler alması çağrısıyla bitirmişlerdi..

o, akşam, ‘ses’in ikinci baskısında kimyager-ziraatçı horace tograth, aynen ilkinde olduğu gibi, her taraftan telefonlar, telgraflar alan, basında, kamuoyunda ve hükümetlerde fazlasıyla heyecan yaratan yeni bir makale yayınladı.. bilgin, yazısını şöyle bitiriyordu :

‘ey dünya, kendi hayatın ile şiir arasında bir seçim yap, eğer şiire karşı ciddi tedbirler alınmazsa uygarlığın işi bitti demektir.. hiç tereddüt etmeyeceksin.. yarından itibaren yeni çağ başlayacak. şiir yok olacak, bu eski esinlerin fazlasıyla ağır lirleri kırılacak. şairler katledilecek.

 

***

 

o gece, dünyanın bütün şehirlerinde hayat aynıydı.. her tarafa telgrafla gönderilen makale, çok aranan yerel gazetelerin özel baskılarında yeniden yayınlandı.. halk, her yerde tograth ile aynı fikirdeydi. birtakım hatipler sokaklara dökülmüş, halkın arasına karışarak onları galeyana getiriyorlardı. hükümetlerin çoğu, yayınlanan metin sokaklarda müthiş bir heyecana sebep oldukça, hemen aynı gece kararlar almaya başlamıştı bile. fransa, italya, ispanya ve portekiz, kaderleri hakkında karar verilene kadar, toprakları üzerindeki şairlerin en kısa süre içinde hapsedileceği konusunda kararname çıkartan ilk ülkeler oldular.. yabancı ya da ülke dışında bulunan şairler bu ülkelere girmeye teşebbüs ederlerse, idam cezasına çarptırılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardı. abd’nin, mesleğinin şairlik olduğu bilinen herkesi elektrikli sandalyeyle idam etme kararı aldığı, telgrafla bildirildi. aynı şekilde almanya’nın da, imparatorluk toprakları üzerinde yaşayan manzum ya da mensur şairlerin, yeni bir emre kadar ikametgâhlarından çıkmamaları konusunda bir kararname çıkardığı, yine telgrafla bildirildi. aslında bu gece ve ertesi gün boyunca dünyanın bütün devletleri, hatta yalnızca lirizmden nasibini almamış kötü destan şairlerine sahip olanlar dahi, ‘şair’ sözüne karşı bile önlemler almışlardı. yalnızca iki ülke bunun dışındaydı : ingiltere ve rusya.. bu alelacele çıkarılan kanunlar hemen yürürlüğe kondu.. ertesi gün fransa, italya, ispanya ve portekiz toprakları üzerindeki bütün şairler hapsedilirken, bazı edebiyat gazeteleri siyah çerçeveyle yayınlanıyor ve bu yeni terör hükümranlığından şikayet ediyordu.. öğleyin gelen telgraflar, haiti’nin büyük, zenci şairi ‘aristenete güneybatı’nın aynı sabah, güneş ve katliam duygusyla kendinden geçmiş bir zenci ve melez güruhu tarafından parçalara ayrılıp yendiğini haber veriyordu. köln’de kaiserglocke bütün gece boyunca aleyhte şiddetli sözler söylemiş ve sabah, kırk sekiz kıtadan oluşan bir ortaçağ destanının şairi olan profesör doktor stimmung (fransızcada tam karşılığı olmayan almanca bir sözcük, ruh hali veya şiirsel atmosfer anlamlarında kullanılır), hannover’e gidecek trene binmek için dışarı çıktığında, ‘şaire ölüm!’ diye bağıran ve onu sopalayan fanatik bir grup tarafından takip edilmişti.

