Archive for the ‘Edebiyat’ Category

ŞİMDİLİK

RÜŞTÜ’DEN GELEN MEKTUP*

 

-Oktay Rifat’a-

 

Önce bütün şairlere selâm

Sonra şunu söylemek isterim

Ölüm hiç de güzel değil

Ne sabah var ne akşam

 

Sokakların ellerinden öperim

Bana yaşamasını öğretmişlerdi

Dost olsun, düşman olsun

İnsanlara iyi günler dilerim

 

Söyle sarı saçlı daktiloya

Ben yokum artık

Vefasız dostlara hatırlat

Kimseye kalmaz o dünya

 

Nasıl unuturum güzeldi yaşamak

Fakat hakkı varmış Oktay’ın

“Hatıralar da dal istiyor

Kuşlar gibi konacak.”

 

MUZAFFER TAYYİP USLU

 

*Rahmetli şair arkadaşımız RÜŞTÜ ONUR.

 

muzaffer tayyip

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YAŞAMAK

 

Ben de isterdim şüphesiz

Çiçek koparmak olsun

Bütün günahı ellerimin

Olmadı işte

 

Dağıttım kendimi

Ayaklarımdan

Saçlarıma varıncaya dek

Neyim varsa

 

Dudaklarımı

Güzel şarkılar eskitti

Ve aldı gitti ayaklarımı

Kalabalık sokaklar

 

MUZAFFER TAYYİP USLU

 

ŞİMDİLİK, MUZAFFER TAYYİP USLU, YKY Yayınları, Şubat 2013, 79 Sayfa.

“Olsa, başlangıçlar sona kalsa”

edip--11

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SONA KALSA

 

Usul usul konuşuyorlar aralarında 

Denize bakıyorlar bazen – çatalını gezdiriyor biri tabağında – 

Gölgesi bir kuş ölüsü 

Karşıda yeni budanmış ağacın 

– Olsa, başlangıçlar sona kalsa – 

Kolyesiyle oynuyor kadın – tabağımda soyulmuş elma –

 

Saatime bakıyorum sık sık  

Kapıyı gözlüyorum arada 

Biraz soğuk mu geliyor ne – kapatır mısın – 

Sinirli bir kırmızılık suya batıyor 

Düşünüyorum, ansızın bir dost yüzü 

Görmemiştim de yıllarca.

 

Gelse 

Değişmiş çok, yaşlanmış da 

Sigaramı yakıyor durmadan 

İstemem diyemiyorum – ama yakmasa – 

Konuşuyoruz -konuşuyor muyuz – 

Yazmayı bırakmış çoktan 

Gerçi bir roman taslağı varmış kafasında 

“Bir elimde elma elmada bir el” 

Diyorum 

Hayretle bakıyor yüzüme 

Bir bardak bira içiyor, çekip gidiyor az sonra.

 

Kadranı kırmızı saat  

Plasterle tutturulmuş kırık cam 

Şurda burda plastik çiçekler 

Evet, aralık kapıdan soğuk geliyor 

Tam kalbimin üzerine bu akşam. 

 

Ölüm  

Sen en güzelsin bu saatlerde 

Büyütmüş yetiştirmişsin beni 

Söyler miyim hiç sana hayran olmasam. 

Bugün de ince, bugün de kırıldı kırılacak 

Bugün de 

Tam nerede kalmışsam.

 

EDİP CANSEVER

 

“Olsa, başlangıçlar sona kalsa”, oradan başlayalım. Burada belirli bir kadınla erkek usul usul konuşuyorlar. Konuştukları aşk sözleri olabilir. Genellikle güzel saydığımız başlangıçlar yavaş yavaş eskir, bir ‘son’a gider. Son hiçbir zaman başlangıç gibi güzel değildir. Başlangıç her sondan güzel olduğu için orada bir dilek var. Başlangıçlar sona kalsa acaba nasıl olur? Daha güzel olur mu diye bir dilek. Bu bizim günlük yaşamımızda her zaman vardır. Örneğin kendini düşün, çok sevdiğin bir şeyi yiyorsun, en iyi parçayı sona bırakmak ister insan. Çocuklar gazoz içerken, bilmem dikkat ettin mi, bir yudum alırlar sonra kaldırıp bakarlar, bir yudum daha alırlar bakarlar. Hep başlangıcı koruma isteğidir bu. İnsanlarda böyle bir duygu var. Bu da bir ilişkidir. Başlangıç iyi bir ilişki olduğu için o başlangıç sona kalsa sanırım daha güzel bir şey olacak. Bu bir istek olarak ele alınabilir.

 

EDİP CANSEVER

(EDİP CANSEVER’LE YAŞAMI BESLEYEN ÖLÜM ÜSTÜNE, Adnan Benk, Nuran Kutlu, Tahsin Yücel, Çağdaş Eleştiri, Haziran 1982…)

 

‘GÜL DÖNÜYOR AVUCUMDA’, EDİP CANSEVER, ADAM Yayınları, Mayıs 1987, 245 Sayfa…

“1001 FIÇI BİRA” – FERHAT ULUDERE

“Alkolle seyreltilmiş zamanlardı bunlar; tarihler net değil, anlar muğlak. Yaşamı ve zamanı yakalayabildiğimiz yerden anımsıyorduk. Bu anımsamaların çoğu da net değildi; bazen başka şeylerle karıştırıyor, neyin ne olduğunu tam çözemiyorduk.”

