Archive for the ‘Edebiyat’ Category

Güneşteki Adamlar.. – Hasan Kanafani

Güneşteki Adamlar.. – Hasan Kanafani

‘artık dayanamayacaktı. masasının  başında oturan şişman adam , terden şıpır şıpır , gözlerini açmış ona bakıyordu.. öyle bakmasaydı ya , çevirseydi gözlerini.. birden abu kays gözyaşlarını duyumsadı , gözlerini sıcacık doldurmuşlardı , aktı akacak.. bir şey söylemek istedi , söyleyemedi.. kafasının içi yüreğinden fışkırıp gelen gözyaşlarıyla dopdoluydu sanki.. o da döndü , sokağa çıktı.. buradaki insanlar bir gözyaşı sisinin ardında yüzmeye başladı , ırmağın ufkuyla gökyüzü birleşti , çepeçevre her şey sonsuz bir beyaz ışıltıdan ibaret kaldı.. döndü , yüz üstü attı kendini , göğsünün altındaki nemli toprak gene yürek gibi vurmaya başladı.. toprağın kokusu genzini dolduruyor , damarlarına sel gibi yayılıyordu..’

 

‘.. dört adamdan hiçbirinin içinden artık konuşmak gelmiyordu , yalnızca yorgun düşmüş oldukları için değil , her biri kendi düşüncelerine dalıp gitmiş olduğu için.. dev kamyon onları hayalleri ve yakınlarıyla , umutları , hırslarıyla birlikte , mutsuzluk ve umarsızlıkları , güçlü ve zayıf yönleri , geçmişleri ve gelecekleriyle birlikte yol boyunca götürüyor , sanki yeni , bilinmez bir yazgının yüce kapısını zorluyordu.. bütün gözler , görünmez ipliklerle bağlıymışçasına , kapıya dikilmişti..’

 

HASAN KANAFANİ , GÜNEŞTEKİ ADAMLAR , Çeviri : NİHAL YEĞİNBOĞALI , ALAN Yayıncılık , Temmuz 1986..

 

‘1972 yılında düzenlenen bir suikast sonucu ölen ‘hasan kanafani’ çağdaş arap-filistin edebiyatının en önde gelen  kalemlerinden birisidir.. ‘güneşteki adamlar’ adlı kısa romanı yayınlandığı zaman özellikle arap-filistin dünyasında büyük yankılar uyandırdığı gibi , eleştiriler de almıştı.. dünya çapında tanınan bir edebiyat adamı ve gazeteci olan hasan kanafani bu kısa romanında filistinli gurbetçilerin , sürgünlerin yaşamlarını yeniden kurma çabalarını , yoktan bir şeyler yaratma uğraşlarını ve bu yolda yaşadıkları çetin zorlukları anlatır.. hasan kanafani’nin bu romanı tiyatro sahnesine uyarlandı daha sonra filmi de çekildi.. 90’lı yıllarda ilk okuduğumda müthiş etkilenmiştim güneşteki adamlar romanından , kamyonun tanker bölümündeki adamlarla birlikte yaşamıştım o müthiş zorlu ve sonsuza giden yolculuğu.. sanırım piyasada baskısı yok , sahaflarda bulabilir misiniz bilmiyorum ama bulabildiğiniz yerde oturun bir kenara okuyun.. ‘güneşteki adamların’ ve siyonistlerce otomobiline konan bomba sonucu öldürülen ‘hasan kanafani’nin yüreklerinin sizle atmaya devam ettiğini hissedeceksiniz.. ‘forgiveness’in ‘david’i ve ‘güneşteki adamlar’.. savaşların son bulması , yahudilerin ve arapların barış içinde kardeşçe yaşayacağı günlerin yakın olması dileğiyle..’  

Crockett..

‘insan kendisiyle yalnızdır..’ – ERNST BLOCH

gereğinden az..

‘insan kendisiyle yalnızdır.. başkalarıyla birlikteyken çoğu kişi kendiyle de değildir.. her ikisinden de sıyrılıp , çıkmak gerekir..’

ERNST BLOCH..

sürüncemede kalış..

‘beklemek de insanı bir o kadar canını bezdirir.. ama sarhoş da edebilir : bir kadın veya adamı , içinden ha çıktı ha çıkacak diye beklediği kapıya uzun süre gözlerini diken biri coşup , mest olabilir ; uzadıkça uzayan tekdüze bir terennümle çakırkeyif olur gibi.. uzadıkça sürüklediği yer hep , muhtemelen pek de hayra alamet olmayan , karanlık bir noktadır.. ama beklenen adam veya kadın gelmediğinde yaşanan bariz hayal kırıklığı , bu sarhoşluğu gidermek bir yana , durumda da oluşan tabii neticesine , kendine has bir akşamdan kalma mahmurluğuna dönüşür.. beklemenin ilacı , sırf içmeye değil , yemek pişirmeye de teşvik eden umut beslemedir..’

