Archive for the ‘Edebiyat’ Category

‘Sarhoş Olun’ – CHARLES BAUDELAIRE

Hep sarhoş olmalı. Her şey bunda: tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle? Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.

Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üstünde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, “Saat kaç” deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir yanıtı size: “Sarhoş olma saatidir! Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz.

 

Charles Baudelaire

 

‘PARİS SIKINTISI’ , CHARLES BAUDELAIRE, Çeviri : TAHSİN YÜCEL, İŞ BANKASI Yayınları, Temmuz 2006, 117 Sayfa.

 

paris sikintisi-12

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘İÇİYORUM ÖYLEYSE VARIM’ – ROGER SCRUTON

Şarabın etkisi

Bir kadeh şarabı alıp dudaklarımıza götürdüğümüzde, devam eden bir sürecin tadına varıyoruzdur: şarap yaşayan bir şeydir, yaşayan diğer şeylerin ürünü ve bize hayat veren şeydir. Sanki sosyal bir ortamda bulunan bir başka insan gibidir, keza orada bulunan diğer insanlar kadar ilgi odağıdır. Aroması, tadı, hem burunda hem ağızda bıraktığı etki bu deneyimi pekiştirir ve bu durumun da yukarıda öne sürdüğüm gibi –sırf şaraba özgü olmasa bile- dolaysız sarhoş edici etkiyle yakın bir bağlantısı vardır, öyle ki bunlar bizatihi sarhoş edici şeyler olarak idrak edilir. Nasıl aşığın bütün varlığı, öpüşürken dudaklara kadar yükseliyorsa, içki içenin bütün varlığı da bedeni cezbedici ayça şekline kavuşturmak üzere ağza ve buruna seğirtir adeta. Çok eskilere uzansa da, erotik öpüşme ile şarabı yudumlama arasındaki bu benzerliğe fazla anlam yüklemek abartılı olur. Bununla beraber, ağız ile kadeh arasındaki teması, kendiniz ile şarap arasındaki yüz yüze bir karşılaşma diye betimlemek abartı değil metafordur yalnızca. Hem yararlı bir metafordur da. Viski karşınızda bulunabilir, ama şarap gibi tam olarak sizle yüz yüze değildir. Bir dikişte içilen alkolün bedenin içinde ilerleyişi, adeta tattan azade olmuş, sinsi yollardan iş gören bir şeyin ilerleyişi gibidir. Buna karşılık, nasıl dürüst bir insanın karakteri yüzüne vurursa, şarabın alkol içeriği de adeta tada vurur. Bu bakımdan, yüksek alkollü içkiler enerji verici içeceklere ve şurup halindeki ilaçlara benzer: Tat, etkiden ayrılıverir, tıpkı bir insanın yüzü ve jestlerinin uzun vadeli amaçlarından ayrılması gibi. Şarabın yarenliğiyse şuna dayanır: etki sinsice ya da gizlice gerçekleşmeyip tadın kendisinde mevcuttur ve tatta ortaya çıkar. Sonrasında da bu özellik beraberce şarap içen ve kendilerini şarabın yol yordamına uyduran insanlara sirayet eder.

Şarapta hakikat vardır, demiş eskiler. Bu hakikat şarap içen kişinin algıladığı şeyde değil, dili çözülmüş ve tavırları yumuşamış bu kişinin ortaya serdiği şeyde bulunur. ‘kendisi için hakikat’ değil, ‘başkaları için hakikat’tir bu. Şarabın niçin hem toplumsal açıdan meziyetli hem de epistemolojik açıdan masum olduğunu açıklar bu durum…

Kimle ne içmeli

Neyi asla içmemeli. Dünya neyin içilmemesi gerektiği konusunda nasihatlerle doludur. Dürüst emeğin ve hayat sevgisinin sizin yararınıza damıtıldığı her tür erdemli ürün –örneğin pastörize edilmemiş süt- sağlık fanatikleri tarafından yasaklanmıştır. Tek bir hafta geçmiyor ki yüksek alkollü içkiler, gazlı içecekler, kahve ya da kolanın insan sağlığına verdiği zararları sayıp döken bir gazete haberi yayımlanmasın. Bana sorarsanız, bütün bu saçmalıkların altına bir çizgi çekip birkaç basit ilke belirleme zamanı çoktan geldi. İlki de şu : istediğiniz şeyi, istediğiniz kadar içmelisiniz. Bu durum ecelinizi çabuklaştırabilir, ama bu küçük bedel, etrafınızdaki insanlara sağladığınız faydalarla dengelenecektir.

İkinci ilke şu : içtiğiniz içki başkalarına zarar vermenize neden olmamalı. İstediğiniz kadar için, ama neşe yerini gama bırakmadan önce şişeyi köşeye koyun. Depresif içecekler –örneğin su- çok az miktarda ve yalnızca tıbbi amaçlarla içilmeli.

Üçüncü ilkeyse şu : içtiğiniz içki, yeryüzüne kalıcı bir zarar vermemeli. İçki, ecelinizi çabuklaştırıyor diye, çevreye gerçekten zarar veriyor değildir – ne de olsa hepimiz biyolojik açıdan parçalanabilir şeyleriz ki bu da biz insanlar hakkında söylenebilecek en iyi şey herhalde. Ama içeceklerin satıldığı şişeler konusunda, genel olarak, aynı şeyi söyleyemeyiz. Küçüklüğümün erdemli İngiltere’sinde, içecekler cam şişelerde satılırdı; bunun için  de ekstra iki peni öder, dükkana şişeyi geri verdiğinizde bu parayı geri alırdınız. Bu örnek sistem yıllarca uygulandı, ama günün birinde, fosil yakıtların keşfinden bu yana en büyük çevresel felaket olan plastik şişeler ortaya çıktı ve bu sistemi kovdu.

Şehirlerde yaşayanlar, biz taşrada yaşayanlar kadar haberdar değil bu felaketten, zira şehirlerdeki sokaklar ara ara temizleniyor. Gelgelelim herhangi bir taşra caddesinde yürürseniz, neredeyse adım başı, oradan geçen bir taşıttan fırlatılmış ve yol kenarında ebediyen kalacak plastik bir şişe görürsünüz. Her yıl belli ürünlerin örneğin lucoade ve cola’nın çöpleri artıyor ve çevresel zarara bir de berbat renkler katıyorlar.

