Archive for the ‘Edebiyat’ Category

Günün Şarkısı : LA LUNA.. – SERDAR ATEŞER..

Aylakadamız’da 04 Ekim 2009 da LA LUNA şiirine , BEKLE DEDİM GÖLGEYE romanı ve filmine değinmiştik..

Ve yine tekrar ‘LA LUNA’dayız.. Yine ‘LA LUNA’.. ‘ÇOK GEÇ ÇOK GEÇ ARTIK’ diyor SERDAR ATEŞER.. Ümit Kıvanç’ın BEKLE DEDİM GÖLGE’ye adlı romanındna uyarlanan ATIF YILMAZ’ın yönettiği 1990 yapımı BEKLE DEDİM GÖLGE’ye filminin unutulmaz şarkısı.. LALE MÜLDÜR’ün ‘LA LUNA’ şiirinden bestelenen ‘LA LUNA’ filmin içinde ayrı bir yeri var.. Filmi izlerken kalbinize bir ağrı olarak saplanıveriyor şarkı.. Film Müzikleri AYŞE TÜTÜNCÜ ve SERDAR ATEŞER imzalıydı.. Müzik kutumuzdan bu eşsiz şarkıyı ve yine SERDAR ATEŞER’den İstemeyerek şarkısını da dinleyin ve SERDAR ATEŞER’in ‘Avdet Seyri’ (KALAN Müzik , 2002) albümünü satın alın.. ÜMİT KIVANÇ , LALE MÜLDÜR , ATIF YILMAZ , AYŞE TÜTÜNCÜ , SERDAR ATEŞER’e sonsuz teşekkürlerimizle..

LA LUNA

bana zaman ve la luna
her şey gitti bak
her şey ağlayarak gitti
sular soğudu
bir kurban düşüyor şimdi aramıza la luna
üçümüzden biri kurban
serin bir çizgi çekiliyor gökyüzüne
çok geç çok geç artık

terkedip gidiyor beni teker teker bütün güneşlerim
bir daha hiç dönmeyecekler mi yaşamıma
alnımdan fırlayan bir kartal yarıp
geçiyor göğü
görünmez bir çarkın çıldırtıcı gürültüsü
duyuluyor bir yerlerden

uzak anılar
yengeçler gibi
çıkıyorlar bir gün batımına

son güneşler son güneşler de düşüyor
bak
tüm metal dairelerinle sen çıkıyorsun yaşamıma

görünmez güçlerle
karanlık ve anlaşılmaz acılarla, uyandırdığın,
tıpkı kendin gibi,
korkutucu gözüküyorsun
sende hiç insani bir şey yok mu la luna

her şey mümkün açıklanabilir gözükse de
bir şeyler kenetlenmiş bir yerlerde
sen yine de gel imparator, gece
ve beni al son bir kez karanlık gözlerine

saçımı ör eskil bir anahtarla la luna
yüzümü yaralarımı sar sarmala
çaputlar ve karalarla la luna
beni o yabanıl şölene hazırla
karanlık duvarlardan geçen siluetler gibi
lacivert geceyi bekleyen buzdan çiçekler gibi
belirsiz bir denizi tarayan bir fener gibi
uzayda gümüş bir sarkaç gibi sallanan
darağacındaki adam.
bir keşiş, bir lehimli
adamotu büyütüyor gözyaşlarından…

isli bir camın altından geçirilen
zehirli bir duman gibi
bulutlar, senin üstünden, kayıyor
kayıyor, la luna, başlar ve sonlar

bana zaman ve la luna
biraz zaman
duyayım bir kez daha o selenli liri
ve sirenleri, mor şarkılarıyla, uzaklardan…

ŞİİR : LALE MÜLDÜR

SÖYLEYEN : SERDAR ATEŞER

(Albüm : AVDET SEYRİ , KALAN MÜZİK / 2002..)

İSTEMEYEREK 

kırarız birbirimizi
incitiriz
ahhhh istemeyerek
istemeyerek

seviliriz reddederiz
severiz istenmeyiz
ahh istemeyerek

değişmek gerek oysa
büyümek gerek
düşlerimiz çocuk, kendimiz çocuk
kaç aşktan
kaç dostluktan
kaç oyundan kovulduk
istemeyerek

kötü değiliz
belki mızıkçıyız biraz
yalancı neşeler saçma düşlerle avunduk
kızdık mı
küstük mü
hırçınlaşırız..

SÖZ : MURATHAN MUNGAN

BESTE : SERDAR ATEŞER

‘yazmak , ihanet ettiğimizde elimizde kalan son çaredir..’ – Jean Genet

‘..genelgeçer ahlak anlayışlarını, durmuş oturmuş olanları ve gelişmeyi , serpilmeyi engelleyenleri, hayatı engelleyenleri tabii ki aşmayı isterim.. ancak bir sanatçı hiçbir zaman tam olarak yıkıcı değildir.. ahenkli bir cümle kurma kaygısı bile bir ahlakı, yani yazarla muhtemel okur arasındaki bir ilişkiyi gerektirir.. okunmak için yazıyorum.. laf olsun diye yazılmaz.. her estetikte bir ahlak vardır.. bana öyle geliyor ki benim hakkımda, yirmi yıl önce yazılmış bir esere bakarak bir kanıya varıyorsunuz.. kendimle ilgili tiksindirici ya da göz kamaştırıcı ya da kabul edilebilir bir izlenim vermeye çalışmıyorum.. işimi yapıyorum..’ 