ERNST BLOCH..

tam da şimdi..

‘ne zaman bizzat kendimizin daha yakınına çıkarız.. insan yataktayken mi kendine gelir , yoksa seyahatteyken mi , ya da bazı şeylerin ona yine daha iyi göründüğü kendi evinde mi.. herkes , bilinçli yaşamında beraberinde gelmeyen ve açıklığa kavuşmayan bir şeyleri unutmuş olma duygusunu tanır.. bu nedenle , insanın tam şimdi söylemek isteyip de aklından uçup giden şey çoğunlukla da önemli görünür.. ve insan , içinde uzun süredir oturduğu bir odayı terk edecek olduğunda , gitmeden önce tuhaf tuhaf sağa sola bakınır.. burada da henüz keşfedilmemiş olan bir şey kalmıştır geride.. insan onu da yanına alır ve ne olu olmadığına başka bir yerde bakar..’

ERNST BLOCH..

hayrette kalış..

‘sadece düşünün bir.. bazen mavi sineği görüyorum.. doğru , tüm bunlar kulağa kifayetsiz geliyor , bunu anlayabiliyor musunuz , bilmiyorum..’ – ‘evet , evet , bunu anlayabiliyorum..’ – tabii , tabii.. ve ara sıra çimene bakıyorum ve çimen belki bana bakıyordur yine ; ne biliyoruz ki.. tek bir çimen yaprağına bakıyorum , belki biraz titriyor ve bana bunda bir şey var gibi geliyor , ve kendi kendime şöyle düşünüyorum : işte şimdi burada bu ot durup titriyor ! ve müşahede ettiğim şey bir ladinse , o vakit onun beni biraz da düşündürten bir dalı vardır belki de.. fakat zaman zaman yükseklerde insanlarla da karşılaşıyorum , bu da oluyor..’ – ‘tabii , tabii’ , deyip doğrulmuştu.. ilk yağmur damlaları düşmeye başlamıştı.. ‘yağmur yağıyor’ , dediydim.. o da,  ‘evet , siz yağmur yağdığını düşünün sadece’ ,  demiş ve çoktan gitmişti..’

PAN , KUNT HAMSUN..

‘evet , siz yağmur yağdığını düşünün sadece.. bunu hisseden ve aniden hayret eden , çok geride , çok ilerideydi.. aslında dikkatini çeken şey azdı ama yine de birdenbire tüm soruların kökenine yaklaşmıştı.. gençlikte genellikle böyle açık ve saftır ahengimiz.. pencereden dışarı bakar , yürür , durur , uykuya dalar , uyanırız , her zaman aynı hikayedir ve sadece şu boğuk duyguda ışır : her şey ne kadar da tekinsiz , ‘var olmak’ ne kadar da karşı konulamayacak denli tuhaf.. bu formül bile fazladır , sanki tekin olmayan sadece ‘var olmadan’ ileri gelirmiş gibi görünür.. fakat insan hiçbir şeyin olmadığını düşünürse , bu da daha az esrarengiz değildir.. bunu anlatmak için tam yerinde kelimeler yoktur , ya da insan ilk hayrette kalışı eğip büker..’

ERNST BLOCH..

İzler , ERNST BLOCH , Çeviri : SUZAN GERİDÖNMEZ , İLETİŞİM Yayınevi , 2010..

‘kelimeler , karınca gibi ağaçlara tırmanıyor..’ – Felix Guattari

‘tek bir kelime yok , tek bir jest yok ya da siz ölüsünüz.. geldiklerini görüyoruz yavaş yavaş , bir yığın itin teki.. zaman zaman içlerinden birini tanıdığımız oluyor.. yanlarındaki küçük kız adı kötüye çıkanlardan.. yalnızca iki parmak porto.. kapıyı vurmadan girin , içeri girmeden kapıyı vurun.. menteşeleri sökün.. ön cepheleri patlatın.. bir şey yapın ama n’olursunuz.. soğan zarı incelinde görüşler duyum sinirine işliyor.. bok da sürekli yeniden başlayıp duruyor.. yerli dilde can sıkıcı traşlar , ama hep dönemin havasına bağlı , aynı erkek , yetişkin , beyaz değerler içine kapanma.. viyaklamak , böğürmek , yerde yuvarlanmak , havasızlıktan boğulmak , doğurmak , meme vermek , karnı burnunda hamile olmak , göbek bağını dişleriyle koparmak.. tamam , bir şey demiyorum , hala ve hep savaş öncesinde pıhtılaşmış zaman , can sıkıcı , yoksulluk , yoksun , beş kuruş , geçinebilmemiz için beş kuruş.. çinko evyenin üzerinde düşen damlaların izi.. vasistası açmak için bir ip.. sinekkapan ve kara turplar.. sahanlıkta alaturka yüznumara.. tel dolapta yapış yapış petrole bulanmış bir martı..’