İçecekler de, bunların şişelerini fırlatan insanlar kadar suçlu bence. Aslında yetişkin olan insanlarda ‘ben’ tepkisini doğuran, logolu şişelerde bulunan, çocukça tatlara sahip, köpüklü şeker çözeltilerinde bir sorun var. Kolayca açılan plastik kapak, baloncukların genzi gıdıklayışı, sıvı mideye indikçe zevkle çıkan geğirtiler… Bütün bunlar içicinin perspektifini daraltmaya, ben’in ve bana ait olan şeylerin ötesinde bir dünya bulunduğu düşüncesini ortadan kaldırmaya hizmet eder. Çocukça isteklerin günün her anında mahrem bir şekilde tatmin edildiği zaman beklememiz gereken hareket, tam da şişe arabanın camından dışarı fırlatılırken yapılan kendini beğenmiş o jest, yani bu bedenin geçip gittiği şu alemin kralı benim, geri kalan herkesi siktir et, diyen jesttir.

O halde dördüncü ilkem de şu: plastik şişelerde satılan hiçbir şeyi içmeyin. Plastik şişelere ve bunları ürüten firmalara savaş açın. Plastik şişelerde süt satan süpermarketlerden ayağınızı kesin, prensip gereği gazlı içeceklerden uzak durun ve icap ettiğinde yalnızca musluktan su için.

Son bir gözlemde bulunayım: yol kenarlarında bira kutuları, su şişeleri, viski şişeleri, soda kutularına rast geldim, ama bir kez olsun şarap şişesine rastlamadım. Öyleyse, nasıl meşum iksir için meşum karakteri sorumlu tutmamız gerekiyorsa, bizim şarap sevdalılarının düşünceli davranışlarında da içtikleri şeyin ahlaki değerini görmemiz gerekiyor…

ROGER SCRUTON

‘İÇİYORUM ÖYLEYSE VARIM, Filozofun Şarap Rehberi’ , ROGER SCRUTON, Çeviri: AKIN TERZİ, AYLAK KİTAP Yayınevi, Nisan 2012, 267 Sayfa.

 

 

 

‘ŞARABIN ŞİİRİ, ESRARIN ŞİİRİ’ – CHARLES BAUDELAIRE

“Siz ey şarabın derin neşeleri, kim tanımaz sizleri? Kimlerin teskin edilecek bir pişmanlığı, anımsanacak bir anısı, dindirilecek bir acısı, kurulacak hayalleri varsa, onların hepsi gelip sana, asma liflerinde saklanmış olan o gizemli Tanrı’ya sığınır. İnsanın içindeki güneşin ışığıyla aydınlanan, şarabın o büyük gösterileri ne görkemlidir! İnsanın içindeki güneşin ışığıyla aydınlanan, şarabın o büyük gösterileri ne görkemlidir! İnsanın ondan devşirdiği o ikinci gençlik nasıl da hakiki ve ateşlidir! Fakat insanı şimşek gibi çarpan zevkleri ve halsiz bırakan cazibesi de aynı ölçüde korkunçtur. Lakin ey hakimler, yasa koyucular, dünyanın efendileri, mutluluğun yumuşattığı, erdem ve sağlığa kolayca kavuşma talihine sahip olan sizler, vicdanınıza ve aklınıza danışarak söyleyiniz, dehasını içkiden alan bir adamı kınayacak o amansız ruh gücü aranızda hanginizde var?

Hem şarap her zaman zaferinden emin, merhametsiz ve acımasız olmaya yemin etmiş korkunç bir güreşçi de değildir. Şarap insana benzer: onu hangi noktaya kadar takdir edeceğimizi veya küçümseyeceğimizi, nereye kadar seveceğimizi veya nefret edeceğimizi asla bilemeyiz; keza onun ne denli yüce eylemlere veya canavarca suçlara meyilli olduğunu da hiçbir zaman bilemeyiz. O halde kendimize davrandığımızdan daha insafsız davranmayalım ona, ve keza onu da kendimizle bir tutalım.

Bazen şarabın konuştuğunu duyar gibi oluyorum; yalnızca ruhların duyup anlayabileceği bir sesle özünden şöyle diyor: “ey insan, sevdiğim, camdan hapishaneme ve mantar sürgülerime rağmen sana kardeşlik dolu bir şarkı, neşe, ışık ve umut dolu bir şarkı söylemek istiyorum. Nankör değilim ben; hayatımı sana borçlu olduğumu biliyorum. Sarf ettiğin onca emeği ve sırtındaki güneşin sıcaklığına ne zamandan beri dayandığını biliyorum. Madem hayatımı sen verdin bana, ben de seni ödüllendireceğim. Borcumu sonuna kadar ödeyeceğim; çünkü ben ağır işten sonra kurumuş bir boğazın dibine inince müthiş bir neşe duyarım. Namuslu bir adamın göğsünü, o hüzünlü ve vurdumduymaz mahzenlere tercih ederim. Orası, yazgımı can atarak yaşadığım sevinçli bir mezardır. İşçinin midesinde büyük bir kargaşa çıkarırım ve oradan, görünmez merdivenlerle beynine çıkıp olağanüstü dansımı yaparım.”

“Şarabın kan dolaşımı üzerindeki etkisinin öylesine güçlü olduğu insanlar vardır ki bu insanların bacakları daha sağlam, kulakları daha keskin olur. Tanıdığım bir adam vardı; zayıflamış gözleri sarhoş olduğunda keskin gücüne yeniden kavuşuyordu. Şarap köstebeği kartala çeviriyordu.

Pek bilinmeyen eski bir yazar şöyle demiş: “içen adamın neşesine hiçbir şey denk olamaz, içilen şarabın verdiği neşe dışında.” Aslında şarap insanoğlunun hayatında deruni bir rol oynar, üstelik öylesine derunidir ki kimi aklı başında insanların panteist düşüncelere kapılarak şaraba bir tür kişilik atfetmelerine doğrusu hiç şaşırmam. Şarap ve insan sürekli dövüşüp sürekli barışan iki güreşçiyi andırıyor bana. Yenilen her seferinde yeneni kucaklıyor.