profesör bir katedrale sığınmış ve birkaç kilise görevlisiyle birlikte, zincirden boşanmış drikkes, hannes ve marizibill (köln bölgesi folkloruna ait şahsiyetler, bakınız apollinaire’in ‘alkoller’ adlı kitabındaki ünlü ‘marizibill’ şiirleri) halkı tarafından buraya kapatılıp kalmıştı.. özellikle bu sonuncular azgın görünüyorlar, kutsal bakire’yi, azize ursula’yı ve üç müneccim kralı alman tarzıyla yardıma çağırıyorlar, bu arada, kalabalığın arasında kendilerine yol açabilmek için yumruk atmayı da ihmal etmiyorlardı.. pazar duaları ve sofuca yakarışlarının arasına, şöhretini özellikle âdetlerinin üniseksliğine borçlu olan şair-profesör hakkında rezilce hakaretler karışıyordu.. başını yere eğmiş olan profesör, tahtadan yapılmış büyük aziz khristophoros’un altında korkudan donmuştu.. katedralin bütün çıkışlarına duvar çeken duvarcıların gürültülerini duyuyor ve açlıktan ölmeye hazırlanıyordu.

saat ikiye doğru, napolili kutsal eşya koruyucusu bir şairin, aziz ianuarius’un kanını şişede kaynarken gördüğünü bildiren telgrafı geldi.. kutsal eşya koruyucusu mucizeyi ilan ederek dışarı çıkmış ve mura (parmaklarla oynanan bir oyun) oynamak için aceleyle limana gitmişti.. bu oyunda istediği her şeyi kazanmış ve sonunda kalbine bir bıçak darbesi almıştı..

telgraflar, gün boyu birbirini izleyen şair tutuklanmalarını haber veriyordu.. amerikan şairlerinin elektrikli sandalyeyle idamı saat dörde doğru öğrenildi..

paris’te, fazla tanınmadıkları için başlarına bir şey gelmemiş olan, sol kıyıdan birkaç genç şair, closerie des lilas’dan, şairler prensinin kapatıldığı conciergerie’ye doğru bir gösteri örgütlediler..

göstericileri dağıtmak için bir alay geldi.. süvariler silahlarını doldurdu.. şairler silahlarını çıkarıp kendilerini savundular, fakat bunu gören halk arbedeye karıştı.. şairleri ve kendini onların koruyucusu ilan eden herkesi boğdular.

bütün dünyada hızla yayılan zulüm işte böyle başladı. amerika’da ünlü şairlerin elektrikli sandalyeyle idamlarının ardından, bütün zenci şarkı besteciler, hatta hayatları boyunca hiç şarkı bestelememiş birçok kişi linç edildi. daha sonra sıra beyazlara ve bohem edebiyatçılara geldi. avustralya’daki zulmü bizzat idare ettikten sonra tograth’ın da melbourne’dan gemiye bindiği öğrenildi..”   

 

GUILLAUME APOLLINAIRE..

 

‘KATLEDİLEN ŞAİR..’ , GUILLAUME APOLLINAIRE, Çeviri : NİHAN ÖZYILDIRIM, KANAT Yayınları, Aralık 2004, 202 Sayfa..

 

‘AŞKIN VE SAVAŞIN GÜNDÜZ VE GECELERİ..’ – EDUARDO GALEANO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sokağın savaşı, ruhun savaşı..

dibe vurmak mı yoksa bir araya toplanmak mı? diğerlerini siliyor muyum yoksa onları çağırıyor muyum? deve gibi kendi kusmuğumu mu yiyeceğim? mastürbasyon yapanın aldığı risk nedir ki? olsa olsa en fazla bileği çıkabilir..

gerçeklik, diğer insanlardır: mutluluk ve tehlike. boğaları çağırıyorsam, üzerime saldırmalarına katlanacağım. o güçlü boynuzların kalça kemiğimi parçalayabileceğini biliyorum..

..

..

..