‘..uyuşturucu müptelalarına karşı neredeyse ta içimin derinliklerinden gelen bir nefretim var.. uyuşturucu müptelası bilinci reddeder.. uyuşturucu larvaya özgü bir durum yaratır : ben diğer yapraklar arasında bir yaprak, diğer tırtıllar arasında bir tırtılım, farklılaşmış bir varlık değilim.. evet uyuşturucu almayı denedim ve bu bana hiçbir şey sağlamadı, bir teslimiyet duygusunun sıkıntısı dışında.. hiç içki içmedim.. çünkü ben Amerikalı bir yazar değilim.. geçen akşam sartre ve simone de beauvoir’la yemek yiyordum, duble viski içiyorlardı.. beauvoir bana şöyle dedi : ‘her akşam alkolde azar azar yitip gidişimiz sizi ilgilendirmiyor çünkü siz tamamen yitmişsiniz..’ alkolle küçük çaplı kendinden geçmeler beni pek etkilemiyor.. ben uzun süredir uzun bir kendinden geçiş yaşıyorum..’

 ‘..hayır yalnızlıktan çıkmak için yazmaya başlamadım.. hayır çünkü beni daha da yalnız kılan şeyler yazıyordum.. hayır yazmaya neden başladığımı bilmiyorum.. derinde yatan sebepleri bilmiyorum.. belki de şu sebeptendir : yazının gücünün bilincine ilk kez , o sırlar amerikada bulunan bir alman kız arkadaşıma bir kartpostal gönderdiğim zaman vardım.. ona ne diyeceğimi pek bilemiyordum.. yazacağım yüzeyin beyaz pürtüklü bir görünüşü vardı, kar gibi biraz , ve bana hapishanede doğal olarak olmayan karı hatırlatana , noeli hatırlatan şey bu yüzey oldu ve arkadaşıma herhangi bir şeyden bahsetmek yerine mukavvanın niteliğinden bahsettim.. yazmamı sağlayan tık sesi, buydu.. harekete geçiren güç bu değildir şüphesiz, ama bana ilk özgürlük tadını veren bu oldu..’ 

‘karşıtlarım bir aziz camus’ye karşı çıkmazlardı.. neden azizi genet’ye karşı çıkıyorlar.. bakın.. çocukken devlet başkanı , general ya da herhangi başka bir şey olduğumu ya da olabileceğimi hayal etmem –hayal gücümü biraz zorlamadıkça- çok zordu.. bir piçtim, toplumsal düzende yer almaya hakkım yoktu.. ayrıksı bir kader istediğimde geriye bana ne kalıyordu.. özgürlüğümü , imkanlarımı ya da sizin dediğiniz gibi yeteneklerimi –yazarlık yeteneğimin olup olmadığını henüz bilmezken- azami kullanmak istediğimde ? bana bir aziz olmayı istemek kalıyordu , başka bir şey değil , yani insanın inkarı olmayı istemek..’

‘azizle suçlu arasındaki benzeşme : yalnızlık.. en büyük azizler , biraz yakından bakıldığında suçlulara benzerler, size de öyle gelmiyor mu ? azizlik korkutur.. toplumla aziz arasında görünür bir uyuşma yoktur..’

(piçlik , ihanet , toplumun reddi ve yazı ; madeleine gobeil ile söyleşiden.. / AÇIK DÜŞMAN , JEAN GENET , Metis yayınları ,1994..)

 

‘..yargıçların şöyle düşünmediği görülüyor : hapishaneye giden bir çocuk, orya döner çünkü kendi kendine şöyle der : sonuçta neden olmasın ? hapishaneyi tanımadıkça, oradan korkar.. oraya döndüğünde, kendi kendine şöyle der : dert değil , oraya dönebilirim.. hapishaneden , orayı tanıdığımız zaman , tanımadığımız zamankinden çok daha az korkarız..

Öyleyse ne yapmak istiyorsunuz , ya da namuslu insanlar veya hükümettekiler küçük suçluları topluma ‘kazandırmak’ – hep bu kelimeyi kullanırlar- istediklerinde ne yapmak istiyorlar.. onları hadım etmek istiyorlar.. nelerini hadım etmek , hangi şiiri ? içlerinde olan bir şiiri.. eğer hırsızlık yaptılarsa , küçük ya da büyük , aşırdılarsa, küçük ya da büyük , kaçtılarsa, serserilik yaptılarsa , on beş yaşındayken yapılanlar ve bu yüzden üç ya da altı ay ceza alınan şeyler , toplum size uymadığındandır. O halde onları ‘kazandırmak’ istendiğinde , bu yapılan hakaret gibi bir şey olmuyor mu?’

‘..bir şeyler kaybettiğim zaman, yazdığım ve yazmış olduklarımdan parasal kazanç elde ettiğim zamandı : bir tazeliği kaybettim kesinlikle.. bana biraz tazelik veren şey , eğer bir tazeliğim olduysa, güvensizlikti..’ 

‘gelişigüzel bir açıklamaya girişiyorum : yazmak , ihanet ettiğimizde elimizde kalan son çaredir.. size söylemek istediğim bir şey daha var : ancak serseri veya hırsız , kötü bir hırsız elbette , ama sonuçta hırsız olabileceğimi çok çabuk aşağı yukarı on dört , on beş yaşında öğrendim.. toplumsal dünyadaki tek başarım şu nitelikte idi , olabilirdi diyelim : otobüs biletçisi ya da belki kasap çırağı , ya da buna benzer bir şey.. ve bu çeşit bir başarı tiksindirdiğinden , sanırım çok genç yaşta kendimi , beni ancak yazıya vardırabilecek türden heyecanlara sahip olmak üzere eğittim.. eğer yazmak , tüm hayatınızı çizebilecek kadar güçlü heyecanlar ya da duygular duymak demekse , eğer sırf tasvirleri, anılmaları ya da tahlilleri sizi gerçekten izah edebilecek kadar güçlüyse , o zaman evet , yazmaya mettray çocuk cezaevinde ve on beş yaşında başladım.. yazmak , verilen sözün alanından kovulduğunuzda size kalan şeydir belki de..’