Kötü sarhoşlar vardır; bunlar doğuştan kötüdürler zaten. Şarap içen kötü insan iğrençleşirken, iyi insan gerçekten şahane olur.”

 

CHARLES BAUDELAIRE

‘ŞARABIN ŞİİRİ, ESRARIN ŞİİRİ’, CHARLES BAUDELAIRE, çeviri: ORHAN DÜZ, DEDALUS Yayınevi, Haziran 2012, 107 Sayfa.

 

 

 

“B, BİRA” TOM ROBBINS

‘Babanız neden birayı bu kadar çok seviyor diye merak ettiniz mi hiç? Geceleri uykuya dalmadan önce, babanızın neden bira içtikten sonra bazen öyle ’tuhaf’ davrandığını düşündüğünüz oldu mu? Hatta ineklerden gelmediğini gayet iyi bildiğiniz biranın nerden geldiğini merak etmiş de olabilirsiniz. İşte Gracie de bunları merak ediyordu.

Bir öğleden sonra, “Anneciğim” diye sordu Gracie, “Babamın içtiği şeyin adı ne?”

“Kahveyi mi kastediyorsun, tatlım?”

“Kahve değil. Cık! Hani o sarı ve çişe benzeyen öteki şey…”

“Gracie!”

“Sen de çiş diyorsun ama.”

“Tuvalet ihtiyacından söz ederken belki. Ama insanların içtiği içecekler hakkında böyle şeyler söylemiyorum.”

Gracie kıkırdadı. O sırada giysileri çamaşır makinesine koymakla meşgul olan annesi ona bakmadan bir tahminde bulundu : “Galiba biradan söz ediyorsun bir tanem.”

“”Hah!” diye bağırdı Gracie. “Doğru ya. Bira. Hani televizyonda sürekli gösterip durdukları şey.” Sesini kalınlaştırdı. “Lezzeti daha çok!” “Şişkinlik hissi yok!” “Lezzeti daha çok!” “Şişkinlik hissi yok!” yine kıkırdadı. “Yaşlı aptal adamlar için pepsi gibi bir şey mi?”

 

tim robbins-B

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Moe amca bira kutusunu Gracie’ye uzattı ve işte tam da bu şekilde, babasının arkası dönükken, küçük Gracie hayatında ilk kez biradan bir yudum aldı.

“Öggh!” diye buruşturdu suratını. “Acı bu!”

“Susuzluğunu daha iyi giderir böylesi tatlım.”

“Peki, onu acı yapan şey ne Moe amca?”

“Ne mi? Biraya acılık veren şey, şerbetçiotudur.”

Gracie yine suratını buruşturdu. “Yani şerbetçiye gidip otlu bira mı alınıyor?”

“Yok, bir tanem, bira şerbetçiden alınmaz. Otlu bira diye bir şey de yoktur. Şerbetçiotu en katı vejetaryenlerin bile yemediği tuhaf bir bitkidir. Çiftçiler bu bitkinini çiçeklerini kurutup toz haline getirirler ve adına “şerbetçiotu” derler. Ha bir de şu var: yalnızca dişi çiçekler bira yapımında kullanılır. Erkeklerin onu bu kadar çekici bulmasının nedeni belki de budur. Çiftleşme dürtüsü yani.”

“Moe!”

Amca, Gracie’nin babasını hiç takmadan devam etti: “En sonunda” dedi, “Bira yapımcıları şerbetçiotunu alıp maya, arpa ve suyla karıştırdığında ve bu karışımı mayalanmaya, yani fermantasyon yoluyla çürümeye bıraktıklarında işçilerin coşkusuyla öyle gazlı, altın parıltısıyla öyle görkemli, şeytan tüyü varmışçasına öyle baştan çıkarıcı ve öyle mükemmel bir ferahlatıcı iksir çıkar ki ortaya, ruhunu ele geçirip insanı tüy gibi hafifi bir ortamın içine itiverir. Orada, Baudelaire’nin deyişiyle, tüm insan dürtüleri havada uçup birbirine karışır.”

“Çocuğa saçma sapan şeyler anlatmayı bırak. O daha beş yaşında.”

“Altı sayılır” diye şakıdı Gracie.

“İtalya’da ve Fransa’da, Gracie’nin yaşındaki çocuklar bir yere girip bira ısmarlayabiliyor ve alabiliyorlar.”

“Öyle mi! O halde o insanlar kafadan hasta!”

“Belki de; ama onların ülkesinde alkolle ilgili sorunlar, güvenli ve aklı başında Amerika’dakinden çok daha az…”

TOM ROBBINS

 

“B, BİRA” TOM ROBBINS, Çeviri: AYSUN BABACAN, AYRINTI Yayınları, 2011, 102 sayfa…

“Elini paraya değdiren onun büyüsüne kapılır, onu seven tüm yaşamı boyunca gücünü ve mutluluğunu paraya hizmet etmek için harcar.”

“Biz kardeşlerim, biz hepimiz yoksuluz. Bizim ülkemiz güneşin altındaki en yoksul ülke. Bizde öyle kutuları dolduracak kadar yuvarlak metal ve ağır kağıt bulunmaz. Bizler Papalagi’nin düşüncesine göre zavallı dilencileriz. Ama ben sizin gözlerinizi varlıklı efendinin gözleriyle karşılaştırdığımda, sizinkiler neşeyle, güçle, yaşamla, sağlıkla büyük bir ışık gibi parıldıyor, onunki ise sönük, solgun ve yorgun kalıyor. Sizin gözlerinizdeki parıltıyı yalnızca, henüz konuşmayı beceremeyen çocuklarda gördüm orada. Çünkü daha paradan haberleri yoktu. Şükredelim ki Büyük Ruh bizi aitu’ya (kötü ruh) karşı korudu. Para bir aitu’dur. Onun yaptığı ne varsa kötüdür çünkü. Elini paraya değdiren onun büyüsüne kapılır, onu seven tüm yaşamı boyunca gücünü ve mutluluğunu paraya hizmet etmek için harcar. Biz, konukseverliği, uzattığı her meyve için bir alofa (karşılık) bekleyenleri hor gören geleneklerimizi sevelim. Birinin her şeyi varken, diğerinin hiçbir şeyi olmamasına izin vermeyen geleneklerimizi sevelim. Sevelim ki, Papalagi gibi, kardeşi yanı başında keder ve acı içindeyken mutlu ve neşeli olmayalım.