 

sistem..

bir diktatörlüğün işlediği suçlar işkence görenlerin, katledilenlerin ve kaybedilenlerin yer aldığı listelerle sınırlı değildir.. makine seni bencillik ve yalanla yönetir.. dayanışma bir suçtur.. makine, kendini kurtarmak için ikiyüzlü ve adice davranman gerektiğini öğretir.. bu akşam seni öpen yarın seni satacaktır.. her yaptığın iyilik sana kötülük olarak dönecektir.. eğer gerçekten ne düşündüğünü söylersen senin canına okurlar; böyle bir risk almaya değmez. işsiz dolaşan bir işçi, fabrikanın şu anda çalışan bir işçiyi çıkarıp yerine kendisini almasını gizliden gizliye arzulamaz mı? yoldaşım dediğin kişi senin rakibin ve düşmanın değil midir? kısa bir süre önce, montevideo’da, melez bir çocuk annesinden kendisini doğum kliniğine geri götürmesini istemişti, çünkü bu dünyaya hiç doğmamış olmayı yeğliyordu..

her insanın içinde mevcut olan iyi tarafa yönelik katliam, tek bir damla kan, hatta tek bir damla gözyaşı dökmeden yapılıyor her gün. makinenin zafer: insanalar konuşmaya ve göz göze gelmeye korkuyorlar.. kimse kimseyle buluşmasın. birisi sana bakıp belli bir süre bakışlarını kaçırmıyorsa şöyle düşüneceksin : ‘canıma okuyacak..’ yönetici, altından çalışan arkadaşına şöyle diyor:

‘seni ele vermek zorunda kaldım. benden liste istediler. birkaç isim vermem gerekiyordu. affet beni, eğer bunu yapabilirsen..’

her otuz uruguaylıdan birinin görevi diğer insanları gözetlemek, izlemek ve cezalandırmak. kışlaların ve karakolların dışında insanlara hiç iş yok; bir işi olanlar da onu korumak için polisten illaki demokratik iman sertifikası almak zorundalar.. öğrencilerden arkadaşlarını ihbar etmeleri talep ediliyor; çocuklar öğretmenlerini ihbar etmeleri için kışkırtılıyor.. arjantin’de televizyon soruyor: ‘şu anda çocuğunuzun ne yaptığını biliyor musunuz?’

ruhları zehirleyerek öldürme suç çetelesinde neden yer almıyor?

..

..

..

 

sistem..

1.

latin amerikalı ünlü bir play boy sevgilisinin yatağında başarısız olur. ‘gece içkiyi çok fazla kaçırmışım,’ diye kahvaltı sırasında özür diler. ikinci gece başarısızlığını yorgunluğa bağlar.. üçüncü gece sevgili değiştirir.. bir haftanın sonunda doktora gider.. birinci ayın sonunda doktor değiştirir.. bir süre sonra psikanalize başlar. seanslar ilerledikçe, dibe çökmüş ya da silinmiş anılar yavaş yavaş bilincin yüzeyine çıkmaya başlar. ve hatırlar :

1934.. chaco savaşı.. cepheden kaçan altı tane bolivyalı asker and dağları’nın yüksek düzlüklerinde dolaşmaktadır.. bozguna uğrayan bir müfrezeden bir tek onlar hayatta kalmıştır.. bir kişi görmeden ve ağızlarına bir lokma koymadan çıplak steplerde ilerler.. o adam işte bu altı askerden birdir..

bir akşamüstü, keçi sürüsünü güden küçük bir yerli kızı görürler.. onu takip ederler, yere yatırırlar ve tecavüz ederler.. kızın içine sırayla girerler..

sıra son olarak o adama gelir.. yerli kızın üzerine atılınca onun artık nefes almadığını fark eder..

beş asker onun etrafında bir çember oluşturur..

tüfeklerini sırtına dayarlar..

bunun üzerine adam, dehşetle ölüm arasından, dehşeti seçer..

