Archive for the ‘Edebiyat’ Category

MISIR..

‘ESKİ  MISIR ŞİİRİ..’ – TALAT S. HALMAN..

 

‘mısır’da ve diğer arap nüfusu ağırlıklı ülkelerde neler oluyor , neler bitiyor diye soran insanlar oluyor.. ve niye bununla ilgili bir yazı yok aylak adamız’da sorusunu da soruyorlar haklı olarak.. kendi adıma yazıyorum sadece diğer arkadaşları bilemem.. belki de oralara en yakın kişi benim ama izlemedeyim şu anda.. şüpheler , sorular aklımın bir köşesinde yer etse de en azından sanki iktidar koltuğuyla yapışık doğmuş 30-40 yıllık diktatörlerin defolması sevindirici.. darısı diğerlerine diyeceğim ama benim temennilerimle olmuyor işler.. yüce abd ne derse o olur malum.. bir iki gündür de libya kaynıyor.. deyim yerindeyse domino taşı gibi.. pat pat devriliyorlar..

peki bugüne kadar ne olmuştu da beklenmişti bu kadar.. sadece sosyal paylaşım ağları ve sanal ortamın başarısı mı bu.. artık sivil toplum örgütleri veya siyasi örgütlerin de sonu mu gelmişti acaba tıpkı bir zamanlar yüceltilen yerlere göklere konulamayan fukayama bozuntusunun yumurtladığı ‘tarihin sonu geldi’ lafı gibi.. sosyal paylaşım ağlarının ve de internet ortamının sağladığı etki yok sayılamaz şüphesiz ama sadece bunlara dayandırmak , başarıyı bunlara bağlamak meydanlarda ölümü göze almış ezilenleri yok saymak olacaktır..

ve aklıma gelen şu acaba bu ülkelerdeki muhalefet organize bir şekilde la 2011 bizlerin , ezilenlerin yılı mı olsun demişlerdi ve kimsenin ruhu duymadan böyle bir organizasyon mu yapmışlardı.. öyleyse müthiş bir organizasyon gerçekten.. ama kimse beni ikna edemez bu konuda.. hem mısır bazında hem de küresel ölçekte belli başlı güç odaklarının olur vermemesi halinde 18 günde gitmezdi faşist mübarek ve diğer dallama diktatörler.. 

hüsnü mübarek de geçti gitti , tunus’taki de.. sıra kaddafi de gibi görünüyor.. hayırlısı artık.. tabi önemli olan şimdi mısır’da iktidarın kime kalacağı.. mübarek ardılı ve artığı bir faşist mi , yoksa ezilenlerin muhalefetinin ve diğer kesimlerin uzlaştığı bir özgürlükçü platform mu.. kim bilir göreceğiz.. malum şimdi yıllarca halkı ezmiş mısır ordusu yönetimde.. ve isyan bitmiş durumda.. e ne oldu.. bu mısır ordusu yıllardır ezen mübarek’in ordusu değil mi.. evet o ordu.. peki ne oldu.. neden bitti gösteriler.. demek ki hala gerici faşist diktatör unsurların etkisi devam ediyor.. göreceğiz.. umarım alacalı bulacalı medya reklamıyla apartılan bir yeni diktatör gelmez başa..

ortadoğu , afrika ve asya ülkelerinin  geri kalmışlığı , okuma yazma oranı malum.. daha önceki yazılarımda da yazmıştım demokrasi oyununa inanmıyorum ben.. a , b , c , d partisi veya görüşü hiçbirisinin farkı yok birbirinden.. tüm iktidarların ortak noktası kendinden olmayanı sindirmektir.. kimse beni kandırıp inandıramaz demokrasi safsatasına.. ben kimsenin oyununa karışmıyorum , oynamaya devam etsinler , onlar da benim demokrasi yalanına inanmamı beklemesinler..

