Archive for the ‘Edebiyat’ Category

YAPMA CENNETLER.. – CHARLES BAUDELAIRE

‘..deniyor ki , bu madde yani esrar , hiçbir fiziksel zarara yol açmaz.. bu doğrudur , en azından buraya kadar.. çünkü işi gücü düş kurmak olan ve hiçbir eyleme girişmeyen bir adamın , uzuvlarının tümü iyi durumda bulunsa bile , sağlıklı olduğu ne kerteye kadar söylenebilir bilmem.. oysa burada asıl saldırıya uğrayan iradedir , diyeceğim , en değerli organımızdır.. bir kaşık reçelle , bir anda yeryüzünün ve gökyüzünün tüm zenginliklerinin üstüne oturabilen bir adam , çalışma yoluyla bunun binde birini bile kazanmaz.. ama her şeyden önce çalışmak ve yaşamak gerek..

gerçekte , ortak bir yanları bulunduğu için , aynı makalede hem şaraba hem de esrara değinmeyi düşündüm : insanın sanatsal gelişiminin sınırlarını zorlaması.. sağlıklı ya da tehlikeli olsun , insanın , kişiliğini coşturan bütün maddelere karşı taşıdığı çılgınca eğilim , onun yüceliğini gösterir.. o , her zaman umutlarını kışkırtmak ve sonsuzluğa yükselmek için can atar.. ama sonuçları göz önünde tutmak gerekir.. sindirimi kolaylaştıran , kasları güçlendiren ve kanı zenginleştiren bir içki var elimizde.. çok miktarda alındığında bile , yalnızca kısa süreli düzensizliklere yol açar..

buna karşılık bir madde daha var ki , sindirim işlevlerini bozar , kolumuzu kanadımızı kırar ve yirmi dört saat süren bir sarhoşluk verir..

şarap iradeyi coşturur , esrar hiçe indirir.. şarap fiziksel bir destektir , esrar bir intihar silahı.. şarap insanı iyi yapar ve topluma karıştırır ; esrar soyutlar , yalnız yaşatır.. biri çalışkandır adeta , öbürü özünde tembeldir.. gerçekten , bir çırpıda cenneti elinin altına aldıktan sonra , çalışmak , çift sürmek , yazmak , herhangi bir şey yapmak neye yarar , kaç yazar ? son olarak , şarap halk içindir ve onu içmeye layık olan içindir.. esrar , yalnızlık sevinçleri sınıfına girer ; işsiz güçsüz sefiller için yaratılmıştır.. şarap yararlıdır , verimli sonuçlar sağlar.. esrar yararsızdır ve tehlikelidir..’ 

CHARLES BAUDELAIRE..

 

(YAPMA CENNETLER – CHARLES BAUDELAIRE , Çeviri : YAKUP ŞAHAN , TELOS Yayınları , Ağustos 2008 , sayfa :32 ,33..) 

‘yalnızlık bir yağmura benzer..’ – Rainer Maria Rilke

‘ancak bir yalnızlık vardır , o da büyüktür ve ona katlanmak güçtür.. insanın öyle anları olur ki , bunlarda , hemen hemen herkes yalnızlığını , kolayca elde edilen herhangi bir beraberlikle değişmek ister : hiç uymadığı halde uyar gibi görünüp yanındakilerden herhangi biriyle , en düşük biriyle de beraber olmak ister.. ama yalnızlığın büyüdüğü anlar belki de işte bu anlardır..’

Rainer Maria Rilke ( Genç Bir Şaire Mektuplar..)

 

YALNIZLIK 

Yalnızlık bir yağmura benzer,

Yükselir akşamlara denizlerden

Uzak, ıssız ovalardan eser,

Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir

Ve kentin üstüne göklerden düşer.

 

Erselik saatlerde yağar yere

Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar,

Umduğunu bulamamış, üzgün yaslı

Ayrılınca birbirinden gövdeler;

Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde

Yatarken aynı yatakta yan yana:

 

Akar, akar yalnızlık ırmaklarca.

Rainer Maria Rilke

(Türkçesi : Behçet Necatigil)

 

GÜZ GÜNÜ

Tanrım, tam zamanı. Ne görkemliydi yaz.

Düşsün günışığına gölgen

ve rüzgâr okşasın çayırları.

 

Yetişsin buyruğunla güz meyveleri de;

eriştir erginliğe, bağışla,

birkaç sıcak gün daha; ve son tadı

akışsın keskin şaraba.

 

Yuva kurmaz artık, yurtsuz olan.

Yalnızdır, yalnız kalır uzun zaman:

uykusu kaçar, okur, sarılır mektuplara ve yeniden

dolaşır durmadan tedirgin

dökülürken yapraklar yollara.

Rainer Maria Rilke

(Türkçesi : Mahzun Doğan)

‘benim yoğrulduğum hamurun mayasında dostluğu yüceltmek var..’ – PANAİT ISTIRATİ

‘..ben doğduğu günden tezi dostluğu yücelten adamı severim.. kösnüllüğün tutkusuyla kanı tutuştuğu zaman kadını severim.. hiç duraksamadan kendimi onlara veririm, çılgıncasına.. bu pahalıya mal olur ama, düş kırıklıkları benim isteklerimi hiçbir zaman azaltmadı, azaltmayacak..

bir kumarbaz hırsıyla her yerde şansımı denerim.. her zaman büyük oynarım, çünkü küçük hesaplardan nefret ederim.. yanılırsam, benim hiç kaybım olmaz : yitiren karşı taraftır.. insan tümüyle kendini verdiği zaman hiçbir şey yitirmez : yoksa hesapsız kitapsız kendini harcadığı için güneşin tükeneceğini söylemeye benzer bu.. bu arada buzullar kendiliğinden erirmiş, erisinler ne yapalım ! ama kazandığım zaman dünyalar benim olur..

benim yoğrulduğum hamurun mayasında dostluğu yüceltmek var..’

Sokak Kızı , PANAİT ISTIRATİ

‘ne kitapsız ne kedisiz..’ – Bilge Karasu

‘..şuracıkta pek kaba saba bir şey söylemekten kaçınmamalı : bir tarih , bir yeniliği ‘görmüyor’ ya da ‘görmemiş’ olabilir ; bir başka tarih ise görür , görebilir.. bu da , tarihin hangi çerçeveye uyarlanmış olduğuna bağlıdır sanırım..