 

2.

bin bir işkenceci hikâyeleriyle örtüşen bir durum.

işkence yapanlar kimler? beş tane sadist, on tane manyak, on beş tane klinik vaka mı? hayır, işkence yapanlar iyi aile babası insanlar.. memurlar mesailerini tamamladıktan sonra akşam evde çocuklarıyla birlikte televizyon seyrediyorlar.. makine onlara etkili olanın iyi olduğunu öğretiyor.. işkence gayet etkili: bilgi kopartıyor, bilinçleri dağıtıyor, korku yayıyor.. gizli ayincilerinkinin benzeri bir suç ortaklığı doğuyor ve gelişiyor.. işkence yapmayan işkenceye maruz kalır.. makine ne masumları ne de tanıklıkları kabul eder.. kim inkâr edebilir? kim ellerini temiz tutabilir? küçük dişli ilk seferinde kusar.. ikinci seferde dişlerini sıkar.. üçüncüde alışır ve görevini yerine getirir. zaman geçer ve dişlinin tekerciği makinenin dilini konuşmaya başlar: kukuleta, sopa, elektrik, denizaltı, kelepçe, askı.. makine disiplin ister.. en yeteneklileri en sonunda bu işten zevk almaya başlarlar..

eğer işkenceciler hasta kişiliklerse, onları doğuran sisteme ne diyeceğiz?”

 

EDUARDO GALEANO..

‘AŞKIN VE SAVAŞIN GÜNDÜZ VE GECELERİ..’, EDUARDO GALEANO, Çeviri: SÜLEYMAN DOĞRU, SEL Yayınları, Mart 2012, 200 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bedenim aşkın çamurudur..’ – ADONIS

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“şiirimin temel yapısı, yani başlangıç noktası: tanrısal sezgi yoluyla hayata bakmadım.. şiirim hem discursif, hem de sezgisel oluşturucu olarak belirginlik kazandı.. şiirim, parçalanan arap kuşağını, dağılan halkını sergiler.. araplar için ölüm, basit ve doğal bir olaydır, iyi tanıdıkları toprağa dönüştür.. şiirlerimde adı sıkça geçen ‘şamlı mihyar’, ‘adonis’in yansımasıdır.. doğada çocukluktur, saflıktır, iyiliktir.. onun için şiirimin arka planında bir mistisizm yatar.. ‘şamlı mihyar’ sürekli devinim halindedir, dinin kalıplaştırdığı toplumu sarsmaya gelen ve sürekli haksızlığa karşı çıkan bir devrimcidir.. şiirimdeki temel gelenek budur : şiirim geleneğe dayalıdır.. ama bununla birlikte şiirim, arap şiir geleneğine yeni bir yol, yeni bir soluk getirmiştir ve arap şiir geleneğine şiirimle yeni bir giysi biçip dikerek giydirdim.. şiirim ‘hallaç’ ve ‘niffari’nin temeli üzerinde yükselmiştir..”

 

ADONIS..

 

‘AYNA VE DÜŞ..’, ADONIS, Çeviri : METİN FINDIKÇI, AVESTA Yayınları, 2002, 142 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“..

..

..

 

Kadın :

 

senin için ölüyorum. sana olan sevgimden

bir yanım eksik uyandığımı görmüyor musun?

senin için ölüyorum,

kararsızlığın içine düşüyorum.

benliğimi duyumsamadan, bedenimi duyumsamadan,

nerede yaşadığımı bilmeden bu güzel

bedenimin ardında.

her şeyi.. neden, oysa, neden açığa vurmuyorum :

oysa hayatın eşsiz olmasını istiyorum

neden, oysa, neden insan gibi doğal yaşayamıyorum, ölümüm

söylediğim her yerde : sen vatanım olmasan

zamanın düşmanı olan şey dostum olur mu?

 

(sessizlik..)

 

böylece ey aşkın bedeni sesimi sana bırakıyorum

bana, yolumdaki zerreciklerin yarasını ellerinle sunman için

 

kuldum- belki de tanrı diye kocamın aşkını bildim.

kocam- şimdi tapınağım diye bildiğimdi.

isteklerimizden başka hiçbir şey gidip gelmez aramızda.

 

(sessizlik..)

