Archive for the ‘Edebiyat’ Category

Charles Bukowski

Tam göğsünün ortasında bir yerin acıyacak…Evinin seni içine sığdıramayacak kad…ar dar olduğunu fark edeceksin… Sokağa fırlayacaksın…Sokaklar da dar gelecek…Tıpkı vücudunun yüreğine dar geldiği gibi… Ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl gökyüzü…Kendini taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan …da kaybolacak kadar küçüleceksin.. Birileri sana bir şeyler anlatacak durmadan…”Önemli olan sağlık.”

“Yaşamak güzel.” “Boş ver, her şey unutulur.”Sen hiçbirini duymayacaksın… Göz yaşlarından etrafı göremez hale geleceksin… Ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksin…

Hep ondan bahsetmek isteyeceksin…”Ölüme çare bulundu” ya da “Yarın kıyamet kopacakmış” deselerbaşını kaldırıp Ne dedin?” diye sormayacaksın…Yalnız kalmak isteyeceksin…Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak… İkisi de yetmeyecek…

Geçmişi düşüneceksin…Neredeyse dakika dakika…Ama kötüleri atlayarak…Onunla geçtiğin yerlerden geçmek isteyeceksin… Gittiğin yerlere gitmek… Bu sana hiç iyi gelmeyecek…Ama bile bile yapacaksın… Biri sana içindeki acıyı söküp atabileceğini söylese, kaçacaksın… Aslında kurtulmak istediğin halde, o acıyı yaşamak için direneceksin… Hayatının geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksin….Aksini iddia edenlerden nefret edeceksin… Herkesi ona benzetip…Kimseyi onun yerine koyamayacaksın…Hiçbir şey oyalamayacak seni…İlaçlara sığınacaksın… Birkaç saat kafanı bulandıran ama asla onu unutturmayan.Sadece bir müddet buzlu camın arkasından seyrettiren… Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek…

Boğazın düğümlenecek, dinleyemeyeceksin…Uyumak zor, uyanmak kolay olacak… Sabahı iple çekeceksin…Bazen de “Hiç güneş doğmasa” diyeceksin…Ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler… Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin…Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne çıkana sarılmak isteyeceksin.

Nafile…Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek…Rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istediğin… Her sıçrayarak uyandığında onun adını söylediğini fark edeceksin… Telefonun çalmasını bekleyeceksin… Aramayacağını bile bile…Her çaldığında yüreğin ağzına gelecek…Ağlamaklı konuşacaksın arayanlarla… Yüreğin burkulacak…Canın yanacak…Bir daha sevmemeye yemin edeceksin… Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinden…Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksın…

Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğin için kendinden nefret edeceksin… Yaşadığın şehri terk etmek isteyeceksin…Onunla hiçbir anının olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek… Ama bir umut…Onunla bir gün bir yerde karşılaşma umudu…Bu umut seni gitmekten alıkoyacak… Gel gitler içinde yaşayacaksın…Buna yaşamak denirse…

Razı mısın bütün bunlara…? Hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye…? O halde aşık olabilirsin …

‘düşünce özgürlüğü kavramını bu açıdan ele alırsak , dememiz gerekir ki , bu özgürlük bize dışarıdan verilmez , ÇÜNKÜ..’ – MELİH CEVDET ANDAY

‘düşünce özgürlüğü..’

‘demek ki insanoğlunun içgüdüden düşünmeye atlaması ve düşünce yaratması için , çok ilkel de olsa , toplumu kurması gerekir.. buna ‘bir arada çalışmak’ da diyebiliriz.. insanoğlu bir arada çalışarak ve bir arada çalıştığı için düşünmeye başlamıştır.. ona ‘düşünen hayvan’ denmesi bundandır.. zamanla ‘dil’i doğuracak olan da kuşkusuz bu yetidir.. burada önemli olan , düşünme ve düşünce için en az iki kişinin var olması koşuludur.. başka bir deyişle , düşünce bir kişiden başka bir kişiye aktarılabilen bir im demektir.. insanoğlu bu aktarma işini en yetkin olarak ‘dil’ ile başarmıştır.. ‘dili yaratmasının nedeni’ budur demiyorum , çünkü dil , ne denli ilkel olursa olsun , insanda düşünme yetisini biçimlendiren başlıca güçtür.. ‘peki insanlar konuşmaya başlamadan önce’ sorusunu bir bilgin ‘ ne denli geriye gidersek gidelim ,dili bulacağız’ biçimde yanıtlamaktadır.. öyle ise dil ile düşünce arasında benzerlik değil , özdeşlik vardır ve dil , düşüncemizin başkalarına aktarılması demektir.. bu kadar açık..

düşünce özgürlüğü kavramını bu açıdan ele alırsak , dememiz gerekir ki , bu özgürlük bize dışarıdan verilmez , çünkü verilemez ;  o düşünmenin (ve elbette dilin) doğasında vardır.. imdi ‘düşün düşünebildiğin kadar , bunların söylenebilecek olanları ile söylenemeyecek olanlarını ayır’ demek , geçekte düşünmenin özniteliğini yok saymak anlamındadır.. çünkü düşünme bir anlatım biçimidir , buna yasak konamaz.. yasak konması , insanoğlunu ‘arpacı kumrusuna’ ya da ‘ispinoza’ benzetmek anlamına gelir.. oysa arpacı kumrusu ile ispinoz düşünmez , düşünemez.. biz düşünüyorsak , başkalarına aktarabildiğimiz ölçüde düşünüyoruzdur , konularak , yazarak.. ‘fikir suçları’ diye bir şey yaratanlar , demek düşünmeyenler , düşünemeyenlerdir..’