“Başka söyleyecek bir şey yok, ne diyebilirim Anneme? Şehrazat geldi, ben ona deliler gibi aşıktım, seneler sonra gördüm ve daha öğlen içmeye başladık, bu saate kadar da durmadık. Ben geceden hiçbir şey hatırlamıyorum, sadece onu almaya gideceğim ya uyanınca, o yüzden duş almalıyım. Ya da,  Anne, ben nezarethanede kalacaksam bunun yüce amaçlar uğruna olmasını istedim hep, ama bir türlü olmadı. Hep sokaklarda içki içtiğim için içeri alındım. Başkomiser ne suç işlediğimizi sorduğunda, yanındaki memur küçümseyerek hep aynı cevabı verdi : ‘umuma açık yerde alkollü içecekler tüketmek.’ Anne, tek suçumuz buydu hayatta; umuma açık yerlerde alkollü içecekler tüketmek. suçluyum ben Anne, oğlun sandığın gibi temiz, lekesiz biri değil, umuma açık yerlerde alkollü içkiler tüketen bir serseri, ama suçluyum diye beni yargılama Anne; bu suçu kocan da işledi, büyük oğlun da işledi, hatta belki de o bu suçu aramızda en fazla işleyen kişi olarak suç dünyasına adını altın harflerle yazdırdı. Duş almak istiyorum Anne. Sonra da uyumak.”

“Hatayı nerde aramak gerekiyor? Birinin hatalı olmasını sağlamak için onun yüzüne karşı hatalısın demek yetiyor, o zaman hem hata paylaşılmış, hem de kişi aklanmış oluyor. Hata bende mi? ; sorularım her zaman yanıtsız kalıyor. Zaten soru da sormuyorum artık. Sorular bana soruluyor, gereksiz yere ben sorgulanıyorum. Çenemin düşük oluşundan mı böyle, yoksa anlatmayı sevdiğimden mi, bilmiyorum. Ya da gerçekten soracak sorularım kalmadı mı artık? Kimsenin işine yaramasa da, bu görüşmeyle birlikte Şehrazat’ın artık hayatımda var olmadığını anlıyorum. Bir daha da olmayacağını.

Suçlu ve suçlanmış olarak eve giderken haksızlık yaptığımı düşünüyorum. Veda sıralamasında haksızlık yaptığımı. Bu vedayı Şehrazat’tan daha fazla hak eden insanlar olduğunu hatırlıyorum birden.  Senelerdir ortada olmayanlar değil, senelerce yanında olanlar hak ediyor vedalaşmayı, önemsenmeyi.”

“Sıradan bir insan kadar dayanıklı olduğumu biliyorum yalnızlığa, zaten yalnızlığın karşısında herkes sıradan bir insan olmuyor mu? Ama boşluk, hele de insanın kendi içindeki boşluk, kendi dünyasında açılan bir dehliz… Buna ne kadar dayanabilir insan ve ben ne kadar dayanıklı olabilirim? Boşluk değil mi insanları arayışa götüren, o arayışlarla acılar yaratan? Yalnızlığa katlanabilir insan, her insan katlanabilir bir süre görmezden gelebilir onu, ama boşluk öyle değil. Bir fare gibi kemiriyor insanın beynini, her geçen dakika daha da büyüyor ve her geçen dakika biraz daha içine alıyor insanı. Sonra o dehliz oluşuyor işte, insanın içinde kaybolacağı dehliz… yok oluyor insan orada. O dehlizden bir daha dışarıya çıkamıyor, bir daha kendi başına var olamıyor ve zaten bir sefer daha söz konusu olmuyor. Hiçbir zaman yeniden deneme şansı verilmeyen bu ilişkide yeniliyor insan.”

FERHAT ULUDERE

 

ferhat uludere-1001

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“1001 FIÇI BİRA” , FERHAT ULUDERE, YİTİK ÜLKE Yayınları, Mart 2013, 128 Sayfa…

“dört duvarın varsa umut da vardır. sokaklardaysan umudunu bile yitirirsin…” – BUKOWSKI

bukowski-20

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Francine ondan yana döndü, Tony kolunu Francine’e doladı. Amerika’nın her bir yanındaki sabahın üçü sarhoşları nihayet pes etmiş olarak duvarları seyrediyorlardı. Acı çekmek için ayyaş olmak, bir kadın tarafından sıfırlanmak gerekmiyordu, ama acı çekip ayyaş olunabilirdi. Bir süre, gençlikte özellikle, talihin senden yana olduğunu sanabilirdin, bazen senden yanadır da gerçekten. Ama senin farkında bile olmadığın ve senin aleyhine işleyen bir takım ortalama hesaplar ve kanunlar vardır, her şeyin yolunda gittiğini sandığın zamanlarda bile. Bir gece, sıcak bir Salı gecesi o ayyaş sen oluverirsin, sensin o ucuz pansiyon odasında olan, ve daha önce o odalarda olmuş olmanın da bir yararı olmaz, daha da kötüdür hatta, çünkü bir daha bu duruma düşmemeye karar vermişliğin vardır. Bir sigara daha yakmaktan, bir içki daha içmekten, o sıvası dökük duvarlarda bir çift göz, bir çift dudak aramaktan başka bir şey de gelmez elden. Erkeklerle kadınların birbirlerine ettikleri insanın idrak gücünü aşıyordu…”