Felix Guattari..

‘kelimeler , karınca gibi ağaçlara tırmanıyor.. testere dişleri ; çürük diş.. oturun.. mareşal portreli iki pul ve asasını temsil eden , araya sokulmuş vinyetli özel heyet.. ekşi pembe haplar : vitaminli bonbonlar , sizin bir ruhunuz var mı.. bizi kürekler götürüyor , götürüyor , götürüyor.. kıt kanaat , gün ağarırken atlar , bitek gerçeklik.. kapılara barikat kurdular , pencerelere makineli tüfek yerleştirdiler.. geceleyin , imkanlar tükendi , yok olup  gitmiş , kaçamak üçüncü bir terim , maskeler ve bergamaskeler , bergamo dansları.. su dolu bir tüp ya da küçük bir şişe , radyotöre bağlanmış.. erkek kardeşi gibi yapmak için..’

Felix Guattari..

‘karanlığın içinde bir çocuk , korkuya bağlanmış , şarkı söyleyerek kendi kendini teskin ediyor.. adımlarını şarkısına uydurmuş yürüyor , duruyor.. kaybolmuş , sığınmaya çalışıyor bir yerlere ya da minik şarkısıyla iyi kötü , yönünü bulma çabasında.. şarkı , kaosun bağrındaki istikrarlı ve sakin , istikrarlaştırıcı ve sakinleştirici bir merkezin eskizi gibi.. çocuk şarkı söylerken bir yandan da sıçrıyor olabilir , yürüyüşünü hızlandırıp yavaşlatıyor olabilir ; ama şarkının kendisi zaten bir sıçrama : kaostan kaosun içindeki bir düzen başlangıcına sıçrıyor , her an paramparça olabilir.. ariadne’nin ipinde daima bir titreşim vardır.. orpheus’un şarkısında da..’

Gilles Deleuze , Felix Guattari..

Felix Guattari , Nakaratlar – Çeviri : Işık Ergüden , DOST yayınevi , Şubat 2009..

‘kanı çekilmiş aktörler olarak , ağza sakız olmuş zamanın içinde şişirme roller oynamaya hazırlanırız : evrenin perdesi güvelenmiştir ve deliklerinden artık sadece maskeler ve hayaletler görülür..’ – E.M. CIORAN

‘hayatı nezaketen kabul ederim : sürekli başkaldırı tıpkı intiharın yüceliği gibi zevksizdir.. yirmi yaşındayken semaya  ve onun örttüğü pisliğe karşı verilip veriştirilir , sonra bundan bezilir.. trajik poz ancak uzamış ve gülünç bir ergenliğe yakışır ; ama kayıtsızlık şarlatanlığına ulaşmak için bin bir tane badire gerekir..

kullanımdaki bütün ilkeler nazarında serbestleşmiş kişide , hiçbir komedyen yeteneği bulunmazdı ; bir basitlik baş örneği , ideal bir biçimde mutsuz varlık olurdu o.. bu içtenlik modelini kurak yararsızdır : hayat ancak içine kattığımız yutturmaca derecesiyle hoş görülebilirdir.. bir arada yaşamanın ‘tatlılığı’ sonsuz art düşüncelerimize ortalıkta at oynattırma imkansızlığına bağlı olduğu için , böylesi bir model toplumun ani ölümü olurdu.. hepimiz sahtekar olduğumuz için birbirimize tahammül ederiz.. yalan söylemeyi kabul etmeyen birisi ayağının altındaki toprağın kaydığını görürdü : sahteliğe biyolojik olarak tabiyizdir.. çocuksu ya da işe yaramaz , ya da gayri otantik olmayan hiçbir ahlaki kahraman yoktur ; zira hakiki otantik hiledeki , kamusal yaltaklanmanın ve gizli kara çalmanın muaşeretindeki kirlenmedir.. hemcinslerimiz onlar hakkındaki düşüncelerimizi göz önünde tutabilselerdi , aşk , dostluk , fedakarlık sözlüklerden hepten silinirdi.. kendimiz hakkında aklımızdan çekingenlikle geçen şüphelerle yüzleşme cesaretimiz olsaydı , hiçbirimiz utanmadan bir ‘ben’ sözcüğü sarf edemezdik.. yaşayan her şeyi maskaralık sürüklemektedir , mağara adamından kuşkucuya kadar.. bir tek görünümlere saygı bizi leşlerden ayırdığına göre , şeylerin ve varlıkların temeline göz dikmek mahvolmaktır ; daha hoş bir yoklukla yetinelim : teşekkülümüzün ancak muayyen bir hakikat dozuna tahammülü vardır.. 

en derinlerimizde , bütün diğer kesinliklerden üstün bir kesinliği muhafaza edelim : hayatın anlamı yoktur , olamaz.. öngörmediğimiz bir vahiyle bunun aksine kanaat getirseydik , kendimizi hemen o anda öldürmemiz gerekirdi.. hava bir kaybolsa hala soluk alırdık ; ama yararsızlığın sevinci elimizden alınsa hemen soluksuz kalırdık..’