MELİH CEVDET ANDAY , ‘Düşünce , Düşünme’ , Bayram Gazetesi , 28.08.1985..

‘esin..’

‘düşler olsun , anılar olsun ya da anı ile düş karışığı bu tür olaylar bir ozanın , genellikle bir sanatçının çalışmasında ne zaman , nasıl kendini gösteriverir , bilinmez.. belki bizim ‘esin’ dediğimiz budur , dışarıdan , yukarıdan değil de , kendimizden , içimizden seslenir , görünür bize.. peygamberlere gelen vahiy de öylemidir dersiniz.. anlığın algılama doğasında ani bir değişiklik.. buna doğanın bir gizini eklemekte de yarar var sanırım.. doğa bir gün bize her zamankinden başka türlü görünebilir ve  bizim aklımızı allak bullak eder.. neden olmasın.. yoksa şiir ve genel olarak sanat biz de başka bir doğa izlenimini nasıl uyandırabilirdi.. rüyalarımıza , düşlerimize boş verip geçmeyelim , onlar da bu bildiğimiz doğanın karmaşıklığı içinde oluşmuyor mu..’

MELİH CEVDET ANDAY , ‘Gelip Gidiyor muyuz’ Cumhuriyet  , 12.04.1991..

‘şöyle diyordu valery : ‘şiirin ilk dizesi tanrıdandır , ondan sonrası matematiktir..’ burada ‘tanrı’ sözünü ‘esin’ olarak yorumlayabiliriz ; demek ozan sezgilerinin çevreninde esini yakaladıktan sonra , yöntemini matematiğe dayamaktadır.. belirtmeden geçmeyeyim , esinin ancak araştırıcıya geldiği gerçeği , bilim adamı için de ozan için de doğru çıkmaktadır.. james d. watson , dna yapısı üzerinde onca kafa yormasaydı , iki sarmalın esini onun yanına uğramayacaktı..’

MELİH CEVDET ANDAY , ‘Müzik ile Fizik’ , Cumhuriyet , 25.12.1987..

‘bizler içerideki kedileriz.. bizler tek başına yürüyemeyen kedileriz ve bizler için tek bir yer var..’ – WILLIAM S. BURROUGHS

‘daha sonraları atom bombasını yaptıkları ve sarı tehlike’nin üstüne atmakta tereddüt etmedikleri los alomos ranch okulunda , oğlanlar ağaç kütükleri ve kayalar üstünde oturup bir şeyler yerlerdi.. bayırın sonunda bir ırmak vardı.. kamp sorumlusu yüzünde bir politikacı edası olan bir güneyliydi.. kamp ateşinin etrafında bize sinsi ‘sax rohmer’in ırkçı çöplüğünden derlenmiş hikayeler anlatırdı – doğu kötüdür , batı iyi..

birdenbire , bir porsuk çocukların arasına fırlayıverdi – bunu neden yaptığını bilmiyorum ,çok şakacı , dosta ve deneyimsizdi , tıpkı ispanyollara meyve koparıp ikram eden ve sonra da elleri kesilen aztek kızılderilileri gibi.. bizim kamp sorumlusu hızla çantasına el atıp 1911 yapımı 45 kalibrelik otomatik tabancasını çıkardı ve porsuğa ateş etmeye başladı , iki metre uzaklıktan yaptığı her atışı ıskaladı.. en sonunda silahını porsuğa 10 santim mesafe kala tuttu ve ateşledi.. bu sefer porsuk bayırdan aşağı nehre yuvarlandı.. felakete uğramış hayvanı , onun büzülen üzgün yüzünü , bayırdan aşağı yuvarlanışını , kanlar içinde can verişini görebildim..

‘bir hayvan görürseniz , onu öldürün tamam mı.. çocuklardan birini ısırabilirdi..’

porsuk sadece sıçrayıp oynamak istemişti ve devlet malı bir 45’likle vuruldu.. ona dokunun.. onunla bütünleşin.. onu hissedin.. ve kendinize sorun , kimin hayatı daha değerli.. porsuğunki mi , yoksa bu kahrolası beyaz bok parçasının mı..

brion gysin’in dediği gibi ‘insan kötü bir hayvandır..’

‘televizyonda kocaayakla ilgili kısa bir belgesel.. northwest dağındaki arazilerde ayak izleri ve görüntüler.. bölge sakinleriyle görüşmeler..  karşınızda 150 kiloluk bir dişi mankafa :

‘sizce eğer hala yaşıyorlarsa bu yaratıklara ne yapılmalı..’

