Archive for the ‘Edebiyat’ Category

‘Asmin’ , ‘Atımı Bağladım İğde Dalına’.. – MEHMET ÇETİN

MEHMET ÇETİN..

Yazar ve şair MEHMET ÇETİN 1955 Dersim doğumludur.. Üniversite eğitimi sırasında politik faaliyetleri nedeniyle tutuklandı , sekiz yıldan uzun bir süre cezaevinde kaldı.. ‘RÜZGAR VE GÜL İKLİMİ’ ile ‘BİRAĞIZDAN’ adlı şiir kitaplarını , ‘ASMİN’ adlı öykü kitabı ile ‘EYLÜL ÇİÇEKLERİ’ adlı derleme ve ‘HATIRADIR , YAK BU FOTOĞRAFI’ , ‘AŞKKIRAN’ , ‘KEKEMECE’ adlı şiir kitaplarıyla ‘ATIMI BAĞLADIM İĞDE DALINA’ adlı lirik yazılar kitabı izledi..

‘KUNDUZ DÜŞLERİ’ ve ‘ÜTOPİYA’ adlı dergilerin editörlerinden olan MEHMET ÇETİN’in aşağıda tadımlık olarak alıntıladığımız eserlerinden ‘ASMİN’ ve ‘ATIMI BAĞLADIM İĞDE DALINA’ kitaplarını AGORA KİTAPLIĞI yayınlarından hemen alıp bu güzel eserlerin içinde kaybolabilirsiniz..

Crockett..  

 

‘ASMİN’ isimli kitabından.. 

ASMİN.. 

‘..Söz yakışıyordu ağzına.

İlkin ağız sığınağında birikiyordu söz ve sonra kayalardan havalanan kuşlar ; kenti kuşatan dağlı türküler gibi dağılıyordu karşısındakinin yüzüne..

Söz menzil mermisiydi ve şaşmaz bir şekilde hedefini buluyor, ansızın perçinleniyordu dinleyenin suretine, bilincine..

Söz yakışıyordu onun ağzına.

Bilgeydi.

Bana kalırsa usta bir düşbaz ve yalancısıydı çağın o ,  ve..

Ve sen de , onun her sözü önünde diz çöken ; mürit , talib, salik..

Yani hangi dinde ne kadar inanmış vardıysa, hepsinin suretiydin..

………………

Artık yakıp kül etseydim diyordum sana adadığım sözleri!

O ki çocukluğumuzdan bu yana iki yürektik ve bir kez olsun eğilip öpmedin ağız yangınımı, daha ne diyebilirdim ki! Benimkisi uçurum yalnızlığıydı: oradan bakıyordum sana..

Ağzının kıyısında dağ ateşlerinin çağrısı bir tuhaf, bir kızıl aydınlık vardı ve o aydınlığı bir an için dahi teslim etseydin kalbime, belki katlanırdım yokluğuna..

Olmadı..

Gittin..’ 

 

ASMİN DEDİĞİMİZ SUÇLU’DUR ŞİMDİ..

 

‘..siz , ölümü ne sanıyorsunuz?

Geliyorsunuz her biriniz; birinci ikinci üçüncü keman ve kontrbas ile yitip giden iççekiş gibi bir eyvahla uçurumkuşu kanadından uçuruma düşen serçekuşu Hafiela ve Tennessahanım kederi ve Ceylan gülüşü ve annesiyle güzelleşen çocuk suçsuzluğuyla şimdilerde unutmanın gündemi Gulazerim’in yaylılar grubu oluyor ve geçip gidiyorsunuz eski bir haklılıkla..

Adını sessiz harflerle yazıyorsunuz Suçlu’nun ;

Okunmaz oluyor adı ve anıları.. Yırtılan bir çığlık oluyor Haziran. Gecikiyorsunuz. Ben burada bekliyorum. Burada susuyorum.. Gece başlıyor. Burada birazdan neler olacak..

sormayıp geçiyorsunuz : durmayıp geçiyorsunuz.

Siz ölümü ne sanıyorsunuz ?

Artık , uçurum değiştiren bir çığlık oluyor asmin, ki ;

Asmin dediğimiz Suçlu’dur şimdi.

Vur emriyle aramaktadır kendisini.

Hoşçakalınız..’ 

‘ATIMI BAĞLADIM İĞDE DALINA’ isimli kitabından :

 

‘Memet orada mısın , Memeet..

Bu kadar mı çok anlaşılsın istedin..

Bir kerede ; ‘ne olacaktıysa olsundu artık’ , öyle mi ?

Ürkütüyor bu insanı..

Bak söylüyorum işte , ürküyorum.. Bakın, alacaklı değilim hiçbirinizden.. ama der gibi. Kırıldım , incindim biraz.. sadece bakın. Gözden kaçırılan ayrıntı olmasın onca yaşanan. Ya da görmezden geldiğiniz onca şeyi toplayıp getirdim, yüreğinizde bir yer açın , der gibi..

Can yakıcı ve bu kadardı , diyen.

Bu kadardı gökyüzü, bu kadardı yeryüzü.. daha da bakın isterseniz ; bu kadar sevdik, bakın ve yeniden deneyin, dönüşü yoksa yaşanmış hayatların, saklayın; incinen değilseniz bile inciten olmayın , der gibi..

Sonra incine incine içinden incisi alınmış bir istiridye gibi açık denizlere yolculuklar..

Gittikçe daralan hayatlarımızda bu ganimeti saklayabilecek miyiz ?

Küçük önemsiz , ‘cahil periler’in hadlerini bilmeleri gerekmiyor, biliyorum..’ 

 

İĞDE BÜYÜSÜ.. 

‘Yeni bir aşka , diyara ya da yeni bir hayata yolculuk yaptığımızı sanırız çoğu kez : yanılırız ama..

Değildir çünkü :

Hatırla eğilip önlerinde , geçilmeden o hatıralardan ; o kavil : o karar : o ikrar uğraklarından geçilmeden , kişi varamıyor kalbinin kıyısına..

Kalbimizin kıyısındaki iğde dalına bağlamadan o yorgun atları :

Soluklanmadan Haziran’da solan bir gülümsemeyle :

Gülümsetmeden o yorgun atları yine Haziran’da yeni bir sevinçle..

Geçer gibi gölgesi ipekten anıların yollarıyla, vardığı yerde ancak :

İnsan , ancak orada..’

 

ALYANSIM GÜL AĞACINDAN.. 

‘..Yangını unut :

Unut çünkü o ancak beni anlatır sana..

Sana ecel kadar yakıcı bir hasretin içinden ; söz taşımak kederi : kalırken, kalbimin acemi tayfasına.. ki dokunmayı unuttuğunda şu esmerliğime ; sana dönen sesimdir; yurdunu arayan çığlığın suretinde :

Seslenişimdir : en eski çaresizliğimdir..’

ASMİN , Mehmet Çetin , Agora Kitaplığı , 2006 , 135 sayfa..

ATIMI BAĞLADIM İĞDE DALINA , Mehmet Çetin , Agora Kitaplığı , 2006 , 164 sayfa..

ÖLÜ KELEBEKLERİN DANSI.. – Hüsnü Arkan

..Bazen bir şeyin , bir kimsenin yokluğunu duyunca bir acı saplanır ya böğrünüze , dün kitaplara dalmışken aynı şeyi hissettim birden.. Hüsnü Arkan’ın Metis’ten çıkmış ve şu anda baskısı olmayan ‘Ölü Kelebeklerin Dansı’ kitabını aradı gözlerim odalara yığılmış kitapların , kitaplıkların arasında.. Ama yok yok yok.. Savaşta kolunu , bacağını kaybetmiş bir hiç gibiydim adeta.. Baskısı olmayan bu kitabı hangi ‘salaklığımla’ vermiştim onu düşünmeye çalıştım.. Hatırladım , ‘bir arkadaşın arkadaşı’ kitap hakkında çok bahsettiği kız arkadaşına kitabı okutmak istiyordu.. Ben de boş bulunu , o anda hangi kafayı yaşıyorsam vermişim kitabı.. Kitap gidiş o gidiş , bir daha geri gelmedi.. Hüsnü Arkan’ı her dinlediğimde kitabı hatırlıyordum ; acısı , yokluğu çöküyordu üzerime.. Kitabı verdiğim arkadaşın arkadaşını da , arkadaşı da bir daha hiç görmedim.. Görmek de istemem , görürsem acılarımı , hissettiklerimi suratlarına haykıracağım..