bugünlerde bakıyorum herkes demokrat.. herkes.. daha on yirmi yıl öncesinin ordu şakşakçıları offfffff bakıyorsun en demokrat kesim olmuş.. ordu lağvedilsin diyenler bile var yahu aralarında.. keşke dünyadaki tüm ordular lağvedilse ve sınırlar ortadan kaldırılsa.. nerede ah nerede vah nerede.. nerede.. görüyorsunuz değil mi demokrasi havarilerini , heyt bre sizi darbe günlerinde görseydik bir de.. gerçi o günlerde de görmüştük sizleri 17 yaşında çocukları asanlara methiyeler düzüyordunuz.. şimdi ise en keskin demokratlar olmuşsunuz valla helal olsun.. ama sadece kendilerine.. burada tekrar parantez açıyorum , tüm kesimlerden herkese bunu diyorum sadece kendilerine demokratlar.. ve herkes kendi çizdiği demokrasiyi seviyor ve istiyor.. herkesin demokrasisi kendisine göre.. yüzde on barajı var ama olsun demokrasi var.. lider sultası var tüm partilerde olsun demokrasi var.. elli yıldır hep aynı şeyler tartışılıyor , bir şey değişmiyor , olsun demokrasi var.. bir belediye başkanı ya da milletvekili adayı oldunuz bin bir zorlukla kendinizi liderlere ve partilerin üst kadrosuna beğendirerek ama seçim masrafları var.. kendinizi seçtirebilmek için dünya para harcayacaksınız.. daha aday adaylığı fotoğrafı çektirmeye git ohoo kaymeler akmaya başlıyor cepten.. işçi , köylü , memur kısmı nasıl seçtirecek kendisini üç kuruş parasıyla.. tabi o da varsa..geçin kardeşim bana demokrasi hikayelerini anlatmaya.. siz oynayın oyununuzu ben aha burada behzat ç. izliyorum ‘dokanmayın la bana , az uzak durun benden.. az ötede oynayın..’ benim gördüğüm en demokrat adam behzat ç. dünyada hem bir de polis abim.. yaa naber..

mısır’a dönelim tekrar.. mısır denince akla hemen piramitler ve nil filan gelir.. benim aklıma hiçbiri gelmez.. tüylerim ürpererek aklıma ilk gelen ‘oum khalthoum’ ya da bizim söyleyeceğimiz şekilde söylersek ‘ümmü gülsüm’ gelir.. gelmiş geçmiş dünyanın en iyi sesi.. bunu ben demiyorum.. dünyanın sayılı büyük müzik otoritelerinin ortak görüşüdür.. bizim memlekette anlatılan rivayetlere , halk efsanelerine göre mi diyelim bilmiyorum ümmü gülsüm vefat ettiğinde ses telleri ve gırtlağı incelenmek üzere alınmış.. daha önce ve şimdi de müzik kutumuzda sayısız defa dinlemişsinizdir ümmü gülsüm’ü.. sanırım onun en güzel şarkılarından birisi olan inta omri’nin sözleri de site ilk kurulduğu zamanlarda yayınlanmıştı sitemizde.. ümmü gülsümden sonra ise benim taptığım yüce insanlardan birisi gelir aklıma : necip mahfuz.. mısır halkını ve şu anda mısır’da olan olayları , halk hareketlerinin öncüllerini en iyi anlatan halkın içinden bir büyük usta.. dünyaya necip mahfuz gibi ustalar zor geliyor ama kolay kaybediliyorlar.. herkes ‘midak sokağı’ der.. evet ‘midak sokağı’ büyük bir yapıt.. ama diğer eserleri de en az onun kadar ve ondan üstün olanları da var bence.. necip mahfuz’un arkasından bir başka büyük usta zor gelir ortadoğuda..

neyse benim aklıma işte bunlar ilk olarak geliyor mısır denince.. ama bir de büyük ustalarımızdan talat s. halman tarafından öğrendiğimiz ‘eski mısır şiir’i var ki ta binlerce yıl ötesinden bugünkü sorunların köklerine ışık tutuyor adeta.. şiirleri okuduğunuzda binlerce yıl öncesinde de aynı sorunların mısır’da yaşayan insanların omuzlarında olduğunu , o zamanlarda da diktatörlerin , zulmedenlerin , fakirliğin , açlığın eksik olmadığını görüyoruz.. sonra birden umutsuzluğa kapılıp mısır insanının kaderi mi bu yoksa diyebiliyor insan.. hayır kaderi değil.. ve bu kaderi mısırın ezilenleri yazmadı ama grup kızılırmak’ın ‘konfeksiyoncular’ şarkısında denildiği gibi bu kaderi bozacak olanlar onlar..

(Fotoğraf : Talat S. Halman..)

bitirirken mısır’ın tüm ezilenlere selam olsun diyorum ve che’nin bir konuşmasından (dos , tres , muchos vietnam..) esinlenilen 70’lerin bir sloganıyla bitiriyorum : ‘bir iki üç daha fazla mısır..’

 

Crockett..

ESKİ MISIR ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER :

‘ben dünüm , bugünüm , yarınım..

varlığımla dolmayan gün yoktur..

benim açtığım yoldur şimdiki çağ..’
‘ÖLÜLER KİTABI’ndan..

 

‘şen geçir günlerini , bıkmadan , yorulmadan :

ne malını mülkünü öbür dünyaya götürebilirsin ,

ne de geri gelirsin öteki tarafa gidince..’

 

‘elinde keskiyle çalışan sanatçı

tarlayı belleyen ırgattan fazla yorulur

akşam olunca yan gelip yatar mı.. ne gezer..

kolları koparcasına çalışır

ortalığı aydınlığa kavuşturmak için..’

‘işitilmemiş sözler bulsam , garip cümleler söylesem ,

kimselerin kullanmadığı bir dilim olsa ,

tekrarlanmamış , bayatlamamış deyimlerimle

eskilerin sözlerinden uzaklaşsam..’