çirkin yüzünü koyu bir gölge kaplıyor , gözleri inançla parlıyor : ‘öldürün onları.. insanlara zarar verebilirler..’

‘aynı yaşlarda bir başka düş : tavan arasında gün ağarırken uyanığım ve tuğla evimin içinde gri adamların oynadığını görüyorum.. 1920 yapımı bir hızlı filmdeki gibi hızla hareket ediyorlar.. fıışt.. kayboluyorlar.. gri şafak ışığında sadece boş tuğla ev.. bu sekansta hareketsizim , sessiz bir tanık..

büyülü ortam yerle bir oluyor.. artık orman parkında yeşil ren geyiği yok.. melekler tüm kovukları terk ediyor , içinde tek boynuzlu atın , kocaayağın , yeşil ren geyiğinin bulunduğu ortam giderek azalıyor , tıpkı yağmur ormanlarında yaşayıp soluk alan diğer yaratıklar gibi.. ormanlar motellere , hiltonlara ve mcdonaldslara yer açmak için yok olurken tüm büyülü evren ölüyor..’

İÇERDEKİ KEDİ , WILLIAM S. BURROUGHS , Çeviri : FAHRİ ÖZ , NİHAN HATİPOĞLU , ALTIKIRKBEŞ Yayınları , Ağustos 1997..

‘ormana nasıl seslenirsen , o şekilde susar..’ – GEORG SIMMEL

BAHANE..

hayvanlarda benzeri görülmeyen , salt insana özgü olan bir davranış keşfetmeye çok çalışıldı.. oysa dil ve devlet , hatta ahlak ve sanatın bile gelişimlerinin ilk belirtilerini insan altı varoluşta bulmak mümkün.. ama bir noktada , insanla hayvan arasındaki mesafede en ufak bir azalma olmamışa benziyor.. bazı hayvanlar bir haksızlık yaptıklarını hayal meyal sezebilirler belki – ama hiçbir hayvan özür dilemez.. kabahati bir de başarıya dönüştüren bahane yalnızca insanın tinsel mülküdür ve en üstün hayvan bile buna cesaret edemezken , en alçak insanın beşiğine türünün vaftiz armağanı olarak konulur.. bu bana insan tininin en büyük hizmeti gibi geliyor.. dünyanın kütlesini yerinden oynatabilen arşimed’in kaldıracı nedir ki bunun yanında.. oysa bu noktada tüm ahlaki dünya devreye girer ; bahane sayesinde , ahlaki gerçekliği sınırsız irademizin biçimlerine sokabiliriz.. ve mistik olan , insan ruhuna özgü bu eylemin daha alt düzeylerde daha da gür ve arı bir biçimde yeşermesidir ; tin mirasından mahrum bırakılmışların anavatanıdır o ; derin bir iç adalet , insan ruhunun en benzersiz şeyini en sıradan olanlara layık görmüştür..

türümüze bahşedilen bu lütuf , bir seyahatnamede ayıdan geldiğine inanan bir kızılderili kabilesine rastladığımda aklıma geldi.. bu kabile her ayıya ataları diye saygı gösteriyor , onu kutsal sayıyor.. ama ne de olsa ayı eti lezzetlidir.. bu kutsal atayı öldürdüklerinde , ona kendi etinden bir kurban yemeği sunuyorlar ve şu konuşmayı yapıyorlar : ‘görüyorsun , çocuklarımız aç.. seni öyle seviyorlar ki , bedenlerine katmak istiyorlar.. büyük ayı için , çocukları tarafından yenmekten daha güzel bir şey olabilir mi..’

buraya kadar yazdıktan sonra metni bir arkadaşıma okudum.. o ise , hayvanların bahane bulamayacağını sanmanın insan kibrinin yine tipik bir örneği olduğunu ve bahanenin salt insana özgü olmayan kozmik bir gerçek olduğunu söyledi.. ama benim karşı argümanlarımı kabul etmek zorunda kalınca dedi ki : ‘ne yani , yavrularını yediği için suçlanan dişi aslanın ne dediğini kendi kulaklarımla duymadım mı : ‘bunu yaptım’ , dedi ‘çünkü ailem için yaşamak zorundayım..’