Ama her şeyden önce kendimizi paraya karşı koruyalım. Papalagi bizi kandırabilmek için parayı burnumuza sokar. Sözde bizi varlıklı ve mutlu edecektir. Daha şimdiden birçoğumuzun gözleri kamaştı ve bu hastalığa yakalandı bile.

Eğer bu alçakgönüllü kardeşinizin sözlerine inanır, söylediklerinin gerçek olduğunu düşünürseniz, bilin ki para kimseyi ne daha mutlu ne de daha neşeli yapar. Yaptığı tek şey, insanın yüreğini kötü bir karışıklığa sürüklemektir. Parayla hiç kimseye yardım edemezsiniz; onu daha mutlu, daha güçlü ve neşeli kılamazsınız. Bu yuvarlak metali ve ağır kağıtları en büyük düşmanınız olarak görün ve ondan nefret edin.

 

GÖĞÜ DELEN ADAM

 

 

gogu delen adam-12

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“GÖĞÜ DELEN ADAM, Kabile Reisi Tuiavii’nin Konuşması”, Çeviri: LEVENT TAYLA, AYRINTI Yayınları, 2008,110 Sayfa.

 

“SON BAKIŞTA AŞK” – WALTER BENJAMIN

“AUGIAS” SELF-SERVICE RESTAURANT

 

Müzmin bekârın hayat tarzına yöneltilebilecek en ağır itiraz şudur: yemeklerini kendi başına yiyor. Yalnız başına yemek yemek, insanı biraz sert ve kaba yapar. Bunu bir alışkanlık haline getirenler, eğer kendilerini koyuvermeyeceklerse, bir Spartalı hayatı yaşamak zorundadırlar. Sırf bu gerekçeyle de olsa münzeviler sade yiyecekleri seçerler. Çünkü yemenin hakkı ancak ahbaplar arasında verilebilir: tadına varılabilmesi için yemeğin bölünmesi, bölüştürülmesi gerekir. Kiminle olduğu fark etmez: eskiden sofradaki dilenci ziyafete zenginlik katardı. Asıl önemli olan sofradaki muhabbet değil, paylaşma ve vermedir. Diğer yandan, belki de şaşırtıcı olan, yemek olmayınca ahbaplığında tehlikeye girmesi… Evsahipliği etmek farklılıkları giderir, insanları birbirine bağlar. Saint Germain kontu tepeleme dolu sofrada hiçbir şey yemez, sırf bu sayede konuşmaya hâkim olurdu. Ama herkes perhiz yapıyorsa, işte o zaman rekabet ve çatışma vardır.

 

DOKTORUN GECE ÇANI

 

Cinsel tatmin insanı sırrından kurtarır. Bu sır cinsellik değildir ama cinsel tatmin sayesinde, belki de sadece onun sayesinde –açıklığa kavuşmaz- tahrip olur. Sır, insanı hayata bağlayan zincire benzetilebilir. Kadın bu zinciri koparır; erkek, hayatı sırrını yitirdiğinden artık ölmekte serbesttir. Bu sayede de bir yeniden doğuma kavuşur. Nasıl sevgilisi onu annesinin büyüsünden kurtarırsa, kadın da onu Toprak Ana’dan kelimenin tam anlamıyla koparır – doğanın gizemiyle örülmüş göbek bağını kesen bir ebe…

 

PROUST İMGESİ

 

 

İki tür mutluluk istenci vardır (bir mutluluk diyalektiğinden bile söz edilebilir) : ilahi biçiminde dile gelen mutluluk ile ağıt biçiminde dile gelen mutluluk. Birincisi daha önce hiç duyulmamış, hiç tadılmamış olandır: erincin doruğu. Öbürü, sonsuz yinelenme: ilk mutluluğun sonsuza değin hep yeniden kurulması. Proust’ta varoluşu hafızanın emrine veren de işte bu ağıtsal mutluluk arayışıdır – ‘eleatik’ mutluluk da denebilir. (eleatik okul: değişmezlik, aynılık ve birliğin gerçek; değişme, hareket ve çokluğun yanılsama olduğunu kabul eden Elealı Parmenides ve izleyicilerinin felsefesi) yaşamında dostlarını ve dostluğu feda etti ona, yapıtlarında da olay örgüsünü, kişilerinin iç bütünlüğünü, anlatının akışkanlığını ve hayal gücünün  oyunlarını. Proust’un daha zeki, daha anlayışlı okurlarından biri olan Max Unold, bu metinlerin sızdırdığı “can sıkıntısını” hemen saptamış ve “amaçsız öykülerle” ilişkilendirmişti. “Proust, amaçsız öyküyü ilginç kılmayı becermiştir. Şunu söyler: ‘düşünebiliyor musun sevgili okur, dün çayıma kurabiye batırıyordum ki çocukken köyde geçirdiğim günler geldi aklıma.’ Bunu söylemek için tam seksen sayfa harcar, ama hepsi o kadar büyüleyicidir ki, sonunda sadece bir dinleyici olmadığınız, hayal kuranın kendiniz olduğunu düşünmeye başlarsınız.” Unold, böyle öykülerde, bizi düşlere bağlayan köprüyü keşfetmiştir (“bütün sıradan düşler, başkalarına anlatıldığı anda, amaçsız öykülere dönüşürler”). Proust’un bütünsel bir yorumunu vermek isteyen hiç kimse bunu görmezden gelemez. Hem oraya açılan kapılar da az değildir – evet, hemen göze çarpmayan kapılardır bunlar, ama yine de oradadırlar: Proust’un şu saplantılı benzerlik düşkünlüğünden söz ediyorum, her yerde ve her şeyde benzerlikler bulma isteğinden.