Baskısı olmayan kitaplarınızı kimseye vermeyin arkadaşlar , okumak isteyenlere de yanınızda okutun kitapları ne derlerse desinler.. Kitaplar , kitabı sahiplenme , bir kitaplık oluşturma bilincini herkes bilmiyor , anlamıyor , hissetmiyor ama buna sahip olanlara saygı duyun lütfen..

Güzel insan Hüsnü Arkan’ı herkes Ezginin Günlüğü’nden bilir muhakkak.. Ama çoğu kişi onun yazar kimliğini bilmez.. Romanları ve şiirleriyle benim vazgeçemeyeceğim yazarlardandır kendisi.. ‘Ölü Kelebeklerin Dansı’ (1998-Metis) , ‘Menekşeler Atlar ve Oburlar’ ( 2001) , ‘Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer’ (2005) adlı üç romanı , ‘Hiçe doğru’ (2005) şiir kitabı var Hüsnü Arkan’ın..

‘Ölü Kelebeklerin Dansı’ gördüğünüz her kitapçıda (kitapçılarda bulursanız ben kendim size ekstra üç kitap hediye edeceğim , müracaat : aylakadamiz , crockett ) ve sahafta vakit geçirilmeden kapılacak kitaplardandır.. Kaçırmayın , gördüğünüz yerde üzerine atlayın ve parasını öderken okumaya başlayın.. ‘Ölü Kelebeklerin Dansı’nın yeni baskısını kim ve ne zaman yapacak bilmiyorum ama yapacak olan yayınevi büyük övgü alacak okurlara tekrar bu fırsatı sağladığı için fakat benim bildiğim Metis tekrar basıksını yapar bu kitabın. He ya yapar yeni baskıyı Metis , ben şahsımda 100 adet satışına kefilim , kendim yaparım 100 adet satışını , garanti veriyorum.. Zaten günümüzde kitap baskıları 1.000-2.000 arası dolaşıyor maalesef..

‘Ölü Kelebeklerin Dansı’nı gördüğünüz yerde kaçırmayın okuyun , edinebiliyorsanız da hemen alın aylakadamiz ahalisi..

 

Crockett , aylakadamiz..

(Müzik kutusundan Hüsnü Arkan’ın ‘Bir Yalnızlık Ezgisi’ albümünden  ‘Turnalar Nereye Uçar’ı dinleyebilirsiniz , tabi REİS şarkıyı eklemişse..) 

Kitap Künye :

 

Ölü Kelebeklerin Dansı – Hüsnü Arkan , Metis Kitap

144 sayfa..

Kapak Fotoğrafı : Chriss Moore

Kapak Tasarım : Semih Sökmen

İlk Basım (Tek Basım) : Ekim 1998

 Kitaptan Tadımlık : 

       ‘Öldüm ve Tanrı burada da yok! Ne yapabilirim?
       Ölümden sonra da bir hayat var mı? Binlerce yıldır tüm dinler ve felsefi sistemler bu soruya cevap arıyor. Ama daha dehşet verici bir soru sormak mümkün: Ya ölümden sonra bir hayat varsa ve tıpkı bu hayata benziyorsa, aynı sıkıntıları, aynı anlamsızlık duygusunu, aynı çaresizlikleri tekrar tekrar yaşıyorsak?
       Ya ceza ve ödül yoksa?
       Ya bize kalacak olan puslu bir belirsizlikse yalnızca?
       ‘Düşünde kendini bir kelebek olarak gören biri bir kez uyandıktan sonra, bir kelebek olmadığından ve artık düşünde kendini bir insan olarak görmediğinden hiçbir zaman emin olamaz.’
 

“On Altıncı Gün”,

‘İnsan ölünce sesi ateşe, soluğu rüzgâra, aklı aya, özü etere, saçı otlara karışır. Peki insanın kendisi nerde? Elini ver dostum, bu sırrı ancak sana açıklayabilirim.’
– Upanişadlar

 

‘Rab kendi kavminden razıdır.
Hor görülenleri kurtuluşla güzelleştirir.
İnananlar izzet içinde sevinçle coşsunlar
Yataklarında sevinçle mırıldansınlar
Rabbin tekbirleri ağızlarında
Ve ellerinde iki ağızlı kılıçları
Milletlerden öç alsınlar
Ve ümmetleri tedip etsinler
Krallarını zincirlerle bağlasınlar
İleri gelenlerini demir bukağılarla
Ta ki, yazılmış olan hükmü
Onlara karşı yürütsünler.’
– Mezmur

 

Bugün ölümümün on altıncı günü. 26 Nisan 2018…
       Ölümümün on altıncı gününde anılarımı yazmaya karar verdim ben.
       Öldükten sonra karşılaştığım insanlar, anılar evinde gezinmenin bir ölüye hiçbir yarar sağlamayacağını söyledilerse de onlara inanmadım.
       Önce Doktor Sematyen gördü beni. Elimde bir defterle bir kalem vardı, yazacaklarıma başlamak üzere odama gidiyordum.
       “Nereye böyle?” dedi.
       “Hiç,” dedim, “yaşadıklarımı yazmaya gidiyorum.”
       Meğer, bir ölünün anılarını yazması görülmemiş bir şeymiş, hatta saçmalıkmış.
       Bugün öğleden sonra, Doktor Sematyen’le birlikte kaldığımız eve, yani Doktor Sematyen’in evine, genç bir papaz geldi. Söylememe gerek yok, o da bir ölü… Anılarımı yazacağımı duyunca heyecanlandı ve şöyle dedi:
       “Bu konuda Tanrı’nın kesin bir yasak koymuş olduğunu sanıyorum.”
       Bu yasağın hem kesin hem de sanılabilir bir şey oluşunu anlayamadığımı söyledim ona. O zaman Doktor Sematyen araya girdi.
       “Din adamları kutsal kitapların diliyle konuşmaya bayılır,” diyerek durumu açıklamaya çalıştı.
       Aslında ikisinin de kötü niyetli olmadıklarını biliyorum. Acı çekmemi istemiyorlar, hepsi bu. Ölmüş olduğumu hâlâ kabullenemediğimi düşünüyorlar, belki de depresyona girmemden korkuyorlar.
       Oysa yanılıyorlar. Ben anılarımı yazmaya, ölmüş olduğumu, kesin olmasa da şöyle ya da böyle kabul etme noktasına geldiğim bir anda karar verdim. Bu nedenle, yazacaklarım herhalde bir tür kabul bildirgesi olacak. Ya da hiçbir şey olmayacak, ne bileyim? Hayatıma ve ölümüme ait her şeyi anladığım gün yırtıp atacağım belki onları..
       Doktor Sematyen’le daha önce de konuştuk bu konuyu. Yazmamam gerektiğini daha önce de söyledi bana. Bugüne dek onun öğütlerine uydum. Başka türlü de davranamazdım zaten! Benden daha eski bir ölü o. Daha yaşlı, daha deneyimli… Ölülere nelerin acı verdiğini, ruhsal çöküntünün bir ölü için ne anlam taşıdığını biliyor. Onun, ölü töreleriyle gözümü korkutmaya çalışmasını anlayışla karşılıyorum. Fakat öte yandan, kendi yaşamımı, yani kendi ölümümü kendi kararlarımla yönlendirmek istiyorum. Genç bir adamım ben. Serseri ruhlu biri olduğumu kimse söyleyemez ama biraz çaba gösterirsem düşlerimin peşinde koşmayı pekâlâ göze alabilirim.
       Henüz hiçbir şeyden emin değilim; öldüğümden, yaşadığımdan, yaşamış olduğumdan… Tıpkı Sematyen’in sözünü ettiği, çok eski çağlarda yaşamış şairin dediği gibi;
       “Düşünde kendini bir kelebek olarak gören biri bir kez uyandıktan sonra, bir kelebek olmadığından ve artık düşünde kendini bir insan olarak görmediğinden hiçbir zaman emin olamaz.