çağımızda duruk bir dünya ‘görüşü’ egemen olabilir mi bir yerlerde ? burada ‘duruk’ derken , kendini tutucu olarak gösteren bir toplumu , bir devleti , bir devletler topluluğunu düşünmüyorum elbet.. yeniliğin , değişmenin , ilerlemenin (ya da gerilemenin) , ‘daha iyiye (ya da kötüye) gitme’nin , buna benzer yüzlerce deyimin tamamıyla dışında kalan , kendini bunların tümünden sıyırmış ya da bunların hiçbirini tanımamış bir yer olabilir mi ? kuramsal olarak böyle bir yer düşünebiliriz gene de : hiçbir yeniliğin , değişikliğin tasarlanamadığı , tasarlanamayacağı bir yer.. merak ettiğim , böyle bir yerde herhangi bir tarihin yazılıp yazılamayacağı , yazılırsa da nasıl yazılacağı.. merak bu ya..

 

(yeni dediğimiz üzerine , ne kitapsız ne kedisiz , bilge karasu , metis yayınları , mayıs 1994)

‘..iki insanın ‘anlaşması’ , dostluğun temel öğesi sayıla gelmiştir.. ne ki ‘anlaşmak’ , çok değişik şeylerin ortak adı olabiliyor..

birbiriyle çok az konuşarak , bakışmakla yetinerek – neredeyse !- anlaşanlar olduğu gibi , durmadan çekişerek , birbirine takılarak , birbirini eleştirip yererek , tek yönlü ya da karşılıklı bir saldırganlığın yırtıcılığa dönüşe vereceği noktanın kıl payı berisinde kalarak anlaşanlar da var ; biri ötekinde sonuna dek eriyerek , yada biri ötekini sonuna dek soğurarak anlaşanlar da var..

bu ‘anlaşma’ların hepsi , özde bir ‘onaşma’ olsa gerek.. karşıdakinin şu ya da bu haliyle , olduğu , olabileceği gibi , olmak , görünmek istediği gibi kabul edilmesi.. ‘

 

(‘dostlarım üzerine’ diye söze girişerek, ne kitapsız ne kedisiz , bilge karasu , metis yayınları , mayıs 1994)

‘HER ŞEYİN SONUNDAYIM..’ Tezer Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları..

‘HER ŞEYİN SONUNDAYIM..’ Tezer Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları.. 

‘geçenlerde düşümde yüksek bir yapının camının altında , bir parmak kadar dar bir yere abanıp kalmışım.. içeriye girsem , girmeye yeltensem , camdan odaya bir adımı atsam , düşüp ölecektim.. ama camın kenarına yapışıp , boşluğun üstünde kendimi tutacak gücüm kalmamıştı.. nasıl olsa çözülecekti ellerim.. ve ben düşecektim boşluğa..

yarın bütün gün trende gidecek olan sen misin ? nereye ? niçin ?

yarın bütün gün büroda oturacak olan ben miyim ? neden ? niçin ? hiçbir yerde olmak istemiyorum ki..

belki de ben bugün ilk defa her şeyin sonundayım..

gene bir yığın günler geçip gidecek ve ben kendime , işte bugün ilk defa her şeyin sonundayım mı diyeceğim ?

korkuyorum. korkuyorum. korkuyorum..’

 

TEZER ÖZLÜ (Eylül , Ekim 1966..)

(‘HER ŞEYİN SONUNDAYIM..’ Tezer Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları.. – Yayına Hazırlayan : Burak Fidan , SEL YAYINCILIK , Mart – 2010 , 112 sayfa..)  

  

 

‘mektubun yaşamımın en sevindirici olaylarından biri. sen her şeyi iliklerinde duymuşsun , ben başka ne diyeyim.

o on günlük yolculukta , bu kitabı yazarken , bir kez geçekten , otel odalarından birinde kalbim duruyordu ve ben gerçek bir yazma krizi içinde yazdım , yeryüzünden hiçbir şey algılamadan , edebiyat dışında , duygular dışında.. bu yüzden yaşamın ucuna yolculuk , dediğin gibi iyi bir ad.. l.f. celine’nin ‘gecenin sonuna yolculuk’ adına çok benzetmiyorsan , kitaba bu adı verebilirsin , belki de ‘bir intiharın izinde’den daha iyi olur , intiharın izi , biraz bir hafiye romanını da çağrıştırıyor gibi.. bu açıdan sana istediğini yapma seçeneğini bırakıyorum.. ‘pavese üzerine çeşitlemeler’i de kaldırabilirsin.. pavese benim için gerçekten büyük bir aşkımdır , aynı senin yazdığın  gibi.. zaten müşterek aşklarımız çok.. dostoyevski , kafka.. bir yıldır ben de yalnız kafka okuyabiliyorum.. daha kırk yıl da okurum.. pavese’den alıntılar , ona olan aşkımı ve saygımı zaten belirliyor.. dediğin gibi , kitap benim varoluşumun ucuna yolculuk.. belki bundan sonra ölümümün ucuna da yolculuk edebilirim.. şimdilik daha bu kitaptan kopmadım..

beckett’imsi bir ölülükte yalnız , şimdilerde değiliz.. sen beckett’i çevirdiğinden beri , hakkari’ye gittiğinden beri , yirmi yaşlarında bilinçlendiğimizden beri o ölülükteyiz.. kafka gibi  veremden çatlamamamız , beckett kadar ölü görünmememiz , şarklılığımız yüzünden.. iç dünyamızın farkı olduğunu sanmıyorum..’ 

TEZER ÖZLÜ (26 Mart 1984..)

(‘HER ŞEYİN SONUNDAYIM..’ Tezer Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları.. – Yayına Hazırlayan : Burak Fidan , SEL YAYINCILIK , Mart – 2010 , 112 sayfa..) 

 

‘zürihle ilgili bu denli acı anıların olduğunu hiç bilmiyorum , hiç sözünü etmemiştin.. gerçekten dayanılmaz bir kent ,, dayanılmaz bir ülke.. ancak bir anlamda , temelden ve insanın yakınlarından (insanın yakını da yok ya).. belki de kendisine yakın sokaklardan kopuşunun tadını , yani acısını burada derinliğine yaşayacağım yaşıyorum. hemen hemen hiçbir ülkede böylesi duygulara düşmemiştim.. bunun da bir yararı olacak sanırım.. kopukluk.. yaşamdan , insanlardan , geçmişten kopukluk.. gelecekle de hiçbir ilgisizlik. nerede olacağımı , hangi kentte oturacağımı , nereye gideceğimi hiç bilmiyorum.. şimdi burada durgunluktayım.. mutsuz değilim.. mutlu olmak ya da mutsuz olmak , bilmiyorum.. ancak zaman zaman büyük ölçüde hava değişiklikleri bir anda olunca , kafam hiç mi hiç çalışmıyor.. o zaman bir ‘budala’ gibi duraklıyorum.. basınç değişince biraz kendime geliyorum..’ 