 

Ama bu tutkunun asıl belirtileri, Proust’un davranışlar, fizyonomiler ya da konuşma tarzları arasındaki benzerlikleri birdenbire ve çok çarpıcı biçimde gösterdiği yerlerde ortaya çıkmaz – şeyler arasındaki ancak uyanıkken fark ettiğimiz ve alışık olduğumuz benzerlikler, düş dünyasındaki daha derin benzeşimlerin sadece silik bir kopyasıdır. Bir özdeşlikler alanı değildir düş dünyası, benzeşimler alanıdır; orada olup biten her şey birbirini andırır ve bu da sanki en doğal şeymiş gibi görünür. Çocuklar iyi tanır bu dünyanın bir simgesini. Onlar uyurken odalarının bir köşesine asılan ve aynı zamanda hem “torba” hem de “armağan” olduğu için bir düş nesnesi haline gelen çoraptır bu. Ama çocuklar torbayı ve içindekileri hemen üçüncü bir şeye 8yine bir çoraba!) dönüştürmekten kendilerini alamazlar – tıpkı Proust gibi. Proust da o üçüncü şeyi, merakını gideren ve sıla özlemini dindiren imgeyi istiyordu; onu devşirmek için de, bir kalıba indirgediği kendi benliğinin hemen içini boşaltmaya adamıştı bütün zamanını, sıla özlemiyle kavrulmuş bir halde yatıyordu yatağında; çarpıtılarak bir benzeşimler alanına indirgenmiş bir dünyaya duyulan özlemdi bu. Bu dünyaya aittir Proust’un yapıtında gerçekleşenler; o kasıtlı ve titiz gerçekleştirme biçimi de bu dünyanındır; hiçbir zaman tek başına kalmayan, duygusallık ya da öteyi görmekle de ilgisi olmayan, her zaman özenle hazırlanan, geleceği önceden sezdirilen ve sağlam payandalarla desteklenen bu Proust biriminin çok pahalı, kırılgan bir gerçekliği vardır: İmge. Bu imge, Proust’un cümlelerinin yapısından yavaşça kurtularak bağımsızlaşır, tıpkı Balbec’teki o yaz gününün – o eskil, zamandışı, mumyalanmış gün – Françoise’ın (Proust’un romanında, Marcel’lerin yaşlı, emektar hizmetçisi)  elleriyle araladığı tül perden sıyrılarak birdenbire açığa çıkması gibi.

 

WALTER BENJAMIN

 

“SON BAKIŞTA AŞK”, WALTER BENJAMIN, Çeviri: NURDAN GÜRBİLEK, METİS Yayınevi, Kasım 2008, 183 Sayfa… 

“BİR AŞK SÖYLEMİNDEN PARÇALAR”

ÇİLECİ OLMAK

 

ÇİLE. Ya sevilen varlığa karşı kendini suçlu bulduğundan, ya mutsuzluğunu sergileyerek onu etkilemek istediğinden , aşık özne çileci bir özcezalandırım tutumunu (yaşama düzeni, giyim, vb.) benimser.

 

1. Şu ya bu nedenle suçlu olduğuma göre (suçlu olmak için yüzlerce nedenim vardır, yüzlerce neden bulurum), kendimi cezalandıracak, bedenimi çirkinleştireceğim: saçlarımı çok kısa kestireceğim, bakışımı kara bir gözlük ardında gizleyeceğim (manastıra kapanma biçimi), kendimi soyut ve ciddi bir bilimi incelemeye adayacağım. Bir keşiş gibi, daha ortalık ağarmadan kalkıp çalışacağım. Çok sabırlı, biraz kederli, tek sözcükle onurlu davranacağım, hınçlı bir insana uygun düştüğü gibi. İsteriyle, yasımı (tuttuğumu varsaydığım yası) giyimime, saçlarımın biçimine, alışkanlıklarıma işleyeceğim. Yavaş bir “geri çekiliş” olacak bu; sessiz bir acıklılığın iyi işlemesine yetecek ölçüde bir çekilme.

 

2. Çile (çile hevesi) ötekine seslenir; geriye dön, bana bak, beni ne duruma düşürdüğünü gör. Bir şantajdır bu: ötekinin karşısına yokoluşumun imgesini çıkarırım: boyun eğmeyecek olursa (neye?), kesinlikle böyle olacaktır işte.

 

YIKIM

 

YIKIM. Öznenin aşk durumunu kesin bir çıkmaz, hiçbir zaman içinden çıkamayacağı bir tuzak gibi algılayarak kendini tam bir yokoluşa adanmış gördüğü şiddetli bunalım.

 

Mlle de Lespinasse

 

1.İki umutsuzluk düzeni: yumuşak umutsuzluk, etkin boyun eğiş (“Sizi sevmek gerektiği gibi, umutsuzluk içinde seviyorum”) ve şiddetli umutsuzluk: bir gün, herhangi bir olay sonunda, odama kapanır ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarım: acıdan bunalmış durumda, zorlu bir dalgaya kapılıp giderim; bütün bedenim katılaşır, allak bullak olur: keskin, soğuk bir şimşek içinde, yargılı olduğum yokoluşu görürüm. Zor aşkların aldatıcı ve uygar çöküşüyle hiç mi hiç ilgisi yoktur bunun, bırakılmış öznenin donmasıyla hiç mi hiç ilgisi yoktur: sert de olsa yıkılmış görmem kendimi. Bir yıkım gibi kesindir: “Ben bitmiş bir adamım!”

 

(Neden mi? Hiçbir zaman büyük bir neden değildir – hiçbir biçimde ayrılmanın bildirilmesinden gelmez; ya katlanılmaz bir imgenin etkisiyle, ya sevişme isteğinin beklenmedik bir biçimde geri çevrilmesiyle, haber vermeden gelir: çocuksudur – kendini anne tarafından bırakılmış görmek – birden cinsel oluverir.)