       Bu sabah uyandığımda, kendimde bir farklılık hissettim. Farkın ne olduğunu tam olarak anlatamayacağımı biliyorum, çünkü tam olarak ben de anlamış değilim.
       Birden uyandım bu sabah. Yataktaydım. Kendimi tuhaf düşünceler içinde kıvranırken yakaladım o anda. Şöyle mırıldanıyordum; bir ölüysem ve hep böyle kalacaksam, bir süre sonra düşüncelerim ve davranışlarım birtakım yeni alışkanlıklarla belirlenecektir. Evet, hayat gibi ölüm de bir alışkanlıktır. Bu yüzden, anılarımı yazmak istiyorsam hemen yapmalıyım bunu, çünkü yarın çok geç olabilir…
       Bir daha karşılaşırsam Sematyen’in papaz dostunun sözlerini de ciddiye almayacağım.
       Aslına bakılırsa, Tanrı ve onun yasaklarıyla ilgili sözleri hiç etkileyici değildi. O, eninde sonunda bir papaz, bu gerçeği Tanrı’ nın kendisi bile değiştiremez. Bulunması gereken yerde o. Olması gereken tarafta. Nasıl düşünmesi uygun görülmüşse öyle düşünüyor. Tanrı’yla öldükten sonra bile hiç karşılaşmamış olmasına rağmen, onun varlığına inanmaktan duyduğu hoşnutluk, kendisine yalnızca aptalca bir gülümseme değil sonsuz bir iç rahatlığı da kazandırmış.
       Deli doktoru Sematyen’e gelince… Şu on altı gün içinde onu yeterince tanıdığımı söyleyebilirim. Herkes bilir ki, aynı evi bir başkasıyla üç gün paylaşan biri, dördüncü gün o bir başkasının dışa vurulmayan iç çekişlerini de duymaya başlar; hatta denebilir ki, bu iki kişinin iç çekişleri günden güne birbirlerininkine benzer.
       Doktor’un içler acısı halinin anlaşılmayacak bir yanı yok aslında. Gördüğüm kadarıyla, bir ateist olarak Tanrı’nın yokluğundan hiç hoşnut değil. Ayrıca, bugüne dek bunu açıkça kimseye söylememiş olması, bunalımını daha da ağırlaştırıyor. Papaz’ın sözlerinin benden çok onu etkilemesi başka nasıl açıklanır?
       “Bazen kutsal kitaplar da doğru söyler,” dedi Papaz gittikten sonra.
       Sanırım bağışlanmayı hazmedemiyor Doktor. Belki de bu yüzden hata yapmadan yaşadığını sanıyor.
       Bir sabah uyandığında inanıvermeye başlayacak sanki. Dini bütün bir adam olacak o gün. Kendinde, hata yapma yeteneğine sahip yeni bir Sematyen keşfedecek, her hatasında Tanrı’ya sığınacak ve sonunda günahkâr ya da işin gerçeği ahlaksız biri olacak; işte bundan korkuyor.
       Bana kalırsa aptalca bir takıntı bu. İlle de bir şeye inanmam gerekiyorsa Tanrı’nın bağışlayıcılığına inanırım ben! Ayrıca inanıyorum da buna. Böylece huzurlu oluyorum. Bir çocuk kadar huzurlu, bir ermiş kadar huzurlu, hatta bir inek kadar huzurlu… Eğer Tanrı’ya inanmış olsaydım, bu inanç herhalde ancak bu kadar huzur verebilirdi bana.
       Sematyen, kendi boşluklarını dolduracak, bazen de kendi kişiliğinin yerine koyabileceği sihirli bir şey arıyor aslında. Hayata bakışı, protez eşya satan bir dükkânın önünde duran kolsuz bir adamın vitrini seyredişine benziyor. Yalnızca hayata değil, ölüme ve Tanrı’ya bakışı da öyle. Onun sorunu Tanrı’nın olup olmaması da değil bence. Tanrı’yı nereye koyacak? İşte bunu bilemiyor. Umutlarının yerine mi, umutsuzluklarının yerine mi?
       Beni, anılarımı yazmaktan vazgeçirebilmek için söylediği şu son sözler, onun bütün bu iç karışıklığıyla nasıl başedebildiğini göstermesi açısından ilginçtir.
       “Bizim durumumuz bir mektubun içeriğine benziyor,” dedi. “Yalnızca ilgilileri ilgilendirdiği için zarfın içinde kalmalı ve hiç açılmamalı. Sen dağıttığın mektupları açıyor muydun?”
       Sırası gelmişken belirteyim, sağlığımda posta dağıtım memuruydum ben. Arada bir, can sıkıntısından başkalarının mektuplarını açıp okuduğum olurdu.
       “Bazen,” diye yanıtladım Doktor’u, “ama her zaman değil.”
       Bu durumda boyun eğmekten başka yapabileceği bir şey yoktu. O da öyle yaptı.
       “Sen ahlaksızsın,” dedi bana.
       Tanrısal huzuru başka şeylerde arayan ateistler için en güvenli yoldur bu; bir şeye boyun eğmen gerekiyorsa kendi ilkelerine göre boyun eğ!
       Yazdıklarımdan, Tanrı’yla aramda sorun olduğu gibi bir sonuç çıkarılmasını istemem. Ondan, böyle gelişigüzel ve ısrarla söz etmemin tek nedeni, acılarımın anlayışla karşılanmasını umut ediyor olmamdır. Öldüm ve Tanrı burada da yok! Ne yapabilirim?..’

Hayal Kırıklıkları Kitabı.. – MARGIT SCHREINER

Hayal Kırıklıkları Kitabı.. – MARGIT SCHREINER

‘..her şeyin eskisi gibi olabileceğini düşünürüz hep.. ama bu doğru değildir.. hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.. hiçbir şey.. kırışıklıklar hiçbir zaman düzleşmeyecektir.. ne duruş bozukluklarımız ne görme , işitme duyularımızdaki zayıflıklar ne de eklemlerimizdeki hasarlar giderilebilir cinstendir.. bir bacak kırığı, her şeyi değiştirir ; tıpkı her burkulma , her deneyim , her aşk ve her sitem gibi.. her şey ardında izini bırakır.. özellikle de hayat..’

MARGIT SCHREINER – Hayal Kırıklıkları Kitabı

Çeviri : Ogün Duman , Metis Yayınları , Nisan 2008 , 115 sayfa.. 

AKSAK RİTİM.. – Gaye Boralıoğlu

AKSAK RİTİM.. GAYE BORALIOĞLU

Bir başyapıt olan ‘MEÇHUL’ün yazarı Gaye Boralıoğlu’ndan yeni bir roman : ‘AKSAK RİTİM’.. 

‘Güldane’nin hüzünlü , yorgun gözleri ağır aksak kırmızı kurdeleden Halil’e doğru kaydı o sıra. ‘Niye gelmedin?’dedi.

Halil irkildi. Bakışlarını koyacak yer bulamadı. Acemice odanın o köşesinden bu köşesine taşıdı. ‘Bilmiyordum ki,’ dedi , ‘beni beklediğini bilmiyordum ki.’