ANKHU (m.ö. 2000 yılları..)

AKHENATEN’İN YAKARIŞI..

senin tatlı soluğundur benim soluğum ,

güzelliğin her zaman gözlerimin önünde..

duyabilsem sesini kuzey rüzgarında ,

güzelim , seninle dinçleşir bedenim..

uzat ellerini , yol göster ruhuma , canıma can kat :

beni sonsuzluğa çağırsan hazırım gitmeğe..

DİN ADAMI ANKHU’NUN

BOZUK DÜZENDEN YAKINMASI

olup bitenler , çileden çıkarıyor insanı :

memleket baştan başa azapla kıvranıyor ,

yıldan yıla büsbütün allak bullak…

bir öncekini aratıyor her geçen yıl..

kargaşalık var ülkede , yıkımın eşiğindeyiz..

kapı dışarı ettiler adaleti ,

haksızlık kol geziyor hükümet çevrelerinde..

tanrıların tasarıları karman çorman ,

tanrı buyruklarına aldırış eden yok..

memleketin durumu berbat,

ne taraf baksak çile ,

halk yas tutuyor kentlerde de , taşrada da…

millet yoksulluktan perişan ,

insanlarda ne saygı kaldı , ne sevgi..

huzur sultanları bile ter ter tepiniyor..

gün doğunca baş çeviriyoruz

gece olanları görmemek için..

olup bitenler , çileden çıkarıyor insanı :

dertler tümen tümen geliyor bugün..

yarın ıstırapların seli kopup gelecek..

memleket baştan başa tedirgin,

ama ağzını açıp tek kelime söyleyen yok..

 

masum insan kalmadı artık,

herkesin işi gücü fesat..

yürekler yas içinde , tasa içinde..

komut verenle komut alan bir-örnek,

ikisinin de dünya umurunda değil..

her sabah kalkar kalkmaz görüyoruz durumu,

ama düzeltmek için çabaya girişmiyoruz..

dün neyse bugün de o..

miskinlik sinmiş insanların yüzüne ,

kimse laf anlamıyor ,

anlayıp kızanlar bile dilini tutuyor..

yaman bir acıyla kıvranıyorum durmadan :

yoksullar , zengin karşısında güçsüz..

ne acıklı bunu görüp de haykırmamak..

ama anlamayanlara dil dökmek daha acı..

insan , sesini yükseltmeye görsün ,

başlıyor gerçekleri bilmeyenlerin öfkesi..

bugünlerde herkes sırf kendini dinliyor ;

kendinden başkasına inanan yok..

hiç ilişki kalmadı gerçekle söz arasında…

ANKHU (m.ö. 2000 yılları..)

‘ESKİ MISIR ŞİİRİ’ , TALAT S. HALMAN , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları , 1972..

‘TERS’e..

‘yürüdü.. işte onu çağırıyorlardı.. aralarında olsun , taşıtlara binsin , ilaç içsin , işesin , yemek yesin istiyorlardı.. elindeki gazeteyi yanından geçtiği direğe bağlı bir çöp kutusuna attı.. ama bu çağrı süreksizdi.. onu bir bildiler mi gitsindi , yaşamasındı.. birden kafasına bugün saat ikide bir şeyler yapacağı düşüncesi gelip takıldı.. saatine görmeden baktı..

ikiye çeyrek kala , taksim’de , köşedeki kahvenin üst katında , önündeki pencereden alana bakıyordu.. yemeğini isteksiz , ödev yapar gibi yemiş ; çıkıp buraya oturmuştu.. arkasından konuşmalar , tavla şakırtıları geliyordu.. alanın berisinde , altından buluşacakları saatin yelkovanı kendini sıkıp biraz kıpırdayarak ikiye on kalayı gösterdi.. gitmeyecekti.. onu buradan seyredecekti.. ne kadar bekleyeceğini merak ediyordu.. tramvaylar durup gidiyor , gene de durakta kalanlar oluyordu.. onu görür görmez – başka türlü giyinmişti.. neredeyse tanımayacaktı – altında durduğu saate baktı : ikiyi yedi geçiyordu.. geç geldi diye kızdı.. iyi ki gitmemişti.. yoksa dudaklarını da mı boyamıştı.. belli olmuyordu.. uzakçaydı.. bakınıyordu.. sonra ileri geri gezindi.. onunsa midesi ekşiyordu.. kursak kaynaması dedikleri bu olacaktı.. ‘gecikmesi bindiği taşıtın bir aksaklığından olamaz mı..’ saatin direğine yaslandı.. ‘en kötüsü bile , yedi dakikalık bir kendine önem verdirme yapmacığı değil mi.. ya benim bu yaptığım.. düpedüz hergelelik..’ güler sol bacağını büküp topuğunu elledi ; iki yanına baktı ; başı az eğik bekledi.. o zaman içine acımsı bir yumuşaklık , gevşeme ; esirgeyen , erkekçe buruk bir duygu yayıldı.. ‘beni bekliyor o.. bense..’ kalkerken sandalyesi devrildi.. basamaklardan atlayıp durağa seğirtti.. yüzünü , güler’in onu görünce ışıyan yüzüne yaklaştırdı..