(ŞEHİRLERARASI SARHOŞ)

 

“Henry kendine bir içki koydu, sonra pencereye gidip Hollywood’un sıcak ve tenha sokaklarını seyre daldı. Mücadele içinde geçmişti hayatı ve sürüyordu mücadele. Ölüm vardı sırada, “ölüm hep vardı zaten.” Aptallık edip yeraltı gazetelerinden birini almıştı ve hâlâ Lenny Bruce’a tapıyorlardı. Lenny’nin bir fotoğrafını basmışlardı, ölü, kötü malı vurduktan hemen sonra çekilmiş. Kabul, zaman zaman güldürebilmişti Lenny: “Gelemiyorum!” – bir mizah başyapıtı olmuştu o bölüm. Ama çok da başarılı sayılmazdı Lenny. Zulüm görmüştü, kesinlikle, ruhen ve bedenen. Neyse, ölüm hepimiz içindi, basit aritmetik. Herkes bilir bunu. Sorun oturup ölümün gelmesini beklemekten kaynaklanıyordu…

… Henry sulu bir skoç hazırladı kendine. Elinde kadeh yatak odasına gitti, gömleğini, pantolonunu, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkardı. Elinde içki yatağa girdi. On ikiye çeyrek vardı, öğlen. Hırs yok, yetenek yok, fırsat yok. Talihi sayesinde yırtmıştı sefilhaneye düşmekten ve sonsuza dek süren bir şey değildi talih. Lu’nun onu terketmesi kötü olmuştu, ama anasının gözü birini arıyordu Lu. Bardağını dipleyip uzandı. Camus’nun ‘Resistance, Rebellion and Death’ kitabını aldı… Birkaç sayfa okudu. Acı çekmekten, dehşetten ve insanlığın içinde bulunduğu sefaletten söz ediyordu Camus, ama bunu öylesine rahat ve süslü bir dille yapıyordu ki olup bitenlerden insan olarak da, yazar olarak da etkilenmediği izlenimi uyandırıyordu okurda, başka bir deyişle, her şey güllük gülistanlıktı sanki. Koca bir biftek, salata ve kızarmış patatesi afiyetle yiyip, üstüne de bir şişe iyi Fransız şarabı içmiş biri gibi yazıyordu Camus. İnsanlık acı çekiyor olabilirdi, ama o çekmiyordu. Bilge biriydi muhtemelen, ama Henry yanarken haykıran birini yeğlerdi. Kitabı yere bırakıp uyumaya çalıştı. Uyku sorundu hep. 24 saatte üç saat uyuyabilmeye razıydı. Neyse ki duvarlar burada hâlâ, diye düşündü, dört duvarın varsa umut da vardır. Sokaklardaysan umudunu bile yitirirsin…”

(YANARKEN HAYKIR)

 

“SICAK SU MÜZİĞİ”, CHARLES BUKOWSKI, Çeviri : AVİ PARDO, PARANTEZ Yayınları, Eylül 2012,153 Sayfa…

BORÇLU ÖLECEĞİM HERKESE

Nerde okumuştum, bilmiyorum

kim söylemişti: ‘kimseye borcum

kimseden alacağım yok’ diye.

Tumturaklı bir cümleydi; tuhaftı da,

ekonomik terimlerle

dillendiriliyordu özgüven.

Gerçekten hayaletlerinden

kurtulmuş biri miydi bu?

Ne teşekkür, ne şükran;

alçakgönüllülük ve bağışlama;

yoksanmıştı hepsi. Sadece ürkütücü

bir kendini beğenmişlik.

 

Birebir alırsak sözcükleri

bilge Lao-Tzu’nun deyişi

uygun düşüyor bu övünmeye:

‘Önemli olan duvarları değil

odanın. Kapladığı boşluk.’

Yaşadım ve gördüm: aynasıyla

konuşanlar, yitip

gittiler aynalarıyla.

 

Kulüp 12’nin Amerikan-bar’ında

‘caz müziği dinliyorum’. Keşke

yanımda olsaydı Kâmuran Yüce de

diye geçirirken gözlerimi kapatıyor

biri. Usulca dönüyorum: Çirkin Kral;

kravatsız, beyaz ceketli. Kaç yılındayız

ne zaman geldik Ar Sineması’nın fuayesine?

Özlemle sarılırken, kolumda

hissediyorum kabzayı.

 

‘Sana’ diyorum ‘on lira borcum var,

Pasaj’da almıştım. Karlı

bir geceydi hiç unutmam’.

‘Boş ver’ diyor, yağmurun dindiği

göğe benzeyen bir gülümsemeyle.

Şaşmışımdır hep, niye öyle az

güldüğüne filmlerinde.

Seçtiği sürgünde öldü Yılmaz

hâlâ bir onluk borçluyum ona.

 

Sevgiyi iki kez ziyaret edebildim

Mamak Askeri Cezaevi’nde.

Bahardı ikincisinde, bahçedeydik;

görüşmeciler ürkek ve kederli,

ortalıkta yığınla inzibat.

‘Göğsüm acıyor ara sıra’

demişti. ‘Şuramda bir çiçek

büyüyor sanki.’ Hiç yazmadım

sürgündeyken Adana’ya.