‘Söyledim ya,’ dedi Güldane. ‘Sordum sana. Benimle gelir misin dedim.’

Halil kıpırdandı yerinde. Onunla birlikte kalbi ruhu hafızası da kıpırdandı ağır ağır. Hep sormak istediği sorunun vakti gelmişti işte :

‘O gerçek miydi?’

Güldane gülümsedi. ‘Gerçekti ya,’ dedi. Hem de en hakikisinden.’

Halil de gülümsedi o zaman. Sonra bir hüzün çöktü omuzlarına. ‘Ben’ dedi ‘Bilemedim ki. Hiç. Var mısın. Yok musun.’

Güldane o zaman elini uzattı, Halil’in avucunun içine koydu. Halil’in avucu bir yangın yerine döndü o an; hem de en felaketinden.

Güldane gözlerini Halil’e dikti: ‘Ya şimdi,’ dedi ‘var mıyım yok muyum?’

Halil de dimdik , cesaretle , inançla ona baktı. Ne var ki görüntü bulutlanıyordu. Ağlayacak mıydı ne  ? Ama sesi dümdüz , sahici, şüphesiz çıktı.’

‘Varsın!’dedi..’

AKSAK RİTİM– Gaye Boralıoğlu

İletişim Yayınları , 236 sayfa , Ekim 2009

Küçüklere ve büyüklere hediye edilebilecek en güzel kitap: KÜÇÜK PRENS..–Antoine De Saint-Exupéry (1943)

KÜÇÜK PRENS.. – ANTOINE DE SAINT-EXUPERY (1943)

‘Bir yıldızda yaşayan bir çiçeği seviyorsanız, geceleyin yıldızlara bakmak hoştur. Ve geceleri gökyüzüne bakarsın. Her şeyin çok küçük olduğu gezegenimi gösteremem sana.. Belki böylesi daha iyi. Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin..’ 

 

VI 

Ah , Küçük Prens , böylece senin o hüzünlü yaşamını yavaş yavaş anladım. Uzun süre seni eğlendiren tek şey günbatımlarının hoşluğu olmuş. Bu yeni ayrıntıyı, dördüncü gün , sabahleyin bana şöyle söylediğinde öğrendim :

– Günbatımlarını çok seviyorum. Haydi bir günbatımı seyretmeye gidelim..

– Ama beklemek gerek..

– Neyi ?

– Güneşin batışını..

Önce çok şaşırmış gibi göründün , sonra kendine güldün. Ve bana dedin ki :

– Kendimi hep gezegenimde sanıyorum!

 

Elbette , Amerika’da vakit öğlenken herkes bilir güneş Fransa’da batıyordur. Günbatımını seyretmek için bir iki dakika içinde Fransa’ya gidebilmek yeterli. Ne yazık ki Fransa çok uzakta. Ama senin o küçücük gezegeninde altındaki sandalyeni biraz öteye götürmen yeterli olur. Böylece ne zaman canın istese günbatımını seyredebilirsin..

– Bir gün güneşin kırk üç kez battığını gördüm ! demiştin bana..

Biraz sonra da eklemiştin :

– Biliyor musun.. İnsan çok üzgün olunca günbatımlarından hoşlanır..

– Demek kırk üç kez gün batımını gördüğün gün son derece üzgündün öyle mi ?

Ama küçük prens yanıt vermedi..

 

VIII

 

..

İşte , Küçük Prens sevgisinde iyi niyetliydi , ama çiçekten çabucak kuşkulanmıştı. Önemsiz sözcükleri ciddiye almış ve çok mutsuz olmuştu.

‘Onu dinlememeliydim, dedi bana bir gün itirafta bulunarak , çiçekleri hiçbir zaman dinlememek gerekir.. Onları seyretmeli, koklamalı. Benim çiçeğim gezegenimi güzel kokularla dolduruyordu, ama bundan sevinç duymayı bilemedim. Beni çok sinirlendiren kaplan pençeleri ile ilgili o söze gelince , bu da aslında bende acıma duygusu uyandırmalıydı..’

Şöyle eklemişti :

– O zaman hiçbir şey anlayamamışım ! Onu sözlerine göre değil , eylemlerine bakarak değerlendirmeliydim.. Beni güzel kokulara boğuyor , bana ışık saçıyordu.. Hiçbir zaman onu bırakıp kaçmamalıydım ! O küçük hilelerinin ardındaki sevgisini görmeliydim.. Çiçekler öyle değişik ki ! Ama ben o sıralar onu sevmeyi bilemeyecek kadar küçüktüm..’ 

 

XII

 

Küçük Prensin gittiği bir sonraki gezegende bir ayyaş oturuyordu. Bu ziyaret çok kısa sürdü , ama Küçük Prens’in içine de büyük bir hüzün çökmesine yol açtı..

– Ne yapıyorsun sen orada ? dedi ayyaşa.. onu biri sürü boş , bir sür de dolu şişenin karşısında sessizce oturur durumda bulmuştu..

– İçiyorum , dedi üzüntülü bir halde ayyaş..

– Neden içiyorsun ?

– Unutmak için..

– Neyi unutmak için ? diye sordu acımaya başladığı ayyaşa Küçük Prens.

– Utancımı unutmak için , dedi ayyaş , başını eğerek..

– Neyin utancını ? diye sordu Küçük Prens ; yardım etmek istiyordu..

– İçmenin utancını , dedi sonunda ayyaş ve tam bir sessizlik içine gömüldü..

Şaşırıp kalan Küçük Prens çekip gitti..

‘Büyükler hiç kuşku yok çok tuhaf oluyor..’ dedi içinden , yolculuğu boyunca..

(Türkçesi : YAŞAR AVUNÇ , MAVİBULUT  YAYINLARI , 2007-Ağustos)

KÜÇÜK PRENSAntoine de Saint-Exupéry
Çizer: Joann Sfar  , Çeviren: Saadet Özen , Turkuvaz Kitap..

Bu ikinci kitapta ‘KÜÇÜK PRENS’ , JOANN SAR’ın çizgileriyle çizgi roman olarak karşımıza çıkıyor. Turkuvaz Kitap tarafından yayınlandı , kaçırılmayacak bir kitap..

Geçmişten günümüze : İNSANLARA İNANMAK.. – SABAHATTİN ALİ

İNSANLARA İNANMAK..

Yalancının en büyük azabı ; sözlerine kimsenin inanmaması değil , kendisinin kimseye inanmaması imiş..

Ne kadar doğru. Kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünmeyen , dünyada , bütün varlıklarını , kendi hasis emellerini doyurabilmeye harcayan zavallılar , bu dünyada , – sadece rahat gönülle yaşayabilmek için de olsa,- bazı insanların rahatlarından  , saadetlerinden , hatta selametlerinden fedakarlık etmeyenlerin başka insanların hayrına çalışabileceğine akıl erdiremiyorlar..

Ruhlarını ve yediklerini , hoş bir hayat , birkaç lokma nefis yemek , üç beş bardak keskin içki ve bir miktar cep harçlığı mukabilinde , insanlığın ve bu meyanda kendilerinin içerde ve dışarıdaki düşmanlarına satmış veya kiralamış bulunan biçareler , bütün bu nimet saydıkları şeylerin , bir fikir uğruna insanlığın hayrına serpilebileceğine , insanın kendini hakikatlere gönül vermesini yalanlara satmasından daha mesut edici olabileceğine inanamıyorlar..

Ama biz , akrep gibi kendi kendilerini zehirleyen bu adamlara kızmıyor , aksine , onları bu hale getiren sakatlıkları ortadan kaldırmak için savaşıyoruz..

Çünkü hayattaki bütün doğru ve güzel varlıklara inanmayan gözlerle bakan bu insanların ruhlarındaki hazin boşluk, bugünkü insanlığın ibret verici bir aynasıdır. İnsanların insanları seveceği ve insanlara inanacağı günü yaklaştırmak için çalışmakta devam edeceğiz..