‘..size kara panterlerden bahsetmek isterdim, onlar abd’de çok önemli bir olayı, hem siyasi hem şiirsel bir olayı doğuran bir olgu değillerdi yalnızca.. metroda ya da asansörde uzun saçlılarla ve sakalılarla birlikte olan o zavallı beyazları düşünmek lazım , dikey saçları , yatay sakalları , kıvır kıvır mütecaviz saçları ve sakalları olan ve çekip gitmek isteyen ama gidemeyen beyazları kaşındıran erkeler ve kadınlar..

bir gün new york’a sekiz kilometre uzaklıktaki stony-brook adlı bir Amerikan üniversitesinde konuşma yapacaktım.. üniversite ormanın içindeydi, çok şirin bir köşe , arabadaydık, içinde panterler’in ve benim olduğumuz üç-dört araba vardı.. david’e bizimle geliyor musun dedim.. david hiç cevap vermedi.. ama sonradan şu cevabı verdi : ‘hayır , henüz çok fazla ağaç var..’ bu ancak amerikalı bir siyahın verebileceği bir cevaptı.. ona göre ağaç , her şeyden önce eskiden dalına zencilerin asıldığı bir bitkiydi..

Siyahlardan bana kalanlar mı ? Amerika beni birazcık ilgilendiriyorsa , siyahlar beyaz bir sayfanın üzerindeki siyah harfler gibi oldukları içindir.. onlar amerikanın solgun beyazları üzerindeki siyah harflerdir..’

(zaman, kutsal şey ; antoine bourseiller ile söyleşiden../ AÇIK DÜŞMAN , JEAN GENET , Metis yayınları ,1994..)

 

‘duyarlılık biçiminin ne olabileceğini size böyle belirtiyorum.. doğa beni kaygılandırıyordu. silitano’ya olan aşkım , mutsuzluğumun içine onun ansızın girişinin gürültüsü patırtısı, bilmiyorum başka neler, beni doğa güçlerine teslim etti.. ama bu güçler kötü huyluydular.. onları alıştırmak amacıyla içimde bulundurmak istedim. Her türlü acımasızlıklarından kaçınmayı reddettim; tam tersine bunca acımasızlıklarından ötürü onları kutladım , pohpohladım..’ 

‘geceleri kentte dolaşıyordum.. bir duvarın dibinde, rüzgardan uzak, uyuyordum.. tanca’yı düşünüyordum; yakınlığı beni büyülüyordu ; daha çok , hainler yatağı olan bu kentin çekiciliği de. mutsuzluğumdan kurtulmak için , soğukkanlılıkla yapabileceğim en cesurca ihanetleri icat ediyordum.. ‘

‘.. belki , ama hangi utanç pahasına , ruhumun içinin çürümüş olduğunu bildiğimi kabul ederdim, çünkü ruhum insanları burunlarını tıkamak zorunda bırakan bir koku çıkarırdı..’

‘..kendimle birlikte öyle bir üzüntü yükü taşıyordum ki , tüm yaşamım eminim başıboş dolaşmakla geçecekti.. serserilik benim için artık yaşamı süsleyecek bir ayrıntı değildi , bir gerçeklik olmuştu.. ne düşündüğümü artık bilmiyordum , ama tüm mutsuzluklarımı tanrıya sunduğumu anımsıyorum.. insanlardan uzak , yalnızlık içinde , sırf aşk, sırf yürekten bağlılık olmaya çok yakındım..

insanlardan o denli uzağım ki , demek zorunda kalmıştım kendime , artık onların yanına gitme umudum kalmadı.. onlardan tümüyle uzak olayım.. onlarla aramda daha az ilişki olacak ve beni küçük görmelerine karşılık, onlara olan aşkımı ortaya koyarsam, son ilişki de kopacak..

böylece , düşünceme yön değiştirterek, size acımamı veriyorum işte.. umutsuzluğum kuşkusuz bu biçimde dile gelmiyordu.. gerçekten de , düşüncelerimdeki her şey dağılıyordu , ama sözünü ettiğim bu acıma güneşin kavurduğu başımın içinde tam ve saplantılı bir biçim alan belirgin düşünceler halinde kristalleşmiş olmalıydı.. bezginliğim –bunun yorgunluk olduğunu sanmıyordum- dinlenmemi engelliyordu.. artık su içmek için çeşmelere gitmiyordum.. boğazım kuruydu .. gözlerim yanıyordu.. karnım açtı.. güneş sert sakallı yüzümde bakır renginde yansımalar yapıyordu.. kuru , sarı ve üzgündüm.. nesnelere gülümsemeyi ve onlar üzerinde düşünmeyi öğreniyordum..’

(Hırsızın Günlüğü , JEAN GENET , Ayrıntı yayınları ,1998..)

JIM MORRISON..

‘..Kollarında bir ada buldum,

Gözlerinde bir ülke..

Zincirleyen kollarında,

Yalancı gözlerinde..

Kır , yık , del , geç öte yakaya..’