 

 

Bruno Bettelheim

 

2. Aşk yıkımı ruhbilimsel alanda bir uç durum diye adlandırılan ve “öznece kesinlikle kendisini yokedecekmiş gibi yaşanan bir durum” olan şeye yakındır belki de; imge Dachau’da yaşanandan çıkarılmıştır. Aşk acısı çeken bir öznenin durumunu Dachau’daki bir tutsağın durumuna benzetmek aykırı kaçmıyor mu? Tarih’in en olmayacak aşağılamalarından biri yalnızca kendi İmgeliğinin pençesindeki rahat bir öznenin  başına gelen uydurma, çocuksu, yapmacıklı, karanlık bir olayda yeniden bulunabilir mi? gene de iki durum şurada birleşir: her ikisi de gerçek anlamda bir ”panik” içerir: gerisi, dönüşü olmayan iki durumdur; kendimi ötekine öyle bir güçle yansıtmışım ki, ondan uzak kaldım mı toparlanamıyorum, kendime gelemiyorum: düzelmemesiye yıkılmış oluyorum. Bettelheim, la forteresse vide, giriş ve 95.

 

YÜREK

 

YÜREK. Bu sözcük her türlü devinim ve arzu için geçerlidir, ama değişmez kalan yüreğin bir sunma nesnesi olmasıdır – değeri bilinmeyen ya da tepilen bir sunma nesnesi.

 

1.Yürek arzunun organıdır (o da cinsel organ gibi kabarır, gevşer), İmgelik’in alanında kaldığı biçimiyle, büyülü. Başkaları, öteki, arzumu ne yapacak? İşte yüreğin bütün devinimlerinin, bütün “sorunlar”ının üzerinde yoğunlaştığı kaygı.

 

Werther 

 

2. Werther prens X’ten yakınır: “Yüreğimden çok kafamı ve yeteneklerimi beğeniyor, oysa bu yürek benim tek gururum (…) Ah, bildiğimi herkes bilebilir, yüreğimse bir bende var.” Siz beni gitmek istemediğim yerde bekliyorsunuz: siz beni olmadığım yerde seviyorsunuz. Ya da: insanlar ve ben aynı şeylerle ilgilenmiyoruz; yazık ki, bu bölünmüş nesne, benim;  ben kafamla ilgilenmiyorum (der Werther); sizse yüreğimle ilgilenmiyorsunuz.

 

3. Yürek verdiğimi sandığım şeydir. Verdiğim bana geri çevrildiği her seferde, Werther gibi, yürek bende bulunduğu söylenen ve benim istemediğim tüm akıl çıktıktan sonra bende kalan şeydir demek yetmez: yürek bana kalan şeydir, ve yüreğimin üstünde kalan bu yürek kabarmış yürektir: onu kendi kendisiyle doldurmuş olan gelgitle kabarmıştır (yalnız aşığın ve çocuğun yüreği kabarıktır).

 

(X haftalar boyunca, belki de daha uzun bir süre dönmemek üzere gitmek zorundadır; son anda yolculukta kullanılacak bir saat ister; satıcı hık mık eder: “benimkini ister misiniz? Bunlar bu fiyatayken siz çok genç olmalıydınız, vb.”; yüreğimin kabarık olduğunu bilmez.)

 

ROLAND BARTHES

 

Kitap Arkası :

 

Aşık olduğumuzda kullandığımız dil, her zaman konuştuğumuz dilden çok farklıdır; çünkü yalnızca kendimize ve hayalimizdeki sevgiliye yönelmiştir. İşte tam da bu nedenle yalnızlığın dilidir aslında aşkın dili… günümüzde bu yalnızlığa bir de aşkın toplumun kıyısına itilmesinden gelen yalnızlık ekleniyor: hâlâ bir çok insan aşık oluyor, aşk söylemi hâlâ sürüyor, oysa toplum cinselliği hevesle konuşurken, aşk söylemine alayla bakıyor.

 

Roland Barthes’ın edebiyatın başlıca aşk metinleri üstünden yazdığı bu arzu anatomisi kitabında, aşık olan herkesin iyi bildiği o bekleyişler, randevular, mektuplar, aşık olmak için aşık olmalar, “ölesiye seviyorum”lar, tartışmalar, intihar tehditleri, terk edip tekrar bir araya gelişler var.

 

Yazarın, aşk söylemini kavramlarla, çağrışımlarla yeniden oluşturduğu bu parçalar “aşk”ın, kelimenin belki de şimdi dünyamızdan yavaş yavaş çekilen o eski anlamıyla, nasıl bir “tutku” olduğunu gösteriyor.

 

“BİR AŞK SÖYLEMİNDEN PARÇALAR”, ROLAND BARTHES, Çeviri: TAHSİN YÜCEL, METİS Yayınevi, Mart 2012 (Dördüncü Basım), 215 Sayfa.

“HASSAS TEN, Aşk Üzerine Kısa Anlatılar” – JOSAN HATERO

ARAYANLAR

 

Hiç tanımadıkları halde öteki yarılarını arayan aşıklar vardır. Birbirlerinin varlıklarını hisseder ve bir gün birbirlerini bulacaklarına inanırlar. Bu aşıkların özel bir dili, kokuları, giyinişleri ve ısırıcı bir sözcük dağarcıkları vardır. Seks yaşamları sürekli bir arayış üzerin kurulmuştur. Denizin dibini trolle tararcasına, bir vücuttan diğerine geçerek diğer yarılarını ararlar. Bazen bu arayışları kısır döngüye dönüşür. Buna engel olmak için geride kalan sevgililerde farklı izler bırakırlar. Avladıkları kişinin de bir avcı olduğuna güvenleri tamdır. Ayak izleri rastgele üçüncü bir kişide buluşur.

 

Varoluşları saf bir inat ve tensel bir savurganlıktan ibarettir. Kendi tutkuları ve niyetlerinin yüceliği onları değerli kılar. Sürekli arayan aşıklar, sürekli devinime ve fırlatılıp atılmış yatakların sonsuz akıntısına bağlılıktan başka sadakat tanımazlar. Yaşamları, otel odaları gibi geçici yaşam alanlarıyla, geçici vücutlarla, geçici lezzetlerle, unutmalarla, umutlanmalarla ve yeniden unutmalarla doludur.