 

SABAHATTİN ALİ

(ALİ BABA , 2. sayı , 2 Aralık 1947)

(Yapı Kredi Yayınları , Markopaşa Yazıları ve Ötekiler , 1998)

Charles Bukowski ve bir şeyler üzerine .

 
BARLAR ÜZERİNE:
Barlara pek gitmiyorum artık. Sistemimden çıkardım onları. Şimdi bir bara girdiğimde öğürüyorum, O kadar çok bar gördüm ki, yetti bana -gençken yapılacak iştir bara gitmek, biliyor musun, bir hatun kaldırmaya çalışmak, birileriyle dövüşmek filan, bütün o maço saçmalık – benim yaşımda yapılacak iş değil. Barlara işemek için giriyorum artık. Yıllarımı geçirdim barlarda. Bara girip kusmak için doğru helaya giderdim, oraya varmıştı iş.
 
 
ALKOL ÜZERİNE:
Alkol bu dünyaya gelmiş en muhteşem şeylerden biri muhtemelen -beni saymazsak tabii ki. Evet… bu dünyaya gelmiş en muhteşem iki şeyi saptadık. İşte… iyi anlaşırız ben ve alkol. Çoğu insan için yıkıcıdır. Ben onlardan biri değilim. En yaratıcı yazılarımı sarhoşken yazmışımdır. Kadınlarla bile, ben biraz çekingenimdir sevişme konusunda, bu yüzden alkol bana cinsel olarak daha özgür olma olanağı tanımıştır. Alkol özgürlüktür benim için, çünkü ben esas olarak içine kapanık, mahcup biriyim, oysa alkol bana bir kahraman olma, pervasızca işler yapıp uzay ve mekanda uzun adımlarla yürüme fırsatı tanır… bu yüzden seviyorum… evet.

SİGARA İÇMEK ÜZERİNE:

Seviyorum sigara içmeyi. Duman ve alkol birbirlerini dengeliyor. Eskiden deli gibi içtikten sonra uyanırdım ve ellerim nikotinden sapsarı olurdu, eldiven gibi… kahverengi nerdeyse… içimden, ” Hasiktir… ciğerlerim ne haldedir kim bilir? Aman Allahım!” diye geçirirdim..
 

DÖVÜŞMEK ÜZERİNE:
En iyisi kimsenin döveceğini tahmin etmediği birini dövmektir. Öyle biriyle kapıştım bir keresinde, bana kafa tutup duruyordu. “Tamam lan, gel bakalım,” dedim. Fos çıktı herif -hiç zorlanmadan marizledim. Yerde öylece yatıyordu. Burnu kan içinde filan. Şöyle dedi bana: “Hay Allah, o kadar ağır hareket eden birisin ki seni kolaylıkla pataklarım sanmıştım. Ama dövüş başlayınca ellerini göremedim, o ne hızdı öyle. Ne oldu?” Ben de, “Bilmiyorum, moruk, bu iş böyledir,” dedim. Saklarsın. O an için saklarsın.

KEDİLER ÜZERİNE:
Kedilerin arasında olmak çok iyidir. Kendini kötü hissediyorsan kedilere bakar ve kendini çok daha iyi hissedersin, çünkü onlar her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu bilirler; öyle fazla heyecanlanmak ya da üzülmek için bir neden yok. Onlar bunu bilirler. Kurtarıcıdır kediler. Ne kadar çok kedin varsa o kadar uzun yaşarsın. Yüz kedin varsa on kedin olduğunda yaşayacağının on katı daha uzun yaşarsın. Bu gerçek bir gün keşfedilecek ve herkesin binlerce kedisi olacak ve kimse ölmeyecek. Gerçekten çok saçma.

KADINLAR VE CİNSELLİK ÜZERİNE:
Şikayet etme makineleri diyorum ben onlara. Erkek ağzıyla kuş tutsa yaranamaz kadına. Bir de isteri krizlerini hesaba katarsan… unut gitsin. Dışarı çıkıp arabaya atlar ve gazlarım, nereye olursa. Yoktur başka yolu. Yapıları farklı galiba, değil mi? İsteri krizine girerler… konuşamazsın. Sen gitmeye kalkarsın, anlamazlar. (Bir kadının tiz sesiyle) NEREYE GİDİYORSUN? “Kaçıyorum burdan, bebeğim!” Benim kadın düşmanı olduğumu düşünüyorlar, ama değilim. Kitaplarımı okumayıp duyduklarıyla karar veren insanlar bunlar. “Bukowski kadın düşmanı bir domuzdur!” Bunu duyuyorlar ama işin aslı nedir diye merak etmiyorlar. Evet, zaman zaman kadınları aşağıladığım doğru, ama erkekleri de aşağılıyorum. Hatta herkesten çok kendimi aşağılarım. Birinin aşağılanmayı hak ettiğini düşünüyorsam aşağılarım -erkek, kadın, çocuk, köpek, fark etmez. Kadınlar fazla hassas, ayrımcılığa maruz kaldıklarını sanıyorlar. Onların sorunu da bu.


İLKİ:
İlkini düzmek gerçekten tuhaftı -bilmiyordum- bana yalamayı filan öğretti. Hiçbir şey bilmiyordum. “Hank,” dedi, “büyük bir yazarsın, ama kadınlar hakkında bir bok bilmiyorsun!” Ben de, “Ne demek istiyorsun, bir sürü kadınla düzüştüm ben,” dedim. “Hayır, bilmiyorsun, izin ver de sana öğreteyim,” dedi. “Pekala,” dedim. Sonra, “Sen çok iyi bir öğrencisin, hemen kapıyorsun,” dedi. Bu kadar -(Biraz utanıyor. Ayrıntılardan değil, hatırlamanın duygusallığından daha çok.) Ama yarık yalamak filan bir süre sonra insana kendini uşak gibi hissettiriyor. Kadınları memnun etmek hoşuma gidiyor, ama… Cinsellik çok abartılıyor, moruk. Seks sadece abazansan harika.

AIDS’DEN ÖNCE SEKS VE EVLİLİĞİ ÜZERİNE:

Hayatımın yarısı yatakta geçiyordu bir ara. Bilmiyorum, bir trans haliydi galiba, düzüşme transı. Düzüş, düzüş… (gülüyor)… Öyleydim! (gülüyor)
Ve kadınlar, birkaç laf ettikten sonra bileklerinden kavrarsın, “Hadi, güzelim.”Yatak odasına götürüp düzersin. Ve itiraz etmezler, moruk. O ritme girdikten sonra takılırsın. Çok fazla kadın var ortalıkta. İyi görünürler, ama kopmuşlardır. Tek başlarına yaşarlar, işe giderler, eve dönerler… Birinin onları öyle götürmesi büyük şeydir onlar için. Bir de oturup içiyor ve konuşuyorsa, iyi vakit geçiriyorlar demektir. İyiydi… şanslıydım. Çağdaş kadınlar… söküklerini dikmezler ama… onu unut.

YAZMAK ÜZERİNE:
Küçük bir kıza tecavüz eden bir adamın bakış açısından bir öykü yazdım. İnsanlar beni suçladılar. Biri söyleşiye geldi. “Küçük kızlara tecavüz etmekten mi hoşlanırsınız?” diye sordu. “Tabii ki, hayır,” dedim, “ben hayatı fotoğraflarım.” Yazdığım bir sürü şey yüzünden başım belaya girdi. Öte yandan, bela kitap sattırır. Ama, işin esasına inersek, ben kendim için yazarım. (Sigarasından derin bir nefes çekiyor.) Böyle. “Duman” benim, kül küllüğün… budur yayınlanmak.
Asla gündüz yazmam. Çıplakken alış veriş merkezinde koşmak gibi bir şey gündüz yazmak. Herkes seni görür. Gece… işte o zaman numara çekebilirsin… sihir..