JIM MORRISON (The Doors)

‘diyelim ki sadece gerçekliğin sınırlarını  deniyordum.. neler olacağını merak ettim.. hepsi bu : sadece merak..’ – JIM MORRISON

‘bütün eğlenceler ölüm düşüncesini içerir..’

‘uyku her gece içine dalınan okyanus derinlikleridir.. sabah uyanırsın üstünden sular damlayarak , nefes nefese ve gözlerin yanarak..’

‘modern yaşam trenle bir yolculuktur.. yolcular pis kokulu koltuklarında alabildiğine dönüşüme uğrar ya da vagondan vagona sallanarak dolanırlar; bitmek bilmeyen bir dönüşümün esiri..’

‘az veya çok hepimizi röntgencinin psikolojisiyle uyuşturulmuş durumdayız. Tıbbi ya da ahlaki anlamda değil , yaşam karşısındaki tüm fiziksel ve duygusal duruşumuzla.. ne zaman ki bu edilgenlik büyüsünü bozmaya çalışırız, davranışlarımız acımasızı , kontrol dışı ve çoğunlukla da tiksindirici , yürümeyi unutmuş bir yatalak gibidir..’

‘filmler yapay olarak döllenmiş ölü fotoğraflar bütünüdür.. film seyircileri sessiz vampirlerdir.. film bir çeşit sahte ölümsüzlük bahşeder.. sinemanın çekiciliği ölüm korkusunda yatar.. seyirci ölmek üzere olan bir hayvandır..’

‘sanatın , var olabilmek için seyirciye ihtiyacı olduğunu sanmak yanlıştır.. film gözler olmadan da oynar. seyirci ise onsuz var olamaz.. film onun varlığını garantiler..’

‘film , ete batırılan bir iğnenin yabancı bir başkentte patlamalar yaratabileceği varlık zincirini aydınlatamadığı sürece bir hiçtir..’ 

Tanrılar , Yeni Yaratıklar – JIM MORRISON (Çeviri : Ogan Güner , Korsan Yayınları , 1991)

MEÇHUL..- GAYE BORALIOĞLU

MEÇHUL , GAYE BORALIOĞLU..

 

İletişim Yayınları , 191 sayfa , 2004 , Fotoğraflar : Manuel Çıtak

Gaye Boralıoğlu Kitapları :

Hepsi Hikaye – 2001 , Meçhul – 2004 , Aksak Ritim – 2009..

  

(Fotoğraf : Gaye Boralıoğlu..) 

..bu kitap için yorum yapamayacağım , birkaç cümle sadece..

ibrahim’in hikayesi.. içimizden birisinin hikayesi.. bir üstadımdan duymuştum kitabı.. aradım bulamadım hiçbir yerde.. sonra kitabı bana söyleyen üstad kitabı da buldu , sağolsun bana hediye etti.. uzun süre kitabı yanımda taşıdım.. okumaya ya cesaret edemiyordum ya da kıyamıyordum.. kitapta ki manuel çıtak’ın sırlarla dolu , bir şeyler anlatmak isteyen fotoğraflarına baktım hep.. sonra bir gece yarısı ibrahim’in sessiz gözyaşlarına , çığlıklarına bıraktım kendimi.. iskenderun’da başlayan ve değişik şehirlere sürüklenen bir hayatın hikayesi.. böyle kurgusu değişik , değişik olduğu kadar güçlü bir kitap okumamıştım uzun zamandır.. kaç kere okudum bilmiyorum ama her defasında ayrı bir yerinde gözlerim doldu , kalbim bir ayrı acıdı , bir ayrı kanadı..

uzun zamandır da birşeyler yazmak istiyordum kitapla ilgili  ama kıyamadım yorum yapmaya , o cesareti de bulamadım , ne desem az gelecekti , yanına yetişemeyecekti.. kitapla ilgili yazı beklediğim insanlar da sadece sustu kitabı okuduktan sonra.. bari kitabı tanıtayım dedim.. herkes bilsin , herkes duysun ‘meçhul’ü..  

yukarıda dediğim gibi yorum yapılamayacak kadar sarsıcı ve güzel bir kitap.. henüz yeni baskısı yapılmadı sanırım.. şans eseri bir kitapçıda altı tane bulmuştum , hepsini kısa sürede kaptırdım , elimde kalan tek nüsha da gider bir yerlere diye korkuyorum.. elime geçen her nüshayı vereceğim tanıdıklarıma.. mutlaka ama mutlaka okunması gereken edebiyatımızın nadide eserlerinden birisi : ‘meçhul’..  ne mutlu ‘meçhul’ü bulup okuyana..

 

Kitap Arkası :

‘Manuel Çıtak’ın fotoğraflarında yer alan hayatlar genellikle sıradan gibi gözükür. Bu sıradanlığın altında, fotoğrafa gerçektüstü, absürd bir içerik kazandıran garip sırlar vardır. Gaye Boralıoğlu, bu sırları keşfetme isteğiyle yola çıktı ve feleğin çemberinden geçen -ya da geçemeyen- insanları anlattığı bir romana ulaştı. Hayatın çok acımasız davrandığı ama mücadele etmek için gerekli silahları da vermediği insanlar… (“3. sayfa insanları” da diyebilir miyiz acaba?) Yaşamak zorlu bir uğraşa dönüştüğünde, eğer bunun üstesinden gelecek donanımınız yoksa, oradan oraya savrulur, oradan oraya çarparsınız. Meçhul’ün kahramanı İbrahim veya onu bize anlatan diğerleri gibi… Boralıoğlu’nun romanıyla edebiyat, fotoğrafın içinden geçerek gerçeğe uzanıyor. Bu gerçeğin adı, yok sayılan hayatlar..’