 

Sığındım Ellilerin, Altmışların

kansız anılarına. Özdemir’le evliydi;

Sıhhiye’deki evde hazırlıyorduk

yeni sayısını Mavi’nin;

yazmaya başlamamıştı daha.

Ya da Kızılay’da Büyük Sinema’nın

önündeki kalabalığın arasındaydık.

Yayılıyordu sesi Aybar’ın

dalga dalga bulvara. Sanki birazdan

Kışlık Saray’a yürüyecektik.

Nasıl borçlanmamış olurum

O’nun erken açan kanserine?

 

Çok şükür borçlu öleceğim herkese.

Sürülecekse bu yüzden sürülecek

izim. Birkaç alacağım da

-bir fikir, bir dize, bir imge-

kalacak elbet birilerinde

ve belki onların peşine düşecek

başka birileri de.

 

AHMET OKTAY

(Hayalete Övgü, 2001)

 

‘POYRAZDA KIMILDAYAN SALINCAK’ , AHMET OKTAY, ALKIM Yayınevi, Aralık 2003, 104 Sayfa…

 

ahmet oktay - poyrazda

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“KULAKMİSAFİRİ” – ELIAS CANETTİ

YİTİRMECİ

‘Bu adam her şeyi yitirmeyi başarır. Küçük şeylerle işe başlar. Yitirecek pek çok şeyi vardır. İnsanın iyi bir yitirme işi gerçekleştirebileceği öyle çok yer vardır ki!

Adamın cepleri özel dikimdir. Sokaklarda peşinden koşan çocuklar “Bayım” diye bağırırlar, Bayım!” O hoşnutlukla gülümser, ve asla eğilmez. Herhangi bir şey bulmayı reddeder, öldürseniz ona bir şey bulduramazsınız. Arkasından kaç insan koşarsa koşsun eğilmez. Yitireceğini yitirmiştir, hem, neden sanki onu yanına almıştır ki? Ama nasıl oluyor da böylesine pek çok şey hâlâ onunla birliktedir? Neden kaçmıyorlar? Tükenmez mi bunlar? Sonsuz mu? Evet, tükenmezler, ama bunu kimse anlamıyor. Adamda korkunç büyüklükte bir ev dolusu ufak tefek nesne var, ve bunların hepsinden kurtulmak sanki olanaksız.

Belki de adam yitirme işine çıktığında ağzına kadar dolu otomobiller evinin arka kapısına dayanıp yüklerini boşaltıyorlar. Belki kendisi yokken neler olup bittiğini bilmiyor. Adam bunu dert etmiyor ama, onu ilgilendirmez bu durum; yitirecek hiçbir şey olmasa, adamcağız şaşkınlık içinde boş boş bakacak kuşkusuz. Ama hiç böyle bir durumda kalmadı şimdiye kadar, sürekli ve kesintisiz olarak yitiren bir adam o, mutlu bir insan.

Mutlu, çünkü yitirdiğini her zaman fark ediyor. İnsan adamın işin farkında olmadığını sanır, uykuda yürüyor da, yürüyüp yürüyüp yitirdiğini idrak etmiyor sanır. Bu iş kendiliğinden, kesintisiz, sürekli ve de her zaman böyle oluyor sanılır. Ama yok, adam uyurgezer değildir, öyle bir adam değildir, yaptığı işi gerçekten duyumsamak zorundadır, her bir küçük şeyi duyumsar, yoksa bu işin zevki çıkmaz ki. Ne yitirdiğini bilmek zorundadır, durmaksızın, sürekli bilmek zorundadır.’

ELIAS CANETTİ

 

 

elias canetti - kulakmisafiri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÇOKBİLMİŞ

Çokbilmiş aldığından fazlasını verir. Herkesten daha çok bilir ve herkesten daha fazla şeyi vardır. Soyguncunun çuvalını öyle bir doldurur ki, adam yükün altında çöker, yere yapışır. Bunun üzerine çokbilmiş yükünü aşağılara taşımasına yardım eder. Sonra kapıyı gösterir ve tehlikelere karşı onu uyarır.

Çokbilmiş, uzmanlarla kılı kırk yararak, büyük bir dikkat ve de özenle konuşur. Hepsine de önerilerde bulunur, akıl verir. Bilmediği bir şey var mıdır, o hepsinden daha fazla şey bilir. Okumaya nerden vakit bulur, kimse anlamaz, hem, günümüzde bir insan her şeyi okuyabilir mi? O, bunu yapabilir, yapamazsa da uykusundayken akar bilgiler, hafızası, hava sızdırmaz, hiçbir şey sızdırmaz bir torba gibidir. “Biliyorum,” demez, çünkü çok daha fazlasını biliyordur, ama anında, bildiği o fazla şeyi söyler, havadan sudan konuşuyormuşçasına, öylesine, ve de avantajlı ya da yararlı bir şekilde söyler, kibirli değildir, hatta, alçakgönüllüdür, ama aynı zamanda, aldığından fazlasını verir, gizemli bir şekilde inşa edilmiş bir satma makinası gibidir, deliğinden parayı atıp alacağınızı alırsınız.