‘kitap yazmaya gelince , zaman zaman içimde öylesine bir güç duyuyorum ki.. bir günde oturup bir kitap yazabileceğimi algılıyorum.. oturup sözcükleri hiç düşünmeden art arda yazabiliyorum.. çeşit çeşit duygularla doluyum. ama bu duygular dayanılmaz , taşınmaz hale gelinceye kadar hiçbir şey yazmam. duyguları dağıtırım.. dayanılmaz hale geldiğinde , sanırım gene bir yolculuğa çıkacağım.. sabih’in ölümü , genellikle ölüm üzerine , kopukluklar üzerine yazacağım , gene bir kente gideceğim.. gideceğim yeri bu kez biliyorum , neresi olduğunu biliyorum..’

 

‘demir , bir kentte bir araya gelmemizi öneriyor son mektubunda.. tabi parasızlık da var. bilmiyorum , bir araya gelsek , senin ‘ölü’ antika oyuncaklarını satsak. beyaz peynir , biraz rakımız olsa , hiç arabesk , hiç trafik gürültüsü olmasa. bilmem kendimizi daha başka duyar mıyız ? yoksa böylesi bir özleme alıştık mı ? böylesi bir bölünmenin acısını severek mi çekiyoruz

hiçbir yazar ilgimi çekmiyor.. her sevdiğim satırı okumuşum.

dün tektaş , henüz kafka’dan bir tek satır okumadığını söyledi.. ne kadar isterdim onun yerinde olmayı. tabi okunulan satırlar yeninden okunur. onların nerede olduğunu biliyoruz. okuduklarımı o denli iyi anımsıyorum ki..’ 

TEZER ÖZLÜ (27 Temmuz 1984)

(‘HER ŞEYİN SONUNDAYIM..’ Tezer Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları.. – Yayına Hazırlayan : Burak Fidan , SEL YAYINCILIK , Mart – 2010 , 112 sayfa..)

Bu güzel kitap raflarda mart ayında yerini aldı.. İki güzel dost , çocukluk arkadaşı TEZER ÖZLÜ ile FERİT EDGÜ arasındaki mektupları BURAK FİDAN yayına hazırladı SEL YAYINCILIK da bu kitabı okurlara hediye etti.. 1966-1985 arasındaki mektuplaşmalar edebiyattan , sanata , sağlık problemlerinden , sevinçlerden , umutsuzluklara ve yalnızlığa kadar bir çok paylaşımı içeriyor.. TEZER ÖZLÜ’ye biraz daha bağlanmak için bu kitabı kaçırmayın alın..

Crockett..   

‘aşk , görme engelli bir coşku , görmezlikten kaynaklanan bir bağdır..’ – ALİ ŞERİATİ

‘..iranlı sosyolog , yazar , düşünür ALİ ŞERİATİ’nin sonsuzluk deryası yazılarının arasından aşk üzerine yazdıklarından tadımlık verelim dedik.. İran’daki devrimci İslam’ın ve İranda’daki İslami devrimin en başta gelen düşünürlerinden birisi sayılır.. 1933 -1977 yılları arasında yaşamış olan ALİ ŞERİATİ eşitlik ve İslami Öz’e dönüş yönündeki düşünceleriyle dikkat çekmiştir. Ancak devrim öncesi İran’daki şah yönetimin güvenlik örgütü tarafından katledilmiştir.. Şu andaki İran’daki yönetim tarafından da pek tutulmamaktadır çünkü eşitlikçi , özgürlükçü fikirleri aşırı bulunmaktadır.. rejime karşı duranların , rejimin biçimine eleştiri getirenlerin ve şu andaki yönetimin eşitlik karşıtı tutumlarını benimsemeyenlerin hala sımsıkı sarıldığı bir düşünürdür ALİ ŞERİATİ.. Fransız düşünür , yazar J.P. SARTRE bir zamanlar ALİ ŞERİATİ için ‘..benim inanmış olduğum bir dinim yok, ancak olsaydı bu kesinlikle Şeriati’nin dini olurdu..’ (‘i have no religion , but if i were to choose one , it would be that of shariati’s..’) demişti..’

Crockett..

AŞK ÜZERİNE..

‘..aşk , görme engelli bir coşku , görmezlikten kaynaklanan bir bağdır. oysa sevgi , bilinçlice bir bağ ; apaçık , duru bir görmenin sonucudur. aşk genellikle içgüdüden su içer , içgüdüden kaynaklanmayan başka bütün olgular değersizdir. oysa sevgi ruhun içinden doğar , bir ruhun yükselebileceği bütün yerlere , sevgi de onunla birlikte doruğa tırmanır.

aşk , gönüllerin genelinde benzer biçimler ve renklerde gözlenmekte olup , ortak nitelik , durum ve görünümler taşır. oysa sevgi her ruhta kendine özgü bir albeni taşır. ruhun kendisinden rengini alır. ruhlar da içgüdülerin tersine kendilerine özgü ayrı ayrı renk , tırmanış , boyut , tat ve kokular taşıdığından ; ruhların sayısınca sevgiler olduğu söylenebilir.

aşk , kimlikle ilişkisiz değildir. dönemlerin ve yılların ilerleyişinden etkilenir. oysa sevgi ; yaş , zaman ve kişiliğin ötesinde yaşar. onun yüksek yuvasına günün , çağın eli yetişmez.

aşk , her renkte , her düzeyde , somut güzellikle bağlantılıdır. schopenhauer’ın deyişiyle: ‘sevgilinizin yaşına bir yirmi yıl daha ekleyin de onun duygularınızda bıraktığı doğrudan etkileri gözlemleyin.’

oysa sevgi , ruhun içine öyle bir dalgınlıkla dalar ; ruhun güzelliklerine öyle tutulup kendinden geçer ; somut güzellikleri bambaşka bir biçimde görür. aşk ; tufan , dalga , coşku niteliklidir. oysa sevgi durgun , dayanıklı , ağırbaşlı , arılıkla dolup taşar bir durumdadır.