KİTAPTAN : 

gülçiçek (ibrahim’in annesi) :

 

‘daha karnıma düştüğü gün anlamıştım bu oğlanda bir acayiplik olduğunu. gökyüzü kapkaranlıktı, zifir gibi. yalnız bir tane yıldız vardı parlayan. ama nasıl parlamak! böyle açılıp kapanıyor. sanki dersin göz kırpıyor. öyle bakakaldım ağzım açık. dedim belki de bu yıldız değil, uzay gemisi. olur mu olur! ne olmuş kötü bir şey mi yapmış ibrahim ? hapiste mi ?

uzay gemisi değil canım, basbayağı yıldız işte. ama göz kırpıyor. benimle dalga geçiyordu, herhalde başıma gelecekleri biliyordu. o gece bir rüya gördüm..’ 

seda sayar ( süleyman’ın karısı) : 

‘galiba bir perşembe günüydü. boştu dükkan pek kimse yoktu. kapıdaki çocuklar geldiler, dışarıda bir oğlan var , üç gündür geliyor içeri sokmuyoruz, ısrar ediyor, seni görmek istiyor , dediler. almak istememiş çocuklar, yaşı küçük sanmışlar. önce gene boş gezer manyaklardan biri sandım. vardır böyleleri , parasız pulsuzdur, takılırlar insanın peşine. yok aşık oldum, yok ölüyorum bitiyorum. gençtirler, yakışıklıdırlar. kurtaracağım seni muhabbeti ederler..’ 

‘..yalnızlık aslında bütün bunların sebebi. o herifler kör , topal olsa , başlarına bela da olsa, kan emici canavarlar da olsa sonuçta yalnız olmadıklarını sanıyorlar. insan kendini feda etmek uğruna niye yalnızlıktan korkar..’

 

‘..meğerse hepten gitmemiş. o gece yine kulübe geldi. cuma gecesiydi. tıklım tıklım dükkan. bu sefer kapıdaki badigardlar tanımışlar, bana sormadan içeri almışlar. bütün gece yine önünde bir süt bardağı oturdu bir köşede. cuma gecesi olduğu için çıkmam uzun sürdü. dört falan gibiydi, tek tük müşteri kalmış. hadi dedim, çıkalım biz de artık. baktım kalkmıyor yerinden, hadi diye kolundan sarstım, yıkılacak gibi oldu.  o zaman anladım ki bütün gece süt değil rakı içmiş, zurnalar gibi sarhoş. çıktık kulüpten. hiç unutmuyorum. adananın en nemli , beter günlerinden biriydi. nefes almak için ağzını açtığında sanki kendini ejderhanın karnında sanıyorum. ağzı burnu yapış yapış  oluyor insanın. ten tene dokunduğunda sanki yangın çıkıyor. taksiye attım, eve getirdim ibrahim’i. Kustu takside. üst baş leş gibi oldu. yatağa yatırdım, öyle yatmasın diye pantolonunu çıkarmak için kemerine elimi atmıştım yapma , diye çığlık attı, yapma süleyman abi!.. sonra anne karnındaki bebek gibi büzüldü. ağlamaya başladı. ama nasıl ağlamak, hiç sesi çıkmıyor, gözünden ip gibi yaşlar iniyor..’ 

şıh kadir (sır çözücü , derman bulucu) : 

‘..var ederken sormadı, bari çilemizi ne zaman dolduracağımızı söyleseydi, dedi, o zaman kaderimizin akışına kendimizi bırakmamız daha kolay olmaz mıydı ?

düşüncelerini takip etmek zor, seçtiği kelimelerin kastedildikleri manaları keşfedebilmek imkansızdı. konuşmamızın akışı içinde kelamın bizi bir araya getirmediğini, aksine aramızda giderek daha derin bir uçurum oluştuğunu fark ettim. sustum. aynı şeyleri o da fark etmiş olmalı ki o da sustu. bir daha uzun uzun hiç konuşmadık. derdine derman olmak ne kelime , illeti bile teşhis edememiştim.  allah affetsin ama şöyle bir his içindeydim : bu çocuk ölüm ile hayat arasında bir yerde sırat köprüsünün üstünde asılı kalmış. dünyevi acılarını öbür tarafa atmış ama canı hala bu dünyada yaşıyor. bedenini meydana getiren uzuvları teker teker ölmüş ve fakat bedeni bir bütün olarak yaşamaya devam ediyor..’ 

mahmut (bir kader ortağı) :

 

‘..sonra bir başkasıyla dövüştüm. zayıf , nerdeyse çelimsiz denecek tipte, kısa boylu bir çocuktu. kapkara kömür gibi yuvarlak gözleri vardı. öncekinin tersine gözlerini  hiç ayırmadan bana bakıyordu. vurdum ona. çenesine, midesine, suratına, artık önüme ne gelirse vurdum. yüz ifadesi neredeyse hiç değişmiyordu. canı acıyormuş gibi değildi ama bir yandan da tam tersi, her zaman canı acıyormuş gibiydi. yani şöyle söylemem daha doğru : vurmam bir şeyi değiştirmiyordu. acıyla mı , alaylı mı belli olmayan bir yarım gülümsemem ağzının kenarında.. ben vurdukça düşüyor sonra kalkıp üstüme geliyordu. uzun sürmüş olmalı maç..