–         haydi vur , vur bana ! dedi..

güler’in ona nerede kaldığını sormaya açılan dudakları kapandı , gözleri büyüdü.. yakınlarda duranlar dönmüş onlara bakıyorlardı..

–         ne oluyorsun.. yapma..

–         önce vur bana.. hergelenin birisiyim ben..

–         yapma gülünç oluyoruz..

çevresindeki suratları görünce – ikisi kadındı – onu kolundan tutup karşı kaldırıma koşturdu..’

‘AYLAK ADAM’ , YUSUF ATILGAN , Yapı Kredi Yayınları , Ekim 2009 , (1. Baskı Varlık Yayınları , Şubat 1959..)

‘ters’e aramıza hoş geldin demek istiyordum.. birden aklıma ‘ters’in bana yazarken ‘aylak adam’dan anımsattığı bir bölümü yazarak ona hoş geldin demek geldi.. reis’e (blackhawk) , sarı’ya ve diğerlerine örnek olur umarım (bunu başka bir şekilde yazmıştım ama sonra çok kaba olduğunu fark ettim , ama bunu arkadaşlar anladı ,  anladınız değil mi la..) çünkü ‘ters’ gerçekten büyük bir hızla giriş yaptı.. yazıların ardı arkası kesilmeyecek gibi görünüyor.. yakında sırf onun yazılarını görürseniz şaşırmayın , okuyun yazılarda keyifle boğulun.. hoş geldin ve iyi ki geldin ‘ters’..’

Crockett..

‘yeraltında kör bir köstebektim..’ – Charles Bukowski

‘siz bana nehirlerden ve yağmurdan söz edin , ben size uyuşturucu ve ıstırap bağımlısı sıska bedenleri anlatayım , kadınsız ve işsiz ve ülkesiz , verilenden daha iyi bir yaşamı hayal ederek , akortsuz piyanolar çalan eşcinsellerden geçilmeyen barlarda ve bok suratlı kasa sahipleri ıslık çalar ölü parayla..’

‘herkesin savaştan yana olduğu bir dönemde savaşa karşıydım.. iyi savaşı kötü savaştan ayırt edemiyordum -hala edemem.. ortalıkta henüz hippiler yokken hippiydim ben ; beat kuşağı gelmeden önce beat’tim..

bir protesto yürüyüşüydüm tek başıma..

yeraltında kör bir köstebektim ve ortalıkta benden başka köstebek yoktu.. daha henüz yer altı oluşmadan yer altı’ydım ben.. pis genç bir adamdım..

ben hip’tim zaten..’

Charles Bukowski..

‘yalnızlık gittikçe daha tatlı bir hal alıyor , bir zamanlar hapis yatan bir adam tanırdım.. onu deliğe tıkmışlardı..

ona ‘şimdi dışarı çıkmak istiyor musun’ diye sorduklarında , ‘hayır’ dedi.. yine de onu çıkardılar.. deli olduğunu düşünüyorlardı.. gördüğüm en akıllı adamlardan biriydi.. evet , evet..’

Charles Bukowski..

‘bir yazar yazacağı bir sonraki satır kadar vardır.. onun gerisinde kalanlar bir bok ifade etmez.. eğer o bir sonraki satırı yazamazsanız , insan olarak ölmüşsünüz demektir.. sadece bu bir sonraki satır , daktilo döndükçe ortaya çıkan bu satır vardır , bu sihirdir , gürlemedir , bu güzelliktir.. bu ölümü yenebilecek tek şeydir..’

Charles Bukowski..

CHARLES BUKOWSKİ & BEAT KUŞAĞI , Çeviri : ARTEMİS GÜNEBAKANLI, ALTIKIRKBEŞ Yayınları ,  Türkçe Edisyonu Hazırlayan : ŞENOL ERDOĞAN , AVİ PARDO’nun çevirilerinden yararlanılmıştır , 2. Baskı Ocak 2011..