ŞİİR ÜZERİNE:
İlkokulun bahçesindeyken “şair” ya da “şiir” sözcüğü telaffuz edildiğinde bütün çocuklar gülüp alay ederlerdi. Şimdi anlıyorum nedenini, çünkü sahte bir üründür şiir. Yüzyıllardır sahte, züppe ve kökleşmiş. Aşırı-hassas. Aşırı-değerli. Çöp yığını bana sorarsan. Yüzyıllardır şiir niyetine çöp üretiliyor. Sahtekarlık, kalpazanlık.
Birkaç iyi şair var tabii ki, beni yanlış anlama. Li Po adında Çinli bir şair var örneğin. Çoğu şairin kendi bokuyla on iki-on dört sayfada katamayacağı kadar duygu, gerçeklik ve tutkuyu dört-beş yalın dizeye sığdırabilen bir şair. Şarapçıydı da üstelik. Şiirlerini tutuşturup nehirde yüzdürür, şarap içermiş. İmparatorlar onu çok severmiş, çünkü ne dediğini anlarlarmış… Ama, tabii ki, sadece kötü şiirlerini tutuştururmuş. (gülüyor)
Benim yapmaya çalıştığım, affına sığınarak, hayatın fabrika işçisi boyutunu edebiyata katmaktır… işten eve döndüğünde dırdır eden karısı. Sıradan insanın gündelik gerçekliği… yüzyılların şiirinde pek söz edilmeyen bir şey. Yüzyılların şiirinin bok olduğunu söylediğim kayıtlara geçsin. Utanç verici..

CELİNE ÜZERİNE:

Celine’i ilk okuduğumda yatağa bir kutu Ritz krakerle girmiştim. Onu okurken bir yandan da kraker yiyordum. Sonra gülmeye başladım, krakerleri çatır çatır yerken bir yandan da kahkaha atıyordum. Bir solukta okudum romanı. Bir kutu krakeri bitirdim, moruk. Kalkıp su içtim. Görmeliydin beni. Kımıldayamıyordum. İyi bir yazar işte böyle yapar adamı. Öldürür nerdeyse… kötü bir yazar da.

SHAKESPEARE ÜZERİNE:
Okunurluğu zayıf ve fazlasıyla abartılmış bir yazar bence. Ama kimse bunu duymak istemiyor. Görüyor musun, tapınaklara saldıramıyorsun. Yüzyıllarla yerleşmiş bir yazar Shakespeare. “Kanımca bilmem kim kötü bir aktör!” diyebiliyorsun. Ama Shakespeare boktan bir yazardır diyemiyorsun. Bir şey ne kadar eskiyse züppeler ona o kadar yapışır, vantuz gibi. Züppeler bir şeyin emniyetli olduğunu hissetmesinler… yapışırlar. Onlara gerçeği söylediğin zaman da delirirler. Kaldıramazlar. Bütün düşünce sistemlerine saldırmış olursun. Tiksindiriyorlar beni.

OKUMAKTAN EN ÇOK HAZ DUYDUĞU ŞEY ÜZERİNE:
The National Enquirer’da şöyle bir şey okudum: “Kocanız eşcinsel mi?” Linda bir keresinde bana, “İ**e gibi sesin var!” dedi. Ben de, “Öyle mi, hep merak ederdim,” dedim. (Gülüyor) Bu makale şöyle devam ediyor. “Kaşlarını yoluyor mu?” İçimden, ha***r, ben bunu hep yapıyorum, diye geçirdim. Artık ne olduğumu biliyorum… İ**eyim! Tamam. The National Enquirer’a bana ne olduğumu söylediği için müteşekkirim.

MİZAH VE ÖLÜM ÜZERİNE:
Çok az mizah var. Sıkı mizahçı diyebileceğim son adam James Thurber’dı. Ama mizahı o kadar muhteşemdi ki gözardı edildi. Bu adam çağın psikolog/psikiyatr’ı diyebileceğimiz biriydi. Kadın erkek ilişkisini çözmüştü. Her derde deva. Mizahı o denli gerçekçidir ki çılgınca rahatlama çığlıkları olarak çıkar kahkahalar içinden. Thurber’dan başka kimse gelmiyor aklıma… Bende de bir parça var… Onunki gibi değil ama. Benimkine mizah denmez aslında. Ben ona… “komik bir uç,” diyorum. Tutkunum o komik uca. Ne olursa olsun… mutlaka saçma ve gülünç bir tarafı vardır. Nerdeyse her şey gülünçtür. Biliyorsun, her gün sıçarız. Bu da saçma sapandır. Öyle değil mi sence? İşemek zorundayız, yemek yemek zorundayız, kulaklarımızdan bal mumu çıkıyor, kaşınıyoruz. Gerçekten çirkin ve aptalca, biliyor musun?
Ucubeyiz. Bunu idrak edebilsek kendimizi sevmeyi becerebileceğiz belki… içimizde dolanan bağırsaklarımızla, birbirimizin gözlerine bakıp, “seni seviyorum,” derken içimizde yavaşça karbona dönüşen bokumuzla… ve birbirimizin yanında osurmayız. Her şeyin komik bir yanı var…
Sonra da ölürüz. Ama, ölüm bizi hak etmiyor. Biz ölüme bütün delilleri gösterdik, ama o bize tek bir delil bile göstermedi. Doğarak hayatı hak mı ettik? Hayır, ama o orospu çocuğu ensemize yapışıyor. Kızıyorum ölüme. Hayata da kızıyorum. İkisinin arasında sıkışıp kalmış olmaya kızıyorum. Kaç kez intihara kalkıştığımı biliyor musun? Zaman tanı bana. 66 yaşındayım henüz. Hâlâ çalışıyorum.
İntihar kompleksin varsa hiçbir şey seni rahatsız etmez… Hipodromda kaybetmek dışında. O insanın canını sıkıyor. Neden acaba?… Çünkü hipodromda yüreğini değil de beynini kullanıyorsun.
Hayatımda hiç ata binmedim.
Beni asıl ilgilendiren doğru veya yanlış karar vermek, atlar umurumda değil.

HİPODROM ÜZERİNE:
Bir ara hayatımı hipodromda kazanmayı denedim. Acı verici. Heyecan verici. Her şey sınırdadır -kira- her şey. Ama, fazla ihtiyatlı olmaya başlıyorsun… aynı şey değil.
Bir keresinde tam dönemecin önünde oturuyordum. On iki at vardı o koşuda ve dönemece geldiklerinde kopma yoktu, sıkı bir grup halinde koşuyorlardı. Çılgın bir görüntüydü. Atların kıçlarına baktım ve içimden, “Delilik bu, tam bir delilik!” diye geçirdim. Ama dört yüz-beş yüz dolar kazandığın günler de vardır, arka arkaya sekiz koşuyu bilirsin ve kendini Tanrı gibi hissedersin, her şeyi biliyormuş gibi. Her şey bu işin bir parçasıdır.
(Bana dönüyor)
CB: Bütün günlerin iyi geçmez, değil mi?
SP: Hayır.
CB: Bazı günler iyi mi?
SP: Evet.
CB: Çoğu mu?
SP: Evet.
(Kısa bir sessizlikten sonra şaşırmış bir biçimde gülüyor)
CB: Sadece birkaçı demeni bekliyordum… Hayal kırıklığına uğrattın beni!