aşk , uzaklık ve yakınlığa göre değişir. uzaklık uzun sürecek olursa azalır. ilişki sürecek olursa değerini yitirir. ancak korku , umut , sarsıntı ve acı çekmenin yanı sıra ‘görüşüm-uzaklaşım’la diri , güçlü olarak kalabilir. oysa sevgi bu durumları bilmez. dünyası başka bir dünyadır.

aşk, bir yönlü bir coşkudur. sevgilinin kim olduğunu düşünmez. ‘öznel bir özcoşu’dur. işte bu yüzden hep yanlışlık yapar. seçimle hızla sürçer. ya da hep bir yönlü kalır. yine de yer yer benzeşmeyen iki yabancının arasında bir aşk kıvılcımlanır , olay karanlıklar içinde geçip birbirlerini görmedikleri için ancak bu yıldırımın düşüşünden sonra onun ışığında birbirlerini görebilirler.

oysa sevgi aydınlıkta kök salar. ışığın gölgesinde yeşerir; büyür. işte bu yüzen hep tanışıklıktan sonra ortaya çıkar. gerçekte başlangıçta, iki ruh birbirinin yüzünde tanıma çizgilerini okur. ‘biz’ oluşları ise ‘tanışım’dan sonra olur, iki ruh, iki kişi değil daha sonraları; birbirlerinin söz, davranış ve konuşma biçiminden yakınlığın tadını, yakınlığın kokusunu, yakınlığın sıcaklığını duyumsarlar. işte bu konaktan sonra birden, iki yoldaş kendiliklerinden sevginin uçsuz bucaksız çölüne ulaştıklarını, sevginin karartısız açık göğünün başlarının üzerinde sere serpe serilmiş olduğunu, ‘inanış’ın aydın, arı içtenlikli ufuklarının kendilerine açıldığını, tatlı okşayıcı bir esintinin hep başka göklerin, başka ülkelerin yepyeni esinlerinin iletileri ve başka bahçelerin güzel, gizemli çiçeklerinin kokularının birlikteliğinde oyuncu, tatlı, şen bir sevgi ve albeniyle kendisini hep bu ikisinin yüzüne, başına vurduğunu.. kendi gözleriyle görürler..

aşk, çılgınlıktır. çılgınlık ise ‘anlayış’ ile ‘düşünüş’ün bozulmuşluk ve yıpranmışlığından başka bir şey değildir. oysa sevgi tırmanışının doruğunda, beyin ötesini aşar, anlamayı ve düşünmeyi de yerden çekip, doğuşun yüksek doruğuna götürür.

 

aşk, sevgilide içinin çektiği güzellikleri yaratır. oysa sevgi, içinin çektiği güzellikleri sevgilide görür, bulur. aşk, büyük güçlü bir kandırmacadır. oysa sevgi; sonsuz, salt, dosdoğru, içten bir doğruluktur. aşk, denizin içinde boğulmaktır. oysa sevgi, denizin içinde yüzmektir. aşk, görme duyumunu alır, oysa sevgi, verir.

aşk, kabadır, şiddetlidir. bununla birlikte dayanıksız, güvensizdir. oysa sevgi, tatlıdır, yumuşaktır. bunun yanı sıra dayanıklı, güven içindedir.

aşk hep kuşkuyla bulunur. oysa sevgi, baştan başa kesin inançlıdır. kuşkuya yer vermez. aşktan içtikçe kanarız, sevgiden içtikçe susarız. aşk korundukça eskir. oysa sevgi yenilenir.

aşk, sevenin içinde varolan bir güçtür. kendisini sevgiliye çeker. oysa sevgi sevilende varolan bir albenidir. seveni sevilene götürür. aşk, sevgiliye egemenliktir. oysa sevgi, sevilende yok olma susuzluğudur.

aşk, onun baskısı altında kalabilmek için sevgiliyi belirsiz, kimliksiz olarak ister. aşk, kişinin bencilliği ile alım-satımsal, hayvansal ruhun bir çekiciliğidir. kendisi kendi kötülüğünün bilincinde olduğu için de onu bir başkasında görünce ondan nefret eder, ona kin besler. oysa sevgi, sevileni sevgili, değerli olarak ister. bütün gönüllerin de kendisinin sevdiği için beslediğini , beslemelerini diler. sevgi, kişinin tanrısal ruhu ve ahurasal doğasının bir çekiciliğidir. kendisi kendi doğaötesi kutsallığını görebildiği için onu bir başkasında görünce onu da sever. kendisine tanış, yakın bulur.

aşkta, rakip sevilmez. oysa sevgide, “köyünün tutkunlarını kendi özleri gibi severler.” kıskançlık aşkın özelliğidir. aşk, sevgiliyi kendi lokması olarak görür. bir başkası onun elinden kapmasın diye hep acılar içinde kıvranır durur. kapması durumunda ise ikisine de düşmanlık beslemeye başlar. sevgiliden nefret edilir.

sevgi ise inançtır. inanç ise salt bir ruhtur. sınırsız bir sonsuzluktur. bu gezegenin türlerinden değildir. aşk, doğanın kementidir. doğadan almış olduklarını kendi elleriyle geri verip; ölümün aldıklarını aşkın oyunlarıyla ellerinden bıraksınlar diye başkaldıranları yakalar. oysa sevgi, kişinin doğanın gözlerinden uzak, kendi yarattığı, kendi ulaştığı, kendi “seçtiği”, bir aştır. aşk, içgüdünün tuzağında tutsak olmaktır. oysa sevgi, isteklerin baskısından kurtulmaktır. aşk, bedenin görevlisidir. oysa sevgi, ruhun elçisidir.

aşk, kişinin yaşama dalıp güncel yaşamla oyalanmasına yönelik büyük, aşırı bir ‘bilinçsizlendirim’dir. oysa sevgi, yabancılıktan dolayı yabansıllıktan doğma, kişinin bu pis, gereksiz yabancı pazar içerisindeki, korkunç özbilincidir.

aşk, tat aramaktır. oysa sevgi, sığınak aramaktır. aşk, aç bir düşkünün yemek yiyişidir. oysa sevgi, ‘yabancı bir ülkede dildaş bulmak’tır.

aşkın yer değiştirdiği olur. soğuduğu olur. yaktığı olur. oysa sevgi; yerinden, sevdiğinin yanından kalkmaz. soğumaz, kızgın değil; yakmaz, yakıcı değil.

aşk, kendinden yanadır. bencildir, kendisi için ister. kıskançtır. sevgiliye tapar, onu kendi için över. oysa sevgi, sevilenden yanadır, sevilencildir. sevgili için ister. kendini sevdiği kişi için ister. onu onun için sever. kendisi ortada değildir..’