GEORG SIMMEL

BİR AŞK FELSEFESİNDEN FRAGMANLAR..

bölüm : 2

her ticari anlaşmada , bu anlaşmaya daha az önem veren taraf daha baştan avantajlıdır.. aynı paradoks aşkta da tekrarlanır.. her aşk ilişkisinde daha az seven tarafın ağırlığı daha fazladır ; şartlar öner sürebilir , öbürü ona mahkumdur , çünkü aşkına bağlılığından ötürü avantajlarını fark edemez , farkına vardıklarından da yararlanamaz.. evlilikte de yine aynı koşullar altında , daha az hisseden , ötekine hükmeder.. evlilikte olduğu kadar özgür ilişkilerde de genellikle erkeğin bu durumda olması , bana erkeklerin kadınlar üzerindeki ağırlığını açıklayacak önemli bir neden gibi geliyor.. yine de bütün bunlar adaletsiz sayılmaz.. çünkü aşkta daha derinden seven o kadar daha derin bir mutluluk duyar ki , varsın öbürü de hakim olma konusunda ve ilişkinin dış kenarında yer alan şeylerde ağır bassın..

bölüm : 3

birine olan aşkımızdan ötürü , en soylusundan en adisine , en zekicesinden en aptalcasına kadar yapamayacağımız şey yoktur – tek istisna şudur : onu sevmek , ona olan aşktan ötürü olamaz.. aşkı , insanın tüm özgeciliğinin kökü diye överler.. pekiyi , kökü olsun , ama meyvesi asla olamaz.. bir insanı asla salt kendinden ötürü sevemem  , zira o zaman onu daha sevmeden önce sevmiş olmam gerekirdi.. seni sevdiğim zaman bu aşk sana karşı ruhumu bencilliğin tüm izlerinden arındırıyor olabilir ; fakat seni sana olan aşkımdan ötürü  sevemem.. yoksa aşkın bencillikten kaynaklanan bu kökü – ki o yalnızca bencillikten kaynaklanabilir , eğer düşüncesi kendi etrafında dönüp durmayacaksa ve etkisi nedeni haline gelmeyecekse – aşkın bu kökü etkilerine ve meyvelerine de kök suyundan akıtıyor olmasın..

GEORG SIMMEL

‘Öncesizliğin Ve Sonrasızlığın Işığında An Resimleri – Felsefi Minyatürler..’ – GEORG SIMMEL , Çeviri : ALİ CAN TAŞPINAR , DOST Kitabevi Yayınları , Şubat 2000..

BAYAN LAZARUS.. – SYLVIA PLATH

BAYAN LAZARUS.. 

işte yine yaptım

her on yılda bir

böyle bir tane beceririm

 

bir tür ayaklı mucize, tenim

bir nazi lamba siperliği kadar parlak,

sağ ayağım

 

tüy kadar hafif

yüzüm ifadesiz, incecik

yahudi kumaşından.

 

çözün kundağı

ah, sevgili düşmanım.

korkutuyor muyum? –

 

burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi?

acı nefesi

ertesi gün yok olacak.

 

yakında, çok yakında

vahim bir öldürme gücü

evimde, etimde olacak

 

ve ben işte gülümseyen bir kadın.

daha sadece otuzunda.

ve kedi gibi dokuz canlıyım.

 

bu üçüncü sefer.

ne lüzumsuzluk

on yılda bir imha.

  

bu ne çok iplik.

çekirdek yiyen kalabalık

itişir içeriyi görmek için

 

ellerimi ayaklarımı çözmelerini –

muhteşem soyunmalar.

baylar, bayanlar

 

bunlar ellerim benim,

bunlar dizlerim.

bir deri bir kemik olabilirim, farketmez,

 

ben de onlardandım, tek tip kadın işte

ilk seferinde on yaşındaydım.

kazaydı.

 

ikinci seferinde istedim

bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi.

üstüme kapaklandım.

 

tıpkı bir midye gibi.

tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları

ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan

solucanları

 

ölmek

bir sanattır, herşey gibi.

özellikle iyi yaparım.

 

bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum.

bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum.

sanki gider gibi bir davete.

 

bunu yapmak çok kolay bir hücrede

ölmek ve kımıldamamak

ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi

 

güneşli bir günde geri gel

aynı yere, aynı yüze, zalim

eğlenen çığrışlara :

 

‘mucize!’

işte bu yere yıkar beni.

ama bir bedeli var.

 

yara izlerime bakmanın, bir bedeli var.

kalbimi dinlemenin

hakikaten çalışıyor.

 

bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var.

bir sözün, veya bir dokunuşun.

ya da biraz kanımı akıtmanın.

 

bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın.

eee, herr doktor.

eee, herr düşman.

sizin eserinizim ben,

paha biçilmez,

altın topu bebeğinizim

 

bir çığlığa eriyen

dönüyorum ve yanıyorum.

gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımı sanmayın.

 

kül, kül

külü eşele bak.

etten kemikten eser yok

 

bir kalıp sabun

bir nişan yüzüğü

altın bir diş.

  

herr tanrı, herr şeytan

savulun

savulun.

 

küllerin arasından

doğrulurum kızıl saçlarımla

ve çıtır çıtır adam yerim.