o pek vurmadığı için ben kazandım ama aslında bence onun hakkıydı. nitekim maçtan sonra onu bulup bunu da söyledim. aslında akif turan dövüşçülerin birbirleriyle arkadaş olmasını istemezdi. konuşmalarını bile istemezdi..

bir köşede yatıyorum.. bir duvar dibinde yatıyorum. çok uyuyorum. hep uykum geliyor. belki de uyuduğum için hatırlamıyorum.. ya da hatırlamadığım için uyuyorum.. şimdi bu hayatın bitmesini bekliyorum..’ 

salih (ibrahim’i gören son kişi) :

 

‘..dedim ki ona, balıklar gibi olabiliyor musun sen? hangi balık anasını babasını tanır? yumurtalarını bırakır ve unutur.. bir balık her zaman tek başınadır.. kendini suyun akışına bırakır ve yüzer ; bu kadar işte.. kendini suyun akışına bırakacaksın ve yüzeceksin; hiçbir yere çarpmadan , harap olmadan , yosunların arasından ince ince süzülerek yüzeceksin..’

Pis Moruk İtiraf Ediyor.. – CHARLES BUKOWSKI

‘..daha iyi bir dünyada yaşayacaksak (kim daha iyi bir dünya istemeyecek kadar sofistike olabilir ki?) gereksiz acının ortadan kaldırılması iyi bir başlangıç noktası.. güldüreyim mi sizi biraz ? polis memurları sarhoşlara nasıl davranmalı bence , biliyor musunuz ? onları hapse değil de evlerine götürmeli.. sarhoşları yataklarına yatırıp üstlerini örtmeli, gerekirse onlara bir bardak su vermeli ve geceyi yatakta geçirmelerini öğütlemeli.. saçma mı.? neden ? biraz anlayış göstermenin neresi saçma? ben vergimi hizmet almak için ödüyorum, taciz edilmek için değil..

gerekirse alkollü kişi öfke ve direnç gösteriyorsa, onu kendi evine kilitlemenin bir yolunu bulsunlar, böylece kendi tuvaletini kullanmaya devam eder ve canı çekerse new haven’deki teyzesini arayabilir.. kodesten iyidir.. duruşma falan da yok.. böylece yargıçları caddelerdeki delikleri kapatmaya falan gönderebiliriz..  cezaevlerinin ortadan kalkacağı günleri görebiliyorum.. neredeyse her insanın sırf sağduyuyla yurttaşına zarar ve acı vermeyi onu katletmeyi bilerek reddedeceği günler yakın.. tabii ki , odun yığının arasında her zaman bir domuz saklıdır.. fakat cezanın yerini anlayış aldığında domuzlar eksilecektir..’

 

‘yazmak, en nihayetinde , tek yol benim için ve beni bir kazığa bağlayıp yaksalar kendimi aziz addetmem. sadece benim için tek yol olduğuna inanmış olarak ölürüm.. yapmak istediğini yapma meselesi.. benim hezimetim onların zaferi olacaktır… hiçbir şeyi yadsımıyorum.. şu andan olabileceğimin bütünüyüm.. bu yazma muhabbetini bırakalım öyleyse.. o hödükler için.. ben buraya sadece size kendinizi daha iyi hissettirebilmek için sızdım.. unutun gitsin.. çarşamba akşamı turf paradise hipodromunda dördüncü koşuyu kim alacak?..’

 

CHARLES BUKOWSKI – Pis Moruk İtiraf Ediyor (Şarap lekeli defterden bölümler..)

Çeviren : AVİ PARDO

PARANTEZ YAYINLARI , Ocak 2010

Yine ‘Oğullar ve Rencide Ruhlar’dan..

‘..bazen de saygıdeğer abilerim ablalarım, dünyası yerle bir olur insanın.. hayat ; fazla yormadan idare etmeyi sağlayan bütün anlamlarını yitiriverir.. en akıllıca sandığınız fikirlerinizin saçmalığını, en içten duygularınızın yapmacıklığını kavrarsınız. aslında hiçbir konuda fikriniz bulunmadığını , aslında hiç kimseye karşı bir şey hissetmediğinizi ve tüm evrenin de size karşı gaddarca kayıtsızlık içinde olduğunu.. hep gözünüzün önünde durduğu halde o güne dek her nasılsa yok saymayı başardığınız bu gerçeği fark ettiğiniz anda ilahi işleyişi de çözmek üzeresiniz demektir…
tanrı , içindeki tahammülfersa boşluğu doldurmak için evreni yaratır.. evrenin içine gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine hayatı, hayatının içine insani yerleştirir.. ve onun içine koyacak bir şey bulamaz.. işte insan denen bu tuhaf hayvanın, varlıkların en yücesi ve en anlamsızı kılınışının hikayesi.. evrenin orasını burasını felsefeyle, sanatla, aşkla, hatta ironik biçimde tanrı ile bezerken, ortak anlamsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği unutmaması gerekmektedir.. hakikatte bütün kitaplar sayfaları doldurmak için yazılır..’ 

ALPER CANIGÜZ

Oğullar ve Rencide Ruhlar (İletişim Yayınları , 2004)

OKUMAK..-HASAN ALİ YÜCEL

OKUMAK..

Kültürü çok geniş, değerli bir dostum bana diyordu ki: Artık benim için yeryüzünde bir tek eğlence kaldı: Okumak. Ne danstan, ne toplanmalardan, hiçbir şeyden tatlı bir duygu alamıyorum. İnsanlardan kaçan yabanî bir mahluk oldum.