ALİ ŞERİATİ

‘mağarayı andıran oyuğun tutsağı ben, dünyanın gölgesinin karşısında yalnızım..’- ALBERT CAMUS

‘..gençken insanlardan verebileceklerinden fazlasını isterdim : sürekli bir dostluk , kesintisiz bir coşku..

şimdi verebileceklerinden daha azını istemesini biliyorum : yorumsuz bir arkadaşlık.. ve coşkuları , dostlukları , soylu davranışları , benim gözümde tüm mucizevi değerini koruyor : iyiliğin sarsılmaz etkisi..’

ALBERT CAMUS

(Defterler-1 , Mayıs 1935 – Şubat 1942 , İthaki Yayınları , 2002 , Çeviri :Ümit Moran Altan..)

 

‘..pencerenin öte yanında şu bahçenin yalnızca duvarlarını görüyorum.. ve ışığın aktığı şu birkaç yaprak.. daha yukarıda , yine yapraklar.. daha yukarıda güneş.. ve dışarıda hissedilen bu neşeli havadan , dünyaya yayılan tüm bu sevinçten , yaprakların beyaz perdelerin üstünde oynaşan gölgelerini fark edebiliyorum yalnızca.. beş güneş ışını da , odaya kuru otların yanık kokusunu akıtıyor ısrarla.. bir esinti , ve perdenin üstünde gölgeler hareketleniyor.. bir bulut güneşi örtüp, sonra güneşin önünden çekildiğinde , şu mimozalı vazonun parlak sarısı gölgede beliriveriyor.. bütün bunlar , doğuveren tek bir ışıltı ile karmakarışık ve sersemletici bir sevince boğulmama yetiyor..

mağarayı andıran oyuğun tutsağı ben , dünyanın gölgesinin karşısında yalnızım.. ocak ayı , öğleden sonra.. ama soğuk , havanın derinlerinde duruyor.. her yerde , her şeyi ölümsüz bir gülümsemeyle örten , ama tırnakla kırılıverecek kadar incecik bir güneş tabakası.. ben kimim ve ışıkla yaprakların oyununa katılmaktan başka ne yapabilirim.. içinde sigaramın tükendiği bu güneş ışını olmak , bu hoşluk , havadan solunan bu dingin tutku olmak.. kendime erişmeye çalışırsam , bunu ışığın derinlerinde başarabilirim.. ve dünyanın gizini ele veren bu hoş tadı hissetmeye , tadını çıkarmaya çalışırsam , evrenin derinlerinde kendimi bulurum.. kendimi , yani beni görüntüden kurtaran bu en uç noktadaki coşkuyu.. birazdan , başka şeyler ve insanlar beni yeniden ele geçirecekler.. ama şu dakikayı zamanın dokusundan kesip ayırmama izin veriniz , başkalarının sayfaların arasına bir çiçek bırakması gibi.. onlar , aşkın kendilerine hafifçe dokunuverdiği bir gezintiyi sayfaların arasına hapsederler.. ve ben de geziniyorum , ama beni bir tanrı okşuyor.. yaşam kısadır ve zaman yitirmek günahtır.. bütün gün boyunca zaman yitiriyorum ve ötekiler çok çalışkan olduğumu söylüyorlar.. bugün mola verdim ve kalbim başını alıp kendisiyle tanışmaya gidiyor..

yine bir iç sıkıntısıyla boğulursam , bu cıva zerreleri gibi parmaklarımın arasından kayan o elle tutulamayan anı hissettiğim içindir.. dünyadan ayrılmak isteyenleri bırakınız… ben hiç yakınmıyorum , çünkü doğuşumu seyrediyorum.. bu dünyadan mutluyum çünkü bu dünya benim krallığım.. geçip giden bulut ve solan an. Kendi ölümüm kendimde.. kitap sevilen bir sayfaya açılır.. bugün , dünyanın kitabının açıldığı sayfa ne kadar da yavan.. acı çektiği doğru mu , acı çekiyor olduğum doğru değil mi ; ve çekilen bu acı başımı döndürüyor çünkü bu acı , bu güneş ve bu gölgelerdir , bu sıcak ve havanın derinliklerinden gelen , çok uzaktan hissedilen bu soğuktur.. her şey , gökyüzünün tüm doluluğunu boşalttığı şu pencerede yazılı olduğuna göre , bir şeyler ölüyor mu , insanlar acı çekiyorlar mı diye sormalıyım  kendi kendime.. önemli olan insan olmak , yalın olmaktır diyebilirim ve birazdan diyeceğim.. hayır , önemli olan doğru olmaktır ve bunun içinde hepsi vardır , insanlık da yalınlık da.. ve dünyada olduğum zamana değilse ne zaman daha gerçek ve daha saydam olurum ?

doyumsuz sessizlik anı.. insanlar sustu.. ama dünyanın ezgisi yükseliyor ve ben , oyuğun dibine zincirlenmiş, arzulamadığım halde mutluyum.. ölümsüzlük burada ve ben umutla onu bekliyordum.. şimdi konuşabilirim.. bendeki benim bu süre giden mevcudiyetinden daha fazla ne dileyebileceğimi bilmiyorum.. şimdi mutlu olmayı değil yalnızca bilinçli olmayı diliyorum.. insan dünyadan koptuğunu sanıyor , ama içinde hissettiği bu direnci kırmak için , altın sarısı tozlar içinden bir zeytin ağacının yükselmesi , sabah güneşiyle göz kamaştıran kumsallar yeter.. benden bu kadar.. olabilecek şeylerin bilincindeyim , bu sorumluluğu alıyorum.. yaşamın her anı kendi mucizevi değerini ve çehresinin sonsuz gençliğini taşıyor..’ 

ALBERT CAMUS

(Defterler-1 , Mayıs 1935 – Şubat 1942 , İthaki Yayınları , 2002 , Çeviri :Ümit Moran Altan..)

‘..dışı kırmızı , içi beyaz bir turp gibiyim , doğurgan ; bütün ihtimallere ve imkanlara açık..’ – Subcomandante Marcos

subcomandante marcos’tan seçmeler..