Çokbilmiş, bütün çevrelere girer çıkar, aralarında hiçbir ayrım gözetmez. Züppe değildir ve kendini hiç kimseden mahrum bırakmaz. İyilikçibaşı olarak değerlendirilmek istiyor da değildir. Dış görünüşü herhangi bir merak uyandırmaz. Sıradan biri gibi görünür her zaman, pusuya yatmaz, tıpkı herhangi biri gibi yürür, ayağa dikilir, herkes gibi oturur ve döner. Bazıları onu zıp zıp ilerleyen bir kuş olarak görürler, öyle büyükçe bir kuş da değildir o bu insanlara göre. Bir şey alırken gülümser, ama verirken müthiş ciddidir. Kulakları sivridir ve hafiften öne eğiktir. Dilini güzelce gizler, ne söylerse, gizli bir dille söyler.

Çokbilmiş artık hiç kimseyle konuşmuyorsa, konuşmayı kesivermişse, insanlar onun uyumakta olduğunu bilmektedir. Bu durumda artık duymuyordur, bu durumda durmadan dinlenmeden vermektedir, bu durumda asla ve kat’a hiçbir şey almamaktadır, bu durumda mutludur.

ELIAS CANETTİ

 

“KULAKMİSAFİRİ, Elli Karakter”, ELIAS CANETTİ, Çeviri : ŞEMSA YEĞİN, PAYEL Yayınevi, Nisan 1994, 143 Sayfa.

“umut etmeyi bil!”

VURUP GİDİYORUM AKŞAMIN YOLLARINDA

 

Vurup gidiyorum akşamın yollarında

düş kurarak. Altın

tepeler, yeşil çamlar,

tozlu meşeler!..

Nereye çıkar ki bu yol?

 

Vurup gidiyorum bir türkü tutturup,

keçi yolu boyunca, gezgin…

-gün iniyor yavaşça-

“Bağrıma yüreğim çakılmıştı da

bir sevdanın dikeniyle;

bir gün çıkarıp attım ya,

ne gönül kaldı ne yürek bende.”

 

Ve birden bütün kır,

sessiz ve loş, dura kalıyor

düşünmek için. Irmağın

kavakları arasında inliyor rüzgâr.

 

Ama çökmekte akşam karanlığı;

dolana dolana gidiyor yol,

aklaşıyor hafiften,

gözden yitiyor bulanıp.

 

Yine başlıyor ağlamaya türküm:

“Sivri ve parlak diken,

ah ne olurdu çakılıp kalaydın

bağrımda yüreğimden.”

 

ANTONIO MACHADO

(‘SOLEDADES / YALNIZLIKLAR’dan, Çeviri : ERAY CANBERK)

 

 

machado-1

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BAŞKA BİR SEYAHAT

 

Artık söküyor şafak, Jaén’in

kırlarında. Fundalıkları,

toprak setleri, taşlı arazileri,

zeytinlikleri, çiftlik evlerini,

çayırları, gölgeli vadileri

ve dağları yutarak pırıltılı raylarda akıyor tren.

Belirsiz küçük pencereleri ardında

bırakarak geçiyor

baharın kırlarından.

İlk ışıkları parlıyor günün

üçüncü mevki vagonumda.

Çatlaklardan giriyor,

sabahın sisleri

kırmızı, altın renkli

beyaz bulutların arasından.

Bu uyumadan gördüğüm düş!

Bu uykusuz bir şafağın üşümesi!

Vınlayarak, soluyarak

gidiyor tren. Uçuyor kırlarda.

Pelerini üzerinde uyuyor

karşımda bir adam;

keşiş ve avcı.

Seyre dalıyorum yükümü,

eski deri valizimi;

ve hatırlıyorum Duero’ya doğru

bir seyahatimi.

Geçmişteki başka bir seyahati

Kastilla topraklarında

-Quintana ve Almazan arasında

çamlarda şafak sökerken-

şirketten bir seyahatin

keyfini!

Ama ölüm yok etti işte

o mutlu beraberliği!

Sıkıyor yüreğimi soğuk eller!

Tren gidiyor, ıslık çalarak, duman tüttürerek,

sürüklüyor

vagonlar ordusunu, yorgun

bavulları ve kalpleri.

Yalnızlık, yoksunluk…

O kadar zavallıyım ki kendimle kalınca

artık kendimle bile değilim

bilmiyorum, bir başıma gezerken

kendimle anlaşabilecek miyim?

 

ANTONIO MACHADO

(FEDERICO GARCIA LORCA’YA AĞIT’dan, Çeviri : VİLDAN BAŞARAN)

 

 

machado-2

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÖĞÜTLER

IV

 

Umut etmeyi bil, -kıyıdaki bir gemi-

uzaklaşırken, nedensiz endişelendirirse seni,

yolunu gözle kabaran suların.

Hep onun yolunu bekle, bil ki zafer onun;

çünkü uzundur yaşam ve bir oyuncaktır sanat.

Yok eğer kısaysa yaşam

ve yetişemiyorsa senin yelkenlin ona

yolunu gözle bıkmadan ve hep umut et,

unutma uzundur sanat, ayrıca, çok da önemli değil.

 

ANTONIO MACHADO

(FEDERICO GARCIA LORCA’YA AĞIT’dan, Çeviri : VİLDAN BAŞARAN)

 

‘SEÇME ŞİİRLER’, ANTONIO MACHADO, Çeviri : ERAY CANBERK, ADNAN ÖZER, VİLDAN BAŞARAN, YÖN Yayınları, Nisan 1994, 92 Sayfa.