E.M. CIORAN

‘tarihin ağırlığını , oluşun yükünü ve miadı dolmuş ya da muhtemel olayların külliyatını ve boşunalığını göz önünde bulundurduğu zaman bilincin karşısında boyun eğdiği o bezginliği hissetmek.. nostalji , olmuş olan her şeyden çıkan dersleri göz ardı ederek bir atılımı zikreder boşu boşuna.. bizzat geleceği bir mezarlık gibi , olmayı bekleyen her şeyin mezarlığı gibi gören kişiyi bezginlik beklemektedir.. yüzyıllar ağırlaşmıştır ve anın üzerine yük olurlar.. – bütün çağlardan daha kokuşmuşuzdur , bütün imparatorluklardan daha çürümüşüzdür.. tükenişimiz tarihi yorumlar , soluk soluğa kalışımız bize ulusların hırıltılarını duyurur.. kanı çekilmiş aktörler olarak , ağza sakız olmuş zamanın içinde şişirme roller oynamaya hazırlanırız : evrenin perdesi güvelenmiştir ve deliklerinden artık sadece maskeler ve hayaletler görülür..’

E.M. CIORAN 

E.M. CIORAN , Çürümenin Kitabı ,Çeviri : HALDUN BAYRI , METİS Yayınevi ,  Ocak 2000..

‘gözünüzdeki kıymık en iyi büyüteçtir..’ – THEODOR W. ADORNO

‘gözünüzdeki kıymık en iyi büyüteçtir..’ – THEODOR W. ADORNO  

SU KATILMAMIŞ ŞARAP ..- bir kişinin bize karşı iyi niyet besleyip beslemediğinin şaşmaz bir ölçüsü vardır : bizimle ilgili zalim ve düşmanca sözleri bize nasıl aktardığı.. bu tür şayialar çoğu zaman yersizdir ; kötü niyetin hiçbir sorumluluk almadan , hatta iyi niyet adına yoluna devam edebilmesinin bahanelerinden başka bir şey değildir.. bütün tanıdıklar , kısmen tanışıklığın sıkıcılığını sarsmak için , zaman zaman herkes hakkında küçültücü bir şeyler söylerler ama hepsi  de başkalarının yargılarına karşı duyarlıdırlar ve sevmedikleri kişilerce bile sevilmeyi içten içe isterler : insanlar arasındaki yabancılaşma kadar genel ve ayrımsı bir şey varsa o da bu yabancılığı kırma arzusudur.. işte haber yayıcılar da tehlikeli malzemenin hiçbir zaman eksik olmadığı bu ortamdan beslenirler : herkes tarafından sevilmek isteyenlerin bunun tersini gösteren kanıtlara doyamadığını çok iyi biliyorlardır.. insanın iftiraları aktarmasını haklı gösterebilecek tek koşul , bunların ortak kararlarla , insanın güvenmek zorunda olduğu kişilerin , örneğin çalışma arkadaşlarının değerlendirilmesiyle açıkça ve dolaysızca ilgili olmasıdır.. şayia ne kadar tarafsız ve çıkarsızsa , acı vermekten duyulan o çarpık arzu da o kadar şiddetli demektir.. kötü sözü aktaran kişinin sadece iki tarafı birbirine düşürmek istediği ve bu arada kendini de göstermeye çalıştığı durumlar daha zararsızdır.. ama laf taşıyıcı daha çok kamuoyunun atanmış sözcüsü olarak ortaya çıkar ve serinkanlı nesnelliğiyle kurbanın boynunu eğmek zorunda olduğu anonimliğin  gücünü ona daha da iyi hissettirir.. yaralandığından habersiz olan yaralı tarafın onuru için duyulan gereksiz kaygı , her şeyin apaçık olması için gösterilen gereksiz özen , iç temizliğine verilen o abartılı önem-bütün bunlarda daha da sırıtır yalan.. bu değerler çarpık dünyamızın gregers werl’leri tarafından öne sürüldüğünde çarpıklık daha da artar.. iyi niyetliler  ahlaki sofuluk adına hareket ederken yok edicilere dönüşürler.. 