‘çocukluktan.. ailemizde kelimelerin özel bir yeri vardı.. dünyaya kelimelerle yaklaştık.. daha erkenden , annem ve babam bize başka şeylerin sırlarını açığa çıkaran kitaplar verdiler.. bir şekilde , dilin sadece bir şeyleri iletmek değil , aynı zamanda bir şeyleri kurma aracı olma işlevinin farkına vardık.. bizim için bu bir görevden çok , bir haz gibiydi..’

subcomandante marcos.. 

 

‘.. önce latin amerika’nın yükseliş dönemi başladı.. gabrial garcia marquez , carlos fuentes , monsivais , vargas llosa sadece bir kaçıydı.. bize onları okuttular.. o zamanlar eyaletlerin nasıl olduğunu anlatmak için ‘yüzyıllık yalnızlığı’ okuttular.. artemio cruz’un ‘ölümü’nü , meksika devrimi’nde ne olduğunu anlatmak için okuttular.. dias de guardar’ı orta sınıflarda ne olduğunu anlatmak için okuttular.. la cuidad y los perros’a gelince bu , bizim portremiz gibiydi.. sadece biraz çıplak halimizle.. daha sonra shakespeare geldi.. sonra cervantes , sonra garcia lorca , sonra da şiir zamanı.. alfabeden edebiyata oradan teorik ve siyasi metinlere gittik , ta ki liseye gidene kadar..’ 

subcomandante marcos.. 

 

 

‘.. ben genç ve güzelken entelektüeller bir yayın organının etrafında gruplaşıp , kök salıp , oradan ölümlülerin cahil dünyalarına hakikati öğretmeye soyunuyorlardı.. o günlerde onlara elit entelektüeller deniliyordu ve onlardan etrafta çok vardı ; çünkü dergiler ve ideolojik eğilimler modaydı.. bu yayınlar sanki sadece yayınlayanlar tarafından okunmak için yayınlanıyordu.. ‘editöryel masturbasyon’ diyor ‘lucha’.. sen zavallı masum dünyalı , eğer onların sırça kulelerine dokunmak istersen bir diken tarlasından geçmek zorunda kalıyordun..’

 

subcomandante marcos.. 

 

 

‘..eski geleneksel disiplin içinde yer alan ‘ya bizimlesin ya da ölüsün’ düşüncesine çok fazla vurgu yapamazsınız.. kimsenin tırmanamayacağı kadar yüksek bir yere koymamalısın basamakları , herkesin kendi yetenekleri dahilinde katılabileceği kadar yer açabilmelisin ki , daima insanları birbirine bağlayan şeyin arayışı içerisinde olasın..’ 

subcomandante marcos.. 

‘..alkolizm oranını sıfıra düşürdük.. buradaki kadınlar , alkolün sadece erkeklerin karılarını ve çocuklarını dövmelerine yaradığından şikayetçiydiler.. böylelikle içmenin tamamen yasak olması için emir vermişlerdi.. bu yasaktan en fazla yararlananlar kadınlar ve çocuklardı ve bundan en fazla zarar görenler işadamları ve hükümetti..’

subcomandante marcos.. 

(‘Subcomandante Marcos’ – Nick Henck , Çeviri : Eylem Kaftan , Timsah Kitap , Kasım 2008..)

‘..dışı kırmızı , içi beyaz bir turp gibiyim , doğurgan ; bütün ihtimallere ve imkanlara açık..’ – Subcomandante Marcos

ADELA GRECEANU..

‘bilmiyorum seni ilk nerede görmüştüm , nerede okumuştum ; nerede , ne zaman , nasıl karşıma çıkmıştın , sesini ilk nerede duymuştum , hangi bitmesini istemediğim rüyamda konuşmuştum seninle.. hatırlamıyorum.. sanki binlerce ışık yılı uzaktan ve yüz yıllar süren bir ayrılıktan sonra tekrar karşıma çıkmıştın..

ama kimsin , kimdin sen adela.. niye bu kadar tanıdıktın ve niye bu kadar yabancıydın.. sesinin depremine tutulduklarımın enkazı altında nefes almaya çalışırken karşıma çıktın.. belki de biraz olsun nefes almam için bana yardıma gelmiştin..

sonra seni araştırmadığım , aramadığım , gitmediğim yer kalmadı adela..

aylarca sana yazdım , sana konuştum..

fakat ne yazdıklarım , ne söylediklerim sana ulaşamadı hiçbir zaman..

ve bir gün senin bu kente geleceğini öğrendiğimde gülümsedim..

geldin..

gittim , karşında durdum sessizce ve sende kayboldum..

seni görmüş müydüm , duymuş muydum , seninle konuşabilmiş miydim..

son hatırladığım karşında susup kaldığımdı adela..

ne kadar yaklaşmak istesem de sana , sen benden gülümseyerek uzaklaşıyordun sonsuz bir sisin içinde.. bir kuyruklu yıldız misali çarpacakmış gibi yaklaştıktan sonra uzaklaşan sürekli bir düş müydün sen ? sesinin , yazdıklarının arasında yarı uykulu dolanan kayıp bir esrik aylak mıydım ben ? oysa senin yazdığın şiirlerde sadece bir kelime olsam bile yeterdi bana , varlığıma bir delil..

ne kadar zamandır böyleyim hatırlamıyorum ama bildiğim aynen senin yazdığın gibiyim : ‘ayaklarının dibindeyim hep ben. uzun bir süredir nefes alamıyordum zaten..’

 

Crockett..

 

 

Adela Greceanu..

Adela Greceanu 1975 Romanya’da doğdu.. ‘Kitabımın adı , Beni Bunca düşündüren..’ adlı şiir kitabı ile Romen Edebiyatına ilk eserini kazandırdı. 2001 yılında ikinci kitabı ‘Bayan QUASİ’yi çıkardı.. 2008 yılında yayımlanan son romanı ‘Kırmızı Çoraplı Gelin’ ve son şiir kitabı ‘Yürekten Anlamak’ çıktı..  2209 yılında Word Express adı altında değişik ülkelerden genç yazar ve şairlerle birlikte İstanbul’a bir tren yolculuğu gerçekleştirdi , İstanbul Şiir

Festivaline katıldı , çeşitli etkinlikler tartışma ve çeviri atölyelerine katıldı.. Adela Greceanu genç yaşta Romen edebiyatının ve çağdaş dünya edebiyatının beğenilen ve umut veren yazarları arasında yer almaktadır.. 