 

antonio machado

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Gözlerim öyleydi. Her şeyi gördüler, her şeyi görmüşlerdi, hiçbir şey anlamadılar…’ – LAWRENCE FERLINGHETTI

lawrence-2

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Elim ona ulaşmıyordu. Elime bir şey olmuştu. Çok kirliydi. Dünya kirliydi herhalde. Tırnaklarım uzamıştı. Kök rengindeydiler. Köktüler. Birisi beni ekmişti. Toprakta büyüyordum. İlk kez ayaklarımı gördüm. Ayakkabılarımın uçlarından  tırnaklarım fırlamıştı ve dışarı doğru büyüyorlardı, ve kök rengindeydiler. Tüm bedenim büyüyordu. Yüzüme dokundum. O da büyüyordu. Başka bir yüz halini alıyordu. Seine rıhtımı boyunca, Malaquais rıhtımı boyunca rüzgar beni soluk alıp veren patlamalarla, suya kadar süpürdü. Suyun terinde yüzümü tanıyabiliyordum. Bir sürü küçük, akıcı kırışıklıkla kaplıydı, her yönde küçük çatlaklar, gözlerin köşelerinden kulaklara, ağzın köşelerinden buruna, burnun köşelerinden yanaklara, yanakların altlarından çenemin altına kadar. Alın kırışıktı, çünkü birisi çok küçük bir sabanla toprağın yüzeyini sürüyordu, ve yüzümde başka çatlaklar vardı, düzenli yarıklar, camcıyla değiş tokuş ettiğim fena halde çatlamış aynadaki gibi. Sulara geri döndü, çatlaklar yüzeydeki kırıklar, kayıyor, değişiyor, her şey hala büyüyor. Gözlerime dokundum. Ya da aslında yuvalarına. Gözler artık hiç de yerlerindeymiş gibi değildiler. Hayır, oradaydılar, sadece gözbebekleri dağılmış, gözlerin  boş görünmesine yol açıyorlardı. Yalnızca çok net oldukları için boş görünüyorlardı. Küçük köylerde belediyeye ait heykellerin gözleri gibi, yosunların yeşil cüzamı sarıyordu onları. Gözlerim öyleydi. Her şeyi gördüler, her şeyi görmüşlerdi, hiçbir şey anlamadılar. Ama artık onlarla göremiyordum. Arada bir şey vardı. Ah, gözyaşlarıydı. Gözlerim ağlıyordu, akılsız yaratıklar. Suyun sel olmuş çığlığını duydum, nehir bahar yağmurlarıyla taştı, hızla aktı ve çalkalandı. Bir köprüdeydim, bir korkuluk duvarının üzerinde, suya doğru sarkmıştım, su gözlerimden boşalıyordu, her şeyi görebilen ve hiçbir şey anlamayan gözlerim ve şimdi su yüzünden göremiyordu. Ruhumdan gelen bir vücut kokusuna sahiptim, ve su beni aşağıya deniz seviyesinin altına sürüklemek için hızla aktı. İçinde soğuk görüntüler. Su denize ulaştı, her şey suda son buldu, deniz dünyayı sele boğdu, parçalandı ve altınkayalı sahillerde çığlığını savurdu, denizin çarptığı kuleler yıkıldı, tükenen sahiller bozuldu, ve deniz girebildiği her yere hızla doldu. Her şey ufalandı ama gözlerimde tekrar hayata döndüler. Bir kök filizlendi, bir gözümün ucundan bir kök filizlenmişti. Bir karganın eğri ayağına dönüştü ama uzadı, daha çok boynuza benzedi, dokunaçları çıktı, dalları, ve bir kök halini aldı. Bir karganın üzerindeki bir kök, bir karganın büyüyen. Karganın pençesi yeni kökler halinde gelişip yüzüme, boynumdan, bedenimden aşağıya yayılan diğer karga ayakları arasında, gözümün köşesine tutundu. Bedenimin merkezinden filizlenen büyük dev bir asma vardı, göğsümden büyüyen ikiz çalılar vardı, kasığımdan filizlenen tek köklü bir ağaç. Bedenimin ortasındaki dev asma göbeğimden çıkıyordu. Göbek bağı her şeye rağmen çözülmüştü. Birisi onu çözmüştü, ve o doğum öncesindeki gibi tekrar büyüyordu. Ne yapması gerektiğini açıkça bilen birisi. Her olasılığa karşı, Birisi’ni büyük B ile söylemek daha iyiydi. Asla bilemezdiniz. Birisi o asmayı tekrar çekiyordu. Başka birisine bağlanmıştı yine. İçinde olduğum dev bir beden. Hayır, henüz içinde değilim. Beni doğuracak olan kadın hala bakireydi. Hala bana gebe kalması gerekiyordu ama sonunda doğuracaktı beni. Gündoğumu süt gibi koyulaşıyordu. Bir bedende. Süt bir bedende oluşuyor, henüz gebe kalacak hamile bir bedenin göğüslerinde. Sütten bir ırmak hızla akıyor, köprülerin altından, sonsuz, sel gibi, bir bebek gibi ağlayarak. Daha büyük, daha ayrıntılı bir şey haline geliyordum. Yüzüm, başka bir yüz olurken, daha da şişmanlaşıyordu. Bir yüzün kalıbı gibi oldu, yontucuların bir yüzü oluşturmak için kullandıkları türden. Benim için yeni bir yüz biçimlendiriliyordu, ama şu ana kadar yalnızca kalıbı vardı ortada. Yüzümde küflenme başladı, Rodin Müzesi’nin bahçelerindeki bronz heykellere musallat olan yeşil cüzam gibi. Artık küflenme yüzümün tamamını kaplamıştı, ve tamamen kaplandığında, yüzde gözenekler oluşturmaya hazır hale geleceklerdi. Yo, yüz zaten gözeneklenmiş ve çiçek bozuğu olmuş ve çillenmişti. Onu dökmeye hazır olacaklardı aslında, oluşmakta olan yeni kalıba, bir düşünce kalıbı. Yeni beyin dökülmeden önce beynin tamamı için yeniden bir kalıp oluşturulmak zorundaydı…’