 

SYLVIA PLATH

Çeviri : ENİS AKIN

‘çünkü nerede olursam olayım – bir gemi güvertesinde, paris’te bir sokak kahvesinde ya da bangkok’da- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım.’ – SYLVIA PLATH (Sırça Fanus)

‘bedenimi tuzağa düşürmem gerekiyordu. yoksa beni elli yıl boyunca o ahmak kafesinde hiçbir anlamı olmayan yaşama mahkum edecekti..’ – SYLVIA PLATH (Sırça Fanus)

‘çocukken görüleni severdim ; yeniyetmeyken hissedileni ; erkek oldum , artık hiçbir şeyi sevmiyorum..’ – Bir Delinin Anıları , GUSTAVE FLAUBERT

‘ah evet..  hayatımda ne kadar çok saat , uzun ve tekdüze saatler , düşünmekle , şüphe etmekle geçti.. kaç kış günü , batan güneşin soluk ışıklarıyla beyazlaşan közlerimin önünde başım eğik ; kaç yaz akşamı kırda güneş batarken bulutların kaçışına , yayılışına , buğdayların meltemle boyun eğişine bakarak , ormanların ürpermesini duyarak ve doğanın geceleyin iç çekişini dinleyerek geçti..

 ah çocukluğum ne hayalperestti.. nasıl da , sabit fikirleri , yapıcı görüşleri olmayan zavallı bir deliydim.. yapraktan saçlarını eğen ve çiçeklerini yere bırakan sık ağaçların arasından akan suya bakardım ; beşiğimin içinden , odamı aydınlatan ve duvarların üstüne tuhaf şekiller çizen, lacivert gökyüzün üstündeki ayı seyrederdim ; güzel bir güneşin karşısında veya beyaz sisiyle gelen bir bahar sabahında, çiçek açmış bahar ağaçlarının , patlamış papatyaların karşısında kendimden geçerdim..

bir de denize bakmayı severdim – ki bu en şefkatli ve nefis anılarımdan biridir : dalgaların birbiri üstünde köpüklenmesini , denizin kıyıya düşerek köpük köpük kırılmasını , sahile kendini koyuvermesini ve çakıltaşları ve deniz kabukları üstünde geri çekilirken , çığlık atmasını..’ 

‘çocukken görüleni severdim ; yeniyetmeyken hissedileni ; erkek oldum , artık hiçbir şeyi sevmiyorum..’ 

‘insan , bilinmedik bir el tarafından sonsuzluğun içine atılan kum tanesi , uçurumun kenarındaki bütün dallara tutunmak isteyen , erdeme , aşka , bencilliğe , hırsa bağlanan ve daha iyi tutunmak için bütün bunları erdem sayan , tanrı’ya yapışan ve her zaman zayıflayan , elleri bırakan ve düşen , zayıf ayaklı , zavallı böcek..’

‘her şeyi dendik ve her şeyi , umutsuzca inkar ediyoruz ; ve sonra , tuhaf bir tamahkarlık , ruhumuzla ve insanlığımızla bizi ele geçirdi ; içimizi kemiren devasa bir endişe var ; etrafımızda bir kabir soğukluğu hissediyoruz..’ 

‘ve üstelik bütün bunların üstünde herkesin kendi ucunu çekiştirdiği ve elinden geldiğince örtündüğü bir örtü var.. acı komedya.. dehşet dehşet..’

‘seviyordum.. sevmek.. kendini genç ve aşk dolu hissetmek , doğanın ve ahenklerinin içinizde attığını hissetmek , bu hayale , kalbin bu atılımına ihtiyaç duymak ve bundan mutlu olmak.. ah insanın ilk yürek atışları , ilk aşk çarpıntıları.. ne tatlı ve ne tuhaflar.. ve ardından ve daha sonra , ne kadar şapşalca ve aptallık derecesinde gülünç geliyorlar.. tuhaf şey.. bu uykusuzlukta aynı anda hem ıstırap , hem de neşe var.. yoksa bu kibirden mi.. ah aşk yoksa sadece gurur mu… dinsizlerin saygı duyduklarını reddetmek mi lazım.. kalbe gülmek mi gerekir.. – heyhat.. heyhat.. dalga maria’nın ayak izlerini sildi..’ 

BİR DELİNİN ANILARI , GUSTAVE FLAUBERT , Çeviri : BURAK ZEYBEK , SEL Yayıncılık , Mart 2010..

(kitap arkası : flaubert’in 1838’de 17 yaşındayken yazdığı bir delinin anıları, yazarın kendisinin de dahil olduğu burjuva dünyasına eleştirel bir bakış olarak da okunabilir. geçmiş ile şimdiki zaman arasında gidiş-gelişler tekniğiyle kaleme alınmış olan roman, imkânsız bir aşkın öyküsü.

yalnızlığı bir yaşam biçimi olarak seçen, hatta bunu bir ibadet gibi yaşayan kahramanımız, seçtiği bu yaşam biçiminin olumlu olumsuz bütün yanlarını tüm keskinliğiyle hisseder. gençliğin heyecanı ve sorgulayan zihniyle hem kendini hem dünyayı hem de aşkı anlamaya çalışan bu karakter, on dokuzuncu yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla uzanan bir aynadır da aslında..)