‘Beni Bunca Düşündüren Kitabımın Adı’ (1997) adlı kitabından :

 

‘.. metinlerimi yazarken , lütfen her satıra büyük harfle başlayın, sizin büyük harfleriniz benimkilerle uyuşmasa bile , hatta bir sonraki sözcüğü önemsemeden yapın bunu.. böylece her metin, özünde barındırdığı o beklentiyle dolu olacak, belli bir sayıda yeniden yazılma beklentisi. Her metin daima başka bir metine dönüşecektir (başka bir şeye). Her metin küçük bir canavardır. Farklı yazılabileceği şekillerin sayısı , büyük ihtimalle  metnin öleceği yaşa denk gelecektir..’

 

‘Geçen yaz, sarı ve kırmızı ve diğer güneş renklerine boyanmış bir

Evdi. O evin içindeki insanlar sesiz. Yalnızca gülümsüyorlar , bir

Fotoğraftaymışçasına.. sözcükleri uzun zaman önce sessizliğe

Büründü, çünkü ben orada yaşamıyorum artık. Bunun tam olarak

Ne zaman olduğunu bilmiyorum. Sanırım şöyle oldu : ben hala

Evin içinde Yaşarken , tam bir sözcük doğmak üzere olduğunda,

Sözcük birdenbire bir çiçeğe , çimene , güneşe dönüştürüldü ,

Böylece yaz büyüdü. Böylece evin duvarları büyüdü, ve

Büyürken , orada, dördünün ortasında durmakta olan benden

Giderek uzaklaştılar. Ne olup bittiğini fark etmedim ve çok fazla

Konuşup çok güzel Şeyler anlattım. Sözcük-çiçekleri söylemeye

Devam ederken, duvarlar dört ayrı yöne doğru uzaklaşmaya

Devam etti, ta ki ben dışarıda kalana dek.. dışarısı yaz mevsimiydi..’

 

‘Yüz yüze duruyoruz.. göğsüme temiz havayı doldurarak başlıyorum

İşe, çektiğim havanın bir ucunu içeride tuttuğumu ve sonra dışarı

Bıraktığımı düşleyerek. Benim bıraktığım havayı içine alıyorsun

Bir öpücükmüş Gibi , ve onun diğer ucunu ciğerlerinin

Derinliklerine bağlıyorsun, oraya  bir bitkiyi ekermiş gibi.

Beni aldığın havayı geri vererek cevaplıyorsun , ciğerlerindeki kök çiçek

Açmış gibi.. Ve ben de aramızdaki havayı topluyorum , aceleyle

Arkama saklıyorum, ve sana havayı Hangi elimde tuttuğumu

Soruyorum. Umutsuzca birtakım işaretler yapıyorsun, çünkü sana

Nefes olacak hava kalmamış, bense hangi elimde havayı tuttuğumu 

Bilmen İçin ısrar ediyorum.. Bulamıyorsun , onun yerine , elimden

Bıraktığım havayı açgözlüce yakalamaya çalışıyorsun.. İçine

Çekiyorsun onu, dışarı veriyorsun, tümünü kendine saklıyorsun.

Beni unutuyorsun. Mutlu görünüyorsun, ve bağımsız , ama ben

Senin boşa nefes aldığını söylüyorum. Sonunda aşağı bakıyorsun – 

Ayaklarının dibindeyim hep ben. Uzun bir süredir nefes

Alamıyordum zaten..’

ADELA GRECEANU 

Çeviren : Yaprak Öz

Word Express projesine ülkemizde destek veren ‘Özgür Edebiyat’ dergisinin  ocak-şubat 2010 , sayı:19’da Yaprak Öz’ün çevirisiyle diğer Adela Greceanu metinlerini okuyabilirsiniz..

Umarım bir gün Adela Greceanu’nun kitaplarının hepsini dilimizde okuyacağız.. Sabırsızlıkla bekliyoruz..

Crockett..

Her yaştan insana en güzel masallardan birisi : SIRÇA KÖŞK.. – Sabahattin Ali

SIRÇA KÖŞK..

 

Bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş varmış.. Bugünden yarına geçinmek , gittikleri yerlerin birinden yüz bulsalar , beşinden kovulmak canlarına tak demiş. Alınteriyle kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine kestiremezlermiş , çünkü elleri işe yatkın değilmiş. Bir gün , uzun bir yolculuktan sonra , yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar , acaba bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız , diye acı acı düşünürlerken , içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş , hemen yerinden fırlayıp :

‘Gelin beraber , bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün sonuna kadar bolluk içinde yaşarız ! ‘ demiş.

Ötekiler :

‘Bu sırça köşk de nedir ?’ diye sormuşlar, beriki :

‘durmayın , vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!’ diye onları peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar.

Elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehre varınca nasıl davranacaklarını öğretmiş.

İndikleri şehir , o memleketin başşehri imiş. Be memlekette bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına buyruk, beyler gibi yaşarmış. Tarlalarda, dükkanlarda insanlar arı gibi çalışır, kazanan kazanmayana destek olur, malını lüzumuna göre başkasıyla değişir , kavgasız dövüşsüz, efendisiz , uşaksız , ömrünün sonunu bulurmuş. Gündelik işlerini gördürmek , nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı akıllarından bile geçirmezlermiş.

Bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. Sokaklarda ekinler, yemişler, dokumalar , kumaşlar, demirler, kömürler küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş.

Ahbaplar, önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere , sokaklarda aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp , yanlarından geçenlere duyuracak şekilde :

‘Allah Allah.. amma da acayip memleket ha!..’ diye söylenirlermiş..

Bir sokak gitmişler , öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar. Gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar memleketin nesini acayip buldular acaba ? diye aralarında soruşturmaya başlamış. Nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormuş :

‘Neye şaşırıyorsunuz Allah aşkına?’

Ahbapların  elebaşısı :

‘Yahu , sizin  memleketin sırça köşkü nerde?’ diye öğrenmek istemiş.

‘Ne sırça köşkü?’

‘Nasıl? Sizin sırça köşkünüz yok mu7?’

‘O da neymiş?’

Elebaşı yanındaki dostlarına dönüp :

‘Aman yarabbi , daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar. Böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!’ demiş.