 

LAWRENCE FERLINGHETTI

(‘Onun’, Çeviri: OLCAY BOYNUDELİK, ALTIKIRKBEŞ Yayınları, Nisan 1997…)   

 

lawrence-1

EYLÜLÜN GÖLGESİNDE BİR YAZDI – FERİT EDGÜ

feritedgü-8

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

XVI

Aşk diye gelirler, biri sever, öbürü sevmez, seven karşılığını almak ister, en sevdiğim büyü budur, AŞK büyüsü. Hep kadınlar gelir, aşık erkek olsa, aşığın kız kardeşi, anası, yengesi, halası, teyzesi, ne bileyim ben, ama hep kadınlar gelir. Tabii, kadınlar kendileri için de gelir. Ama daha çok muhabbet büyüsü için. Ah, bu iki büyüyü çok severim, inanarak yaparım ve büyü tutsun isterim. Tüm bilgimi koyarım saatlerce, hatta günlerce düşünürüm, geceleri düşlerimde görürüm, düşlerimde birbirlerini severler, sevişirler, onları dudak dudağa veririm, çırılçıplak kılarım, birbirleriyle sarmaş dolaş yaparım, geceleri, ya olsa bile ateş yakarım, aşk ateşi, büyümü bu ateşle, bu ateşte gerçekleştiririm, iyilik büyümü, aşk, muhabbet büyülerimi, sarı sırma saçlı kadınlar için, kara gözlü, kara kaşlı erkekler için, ak tenli, benli kadınlar için, erkekleri onları sevsin diye, ateşle, ateşte…

Ama bu kez bir erkek döşekte yatan, üstelik benim döşeğimde, hem de çıplak, çırılçıplak iken sevdiğini söyledi ve bana kalırsa kavuşamayacağını düşünüp ölmek istedi. Onu sevgilisine, bir kez olsun kavuşturacağımı söyledim. Bir kez, gerisine karışamam dedim. Çünkü bu insanların aşklarının sonu yoktur, yaşatmazlar onları; kötü ruhlar değil, insanlar.

Ona bu sözü verdim. Sonra, merakımı yenemeyip sordum: geçen gece bunun için mi çaldın kapımı?

Ah! anacım, dedi, niçin çaldığımı, hangi kapıyı çaldığımı biliyor muydum ki? Bildiği tek şey, gecenin içinde, tek ışığın senin kulübenden geldiğiydi. Böyle dedi. Hala tir tir titriyordu.

 

FERİT EDGÜ

 

(EYLÜLÜN GÖLGESİNDE BİR YAZDI, SEL Yayınları, Aralık 2012, Birinci Baskı : Ada Yayınları 1988…)

 

ferit edgü-1

“nedim’e ve aylaklara..”

Ben ki uzun soluklu bir varoluşta buldum seni,

ben ki uzun soluklu bir yok oluş sürecinde tutundum

yapraklarınızdaki toprağa gebe olan çiy damlalarına..

ben ki hep gözü yaşlı olanların ve aidyet yoksunu olan bir ülkenin çocuklarıyla kucakladım sizi..

yaşamsız bir saha olsa da yeryüzünü varlığıyla güzelleştiren bir yanı var siz gibi güzel yürekli aylakların.

ben de biraz hiçleştim yokluğunuza, biraz soldum.. biraz ağladım, biraz güldüm.. çokça öldüm ve çokça azaldım..

diyorum ki ben, yüreğimdeki ses olan sizlere, gökyüzü hep mi kirliydi de bu kadar, ben durmadan biteviye çığlık oluyordum..

yeryüzü hep mi bu kadar yandaş bir ölüm kokuyordu da bizler yoksunluğa doğuyorduk durmadan..

bazen ne de iddialı bir avuç çocuk oluyorum… oysa gözlerim bile çocuk olmaktan büyüdü..

bazen o kadar güçlüyüm ki kendimi PLath gibi yeryüzündeki tanrı hissediyorum, ve siz gibi yüreği aylak olanların sayesinde hala dünya dönmeye dem vuruyor bu boşlukta..

olmasaydınız (k)… çoktan uçarı bir yıldız gibi kayardı kendi boşluğuna..

iç çekişler bitmiyor, biteceğe de benzemiyor. her tarafımızdan kan akıyor, ölümler doğuyor durmadan yeni günlere.

işte şurada yanı başımızda bir halk ağlıyor yine ve yine olan çocuklara oluyor.. ve yine ne diyordu şair: unuttun mu bir halk gülüyorsa gülmektir.. böyle yankılanan bir dipnot düşüyor zihnimize..

ben bütün sıfırları tükettim. sanırım bu günlerde daha çok kurmaya başlıyorum intihar eylem planlarımı..