‘kalbimi bir meyve gibi tüm ağaçların dallarına asmak istiyorum..’ – FURUĞ FERRUHZAD

 

‘şiir benim tanrımdır , işte ben şiiri bu denli seviyorum.. gecem gündüzüm bunu düşünmekle geçiyor , kimsenin söylemediği yeni bir şiir , güzel bir şiir söyleyeyim diye.. kendimle baş başa  olmadığım ve şiiri düşünmediğim günüm , anlamsız ve hiç sayılır..  belki şiir görünüşte beni mutlu kılamaz , ancak ben mutluluğu kendim için başka türlü yorumluyorum.. mutluluk benim için güzel elbise iyi yaşam ve iyi yemek değil.. ben , ruhum memnun olduğu zaman mutluluk duyuyorum ve şiir benim ruhumu memnun ediyor.. şayet insanların elde etmek için çırpındıkları bu güzellikleri bana verseler ve karşılığında şiir söyleme yeteneğini benden alsalar intihar ederim.. siz benden vazgeçin , siz bırakın ben sizce mutsuz ve aylak olayım , ancak ben hiçbir yaşamımdan yakınmayacağım..’

 Furuğ Ferruhzad

  

‘derimin altında başımı döndürecek bir baskı olduğunu duyumsuyorum.. her şeyi delmek istiyorum ve olabildiğince içine dalmak istiyorum.. yerin derinliklerine varmak istiyorum.. benim aşkım oradadır.. tanelerin sürgün verdiği yerde , köklerin birbirine vardığı ve yaradılışın kendini çürümüşlükte sürdüren noktada.. benim tenim sanki onun geçici bir biçimidir.. temeline varmak istiyorum.. kalbimi bir meyve gibi tüm ağaçların dallarına asmak istiyorum..’

Furuğ Ferruhzad

‘hep kapalı bir kapı gibi olmaya çalışmışım , kimse korkunç içimi görmesin ve tanımasın diye..  bir insan olmaya çalışmışım , kendi içimde yaşayan bir varlık olduğum halde.. biz bir duyumsamayı ayaklarımız altında ezebiliriz fakat ona asla sahip olmadan yapamayız..’

Furuğ Ferruhzad

‘başkalarının tutsak alan benlerinden ayrı olarak kendi özgür ve dingin benine varmadıkça hiçbir şeye varmayacaksın.. kendini tam ve tüm bir şekilde yaşamını insanın ölümü ve yok oluşundan alan o güce bırakmazsan kendi yaşamını yaratmayı başaramayacaksın.. sanat en güçlü aşktır ve insan tüm varlığı ile ona teslim olduğunda insanın onun tüm varlığına kavuşmasına izin verir..’

Furuğ Ferruhzad

‘hayret ne kadar şaşılası bir dünyadır , benim kimse ile bir işim yok ; işte benim bu zararsızlığım ve kendi kendimle olmalarım başkalarının merakına yol açıyor.. insanlarla nasıl karşılaşmam gerektiğini bilmiyorum.. ben utangaç biriyim.. başkaları ile konuşmayı başlatmada çok zorluk çekiyorum , özellikle bana ilginç olmayan başkaları ile , neyse geçelim..’

Furuğ Ferruhzad 

FURUĞ FERRUHZAD , YARALARIM AŞKTANDIR , Çeviri : HAŞİM HÜSREVŞAHİ , TELOS YAYINLARI , Mart 2002..

(benim okuyabildiklerim arasında türkçe’deki en kapsamlı iranlı büyük sanatçı furuğ ferruhzad çevirisi ve çalışması bu kitap.. başında uzun bir yaşam öyküsünün yanı sıra , furuğ’un şiir kitaplarından tam çeviriler ile furuğ’un dostlarına ve ailesine yazdığı mektuplardan bölümler de var.. furuğ için yazılan şiirler de kitabın son bölümlerinde yer alıyor.. kitaplığınızda yoksa bence bulun ve edinin bu kitabı mutlaka.. kaçırılmayacak güzel bir derleme.. haşim hüsrevşahi’ye emekleri için çok teşekkürler..

Crockett..)

hasta parçacıklar …. (morbid segmentations…)

hasta parçacıklar …. (morbid segmentations…) 

Sola döndüm. Köşe kalabalıktı.İnsanlar benim için  ne olduğu belirsiz bir durum karşısında sabahın dokuzunda bir araya gelerek kendi eşsiz yorumlarıyla birşeylere katkıda bulunmaya çalışıyorlardı. Bulunulan yer  apartmanımıza komşu bulvara açılan  köşeydi. Biraz daha yaklaştım. Kalabalık içinde iki kişi  kazdıkları bir çukurun başında durmuş karşılıklı  yorumlar yapıyorlardı. Kır saçlı  ve elinden sigarayı düşürmeyeni “biraz daha kazalım tıkanan boru buradadır kesin!” diyordu daha uzun boylu  ama çırak  görünümlü olanına. Bu sonuncusu ki  ismi Bay O. idi ,uzak bir mekana doğru seslenircesine  “daha önce getirdiğim hortumu uzatırmısın E. !” diye haykırdı. E. de sigarayı elinde tutan bir patron edasıyla tutarak  arkasına dönüp üçüncü kişiye hortumu uzatmasını söyledi. Usta çırak ilişkisi bu olmalıydı sanırım.  Kenardan devam edip ortamdan uzaklaştım.