 

SÖZCÜKSEVERLER

 

Tek sözcükte yaşayan aşıklar vardır. Aslında bu sözcüğü bekleyerek yaşayanlar demek daha doğru olacak. Bir tek sözcük. Herkes için farklı olan bir tek sözcük. Herkesin kendi sözcüğü vardır. Daha önce hiç duymamışlardır. Diliyle kulağı yalarcasına, hece hece kulağa fısıldanmış bir ses, bir anlam… kim bilir hangi dilde? Kutsal kitaplara sığınmış erotizmi tüm boyutuyla salıveren –bir karşılaştırma sadece- bir sevgili bulmak vaadi, sonsuzluğa açılan bir pencere – böyle bir şey mümkünse tabii – olan bir sözcük. Görmeden veya dokunmadan, koklayıp tatmadan aşık olabilirler ama duymadan olamazlar.

 

Bu aşıklar ya da daha doğrusu onları simgeleyen sözcükler olmaları gereken yere hep birlikte, düzenle yerleştirilmişlerdir. Gizli ve nemli bir metin oluştururlar. Bizlerden söz eden öğretici bir elkitabı gibidirler. Hepimizden söz eden bu kitap henüz ortaya çıkmamıştır. en azından öyle denir.

 

ÇARESİZLER

 

Öteki aşıkların tersine bu gruptakilerin, kendileri gibi olmamak tarzı bir seçenekleri yoktur. Bartleby gibi aşık olmamayı tercih etseler bile bundan kaçınmaları mümkün değildir. Onlar zorunlu aşıklardır. Kimse, neden aşık oldukları önemli değildir. Ellerinde olmadan, rastgele birine aşık olurlar. Öç almaya kararlı bir körün elindeki tabancayla rastgele ateş etmesi gibi, onların aşkları da hedef gözetmeden ateş alır; söylediğimiz gibi: Ellerinde değildir. Aşık olma zamanları gelince kendilerini engelleyemezler. Herhangi bir jest, onları harekete geçirir, yakar. Herhangi biri, onların sevme duygularını alevlendirebilir. Hiçbir kriteri olamayan bu aşkın kaçınılamaz sonu kesinlikle karşılık bulamaması olur. Öyle ya, bir aşıktan beklenen şey, insana kendini özel ve farklı hissettirmesidir. Sevilen kişi sadece tam o anda orada bulunmaktan başka bir özelliğe sahip değilse bu aşkın ne değeri var? Gerçek aşk bu mudur? Bu konuda bütün uzmanların üzerinde birleştikleri bir şey varsa o da, aşkın hiç de demokratik bir şey olmadığı görüşüdür.

 

JOSAN HATERO

 

josan - hassas ten

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“HASSAS TEN, Aşk Üzerine Kısa Anlatılar”, JOSAN HATERO, Çeviri: ÖZGÜR ESEN, CAN Yayınları, Şubat 2013, 181 Sayfa…

YÜRÜME

yolda-1

 

 

 

 

 

 

 

 

yolda-2

 

 

 

 

 

 

 

 

yolda-3

 

 

 

 

 

 

 

 

yolda-4

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Yenilenmeğe yönelmiş her yaşam biçimi,

ağır bir küf kokusunu da yanında, birlikte

getirir: Ama unutmamalı ki, küf, aslında,

yepyeni yaşam birimlerinden oluşur

-çürüyenin üstünde serpilen

taptaze canlılardan…

 

Yaşam bir yoldur temelde, doğru; ama, hep,

belirli yolların yürünmesi sonucu ulaşılan

yerlerde, durağanlaşmağa çalışan,

yerleşmeğe çalışan bir yol…

 

Yola çıkan kişi,

daha önce konakladığı yerlerin izini taşır

-yeni konaklayacağı yerlere dek,

ve, tabiî, yolda attığı adımlar boyunca…

 

Yolunu kendin yürüyebilmek için,

yönünü kendin koymak zorundasın.

 

Yönsüz yol yoktur – yol, ancak,

bir yön ve bir yürümeden oluşur:

Yeni bir yol, yeni bir yön demektir.

 

Yürünmemiş yol, yol değildir.

 

Açılmış yollarda yürümek neye yarar ki?

 

Yönü zaten belli olan yol, yol bile değildir:

Yol, yönsüzlüktür. (Bir arabaya takılmış

bir pusula, hiç durmaz, dönüp durur…)

 

Yolun yönü, yol açılırken belirlenir

-açıldıktan sonra da, artık,

zaten bellidir: belirli bir yola girmek,

belirlenmiş (bir) yön(ler)de yürümektir.

 

Sahici yürüme,

yol açmadır.

 

Yolu yol yapan, yola çıkma edimidir.

(Gerçek yollar da öyle açılmaz mı zaten:

Dinamit ekipleri, ekskavatörler, greyderler

-bir gürültü, bir patırtı: sonra,

dümdüz asfalt üzerinde kayıp giden lastikler…)

 

Açılmış, hazır yollarda

yumuşak yumuşak dönüp duran tekerlekler

ne anlarlar ki, yol asıl nedir – ya da, salt,

yol nedir…?

 

Yolu gerçekten bilen,

yolun gerçekten ne olduğunu bilen,

yolda dönüp duran tekerlek değildir:

kazmadır, kürektir, dinamittir

-tekerlekler terlemezler…

 

Yolu,

yürüyen bilmez;

açan bilir.

 

İnsanın özgürsüzlüğünün temeli,

kendisinden önce zaten açılmış, belirlenmiş

yollarda yürümek ‘zorunda’ kalarak,

yönlendirilmektir

-özgürlük de, yol açabilmektir.

 

Bağımlılık ‘zorlanma’ysa, bu,

bir yolu yürümeğe zorlanmaktır

-belli, belirli, açılmış, açık bir yolu…

 

Özgürlük yürümekse,

açılmamış, belirsiz yollarda

yürümektir.”

 

ORUÇ ARUOBA

 

oruc aruoba-12

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

oruc aruoba

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YÜRÜME, ORUÇ ARUOBA, METİS Yayınevi, Eylül 1996, 224 Sayfa.

(Fotoğraflar : ‘On The Road / Yolda’ filminden. Yönetmen : Walter Salles, Eser : Jack Kerouac) 

DİNLE KÜÇÜK ADAM

Wilhelm Reich

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Siz, beni küçükgören sözde büyük adamlar!

Nerden beslendi politikanız,

Dünyayı yönettiğinizden beri?