‘başkalarından arakladığımız ölçüde özgündük..’ – PATTY DIPHUSA HİKAYELERİ , PEDRO ALMODOVAR

‘daha genç ve daha ince olmakla kalmayıp , bilinçsizliğin verdiği mutlulukla balıklama atlardık her şeye.. hiçbir şeyin bedelini bilmiyorduk.. belleğimiz yoktu , hoşumuza giden her şeyi taklit ediyor , bunu yaparken de çok eğleniyorduk.. başkalarından arakladığımız ölçüde özgündük.. uyuşturucuların iyi yüzünü görüyorduk sadece , seks ise hijyenik bir şeydi..’

‘insanların beni bir tutkuya dönüştürmeleri ben hasta ediyor.. suistimal etmek bu , fesatça bir davranış.. seni arzularına uygun bir kalıba sokarlar , oysa tamamen ilahi bile olsan insani bir yanın vardır.. insanların bana danışmadan beni yaşamlarının bir parçası haline getirmeleri çok rahatsız edici..’

‘dramatizmden nefret ederim : yaşantımda ve hele yazılarımda.. sessizliğimin nedeni bu.. bir de bu allahın cezası şehrin bensiz ne yöne gideceğini görmek.. sessizliğimden bu yana hiçbir yenilik olmadığını gördüm ve döndüm , çünkü birçok zeki insanın da dediği gibi madrid’de tek bir ilginç insan var.. ve bu insan da benim.. patty diphusa..’

‘sizi terk etmeden önce eleştirel vasiyetimi sunmak istiyorum , kimse hastalanmadığımı veya evlendiğimi düşünemez böylece..

hiçbir şeyden haz duymuyorum artık , özellikle haz duymak moda olduğundan beri.. zafer insanın kendini sürekli yinelemesine neden oluyor.. zeki bir kızsan sürekli eki olmak zorundasın.. tahrik olduğunu belli edersen sürekli abaza olduğunu düşünürler.. doğalsan , nezaketsiz olmanı beklerler.. sadece senin de bir daktilon olduğunu kanıtlayarak hava atman için anılarını yazmak gibi müthiş bir fikir çakmışsa kafanda ve anıların mutlu , arsız , yüzeysel , zeka dolu falansa ve mutluluğu , arsızlığı , yüzeyselliği ve zeki olmayı moda haline getiriyorsa , sorumluluk duymazsın bundan.. benimle özdeşleşme cüretini gösteren , ağzımdan çıkan her sözü kutlayan ahmak okurlarımın hepsinden nefret ediyorum..

ben bir şey yaptığım zaman onu eşsiz olmak için yaparım.. kimsenin beni anlamasını , hele bana özenmesini hiç istemem.. insanın sözlerinin yankısını duymasından daha öfkelendirici bir şey yoktur..  gece sokağa çıktığımda insanların  hayranlık ifadelerini dinlemekten , la luna dergisinin sayemde ayakta durduğunu itiraf ettikten sonra kendilerini benim gibi hissettiklerini söylemelerinden iğreniyorum..’

PATTY DIPHUSA HİKAYELERİ , PEDRO ALMODOVAR , Çeviri : AVİ PARDO , PARANTEZ Yayınları , Aralık 1996..

ÇIKMAZIN GÜZELLİĞİ.. – TURGUT UYAR

ÇIKMAZIN GÜZELLİĞİ..

sorun: şiirin, -üstelik insanın kendi şiirinin- çıkmazda olduğunun bilincine varmaktır. bu çıkmazın bilincine varmak biraz da çözmek demektir onu..

şiirimiz, (-) dolayısıyla edebiyatımız, çünkü ülkemizde edebiyatın, hatta bazı ölçülerde toplumun birçok sorunları açık kapalı, şiirde tartışılır, şiirde çözülür yahut çözülmez veya bu sorunlardan şiirde vazgeçilir. belki de sağlam düşünce zeminleri kurulmamış bütün ülkelerde böyledir bu. (-) gerçekten bir çıkmazdadır. nasıl ki nazım sonrasında da, orhan veli sonrasında da çıkmazda idi. çünkü şiirin çıkmazı, yukarda değindiğimiz sebepten insanın çıkmazına, toplumun çıkmazına sıkı sıkıya bağlıydı ülkemizde. (belki de bir bakıma şiirin görevi hep çıkmazda olmaktır. rahat işleyen şiir kuşku vermelidir. belki yaşanandan geride kalmıştır onun için. divan şiiri hiç çıkmaza düşmedi. hiç değilse tanzimata kadar düşmedi. çıkmaza giren insan’la birlikte sarsıldı ve eskidi. hece geride kalmayı kabullenerek başladı, onun için çıkmazda değildi. sık sık dalgalanan, dalgalanmaları büyük bir toplumda, toplumu, yaşanandan değil, bir çeşit vocabulaire’den kovalıyordu, sunulmuşu sözcüklerden izliyordu. buna boyun eğmişti). şiir çıkmazda. şimdiye değin, ne romanın, ne tiyatronun, ne sinemanın izleyemediği, anlayamadığı bir çıkmazda. belki yalnız öykü’nün farkına vardığı bir çıkmaz.