İNSANLAR ÜZERİNE:

İnsanlara fazla bakmam. Rahatsız edicidir. Birine çok fazla bakarsan onun gibi olmaya başlarsın derler. Zavallı Linda.
Fazla gereksinim duymam insanlara. Beni doldurmazlar, boşaltırlar. Kimseye saygı duymuyorum. Böyle bir sorunum var… Yalan söylüyorum, ama inan, doğru.
Hipodromdaki parkçı çocuk iyidir. Bazen, hipodrom çıkışında şöyle bir konuşma geçer aramızda:
“Hey, n’aber, moruk?” diye sorar.
“Bıçağı gırtlağıma dayamak üzereyim… Beyaz bayrağı sallamaya hazırım. Benden bu kadar.”
“Adam sen de! Bir gece birlikte çıkıp içelim. Bu geceye ne dersin? Birkaç kişiyi marizleyip birkaç hatun düzeriz.”
“Şu işi bir düşüneyim, Frank.”
“Biliyor musun, işler ne kadar sarpa sararsa, ben o kadar akıllanırım.”
“Sen hayli akıllı bir adam olmalısın, Frank.”
“İyi ki seninle gençliğinde tanışmamışız.”
“Evet, biliyorum ne diyeceğini. İkimiz de şimdi San Quentin Hapishanesi’ndeolurduk.”
“Doğru!”

HİPODROMDA TANINMAK ÜZERİNE:
Geçen gün tribünde oturuyordum, birinin bana baktığını hissettim. Başıma gelecekleri bildiğimden yer değiştirmek için ayağa kalktım. “Affedersiniz?” dedi. “Evet, ne istiyorsun?” diye sordum. “Siz Bukowski misiniz?” dedi. “Hayır!” dedim. “İnsanlar bunu size sürekli soruyorlardır herhalde?” dedi. “Evet!” dedim ve uzaklaştım. Biliyorsun, daha önce de tartıştık bunu. Mahremiyet gibisi yoktur. Ben insanları severim, biliyorsun. Kitaplarımı sevmeleri filan güzel… Ama ben kitap değilim, anlıyor musun? Ben o kitapları yazan kişiyim, ama yanıma gelip başımdan aşağı gül yaprakları filan dökmelerini istemiyorum. Soluk almak istiyorum. Benimle takılmak istiyorlar. Beraberimde birkaç çılgın fahişe getireceğimi, birilerini yumruklayacağımı filan düşünüyorlar herhalde. Öyküleri okuyorlar! Lanet olsun, o anlattıklarım yirmi yıl önce, otuz yıl önce olmuş şeyler, birader!

Çeviri :  Avi Pardo
“Güneşe Uzan”dan, Parantez yayınları ..

‘Ey Türk Faşisti..’ – AZİZ NESİN

 

‘..Ey Türk Faşisti!
Birinci vazifen Türk matbaalarını yıkmak, makineleri ısırmak, demirleri dişleyip duvarlara saldırmaktır. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli, gazeteleri çamurlara serip, üzerlerinde ağzın köpürünceye kadar tepinmektir. Bu temel partinin hazinesidir..

Bir gün nümayiş yapmak için emir alırsan, bütün polisleri yanı başında bulacaksın.

Meydanlarda, kitaplarını yaktığın, namuslu insanlar, bütün dünyada eşi emsali görülmemiş şekilde işkenceye tabi tutulabilirler. Emniyet müdürlüğümüzde dövülebilir. Demir ahmet tarafından sövülebilir. Bütün malları mülkleri zaptedilmiş, matbaaları yakılmış, gazeteleri kapatılmış, evleri tarumar edilmiş , çoluk-çocuğu dağıtılmış , haneleri işgal, kendileri perişan edilmiş olabilir.

Bütün bu şartlardan daha elim ve daha vahim olmak üzere, Amerika’dan borç dahi alınabilir. hatta bu borç alınan paralar ziyafetlerde yenebilir.

Ey faşist yumurcakları ! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi bütün bu yapılanları kafi görmeden, vazifen matbaaları yıkmak, makineleri ısırmak, namuslu vatanperverleri parçalamaktır. Muhtaç olduğun kazma, balta halk partisinin ambarlarında mevcuttur..’

Zincirli Hürriyet sayı -1 / 5 şubat 1948

Aziz Nesin ustanın ‘Tan Gazetesi baskınından’ sonra kaleme aldığı yazıdır yukarıdaki yazı.. Rivayetlere göre sonranın ‘büyük demokratları’ Süleyman Demirel ve Turgut Özal’da bu baskında yer almıştır (bunu yazanlardan birisi de ‘Can Baba’dır).

Altmış yılı aşkın zaman geçmiş ‘Tan Gazetesi baskının’ üzerinden ama faşistler aynı hızdalar bazı farklarla : her yerdeler ve kılık değiştirmişler.. ‘İçinde yaşamayı seçtiğimiz hapishanelerimizde’ (Doris Lessing) bile rahat , huzur , nefes alma hakkı vermiyorlar.. Mevcut egemenler ya da egemen olmak isteyenler insanlar kendi istedikleri tarzda yaşasınlar , düşünsünler istiyorlar.. Hepsi yalancılar , doğuştan yalancılar..  (‘..insanlar kahramanları oynuyorlar ; çünkü korkaklar… azizleri oynuyorlar ; çünkü kötü ruhlular.. suikastçiyi oynuyorlar ; çünkü yanı başlarındaki komşularını öldürmek için yanıp tutuşuyorlar.. insanlar oynuyorlar ; çünkü doğuştan yalancılar..’ – J. P. SARTRE)

İnanmıyoruz hiçbirinize.. Rahat bırakın bizi  ‘içinde yaşamayı seçtiğimiz hapishanelerimizde’..

Hiçbir duvar insanlığı sonsuza kadar hapsedemez , özgürlük düşüncesine hiçbir zaman sonsuza kadar gem vurulamadı , gem vuramadı.. Egemen güçlerin ya da egemen güç adaylarının ‘rıza üretim aygıtları’ , propaganda makineleri ve borazancıları da sonsuza kadar kandıramayacaklar insanlığı ‘demokrasi yalanıyla’..     

Yanı ba-şı-mız-da , her yer-de-ler.. Muhabbet ustası , güzel insan Hasan Işık üstadın dediği gibi ‘Hepsi arkadaşımız , hepsi …’

Bir kez daha burada güzel insan Ingeborg Bachmann’ın sözünü tekrarlayarak bitireceğim : ‘..Faşizm , atılan ilk bombalarla başlamaz , her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm , insanlar arasındaki ilişkilerde başlar , iki insan arasındaki ilişkide başlar..’

YABANCI.. – ALBERT CAMUS

ALBERT CAMUS’nün ilk eseri YABANCI’dan aylakça seçmeler.. Neeee.. YABANCI’yı hala okumayanlar mı var aaaaaaa ? Mersault okumayanlara diyor ki : ‘okusanız da okumasanız da farketmez benim için , okusanız da okumasanız da ben vardım ve sonsuza kadar buradayım , farketmez..

 

‘..akşam, marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. ‘bence bir, ama istersen evleniriz’ dedim. o zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. bir başka sefer de söylediğim gibi: ‘bunun bir anlamı yok ama, her halde sevmiyorumdur’ diye cevap verdim. bunun hiçbir önemi olmadığını, isterse evlenebileceğimizi söyledim. zaten isteyen kendisiydi, ben sadece evet demekle yetiniyordum. o zaman, marie ‘evlilik ciddi bir şeydir’ dedi. ben de ‘değildir’ diye cevap verdim. bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı. sonra yine konuştu: ‘aynı şekilde bağlı olduğun bir başka kadın sana aynı teklifi yapsa kabul eder miydin, onu öğrenmek istiyordum’ dedi. ‘elbette ederdim’ dedim. o zaman ‘ben seni seviyor muyum acaba’ diye sordu. ben de ‘bu hususta hiçbir fikrim yok’ diye cevap verdim. yine sustuktan sonra, ne kadar tuhaf bir adam olduğumu, beni muhakkak ki bunun için sevdiğini, ama belki günün birinde yine aynı sebeplerden benden nefret edebileceğini mırıldandı. bunlara ekleyeceğim bir sözüm olmadığı için susuyordum. gülümseyerek kolumu tuttu, ‘seninle evlenmek istiyorum’ dedi. ben de ‘ne zaman istersen evleniriz’ diye cevap verdim.’