 

THEODOR W. ADORNO

  

..bir şarkı , kendimi bildim bileli mutluluk verdi bana : ‘dağ ile derin derin vadi arasında’ diye başlıyor ve çayırda serilmiş yatarken bir avcı tarafından vurulan ve hala canlı olduklarını anlayınca da hemen oradan seğirten iki tavşanın öyküsünü anlatıyordu.. ama kıssadan hisseyi ancak çok sonraları çıkartabildim : sağduyu ancak umutsuzlukta ve uç durumlarda sürdürebilir varlığını ;  nesnel çılgınlığa kurban gitmemek için saçmalık gerekir.. örnek alınmalı ki o iki tavşan : ateş edildiği anda kendini yere at , korkudan sersemlemiş bir halde bekle ve aklını başına toplar toplamaz da halin kaldıysa bütün gücünle tabanları yağla.. korku kapasitesiyle mutluluk kapasitesi birdir : deneyime sınırsızca açık olmak , sırtı yere  gelenin kendini yeniden keşfettiği o kendini bırakma yaşantısına denk düşer.. var olan karşısında duyulan ölçüsüz bir kederle ölçülmeseydi mutluluğa mutluluk denebilir miydi.. çünkü ağır hastadır dünya.. ona temkinli bir tavırla kendini uyarlayan , sırf böyle yapmakla onun çılgınlığına da katılmış olur ; oysa egzantrik kişi direniyor ve dünyaya ‘yeter , kes artık !’ diyebiliyordur.. felaketin yanılsamalı niteliği üzerinde , ‘umutsuzluğun gerçek dışılığı’ üzerinde durup düşünebilen ve sadece kendisinin hala canlı olduğunu değil , dünyada hala yaşam olduğunu fark edebilen de sadece odur.. donup kalmış tavşanların kurnazlığı , kendileriyle  birlikte avcıyı bile kurtarır : kaçarken onun suçluluğunu da aşırmışlardır..

 THEODOR W. ADORNO 

‘her sanat yapıtı işlenmemiş bir suçtur..’

‘aşk , farklı olanda benzerlik görme gücüdür..’ 

‘‘biz’ derken aslında ‘ben’i kastetmek , hakaretlerin en örtülüsüdür..’

THEODOR W. ADORNO 

THEODOR W. ADORNO , MINIMA MORALIA , METİS YAYINEVİ , EKİM 1998 , ÇEVİRİ : ORHAN KOÇAK , AHMET DOĞUKAN..

‘yaşama sanatı , yalanlara inanmayı bilme sanatıdır..’ – CESARE PAVESE (Yaşama Uğraşı..)

YAŞAMA UĞRAŞI..

5 ocak 1938..

insan kendi doğasını değiştiremez.. eskiden ne kadar saf , yalan söylemeyen , paylaşıldığı zaman daha eksiksiz olacakları umuduyla duygularını açığa vuran bir insan olduğunu biliyorsun.. şimdi ise yalan söylemenin gerekliliği gibi karanlık bir takım düşünceler ileri sürdüğün için değiştiğini sanıyorsun..

kesin olan bir şey varsa , o da şu : hayatta seni ‘kendi erkeği’ sayacak bir kadından başka her şeye sahip olabilirsin..

yaşama sanatı , yalanlara inanmayı bilme sanatıdır.. bunun korkunç yanı , doğrunun ne olduğunu bilmememize karşın , bir yalanın yalan olduğunu hala anlayabilmemizdir..

1 kasım 1938

bir hiç yüzünden yılgınlığa kapılan insanlar en büyük darbelere karşı durmaya en yatkın insanlardır.. böyleleri güçlü insanlardan daha kolayca kendilerini bir trajedi havası içinde yaşamaya alıştırırlar.. direnme güçleri çabuk tükenir ve yuvarlanıp giderler..

her sıyrığı bir yıkım sayma alışkanlığı gerçek bir yıkımın incitme gücünü azaltır..

talihsizlik çıkıp geldi mi :

‘kendisine güvenen iyimser’ , korkunç acı çeker ;

‘işlerin her zaman kötü gittiğine inanan insan’ın çektiği acı ölçülüdür ;

‘sapına kadar kötümser olan insan’ ise korktuklarının çıkmasından sevinç duyar..

acı çekmemek için her şeyin acı çekmek olduğuna inandırmamız gerekir kendimizi.. leopardi’nin mutlu bir hayatı olabilirdi..

acı çekmemek için acı çekmeyi ‘kabul etmek’ gerekir..

bunu yapabilmek içinse  , pisliği altına çevirebilecek bir simya bilgisine sahip olmalı insan.. acı çekmeyi kabul edemeyiz üstelik , bundan ötesi yoktur.. hem neden edelim..

2 kasım 1938

talihsizlikler bir budalayı akıllı bir insan yapmaya yetmez..

3 kasım 1938

hepimiz kötü şeyler düşünürüz  , ama pek seyrek kötülük yapabiliriz.. hepimiz iyi şeyler yapabiliriz , ama iyi şeyler düşünebilenlerimiz pek azdır..

başkalarının bizim hakkımızda ne düşünecekleri kaygısı kendi vicdanımızdan daha güçlüdür.. suçu başkasına yükleme olanağını bulamadığı sürece , bilmeyerek bile olsa kötü bir şey yapacak yerde içindeki kötülüğün sesine uymayı kim seçmez.. 