bu çıkmazın en önemli sebeplerinden biri, şiirin kendi sebep ve sonuçlan (denebilirse bir çeşit otofaji) ise, öbür nedenleri arasında, toplumsal koşulların, toplumsal dayanakların değişmesi, yani insanın, insanın alıp verdiklerinin, insan ilişkilerinin değişmesi ise, önemli bir başkası da: geri, sorumsuz, bilinçsiz, gelişen insanın, dolayısıyla , şiirin imkânlarına dar gelen, anakronik bir ortamın ve buna bağlı bir şiir ortamının türemesidir. (bu ortamın bahse değmeyecek kadar önemsiz, etkisiz, olduğunu söyleyecekler çıkabilir. önceleri biz de böyle düşünüyorduk. ama şiir kendi başına yaşayan , soyut bir yaratık değil. geldiği sebepler, seslendiği, seslenmek zorunda olduğu yerler var. ülkemizde daha bir süre, sözü edilmeye değmeyen şeyleri yılmadan ortaya koymak, tartışmak zorundayız. herkes, savaşmaya zorunlu olduğu şeylerin budalaca çetinliğini bilmek, hesaba katmak zorundadır ?

her beğeninin bir ortamı, her şiirin türünün bir alıcısı vardır. yapılmakta olanı kimsenin küçümsemeye hakkı yoktur. ama budalaca aşk şiirlerinin, budalaca biçim denemelerinin birdenbire yarattığı ortama ses çıkarmamaya, görmezden gelmeye pek katlanamıyor insan.

şiir çıkmazdadır. bütün şiir yazanlara, edebiyat yazanlara hatırlatmak gerekir: şiir çıkmazdadır. çünkü insan çıkmazdadır, sorunlar çıkmazdadır. toplum değişiyor, insan değişiyor, insanın yeri değişiyor, insanın ilişkileri ve sorunları değişiyor. ülkemizde en azından birtakım kavramlarla yeni yeni karşılaşıyoruz. şiirin en azından artık bir avunma, oyalanma değil, bir saptama, belki bir önerme olduğu anlaşılıyor.

insan, dolayısıyla şiir değişiyor. bu değişme ancak değişmenin ve değişenin, eskimenin ve eskiyenin farkına varmakla izlenebilir. bilgi şartı yanında bunları ayırt etmenin asgari baz’ı sağlam bir duyarlıktır. yüzyılımızın bütün gereçleri de bunu sağlamaya elverişli üstelik. 1930’un eksik idealizm’i, 1940 realizm’i ve 1950’nin hastalıklı romantizm’i ile bugünün insanını betimlemek mümkün değil.

evet şiir çıkmazda. çünkü insan çıkmazda. ama bütün sorun bu çıkmazın bilincine varmakta. şiirin çıkmazda olmadığını düşünenlerden yana değiliz. çünkü bu çıkmaz; bilince, bilgiye uygunluğa, çağdaş şiire ve insana yeni bir imkandır..

TURGUT UYAR

‘beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta.. / beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder..’ – RIFAT ILGAZ (24 Nisan 1911 – 07 Temmuz 1993)

DEFNELER ÖLMEZ..

Bir mevsim var ki üşütür yeşilliğimi

Ben geceyle gündüzü bilirim yılları değil.

Ölümsüzlüğü getirdim kıyılarınıza

Düşlerimde hep uzak denizler… Kıyılar…

Gidemem, bağlıyım toprağıma.

 

Dalımla yaprağımla, ben

Bir savaş simgesiyim oysa

İnsan kardeşlerimin gözünde!

Utkular düşleyen başlar için

Bir çelenk..

 

Savaşlar, soykırımlar gördük,

İskenderler, Sezarlar,

Ne atlar kaldı onlardan, ne meydanlar…

Gittiler, yıkılıp birer birer,

Biz kaldık.

En kıraç topraklarda tutunduk,

Biz defneler.

 

Dal kırılır, yaprak dökülür

Ölür mü acılara katlanmasını bilenler,

Direnenler tüm kırımlara karşı…

Ölmez sevgiden yana olanlar

Defneler ölmez..

RIFAT ILGAZ

GİDİŞİNİ ANLATIYORUM.. 

Sen gidiyorsun ya işine yetişmek için

Saçlarını, gözlerini, ellerini

Neyin varsa toplayıp gidiyorsun ya

Her seferinde bir şey unutuyorsun sıcak

Termometrede yükselen çizgi çizgi

Kim bilir nerelerde soğuyorsun

 

Senin gözbebeklerin var ya kadın kadın gülen

İnsan insan bakan gözbebeklerin

Beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta

Beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder

 

Ne gelirse onlardan gelir bana

Çalışma gücü yaşama direnci

Mutluluk gibi kazanılması zor

Mutluluk gibi yitirilmesi kolay

 

Bir açarsın ki mutluyum

Bir kaparsın her şey elimden gitmiş

 

RIFAT ILGAZ

SON ŞİİRİM..

Elim birine değsin,

Isıtayım üşüdüyse

Boşagitmesin son sıcaklığım !