 

ey gurbet seni yeryüzünün her köşesinde seviyorum,

çocuğuma ne söyleyebilirim

kendi beşiğinde gurbetteyken?

babasının yatağını unuttum, bana şehvet olan şeyi de,

yıllardır kullanıldığımı bilerek arıyorum şimdi,

söylesem mi? günahkarlığı onaylar gibi. iştahla,

güzelliğiyle yağarken gökyüzü ve yeryüzü bardağımıza.

gökyüzü inlediğinde peygamberler bilir ne olduğunu

görüyor musun, filinta

damatların mutluluğunu? ancak

aydınlatana bedenini ver bana, ey sen, koynuna al beni, esiri

olayım beni büyüleyen organlarının.

 

(sessizlik..)

 

bağrından ve boğazından gelen bir kokun var senin, son

buluşmamızdan damla damla damlayan, içine

boşaldığın ve boşaldığım. açılırken

içime akan bir şelale olan. gecemin ışığında şeffaf.

yarılan – yerde

depremi kendine kardeş yapan

göbeğimde gizli,

saldırganlığını ve savunmasını yalnızlaştıran.

iyileşeceksin, içindekini yeter ki uyandır. benliğimle ve

ölümümle yüzleşmeme

sen neden olacaksın, özgürlüğüm gibi.

günahlarımla selamlaşacağız

bu sürecin sonunda.

ölümüm. ecelimle

kısmetim benliğinle. resim ve şiiri gibi bir iklimdir sende

ve içimde yitenle,

içindeki zerreciklerle daha da çoğalırım, orman gibi.

içinde görmediğim mevsimlerim bile olacak, içinde – ne ateşim

ne toz. ot

su birikintileri gibi fışkırır topraktan,

içinde yitişini görüyorum, yitişimi, al beni.

bedenim aşkın çamurudur, işte benliğimi sana

teslim ediyorum.

 

(sessizlik..)

 

..

..

..”

 

ADONIS..

 

‘TARİH KADININ BEDENİNDE PARÇALANIR..’ ADONIS, Çeviri: METİN FINDIKÇI, ARTSHOP Yayınları, 134 Sayfa, ne yazık ki basım tarihi kitaba koyulmamış..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAÇIŞ..

Bundan başka bir şey değildi aşkımız:

gider, dönerdi gene ve bize

gözleri kapalı, uzak, çok uzak

mermerleşmiş bir gülümseme getirirdi

yitik sabahın otunda

garip bir deniz kabuğu

ruhumuzun inatla açıklamaya çalıştığı.

 

Bundan başka bir şey değildi aşkımız:

sessizce yoklardı çevremizde ne varsa,

açıklamak için ölmek istemeyişimizi

bunca coşkuyla.

Ve tutunduysak başkalarının bellerine,

vargücümüzle sarıldıysak boyunlarına,

soluğumuz karıştıysa

bir başkasının soluğuna,

ve yumduysak gözlerimizi, bundan başka

bir şey değildi:

bu derin acıydı yalnız, tutunabileceğimiz,

kaçışımızda.

 

YORGO SEFERIS.. (1900-1971)

 

‘ÇAĞDAŞ YUNAN ŞİİRİ ANTOLOJİSİ..’, Hazırlayan : CEVAT ÇAPAN, ARTSHOP Yayınları, 2009, 240 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘AŞKIN ÜÇ YÜZÜ..’

 

 

 

 

 

 

 

 