Bu duyuş, belki sinir bozukluğundan ileri geliyor. Yalnız doğru bir tarafı var ki, o da bu dostumun her tatlı duyguya karşı taş gibi donuk ve soğuk kaldığı halde okumaktan kendini alamamasıdır. Demek ki kültürlü bir insan için; düşünen, anlayan, öğrenmek isteyen bir kimse için her eğlence geçilebiliyor, hepsi sönüp gidiyor; yalnız okumak kalıyor.

Öyle ise okumak nedir, nasıl bir iştir ki böyle sürekli ve kolay ölmeyen bir tadı var?

Yazı, bir türlü ölümü ortadan kaldıramayan insanoğlunun ölüme karşı bulabildiği tek çaredir. Yazı, zekânın fotoğrafıdır. Çağlardan çağlara, ellerden ellere geçe geçe bütün tarihi aşıp gelir. Onda, insan hayatının her yaprağı üstünde gezen gözlerin ışıkları, düşünen kafaların gölgeleri bulunur.

Güzel yazılmış bir yazıyı okumak, sönüp gitmiş bir varlığın fotoğrafına bakmak gibidir. Daha doğrusu, donup kalmış, sessiz bir fotoğraf değil; konuşan, düşündüklerini anlatan canlı ve sesli bir sinema. Onun içindir ki yazı, birçok olamamazlıkları olur yapmıştır.

İyi bilmeliyiz ki okuduğumuz her satır, kafamızın içinde yeni bir düşünce âlemi yaratır. Ya eski düşüncelerimizi yerinden oynatarak onları canlandırır ya yeni bir düşünce ile varımızı artırır. Kitap, en gerçek bir dosttur. Dalgınlığa vurmadan okunan güzel bir kitaptan sonra, tıpkı çok sevdiğimiz bir arkadaşla konuşmaktan aldığımız tadı duyarız. Ona her an davetli gibiyizdir. Çağırmasına gitmesek bile o yine darılmaz, bıkmadan usanmadan bizi bekler. Biz yanına gidinceye kadar gözleri gözlerimize tatlı tatlı güler; açmaya ve çevirmeye başladığımız beyaz yapraklan sevinçten ellerimizi okşar.

Okunacak şeyin ne değerde olduğunu kitapsız, gazetesiz kaldığımız zaman çok iyi anlarız. Hele yalnızlıkta… Mütareke içinde İngilizlerin Malta’ya sürdükleri yurttaşların pek çoğu gazetesizlik ve kitapsızlığı yiyecek ve içeceksiz kalmak kadar acı bulmuşlardır.

Bir an kendinizi tek başına bir odaya kapatılmış olarak düşünün. Biraz ekmek ve su bulduktan sonra ilk arayacağımız şey dilimizden anlayan, konuşacak bir insandır, değil mi? Bu his, içinde yaşadığımız cemiyetten uzak kalmanın verdiği manevi açlığımızın giderilmesini istemekten ve başka insanlarla olan bağımızın koparılması kaygısından başka ne ifade eder?
Yalnızlıkta, dost ve arkadaş yokluğunun yerini ancak kitap tutabilir. Bulabildiğimiz kitabı yazan, sizin bu tek başına kaldığınız anda konuşabileceğiniz tek arkadaş değil midir?

Yazık okumaya alışmamış, onun tadını almamış olanlara. Onlar, ıssız bir âlemde, yapayalnız yaşayan mahluklardır.

HASAN ALİ YÜCEL  (1938-1946 arası Milli Eğitim Bakanı , Şair CAN YÜCEL’in babası , güzel insan..)

(Pazartesi Konuşmaları – Remzi Kitabevi , İstanbul , 1937 )

HAYATTA BEN EN ÇOK BABAMI SEVDİM

Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla – ha düştü, ha düşecek –
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.

Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici – hep, hepp acele işi! –
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.

Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar İstanbul’a,
Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.

En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.

CAN YÜCEL

(Hasan Ali Yücel ve oğlu Can Yücel..) 

‘..yıpranmışız bahçedeki kapı kadar ayrılıklardan ve beyaz hayaletlerinden gidenlerin..’ – JOHN BERGER

‘..yıpranmışız
bahçedeki kapı kadar
ayrılıklardan
ve beyaz hayaletlerinden
gidenlerin,
muşambalarla sarmalanmış ,
konuşuyoruz hala tutkuyu.
tutkumuz oysa tuz
içine postların bastırıldığı
yapalım diye meşinden
aşkın derisini..’

JOHN BERGER

‘..bir başka insanın yaşantısını anlamak için , insanın dünyayı , kendi bulunduğu yerden göründüğü gibi görmekten vazgeçip onu o obür insanın bulunduğu yerden göründüğü gibi yeniden görebilmesi gerekir.. örneğin , bir başkasının yaptığı seçimi anlayabilmek için, kafasında karşı kaşıya kalabileceği seçenek yoksunluğunu, kendine bir seçim hakkı tanınmayabileceğini düşünmesi gerekir.. toklar açların hangi seçeneklerle karşı karşıya olduklarını anlama yeteneğinden yoksundurlar.. bir başkasının yaşantısını anlayabilmek için, ne kadar beceriksizce de olsa, dünyanın parçalarının sökülüp yeninden takılması gerekir.. bir başka insanın öznel yaşamına girmekten söz etmek yanıltıcıdır.. bir başkasının öznelliği aynı dış gerçeklere bir başka kişisel yaklaşımdan ibaret değildir.. kendisinin merkezi olduğu gerçekler dünyasıdır değişik olan..’ – JOHN BERGER (Yedinci Adam / Verso Yayınevi)