Neler olduğunu bilemeden yürüyordum taşlı çakıllı  yolda. Ayakkabımın ucu arada bir büyükçe taşlara takılıp derin kesikler halinde çiziliyor , ben de yere yüzüstü kapaklanacak oluyordum. Hava çok sıcak , Güneş’se caddedeki tektük ağacın gölgesini bile eritircesine tepemdeydi.

Uzaktan hızla yaklaşıp yanımdan geçen  otobüsün sıçrattığı suyla kendime geldim. Üstüm çamur  olmuştu. Otobüsün ardından “Hayvan!” diye bağırdım. Otobüs birden durdu. Şoför penceresinden karakuru bir tip sarktı  ve ” bas git belanı benden bulma ,kafanı patlatırım senin !” , dedi.  Ona doğru yürüdüm.  Otobüstekiler arasında  bazı sesler yükseldi ve şoför tekrar içeri girerek yoluna devam etti . Adama cevap verememiş olmak  çok koymuştu. Oysaki tek istediğim yanımda  ki hanımefendinin  bakışları altında  bana karşı terbiyesizlik edilmesini engellemekti. Yanıma baktım birden ama hanımefendi yoktu. Paltoma sarındım yoğunlaşan tipinin soğuğu altında. Biraz daha yürüdüm. Köşedeki yeni görünümlü derme çatma marketçiğin yanına ulaştığımda kapısındaki dereceye doğru bakışlarım kaydı. Eksi yirmi yedi  dereceyi kendi kendime sayıklarken kayarak kıçüstü yere çakıldım.

Birileri başımda bitiverdi hemen. “Ne oldu ? Fenalaştın mı ?” sorusuyla  kafam aydınlandı. Ancak soru ya da o an yağan sorular gerçekten hatırımı sorar tonda değil de daha çok  etrafımdaki insan sayısını artırmaya yönelik tondaydı.  “Adam sıcaktan bayıldı galiba” dedi yaklaşık on kişiye ulaşan kalabalıkta  en arka sıralardan  minyon tipli memur kılıklı bir zat. “Şimdi iyi ,iyi !” , diye insanları rahatlatmaya çalışan  yaşlı bir kadın tarih öncesinden kalma yamalarla dolu koltukaltı çantasını düzelterek umursamaz bir edayla uzaklaştı bölgeden.

Ayağa kalktım. Sol ayağımdaki ayakkabımın ucunda  kocaman bir delik ve  araya giren bir taş ile rahatsız oldum.  Ayağımı sallayarak  taştan kurtulmaya çalıştım. Ama başarılı olamadım. Kalabalık dağılmıştı. Bulunduğum yere komşu apartmanın  girişindeki basamaklara oturdum. Kafamdaki şapkayı kenara koydum. Ayakkabımı çıkararak taşı  düşürmeye çalıştım . Az önceki yaşlı kadın tekrar belirdi . ” Paran yok galiba senin” dedi ve kenarda duran şapkama birkaç bozukluk bırakarak kendisinden beklenmeyecek  bir hızla uzaklaştı. O sırada kadının  konumlandığı yerin tam karşısında burnunun içinde maden ararcasına serçe parmağıyla karıştıran bir sarışın , saçları yana taralı bir ufaklık belirdi. Ayakkabımdan çıkardığım şeyin bir köpeğin taş kesilmiş dışkısı olduğunu görünce iğrendim ve çocuğa fırlattım. Çocuk gülerek kaçıştı. Az ötede ki  eczaneden çıkan ve ağabeyi olduğunu sandığım kişiyle çarpıştı. Ağabeyi bir kaç yaş büyük şişe dibi gözlüklü  kocaman gözlü sevimli biriydi. “Yine altına işemişsin velet! Seninle mi uğraşıcam gir içeri!”  , diyerek askılı pantolonunu düzeltti. Çocuk içeri daldı. Fırlattığım  taşlaşmış dışkı ise  oraya yeni ulaşmış  sokak köpeğinin ilgi odağıydı şimdi. Birkaç kez kokladıktan sonra dişlerinin arasına alarak karşı kaldırıma geçti ve yanıma geldi. Dışkıyı yanıbaşıma bırakarak  ortadan kayboldu.