  

‘..ikimizde koltuklarımıza kurulduk.. sorgu başladı. Önce bana : ‘sizin için sessiz ve biraz içine kapanık bir mizaç sahibi diyorlar ne dersiniz ? ‘ dedi. Ben : ‘hiçbir zaman söyleyecek fazla sözüm yoktur , onun için susarım’ dedim..’

 

‘..öyle ki, birkaç hafta sonunda, sadece odamdaki eşyaları bir bir saymakla saatlerimi eşeledikçe, iyi tanımadığım, unuttuğum şeyleri de bulup çıkarıyordum. o zaman anladım ki, dışarıda bir gün yaşamış olan bir insan, cezaevinde hiç sıkıntı çekmeden bin yıl yaşayabilirdi. canı sıkılmayacak kadar anıları olacaktı. bir bakıma bu da bir kazançtı..’

‘..şilteyle karyolanın tahtası arasında kumaşa hemen hemen yapışmış , sararıp şeffaf hale gelmiş bir eski gazete parçası bulmuştum. Bunda , baş tarafı eksik olan bir polis olayı anlatılmaktaydı. Olay çekoslavakya’da geçmişti herhalde. bir adam para kazanmak için çek köyünden kalkıp yola çıkmıştı. Yirmi beş yıl sonra zengin olmuş, karısı ve bir çocuğuyla beraber memlekete dönmüştü. doğduğu köyde annesi, kızkardeşiyle beraber bir otel işletmekteydi. adam bunlara sürpriz olsun diye karısıyla çocuğunu başka bir otele bırakıp annesinin işlettiği otele gitmiş, fakat içeriye girdiği zaman annesi onu tanımamıştı. adam şaka olsun diye bir oda tutmuş, sonra cebindeki parayı göstermişti. geceleyin annesiyle kızkardeşi kafasına çekiçle vura vura adamcağızı öldürüp parasını çalmışlar, ölüsünü ırmağa atmışlardı. sabahleyin karısı çıkagelmiş, işin içyüzünü bilmeden, yolcunun kim olduğunu onlara anlatmıştı. bunun üzerine anne kendini asmış, kızkardeş bir kuyuda intihar etmişti. Bu hikayeyi  belki binlerce defa okudum.Bir yandan inanılmaz şeydi bu. öbür yandan da doğaldı . yolcunun herhalde biraz hak ettiğini düşünmüştüm. İnsan hiçbir zaman böyle şakalar yapmamalı..’

‘..fakat herkes bilir ki , hayat , yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim; çünkü her iki halde de gayet doğal olarak başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu , binlerce yıl devam edecektir. sözün kısası bundan daha açık bir şey yoktu. şimdi yahut yirmi yıl sonra olsun, ölecek olan hep bendim. o anda yapmakta olduğum muhakemede beni bir parça rahatsız eden şey, yirmi yıl daha yaşamak düşüncesiyle içimde duymakta olduğum o korkunç hamleydi. fakat bu hamleyi yatıştırmak için de, nihayet o gün gelip çatınca düşüncelerimin neler olacağını hayal etmekten başka yapacak işim yoktu. insan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nerede olacağının önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu..’ 

‘..sonra belki hastalanmış veya ölmüş olacağı da aklıma gelmişti.. olağan şeylerdi bunlar. ama , şimdi birbirlerinden ayrı vücutlarımız dışında , bizi hiçbir şey birbirimize bağlamadığına ve birimizi ötekine hatırlatmadığına göre , nasıl bilebilirdim bunu ? zaten o andan itibaren marie’nin anısının beni ilgilendirmemesi gerekirdi.. ölmüşse , artık bana neydi bundan ? ben öldükten sonra herkesin beni unutmasını nasıl doğal buluyor idiysem , bunu da öylece doğal buluyordum.. onların benimle ilgileri kalmamıştı artık.. böyle bir şeyi düşünmenin acı olduğunu bile söyleyemezdim.. sonuç olarak insanın sonunda alışamayacağı düşünce yoktur..’

‘..bakışları titremiyordu. ‘hiç mi umudunuz yok, ölüp bütün bütün yok olacağınız düşüncesiyle mi yaşıyorsunuz ? ‘ diye sorduğu zaman sesi de titremedi. bu sorusuna ‘evet,’ diye karşılık verdim. bunun üzerine başını önüne eğdi ve yine oturdu. ‘size acıyorum,’ dedi. ona göre, bu, bir insan için dayanılması olanaksız bir şeydi. bense yalnız canımı sıkmaya başladığını hissettim’

 

‘..ne kadar da söylediklerinden emin görünüyor değil mi? oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. yaşadığından bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum , ama kendimden emindim, her şeyden emindim, hem ondan çok daha emindim. yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. evet, bundan başka bir şeyim yoktu benim. ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim..’

ALBERT CAMUS – YABANCI

(YABANCI’nın VARLIK yayınları veya CAN yayınlarından çıkan  çevirilerinden birisini hemen alıp okuyun , daha önce okuduysanız da yine de alıp birine hediye edin okutun , yabancı kalmasın kimse YABANCI’ya.. gerçi farketmez , okuyan okur okumayan okumaz..)  

 

QPR

Bu yazıyı bu site için yazan sevgili dostum Altan ‘ a teşekkürlerimle , Daha fazlasi için http://pubyuvadir.blogspot.com  adresini ziyaret edebilirsiniz .

Bazen , yani bazı zamanlar , pek sık değil aslında , arada sırada da diyebilirim …

Ne anlatacağımı unuttum . Neyse , her zaman anlatacak şeyler vardır .

Elimde ufak bir çanta Kadıköy’de Martı birahanesinde oturmuş hafta içi oynanan İtalya Kupası maçlarından birini izliyordum . İnter ve rakibi . San Siro’da oynanıyordu ve maçı yayınlayan televizyonun yönetmeni maçtan çok yedek kulübesini göstermiyordu . Çünkü artist Maurinho o sıralarda Londra’da şebek suratlı Rus milyoner ile votka içmekle meşguldü . İnter’in başında ise şu sıralarda Manchester’da araplarla hurma yiyen Manchini vardı . Globalizm …

 İtalyan takımları özellikle birbirleriyle oynarken hiç çekilmiyorlar . Ama karşı takım mesela bir Hollanda veya İspanyol takımı ise , o güzelim hücumcu takımı iki kontra atakla nasıl yendiklerini zevkle izleyebilirsiniz . Ve maç sonunda rakibin suratında binlerce yıllık insan medeniyetinin en tanıdık ifadesini görebilirsiniz , çaresizlik … Tıpkı tam o sırada benim suratımda görebileceğiniz gibi . Eğer bir gün yanında bir el valiziyle gecenin bir yarısı birahanede yalnız oturan bir adam görürseniz ona yapabileceğiniz en büyük iyilik , çekip gitmek ve onu daha da yalnız bırakmaktır . Bırakın soğanlar pembeleşinceye kadar kavrulsun .

Sonra ,

Islak bir kaldırımda sabaha karşı sarhoş bir şekilde otururken anladım ki , giden kadınlar gitmişlerdi ve şimdi havada , takip edip kaynağını bulmam gereken bir kokoreç kokusu vardı . Çantamı alıp biraz önce kafamı dayadığım eski Ford’un tamponundan destek alarak kalktım . Yine biz bizeydik , sokak köpekleri , kokoreççiler , taksiciler …

Zamanla değişen sadece saç telleri ve antrenörler ise ,
Yeni hikayeler anlatmak gereksizdir .
Cam kavanozlarda saklanıp peri masallarına inananlar ,
Unutmayın hayal kırıklığı kutsaldır .