 

‘..geçmiş, hiçbir zaman olduğu yerde durup yeniden keşfedilmeyi, aynıyla, olduğu gibi tanınmayı beklemez.. tarih her zaman belli bir şimdi’yle onun geçmişi arasında ilişki kurar.. demek ki şimdi’den korkmak eskiyi bulandırmaya yol açıyor.. geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir.. eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur..’ – JOHN  BERGER  (Görme Biçimleri / Metis) 

‘..bir yazar olarak en büyük doyumu hissettiğim anlardan birinin ödüllerle filan hiçbir ilgisi yok. istanbul’daydım ve arkadaşlarla onların bir tanıdığını ziyarete bir gecekondu mahallesine gittik. gecekonduda çay içtik, uyduruk bir rafa dizilmiş yirmi kadar kitap vardı ve onlardan biri ‘yedinci adam’ın türkçesiydi.. bunu görünce yazar olduğum için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm.. kitaptaki deneyim hayat deneyimiyle buluşmuş ve kabul görmüştü çünkü..’ – JOHN BERGER

 

‘insanlar oynuyorlar ; çünkü doğuştan yalancılar..’ – J. P. SARTRE

‘..insanlar kahramanları oynuyorlar ; çünkü korkaklar… azizleri oynuyorlar ; çünkü kötü ruhlular.. suikastçiyi oynuyorlar ; çünkü yanı başlarındaki komşularını öldürmek için yanıp tutuşuyorlar.. insanlar oynuyorlar ; çünkü doğuştan yalancılar..’ – J. P. SARTRE

 

‘..işkencenin kör edici parlaklığı gökyüzünün en yüksek noktasında, tüm ülkeyi aydınlatıyor; bu parlak ışık altında tek bir kahkaha bile artık samimi çıkmıyor, öfke ve korkuyu maskelemek için boyanmamış tek bir yüz, tiksintimizi ve suç ortaklığımızı ele vermeyen tek bir hareket yok artık.. bugün nerede iki fransız buluşsa aralarında ölü bir beden var. bir mi dedim ? fransa vaktiyle bir ülkenin adıydı; dikkat edelim ki 1961’de bir nevroz adı olmasın..’  – J. P. SARTRE (Cezayir Üzerine..)

‘..yarın şehre ineceksin ,

gözlerinde benim yaşayan son halimi taşıyacaksın ;

dünyada onu bilen tek sen olacaksın.

Unutmamalı !

ben, senim.

yaşarsan,

yaşayacağım..’

J. P. SARTRE

Birtakım İnsanlar.. – SAİT FAİK ABASIYANIK

‘..şu karşıki sandalı görüyor musun? bakın sahile yaklaşıyor. onu yürüten şey nedir? kürekleri değil mi? ya şu uçan martılar! kanatları yolunsa artık uçabilir mi? düşünce de böyledir. dört duvar arasına kapatılmak istenirse kanatsız kuş, küreksiz sandal oluverir ve bütün manasını kaybeder..’

SAİT FAİK

‘yabancı bir yere ilk defa inip hiç lüzumsuz, manasız bir his duymadan, toprağa varsa bir battaniye atıp, yıldız seyretmeden, memleket, sevgili, ıvır zıvır düşünmeden uyumak..

belki böyle şey , iyi insanlara nasip oluyor.. belki biz, zayıf, karışık, kötü insanlar, yabancı bir yerde ağlamaklı oluyoruz..

insanların oturduğu , tarlaların yeşerdiği, çocukların oynadığı toprak, neden insanoğluna yabancı olsun? olmasın.yalnız anamızın babamızın , sevgilimizin , arkadaşımızın zincirlerine bağlıyız da , ondan bir türlü karışık hislerden kurtulamıyor, bir türlü rahat edemiyoruz..

bu zincirleri kırmalıyız. doğduğumuz yerden beş kilometre uzak da bir , beş yüz , beş bin kilometre uzak da bir olmalıdır. orada da , bulursak battaniyemizi, bulmazsak Allah’ın kuru otlarını toplayıp uzanmalıyız.. toprak kazmaya gelen rençberler uyuyor.. iyi basit, bağlarını koparmış insanlar her yerde uyuyabilirler.. kendimi o rençberlerle beraber görüyor, onların yerine koyuyorum :

ekmek tuz domates iki nefes cıgara bir-iki toprak kazıcı arkadaş, bir fincan kahve günümüzü hoşça ikmal eder.. kötü rüyaları bol yemek yiyen midesi bozuklara terk ederek yukarıda saydıklarımıza küçük, basit, zararsız ilaveler, tarhlar yaparak yaşamak, bin türlü yaşama tarzından bir tanesidir.. bu şekilde yaşamak başkaları hesabına yapılmış bir fedakarlıksa, insan bilmeli idi.. yook! bu bizden kötü vaziyette olanlara karşı zaruri bir feragatsa, bu şekilde yaşamak insanoğullarına şu zaman için mukadderse, hiç ehemmiyeti yoktu.. bu insanın nasibiydi. binaenaleyh kafiydi.. o zaman güzel uykuları hep beraber uyurduk..

………………..

bir dost bulsam , onunla düşündüklerimi münakaşa edebilsem, ne iyi olurdu! yalanı, gerçeği, iyiliği, fenalığı.. mevzu dolu kardeşlik..’

SAİT FAİK , Birtakım İnsanlar

(Yapı Kredi Yayınları YKY , 2002 , 144 sayfa)