Şehir halkını daha çok merak sarmış. Ahbapların peşini bırakmamışlar. Beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar:

‘Canım, neymiş şu sırça köşk? Anlatın bakalım, pek lüzumlu bir  şeyse belki biz de yaparız!’

‘Lüzumlu ne demek? Sırça köşkü olmayan şehir , sırça köşke bağlanmayan memleket olur mu? Haydi dostlar gidelim!’

Halk aralarında ayaküstü bir danışmışlar, sonra yabancıların yanına sokulup :

‘Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? Madem ki bu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!’ demişler.

Yabancıların elebaşısı :

‘Olmaz.. Olmaz.. Sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil.. Masraf ister, malzeme ister, işçi ister. Bırakın bizi de sırça köşkü olan şehre gidelim!’ demiş. Ama halk bırakmamış, ‘ne lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!’diye direnmiş.

Oturup hesabını yapmışlar , hemen işe başlamışlar. Üç ahbap sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi seçmiş, arabacı ayırmış , şehrin en büyük meydanına kum taşımaya , kömür getirmeye başlamış. Bir kısmı da bu işte çalışanlara yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. Nihayet camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam olunca üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki :

‘İşte , sırça köşk oldu demektir. Daha tamam değil , memleketinizin şanına layık büyüklükte değil ama , o da olur. Şimdi bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın, yiyeceği içeceği arttırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın, biz her işinize bakarız..’

Halk , artık bir sırça köşkümüz var , diye sevinmiş, kendi yediğinden , giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. Az sonra sırça köşkten emir çıkmış :

‘Bir kat daha çıkmak lazım. Burası hem bize , hem hizmetimize bakanlara dar geliyor.’

Arabalar yeniden kum  taşımış, sırça köşkün efendileriyle onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlara koyun, çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. İkinci kat tamam olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendi işlerine yarayabilecek olanları seçip yerleştirmişler. Onlar da burada ekmek elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de inandırmak için gayrette kusur etmemişler.

Bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat binmiş. İçi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan oradan çıkmak istemez, bunun tersine dışarıda kalanlar yolunu bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış. Ama sırça köşkte oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini pek bükmüş.. aralarında homurdananlar türemiş. Bir aralık : ‘sırça köşk lazım, anladık , ama bu kadar çok kadar odaya , bu kadar hazır yiyiciye ne lüzum var?’ diye şöyle bir görünecek olmuşlar. Üç ahbabın elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice anlatmış :

‘İşte’ demiş ‘şu odada ben otururum, sırça köşkün başında ben varım, bensiz iş yürür mü? Ben olmasam sırça köşkünüz olur muydu?.. Şu odalarsa baş yardımcılarımızın.. Ta gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek ne köşk kalır , ne siz kalırsınız!’

Halk :

‘Pekala’ demiş, ‘ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var? Mesela şu odadaki ne iş görür?’

‘O mu? Ne diyorsunuz ? Sırça köşke giren malların hesabına o bakar; bu malları toplayanların başıdır. O olmasa, hiçbiriniz verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. Buna gönlünüz razı olur mu?’

‘Ee.. şu odadaki?’

‘Sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri , noksan mal gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri arar bulur.. öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?’

‘peki, ya şuradaki?’

‘Sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.’

‘Bunu da anladık, ya bu odadaki?’

‘Sırça köşkün odalarını süpürtür..’

Halk ne sorduysa cevabını almış , bütün odalarda aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış; çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı, kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş.. Eh artık bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış. Ama sırça köşktekiler arttıkça , halkta onları doyuracak takat kalmamış. O zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini , giyeceğini zorla almışlar. Ayak direyenleri götürüp sırça köşkün bodrumuna kapamışlar. Halk, başına kendi sardırdığı bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış ; çünkü sırça köşkün adamları , gezdikleri , dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm , bin bir hile ile sustururlarmış.. sırça köşkün de gözü doymak bilmez , istedikçe istermiş. Baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar da çalışmayı çoktan unuttukları için , kendilerini besleyenlere, buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile getirmezler , yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin halkına, bir köylünün inekleriyle , köpeklerine baktığı kadar bile göz kulak olmazlarmış. Ama halkın gözü yıldığı için elindekini avucundakini vermiş. Artık bir gün verecek bir şeyi kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki son koyunu da vermeye çağrılmış.. Getirmişler, teslim etmişler, söve saya dağılmaya başlamışlar.. Onların böyle homurdandığını , artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki :

‘Ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde ettiniz.. Onun azameti , parlaklığı yanında üç beş çuval ekin , dört baş davar nedir ki  ?.. Biz sizin şanınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başla bir şey düşünmüyoruz.. Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleri halka dağıtılsın!’

Sırça köşkten çıkan birçok hizmetkar, biraz önce oraya canlı olarak giren , şimdi kesilip , yüzülüp kebap edilmeye başlanan koyunların kafalarını halka dağıtmışlar..

Kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki başa bakarak hayretle bağırmış :

‘İyi ama bu başın beynini almışlar!’

Elebaşı balkondan seslenmiş :

‘Öyle.. Fakat siz beyni ne yapacaksınız? Pişirmesini bilmez, ziyan edersiniz!’

Başka biri :

‘Peki, ya bu başların dili de yok!’ diye haykırmış. Elebaşı aşağıya doğru eğilmiş:

‘Canım, dilin size lüzumu yok! Yemesini beceremezsiniz!’

Bir üçüncüsü :

‘Yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!’

Elebaşı ona da cevap vermiş :

‘Siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz , vazgeçin ondan da..’

Bunun üzerine halk , beyinsiz , dilsiz, gözsüz kelleriyle dağılmak üzereyken , aralarında canından bezmiş biri :

‘Böyle başın da bana lüzumu yok!’ diyerek , boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. İşte  o zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada ‘şangır!..’ diye koskocaman bir gedik açmış. Halk her şeyden sağlam , hiç bir zaman yıkılmaz , kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce , elindeki kelleri birbiri arkasına ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi zor kurtulmuş..

Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkarmamış. İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederlerken , şu nasihatı vermeyi unutmazlarmış :

‘Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız.. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa , onun yıkılmaz , devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter..’

SABAHATTİN ALİ , (1945)


Sırça Köşk , Sabahattin Ali , 141 sayfa ,
YKY’de 1. Baskı: Ekim 2003 , YKY’de 10. Baskı: Şubat 2010..