Ayakkabımı giyip tekrar yola koyuldum. Her adım atışımda soldaki ayakkabımın ayrılmış olan tabanı palet gibi yalpalanmaya ve yere takılmaya  başladı. Kendi adıma artık böyle  paspal olmaktan utanmıyordum. Benim için önemli olan diğer ayakkabımı da kaybetmemekti. Yoksa parasız pulsuz bütün yazı nasıl geçirebilirdim? Ayakkabımı düşünürken şapkamı orada unuttuğumu hatırladım. Umursamadım. Tökezlemelerim ayakkabımın taşlara takılmalarıyla daha da artmıştı. Yürümek ne kadar zorlaşsa da taşlara takılmam bunun gerçek nedenimiydi bilmiyordum, yoksa yürümeyi mi unutmuştum?  Yürümek neden alın yazımızdı ? Gerçekten yürümek zorunda mıydık diye düşünmeye başlarken binaya ulaştım. Karşımda ki , uçsuz bucaksız pencere tarlası gibi uzanan kocaman bir yapıydı. Otomatik kapı açılıp ana koridora girdiğimde  O beni karşılıyordu. Sarışındı. Uzun boyluydu. Cildi  Güneş parlaklığındaydı. “Sen  kaç derecesin?” diye sordum. Tam cevap verecekken  yanımızdan küt kızıl saçlı  , kocaman çok güzel gözleri olan bir anne geçti göbeğindeki kocaman tümsekle . Tam bir yuvarlaktı göbeği. Gözlerimin içine bakarak biraz da belini tutarak önündeki hemşireyi takip edercesine gözden kayboldu. O ise tekrar bana döndü. Cildinin parlaklığı üzerindeki beyaz önlüğe de yansımıştı. “Elinde ne tutuyorsun?” dedi. “İşte ayakkabım!” dedim neden olduğunu bilmediğim yarım bir sevinçle. ” Elinde ayakkabı  yok ki! Buraya  kadar yalınayak nasıl geldin?” dedi. Gerçekten de yalınayaktım. Güneş’in  ışınları  şeklindeki saçlarını iki yana sallayarak elini ceketimin cebine soktu. Cebimden ufak bir defter çıkarıp içine birşeyler yazdı ve tekrar cebime koydu. “Hadi artık gidebilirsin sana bir taksi çağıracağım . Birazdan gelir. İlaçlarını da yazdım ihmal etme” , dedi. “Bir daha da yalınayak gezme , ayaklarını çamur içinde bırakmışsın. Bu soğukta donmuyor musun?” diye ışıldayan gözlerle baktı. O kadar cümleyi nasıl söylediğini anlayamadan geri döndüm. “Ben seni görmeye geleceğim zaten”, diyerek hemşire bankosuna döndü. Binanın otomatik kapısı açıldı ben yaklaşırken . Ama başka birileri girdi  telaşla dışarıdaki termometrede  görünen eksi yirmi yedi derece ile birlikte . Soğuğu yüzümde hissetmemle gözümde ışık çakmaları başladı ve ben biri tarafından fırlatılmışçasına sırtüstü yere kapaklandım. Arkamdan bir sesin  altın sarısı saçlarıyla ” Baba! Baba!” diye haykırışını duyarak kayboldum kendimde. “Baba! Baba!”  

                                                                     Güneş’imize (31.07.2010)

‘Fran(sı)z Kafka’

Ne yazmak gerektiğini bilmediğin  zamanda yapabileceğin en iyi şey kaleminden süzülen mürekkep izini kaleminin gittiği yönde saklamaktır. İşte o zaman sakladığın mürekkep  gölgeleri ışık olur yazmana . Ve bir de yanında yamacında göğe yükselen dayanılmaz bir müzik varsa , o şahaneyi yaratmana bir nefes kaldığı andır.

                                                                 ( Ne olduğu belirsiz bir tarih…)

‘Fran(sı)z Kafka’

‘içindeki ‘sinemadan çıkmış kişi’yi öldürdüler..’ – Aylak Adam / YUSUF ATILGAN..

‘sinemaya girdiğinde üstü başı az ıslaktı.. önce yüz numaraya girdi , çıktı.. bir sigara içti.. salon pek kalabalık değildi.. paltosunu çıkarıp ortalarda bir koltuğa oturdu.. gelenlerin çoğu kadın.. bir de belki iki saatlik aylaklar , okul kaçakları.. ‘şunların arasında sevilmeğe değer birkaç kişi niye olmasın.. tok karın iyimserliği mi yoksa..’ başlama saati yaklaştıkça boş yerler doluyor.. bir kadın yanındaki koltuğa doğru geldi.. kadının yüzünde sanki koyu vişne bir ağızla romalı heykel burnundan başka bir şey yoktu.. koyu vişne kıpırdadı :

– sahibi var mı efendim..

orada duran paltosunu kucağına aldı.. kadın oturdu.. çantasının üstünde uzun tırnaklı uzun parmakları vardı.. az sonra ışıklar sönünce kadın koltuğun ötesine doğru toplandı.. bu çabuk kaçış onu yanındakinin bir yerine gerçekten değmiş gibi üzdü.. içinde kıpkızıl bir öfke kabardı.. ‘hay lanet olası.. insem mi beynine..’ kendini güç tuttu.. bu öfke bir kırgınlık, bir başkalarına küsme duygusuyla karışıktı.. seveceğin sandığı insanlar bunlar mıydı.. perdede dünya haberleri gösteriliyor.. bu ‘karı’nın yanında kalırsa bir şey göremeyecek.. kalktı.. sıradan çıkarken birinin ayağına bastı.. adam hiç seslenmedi.. ‘çüş’ falan deseydi bir yanını kırardı.. gitti ilerde boş bir yere oturdu.. arkasında , alaca karanlıkta belli belirsiz kıpırdayan insan suratlarına meydan okurcasına baktı.. ama onu kimse görmedi..