sonra yüzü dokunulmamış bir hüzün olan intihar kokulu kadın şairlere sarılıyorum.. soluyorum ellerindeki delircikleri.. diyorum hani belki hala bize de yaşamda kalmanın iyi bir yanı olduğunu fısıldarlar..

oysa ahh Nilgünn.. dirimimsin, her gün öldüğüm diyerek beni serkeşliğe bırakan..

ve sen Nedim.. öyle güzelsin ki, yaşam renginden utanır.. ben seninle sevdim sevdayı..

sen delice delirmeseydin yarandaki kadınına ben hala böyle umuda maviler yakarmazdım ve kendimin ellerinden tutup dilek ağacına yalnızlıklar bağlayan çocuklara fısıldamazdım sevdayı..

seni.. sizi unutmak mı.. bu imkansızların eşiğinde bir sızıdır benim için.

öyle seviyorum ki sizleri inadına bir ölmek değil, yaşamak gibi..

suskunuz aylardır, acılar çektik.. çekiyoruz hala, ama yine de çığlık çığlığa olan yanlarımızdan hala her gece aynı yıldızlara bakarak fısıldıyoruz birbirimizin ruhlarına..

ve yine de alnına kırlangıçlar konan adamlar tanıdım, sevdim, aldım yüreğime..

usulcacıktan bir ayın karanlığında gelip öptüm alnından sizlerin, senin.. ondan hala suskuda da olsak, duyumsuyor ve duyumsanıyorsunuz yalnızlığımda.. yalnızlığıma çoğullanan bir intihar kokulu kadın şairle uyuyorum bugünlerde karanlığa.. ve cesedine yas tutan bir mezar taşıyla şiirler mırıldanıyorum..

 

MAVİNİN ÇIĞLIĞI

 

işte ondan bir parça :

 

“ne güzel büyüdük

kimseler bilmeden bizi.

iki kare çıkış hakkı

ilk hakkıdır insanın çocukluğu.

 

yedi cami yaptırsak nafile

düşününce acıttığımız böcekleri.

tuhaf ve anlamlıydı büyüsü

tek karınca dahi yemedi zil çalan ağustosböceği.

 

rutubet kokardı biraz

yer yatağı hayalleri.

çok çocuklu bir odanın uykuluğunda

bulaşıcıdır kâbus halleri.

 

sevemedik salıncak çengellerine

kavun asan büyükleri.

secde eden selvi ağacına kurduk biz de

topu topu bir halat ile bir minder tutan saadeti.

 

sidik kokusu, ısırgan şişiği

el arabasında taşıdık birbirimizi.

dilimizde aslına en yakın siren sesi

bilirsiniz; Asyalı çocuğun imgesi

 

Yahudi mezarlığına gömmek ile tehdit ederdi annem bizi

taşırsak eve sokak küfürlerini.

öğrenmenin ayıp olduğu topraklarda

itinayla uyuştururmuş meğer harflerimizi.

 

yalnızca kollarımla mutlu edebildiğim tek kadındı

gözlerimdi o sarı saçlı kızın devriyesi.

aşkın sarma-sarışık olduğunu düşünürken geceyarıları

kesesiz kangurular sürdü sefalarımı.

 

ne de çok bekledim askere gidince sevdiği

pencereden çalabilmek için gözlerini.

benim bir ada kızım oldu hayata dair

bir de motoru bozuk kayığım

küreklere kalırdı sevdam biterken akşamsefaları.

 

umut sendeler, her çakıltaşına inci deyince

akrep sinsi sinsi gülerdi halimize

hatırlayınca hayatın kürekte mahkûmluğunu

siyaha sabretmekten sıkılır

“ölsek” derdik “hiç olmazsa deniz dinlenir”.

 

öfkesi zehirli çocuklar büyüttü

kanımıza rengini veren kızıl düş perisi.

hissedilse de dolunay artığı fırtınanın patlayacağı

acıkan zihin kurtuluş sanıyor ağına takılan her sloganı.

 

hiç aldırmadan çevresine ve

kibrit başlarından oyma ateşten çembere

bir yalan uydurdu; inanıp, boğuldu sevi

ilerlerken başucumuzdaki portakal lekesi.

 

sıkıyönetimin gözü önünde

ekmek böldük biz birbirimize.

ne kadar sallasalar da düşün’ün ağacını

dalımızda çürüyecektik elbette.

 

tahrip gücü yüksek bir çocuk

hayatı budama peşinde şimdi.

bir kozaya sığmayacak kadar büyüyünce

tek güne sığdıramayacağını anladı ideallerini.

 

en zor anında harcamak için

cebinde saklıyor gıcır gıcır bir çığlığı.

tekmelemeyi kesince içindeki afacan sızı

canı çekiyor olmalı sahipsiz acıları.

 

sokakta dizi en çok kanayan

uçurtması uçurtmaların korkulu rüyası.

acıları kesip, sağlam bir kuyruk yaptı kendine

salınabilmek için devrimin gözlerine.

 

evden jilet aşırıp, kesti yanaşan uçurtmanın kuyruğunu

hayalinde aldatılmış bir kadın vardı.

o’na anlatmaya çalışıyor hâlâ;

birbirine sarılan iki uçurtmanın

bir daha asla uçamayacağını…

 

ÖZGE DİRİK / 2002-2003 İstanbul