10 kasım 1938

hayatın saldırılarına karşı bir savunmadır edebiyat.. hayat şöyle der : ‘beni kandıramazsın.. senin alışkanlıklarını biliyorum , tepkilerini sezip onları seyretmekten hoşlanıyorum , doğal akışını engelleyecek kurnazlıklarla gizini açığa çıkarabiliyorum..’

bunun dışındaki bir başka savunma gücü de , bize yeni bir sıçrama olanağı veren sessizliktir.. ama bu sessizliği kendi kendimize uygulamamız gerekir , bunu başka birisine , hatta ölüme bile bırakmamalıyız.. kendimiz için bir güçlüğü seçmek , o güçlüğe karşı kullanabileceğimiz tek savunmadır.. acı çekmeyi kabul etmek budur.. ona boyun eğmek yerine  , onu bir sıçrama tahtası olarak kullanmak..yediğimiz darbenin etkisini denetleyebilmek.. yaradılışları gereği eksiksiz olarak acı çekebilenlerin bir üstünlüğü vardır..acı çekmeyi etkisiz hale getirebilmenin onu kendi yarattığımız kendi seçtiğimiz bir şey yapmanın yolu ona boyun eğmektir.. intihar etmek için bir gerekçe..

iyilikseverliğin yeri yoktur burada..

CESARE PAVESE..

(YAŞAMA UĞRAŞI, CESARE PAVESE, Çeviren : CEVAT ÇAPAN , CAN YAYINLARI , 2000..)

Yeraltı edebiyatının kült başyapıtlarından : Trainspotting – Irvine Welsh

‘BEN HAYATI SEÇMEMEYİ SEÇİYORUM’
”Hayat sıkıcı ve anlamsız. Büyük umutlarla başlıyoruz, sonra çuvallıyoruz. Hepimiz bir gün büyük sorulara cevap bulamadan öleceğimizi keşfederiz. Hayatımızın gerçeğini farklı biçimlerde yorumlayacak dolambaçlı düşünceler geliştiririz, bedenimizle büyük şeylere, gerçek şeylere dair kayda değer bir bilgiye uzanmaksızın. Aslında, kısa ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir hayat yaşar, sonra da ölürüz. Kendimizi her şeyin tamamen anlamdan yoksun olmadığına inandırmak için hayatlarımızı bokla doldururuz; kariyerle, ilişkiyle falan…

… Bizi seç. Hayatı seç… Çamaşır makinesi seç, araba seç, bir kanepeye oturup ağzına berbat şeyler tıkıştırarak beyin uyuşturucu ve ruh çökertici aptal televizyon programları seyretmeyi seç. Bir huzur evinde üzerine sıçıp işeyerek çürümeyi, bencil ve kafayı yemiş çocukların için bir utanç kaynağı olmayı seç. Hayatı seç.

İyi de, ben hayatı seçmemeyi seçiyorum.”

Trainspotting –  Irvine Welsh , Siren Yayınları , Çeviri : Avi Pardo

‘yokuş aşağı..’ – WALTER BENJAMIN

‘HEP AYNI DÜNYA.. GENE DE SABIRLIYIZ..’ – WALTER BENJAMIN

neyle ölçüyor insan kendi gücünü ?

‘uğradığımız yenilgilerle zayıflıklarımız yüzünden nerede başarısız olmuşsak orada kendimizi aşağı görür , utanırız.. oysa güçlü olduğumuz noktalarda aşağıladığımız şey kendi yenilgimizdir , utanç duyduğumuz şey de talihsizliğimizdir.. zafer ve talihle mi ölçüyoruz gücümüzü ? en köklü zayıflıklarımızı , hiçbir şeyin zafer ve talih kadar kolayca açığa çıkaramadığını bilmeyen var mı ? bir mücadelede ya da aşkta kazanılan bir zaferden sonra , zayıflığından dolayı şaşkınca ve ürperircesine sevinerek içinden ‘bu ben miyim ? ben ki en zayıfıyım , bütün bunlar bana mı ?’  sorusunun geçtiğini hissetmeyen var mıdır ? ayağa kalkmanın bütün hilelerini öğrendiğimiz ve utançtan  yüzümüzün kıpkırmızı kesildiği yenilgilerse başka.. şöhret , alkol , para ya da aşkla , gücü hangi alanda olursa olsun , insan orada ne doğru dürüst davranmasını bilir , ne onur tanır , ne rezil olma korkusu.. en bezirgan yahudi bile müşterisi önünde casanova’nın , charpillion’a karşı davrandığı kadar küstah hareket edemez.. bu tür insanlar kendi güçleri çerçevesinde idare ederler ortalığı.. ama asıl fecaat güçlü olmanın bedelindedir.. bir sarnıcın içinde oturup yaşamaya çalışmak.. içinde yaşarsak budalayızdır , bize yaklaşan olmaz , çukurlara yuvarlanır , ne kadar engel varsa hepsine takılır kalırız , pislikleri eşeleyip durur toprağı da rezil ederiz.. ama pisliğe ancak böylesine bulaşmışken artık yenilmeyiz..’