sen bu sözcükleri okuduğunda, ben artık var olmayacağım.. belki ölümün ne olduğunu bilmiyorum ama eminim ki sevinçlerim, acılarım, korkularım, benim ardımdan yaşamaya devam etmeyecekler.. seninle ilgili onca kaygı, shoko’yla ilgili durmadan yinelenen onca kaygı.. bütün bunların çok yakında artık bu dünyada olmalarının hiçbir nedeni kalmayacak.. vücudum ve ruhum yok olacak.. ben gittikten, yokluğa dönüştükten saatler sonra, günler sonra bile senin bu mektubu okumana hiçbir engel olmayacak ve o sana, ben yok olduktan sonra var olmaya devam eden sana, yaşarken bana ait olan birçok konuya ilişkin düşünceleri söyleyecek.. sanki, sesimi duyuyormuşsun gibi, bu mektup sana düşüncelerimi, duygularımı, bilmediğin şeyleri söyleyecek.. sanki konuşuyormuşuz gibi olacak, sanki sesimi duyuyormuşsun gibi.. çok şaşıracaksın, ve hiç kuşkusuz acı çekeceksin, ve bana çok kızacaksın.. ama biliyorum, ağlamayacaksın.. yalnızca bakışlarında hüzün olacak, benden başka hiç kimsenin görmediği o hüzün, ve belki de diyeceksin ki : ‘sen çılgınsın sevgilim..’ yüzünü buradan görür gibiyim ve sesini duyar gibi..

işte bu yüzden, öbür dünyadayken bile, sen okumayı bitirinceye dek yaşamım bu mektupta sürecek.. onu açtığın, okumaya başladığın andan başlayarak, onda yaşamımın sıcaklığını yeniden bulacaksın.. ve on beş yirmi dakika boyunca, son sözcüğünü okuyuncaya kadar, bir zamanlar -ben henüz yaşarken- olduğu gibi bu sıcaklık bütün vücuduna yayılacak, aklın bütün düşüncelerden arındıracak..

yazarı öldükten sonra okunan bir mektup ne tuhaf! bu mektuba tutsak olan yaşam on beş-yirmi dakika sürecek bile olsa, evet bu yaşam bu kısalıkta bile olsa, sana içimdeki ‘beni’ anlatmak istiyorum.. bu çok ürkütücü olsa da, şimdi sana yaşarken hiçbir zaman gerçek ‘beni’ göstermediğimi sezinliyorum.. ‘ben’ sözcüğünü yazan bizzat benim, gerçek ‘benim..’

 

YASUSHI INOUE..

 

‘AŞKIN ÜÇ YÜZÜ..’, YASUSHI INOUE, Çeviri : AYŞE TEKSOY, TELOS Yayınları, Haziran 1996, 75 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

OLANCA SESİMLE

I

 

Sözcüklerin gücünü, çınlayan sözcüklerin gücünü biliyorum,

Kalabalıkları kendinden geçiren sözcükleri değil.

Başka sözcükleri, hani ölüleri toprak fışkırtan,

Çatırdayan bir meşenin adımları gibi kefenleri görüntüleyen.

Çoğu kez, ne okunmuş, ne basılmış sözcüklerdir onlar

Atılır çöp sepetine.

Ama oradan çıkar ve ağızlarında gem dörtnala kalkarlar,

Gümbürderler yüzyıllarca, trenler gelir sürüne sürüne

Yalamak için uyuz ellerini onların.

Biliyorum sözcüklerin gücünü. Hiç değilse bunu.

Hiç değilse, bir dansın topukları altındaki gül yapraklarını.

Oysa, insan benliğiyle, dudakları ve gövdesiyle…

 

II

 

Az mı? Çok mu? Buruyorum elleri

Ve parmakları,

Kopmuş yapraklar, yel alıp götürüyor onları.

İşte böyle söküp çıkarılır gizleri

Mayıs ayında keçiyolu papatyalarının.

Ustura ve makas bırakın diken diken olsun gümüş telleri saçlarının.

Bırakın tınlasın gümüş yığını yılların.

Umutluyum, inanıyorum ki : hiçbir zaman dize getirmeyecek beni utanç…

 

MAYAKOVSKI..

 

‘SAF ŞİİR YOKTUR..’ – Yazarlar : MAYAKOVSKİ, ELUARD, BRECHT, ARAGON, NERUDA.. , Çeviriler : ERDOĞAN ALKAN, TEOMAN AKTÜREL, ESER YALÇIN, HİLAL ÇELİK, MUSTAFA ZİYALAN, DE Yayınevi, Mart 1984, 104 Sayfa..