RIFAT ILGAZ

‘köklerinden aldığı suyun yeterliliğini ya da yetersizliğini bir ağaç ne kadar bilebilirse..’ – EDİP CANSEVER

ŞİİR ÜSTÜNE SÖYLEŞİ NOTLARI..

1. benden veya benim kuşağımdan önce yazılmış şiirleri kendi değerleriyle baş başa bırakarak araya kesin bir çizgi çizdiğime inanıyorum. bu çizginin başlangıç noktasına, oluşumuna, bugüne gelişine, kısacası belli bir şiir sürecinin ayrıntılarına değinmek istemiyorum.

oteller kenti, şiirimin vardığı son durak değil elbette. ne var ki, bundan sonra şunu şunu amaçlıyorum da demiyorum. çünkü amaçlamak, özel olsun, biçimsel olsun şematizmin şiirde geçerli olduğunu kanıtlamak anlamına gelir ki, bu da şiirin özgül işleyişine ters düşer.

2. bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak çabasındayım.

3. şiirle düşünmek! yalnızca buna inanırım. şiirle düşünmenin karşıtı felsefe yapmaktır. felsefe ise şiirin temeli olan imgeyi dışlar. gene felsefe duygusallığa da karşıdır.

şu da var: uzun şiirlerimde hiçbir sorunsalı yanıtlamaya kalkışmam. sorular sormaya, bu soruları çoğaltmaya (ama yanıtsız bırakmaya) çalışırım hep. nedeni, yazdıkça bilmediklerime, tanımadıklarıma, daha önce duyup düşünmediklerime rastlarım da ondan. zaten insanın iç dünyasını kesin olarak tanıtlamak demek, saltık insanı yokken var etmek anlamına gelmez mi?

4. büyük büyük sorunlara el atmak şiiri küçültebilir kanımca. (ayrıca büyük sorunlar nedir, küçük sorunlar nedir, bu da başlı başına bir tartışma konusudur.) örneğin pek yaygın olan hamlet tipini günümüz aydınıyla karşılaştırdığımızda , hamlet’in kişiliğinde daha bir büyüklük ya da derinlik bulabileceğimizi hiç sanmıyorum. şair yetinmesini bilmeli; büyüklüğü, derinliği dilde aramalıdır.

5. bütün sanatların şiire, şiirin de sanatlara katkısı vardır elbette. örneğin oteller kenti’ nin ‘sera oteli’ bölümündeki düzyazısal şiirler dikkatle okunduğunda görülecektir ki, dizelerden daha yoğun bir dizeler bireşimi ön plana geçmektedir. bu böyleyse, bir düzyazı örgüsü, bir düzyazı dokusu şiiri çerçevelemiyor, bunaltmıyor, onun özgür yapısını kısıtlamıyor demektir.

uzun şiirlerimdeki öykü öğesine gelince, öyküden çok bir ‘anlatma’ söz konusudur burada da. ayrıca her şiir önünde sonunda (az ya da çok) bir “anlatma” değilse nedir?

ekleyeyim : sait faik’ in ‘hişt hişt’ öyküsünde ne kadar şiir varsa, benim şiirlerimde de o kadar öykü vardır.

diyebilirim ki, bütün sanatsal türler, şiirin potasında eriyebildiğince, şiirin doğal gereçleridirler.

6. dünya yazınında bütün yazın türleri iç içe geçebiliyor. bizde ise bu tutum yadırganıyor  nedense. bence bu karşılıklı trafiği yadsımak, şiirimizi alışkanlıklardan kurtararak çeşitlendirememekten, onu dünya şiirinin süreci dışında düşünmekten başka hiçbir anlama gelmiyor.

7. şiirlerimdeki kişiler satranç taşlarına benzerler. onlar, düşsel ya da gerçek, bende olup bitenlerin toplamıdırlar olsa olsa.

gene de…

şair kendi özel kişiliğini şiirinin ardında gizlemesini iyi bilmelidir. forster, ‘yazarın yüzü okuyucunun yüzüne çok yaklaşıyor..’ der.

8. güzellik düşündürücüdür. bu yüzden  de lirizmle hiçbir ilişkim olmadı diyebilirim. ‘liriği söyleyen kimse, kendi duygulanışının bilincinden çok, duygu anının bilincindedir,’ der james joyce.

9. oteller kenti’nde  yalnızca insanlar insanlara yaklaşıp kopmuyor. onların yedeğinde nesneler de aynı işlemi sürdürüyorlar.

üçüncü bölümdeki üç kavas, zaman kavramını ortadan kaldırmakla görevli. acılarını iyi tanıyan bayan sara ise, cin kadehlerinin  eşliğinde değişik bir orkestraya katılıyor; ‘dişi bir isa gibi’ kendi kendini yaşama ya da ölüme çiviliyor. doğrusu iyi bilmiyorum, yaşama mı, ölüme mi? bütün bildiğim bilemediklerimden sızan bir kan gibi kitabı kendi rengine boyuyor.

10. köklerinden aldığı suyun yeterliliğini ya da yetersizliğini bir ağaç ne kadar bilebilirse…

EDİP CANSEVER