WALTER BENJAMIN

yokuş aşağı..

sarsıntı lafını duya duya usanç geldi.. onurunu ona geri vermek için bir şeyler söylemek fena olmaz.. bu söylemler hiçbir zaman duyumsal olandan pek öteye gitmeyecek.. ver her şeyden önce şu ilkeye bağlı kalacak : sarsıntı yıkma götürür.. ilke kez bir sarsıntıyı yaşadıklarında ya da buna yeniden kapıldıklarında bize bunu üsteleye üsteleye anlatanlar acaba içlerinde bir şeylerin çöktüğünü mü söylemek istiyorlar ? ah , önce söyledikleri laflarla sonra söyledikleri arasında fark mı var sanki ? arada çöküntüye kapılıp gideriz diye , sessiz kalmaktan , duraklamaktan bile çekiniyorlar neredeyse.. kimse büyük annesi öldüğünde o denli sarsılan , ama akşam ayakkabılarını çıkarıncaya kadar , bu ölüme inanmayan marcel proust kadar açıkça fark etmemiştir bu sessizliği , duraklamayı.. gözlerden yaşlar geliyor.. niçin ? eğildiği için mi ? vücut eğildiği sırada belki en derin acılarını da birlikte ayağa kaldırıyor , ama derindeki düşüncelerin altında kalmıyor.. her ikisinin de yalnızlığa ihtiyacı var.. bir dağın yukarısına tek başına tırmanıp bitkin düşen biri , birazdan tüm vücut yapısını sarsan adımlarla yokuş aşağı geri dönerken zamanın gevşediğini hisseder , içindeki ara duvarlar çöker ve saniyelerin yığıldığı molozlar arasından rüyadaymış gibi ufak ufak adımlarla ilerler ; duruversin ister bazen olduğu yerde , ama yapamaz.. kim bilir onu sarsan düşünceleri midir acaba , yoksa yoldaki molozlar mı ? ne ki vücut artık çiçekli çocuk dürbününe dönmüştür , her adımında gerçeğin değişen biçimlerini gösterir ona..

WALTER BENJAMIN

(Parıltılar , Walter Benjamin , Çeviri : Yılmaz Öner , Belge Yayınları , Kasım 1990..)

‘kendimi yıkmaya hakkım var..’ – KIM YOUNG-HA

geceleri çok geç saatlerde uyurum..

benim için hayatımın yüzde altmış beşi intihardır ,

sadece yüzde otuz beşini yaşarım..

hayatım fazlasıyla ucuz , bu yüzden ömrümün yüzde otuzunu kaplar..

hayatımda kol , ip ve birkaç düğme eksik..

hayatımın yüzde beşiyse kansızlık nöbeti eşliğinde

yarı açık , yarı baygın gözlerimle komaya adandı..

bu yüzde beşe

dada

denir..

dolayısıyla hayat ucuz ,

ölüm biraz daha kıymetli ve pahalıdır..

ancak hayat da ölüm de cezbedicidir..’

(tristan tzara , nasıl çekici , iyimser ve zarif oldum..)

 

..müşterimle aramdaki işleri sorunsuz hallettikten sonra seyahate çıkar ve döndükten sonra müşterimle yaşanan olayları konu alan yazılar yazarım.. böylece bir tanrı görünümüne bürünürüm.. bu çağda tanrı olmak isteyenler için sadece iki yol vardır : yazmak ya da öldürmek..

fakat olayların hepsini yazıya dökmem.. sadece üzerimde kayda değer bir izlenim bırakmış olan müşterilerim kalemimle tekrar dünyaya gelirler.. görev sorumluluğuyla yaptığım bu işler acı vericidir , ancak bu zor aşamayı geçince müvekkillerime şefkat duyup onları sevmeye başlarım..

shakespeare şöyle demiş : ‘ölüm cüret edip bize gelmeden önce sır doludur : evine koşup girersek bu günah mıdır ?’ bu büyük oyun yazarından çağlar sonraki bir dönemin şairi sylvia plath ise bir adım daha ileriye gider.. ‘kan fışkırmasıdır şiir.. ve bunu önlemenin yolu yoktur..’ bu satırları yazan kadın , gaz ocağının vanasını açıp intihar etmiştir..

müşterilerim sylvia plath kadar yazarlık yeteneğine sahip değillerdi ama hayatlarının sonunu en az onunki kadar estetik biçimde sona erdirdiler.. onların hikayelerini anlattığım yazılar on cildi aşıyor.. onları yavaş yavaş gün ışığına çıkartacağım.. yazı için telif ücretine filan gerek yok , geçinmek için yeterince param var.. ayrıca kitap için para almam müşterilerime saygısızlık olur.. hiçbir maddi beklentim olmadan bu yazıları bir zarfa koyup yayınevine yollama düşüncesindeyim.. sonra bir köşeye saklanıp müşterilerimin kendi hikayeleri aracılığıyla diriliş sahnelerini izleyeceğim..’ 

kim young-ha

 

(kendimi yıkmaya hakkım var – ‘i have the right to destroy myself’ , kim young-ha , çeviri : nana lee , agora yayınevi , ekim 2007..)