Kasaplıktan ve cinayetlerden!’

 

Charles de Coster, Till Ulenspiegel

 

‘Bir kartal, tavuk yumurtaları üzerine kuluçkaya yatsa ne olur, biliyor musun küçük adam? Başlangıçta kartal, yumurtalardan kartal yavruları çıkacağını, bunları büyütüp büyük kartallar yetiştireceğini sanır. Bir de bakar ki, yumurtalardan civciv çıkıyor. Çaresizlik içinde bulunan kartal, civcivlerin büyüyüp kartal olacağı umuduna sarılır bu kez. Ama civcivler büyüyüp büyüyüp birer tavuk haline gelmektedir. Kartal bu durumda, gıdaklayan tavuklarla civcivleri yeme itkisi duyar. Onu yemekten alıkoyan tek şey küçük bir umuttur: bu civcivlerden birinin, bir gün küçük bir kartal olabileceği, büyüyüp kendisi gibi yetenekli, kendisi gibi çook çok yükseklerdeki yuvasından bakıp uzaklıkları görebilecek, böylece yeni dünyalar, yeni düşünceler ve yeni yaşama biçimleri bulunduğunu anlayıp bunları arayabilecek büyük bir kartal olabileceği umudu. Üzgün ve yalnız kartalı yumurtalardan çıkan tavuk ve civcivleri yemekten alıkoyan şey yalnızca bu küçücük umuttur işte. Tavuklara ve civcivlere gelince, onlar bir kartalın kuluçkaya yatması sonucu dünyaya geldiklerinden habersizdirler. Nemli, karanlık vadilerde çook çok yükseklerde sarp kayaların üzerinde yaşadıklarından habersizdirler. Tek başına kalmış kartal gibi uzaklara bakmazlar. Kartalın kendilerine getirdiği yiyecekleri tıkınıp durmaktadırlar boyuna, durmadan gagalamakta ve karınlarını doyurmaktadırlar. Yağmur yağdığında ya da fırtına koptuğunda onun güçlü kanatları altında ısınmakta, korunmaktadırlar. Kartalsa kimsenin yardımı olmadan kendi gövdesini fırtınaya siper etmektedir. Daha da kötüsü, bu tavuklar ona tuzaklar kurmakta, siperler ardına gizlenerek ona sivri kaya parçaları, taşlar atmaktadırlar. Onların kendisine kötülük yaptığını anlayan kartal önce bu tavukları parçalama isteği duyar. Ama düşünür, onlara acımaya başlar. Belki, diye umar, gün gelir, bu yalnız önünü gören ve gıdaklamaktan, yalayıp yutmaktan başka bir şey bilmeyen tavuklar arasından kartal gibi olma yetisine sahip bir yaratık çıkar.

Yalnız kartal, bugün bile umudunu yitirmiş değildir. Bu yüzden kuluçkaya yatmayı, civcivler çıkarmayı sürdürmektedir…

Sen bir kartal olmak istemiyorsun, küçük adam, bu yüzden de akbabalara yem oluyorsun. Kartallardan korkuyorsun, bu yüzden sürüler halinde yaşıyor, senden kalabalık olan sürüler tarafından da yutuluyorsun. Çünkü senin tavuklarından bazıları da akbaba yumurtaları üzerine kuluçkaya yattı. Ve akbabalar, kartallara, seni daha ileriye, daha iyi geleceklere götürmek isteyen kartallara karşı olan führerler haline geldi. akbabalar sana leş yemeyi ve birkaç buğday tanesiyle yetinmeyi öğretti. Sana bir de ‘yaşa, varol, büyük akbaba!’ diye haykırmayı öğrettiler.

Şimdi büyük kitleler halinde açlıktan kıvranıyor ve ölüyorsun, ama gene de senin yumurtaların üzerine kuluçkaya yatan kartallardan korkuyorsun.

Yaptığın her şey eğreti, küçük adam: evini bir kum tepeciğinin üzerine kurmuşsun, yaşamın, kültürün ve uygarlığın, bilimin ve tekniğin, sevgin ve çocuklarına verdiğin eğitim, hep eğreti. Bunu bilmiyorsun, bilmek de istemiyorsun; sana bunu söyleyen büyük adamı da öldürüyorsun. Büyük bir bunalım içinde, gelip gelip aynı soruları soruyorsun :

“çocuğum çok inatçı, her şeyi kırıp döküyor, geceleri karabasanlarla uyanıyor, aklını derslere veremiyor, kabızlık çekiyor, benzi soluk, yüreği katı. Ne yapmalıyım? Bana yardım et!”

Ya da : “ karım bana karşı cinsel istek duymuyor, beni hiç sevmiyor. Bana işkence ediyor, sinir nöbetlerine tutuluyor, bir yığın erkekle geziyor. Ne yapmalıyım? Söyle!”

Ya da: “yeni ve çok daha öldürgen, korkunç bir savaş patladı; oysa biz tüm savaşları önlemek için yapmıştık son savaşı. Şimdi ne yapacağız?”

Ya da: “varlığıyla övündüğüm uygarlık, enflasyon nedeniyle çöküyor. Milyonlarca insan yiyecekten yoksun, ölüm açlığı içindeler, birbirlerini öldürüyor, çalıp çırpıyor, insanlıktan çıkıyorlar. Umutlarını yitirdiler. Ne yapmalıyız?”

“Ne yapmalıyım?” “Ne yapabilirim?” Sonsuz geçmişten beri, yüzyıllardır aynı soruyu soruyorsun.

Hakikati güvenliğe yeğ tutan bir yaşam biçimi içinde elde edilen büyük başarı ve bulgunun yazgısı şudur: senin tarafından büyük bir açgözlülükle yalanıp yutulmak ve sonra gene senin tarafından dışkı olarak atılmak.’

 

WILHELM REICH

 

wilhelm reich - kartal

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

wilhelm reich - dinle

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DİNLE KÜÇÜK ADAM, WILHELM REICH, Resimleyen : WILLIAM STEIG, Çeviri: ŞEMSA YEĞİN, Kapak Resmi: MARC CHAGALL, PAYEL Yayınevi, Ekim 2009, 154 Sayfa.