‘evet, bazen gelecek uzun sürüyor..’ – LOUIS ALTHUSSER

‘..o günden beri sanırım sevmenin ne olduğunu da öğrendim : atılganca kendi duyguları üstüne ‘abartmalı’ iddialara girmek değil , karşıdakine özenle davranmak , onun arzularına ve ritmine saygı göstermek ; hiçbir şey istememek , verileni kabul etmeyi öğrenmek ; her armağanı yaşamın bir sürprizi olarak kabul etmek ; aynı armağanı ve aynı sürprizi iddiasızca , hiçbir zorlamaya başvurmadan , karşıdakine de yapabilmek. özetle, yalın özgürlük ! cézanne neden sainte-victoire dağının her anının ayrı resmini yapmıştı ? her anın ışığı ayrı bir armağandır da ondan.

demek ki yaşam, tüm dramlarına karşın, hala güzel olabilirmiş. altmış yedi yaşındayım; kendim için sevilmediğimden gençlik tanımamış olan ben, şimdi kendimi hiç olmadığım kadar genç hissediyorum. bu iş yakında bitecek olsa da.evet, bazen gelecek uzun sürüyor..’

 

LOUIS ALTHUSSER 

 

‘..birden kendimi ayakta buluyorum; yüksek öğretmen okulu’ndaki dairemde, yatağın ayakucunda duruyorum; üzerimde sabahlık var. kasım ayının kurşuni günışığı – 16 kasım pazar, saat sabah dokuz suları- soldan, zamanla lime lime olmuş ve güneşten kavrulmuş eski kırmızı perdelerin çerçevelediği yüksek pencereden süzülüp karyolanın ayakucunu aydınlatıyor.

önümde helene var, o da sabahlıklı; karyolanın kenarına oturup geri
kaykılmış durumda, sırtüstü yatıyor; bacakları gevşekçe yerdeki halının üzerine salıverilmiş.

diz çöküp onun üzerine eğiliyorum ve boynuna masaj yapıyorum. hiç konuşmadan onun ensesini, sırtını ve böğürlerini ovduğum çok olmuştu..

ama bu kez boynunun ön tarafını ovuyorum. iki başparmağımı göğüs kemiğinin üst tarafından etin yaptığı çukurluklara bastırıyorum ve öylece basılı tutarak yavaş yavaş birini sağa birini sola, kulakların altındaki sert bölgeye doğru kaydırıyorum..

helene’in yüzü dingin ve huzurlu, hiçbir kımıltı yok; açık gözleri
tavana dikili.

birden dehşete kapılıyorum: gözleri çakılı oldukları yerden hiç
oynamıyor, ve daha da önemlisi, dişleriyle dudaklarının arasında beklenmedik bir şey, küçük bir dil parçası, öylece kalakalmış.

elbette daha önce ölü gördüğüm olmuş, ama boğazı sıkılarak ölmüş
birinin yüzünü o ana dek hiç görmemişim. yine de karşımdakinin böyle ölmüş biri olduğunu hemen anlıyorum. peki, nasıl olmuş da?.. birden doğrulup bağırmaya başlıyorum: helene’i boğmuşum!

yoğun bir panik içinde atlıyorum, son hızla daireyi bir uçtan uca
geçip, yüksek demir parmaklıklı ön avluya inen demir trabzanlı küçük merdiveni uçarcasına iniyor ve, gene koşa koşa , birinci katta oturan dr. etienne’i bulacağımı bildiğim revire doğru yöneliyorum. kimseye rastlamıyorum, günlerden pazar, okul yarı yarıya boş, kalanlar da henüz uyuyor. doktorun basamaklarını dörder dörder tırmanırken bağırmayı da sürdürüyorum : ‘helene’i boğdum,
helene’i boğdum !..’

 

LOUIS ALTHUSSER

‘gerçek olarak var olmadığım için , yaşamda ben yapmacık bir varlıktan, bir hiçten ibaretim ; sevmeye ve sevilmeye , ancak beni sevmelerini istediğim ve bastan çıkarmak suretiyle sevmeye kalkıştığım kimselerden ödünç aldığım yapmacıklar ve sahtelikler yoluyla ulaşabilen bir ölüydüm..’

LOUIS ALTHUSSER 

(GELECEK UZUN SÜRER – LOUIS ALTHUSSER , Çeviri : İSMET BİRKAN , CAN Yayınları , 1998..)