iki saat sonra kalabalığın içinde , sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi.. düşünüyordu : ‘çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği , kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor.. sinemadan çıkmış insan.. gördüğü film ona bir şeyler yapmış.. salt çıkarını düşünen kişi değil.. insanlarla barışık.. onun büyük işler yapacağı umulur.. ama beş-on dakikada ölüyor.. sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu ; asık yüzleri , kayıtsızlıkları , sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar , eritiyorlar..’ saatine baktı : dört buçuğa beş vardı.. ‘eve gitsem okusam..’ durağa yürüdü.. ‘bunları kurtarmanın yolunu biliyorum.. kocaman sinemalar yapmalı.. bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara.. iyi bir film görsünler.. sokağa hep birden çıksınlar..’ kafasından geçene güldü.. duraktakiler dönüp baktılar.. kadının biri kaşlarını çattı.. sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu.. ‘ne adamlar be.. güldüysem güldüm , size ne..’ duramadı orada , yürüdü.. eve gitmeyecek.. içindeki ‘sinemadan çıkmış kişi’yi öldürdüler.. sağ kalan sıkıntılı , kızgın.. hep ölçülü-biçimli mi davranmak gerek.. kim demiş.. başkaları onu eve gidecek sanırken o gidip bir meyhanede içecek.. yolun çivisiz yerinden karşıya geçti.. kayıp giden otomobiller duraksadılar.. bir şoför sövdü.. o duymadı..’

AYLAK ADAM , Yusuf Atılgan.. Yapı Kredi Yayınları , Ekim 2009..

‘kılıçla kesiyor bir hain nokta öpüşen virgüllerle akan cümleyi..’ – ONAT KUTLAR

KİTABE..

rüzgarın yüzünü vadilerden tanıyorlar sevgilim

arının adını bir menekşeden

çılgın ırmağın yüzünü bir deniz çiziyor

toprağı , yediveren bir gül ağacı

tarihler bir köprü olarak yazıyor bir ustayı

kahramanı , gülümseyen bir yoksul

çocuk olarak..

 

beni bir gün sevgilim senin yüzünle

anacak doğunun yeni ozanları

çünkü bir ağustos gecesi sessiz bir gölün

ayışığıyla yıkanmış kıyılarında

akıllı şarkılar söyleyen bir deli

hiç bitmeyen yaz gününe gömecek beni

senin adınla..

ONAT KUTLAR

AYRILIK..

ayrılık şiiri ne kadar yalın

sevdiğimiz ak sözcükleri gibi

kılıçla kesiyor bir hain nokta

öpüşen virgüllerle akan cümleyi

 

nasıl soğuk ayrılığın güneşi

gölgeli bir çınar olan gövdemin

dallarını içten kırınca acı

buzdan bir alçıyla tutuyor beni

 

ayrılık sabahı ne kadar beyaz

ölümün hüzünlü arkadaşı kar

bana ütülü bir çarşaf hazırlar

bir karanfil tam yüreğin üstünde..

ONAT KUTLAR

‘Unutulmuş Kent , Bütün Şiirleri’ , ONAT KUTLAR , Yapı Kredi Yayınları , Ekim 2010..

‘sonsuzluğun dudağında mavi bir uçuktur gök..’ – ERDAL ALOVA

YANILGI

yetişmez gülüşlerin sarılışı

ne de anlayışın

adımlardan bir çizgi olduğu yaşamın

yetişmez anlatmaya sesinin kırılışını

gözlerinin parçalanışını

alışmadıkları bir soğuktan.

gün bir ağartıyla karşılar pencerenden

seyreder gövdeni alaycı serinliğiyle

der : ‘her şey yeniden başlayacak , yeniden

sen dokunuşlarını getir doğmamış aşkların

ben yayayım çıplaklığımda geçmiş zamanı.’

ve gürültüsü sarar çevreni seslerin , gölgelerin

alırlar seni uzayan bir yorgunluğa

bırakırlar büyüyen ayçasına gecelerin.

 

sanırsın kimse görmedi ayla başbaşa kalırken

bilmediler ince bir camdan yapıldığını

gülüşlerin..

çünkü kimseler geçemedi dişlerinden öteye

dediler : ‘bu gökyüzü bize yeter!’

ama ben , kargınmış çocuğu düşlerin ,

sanrıların

geometri bozguncusu , büyücüsü kokuların

dinlerim taşların altında yatan yüreğimle

gövdenin kıvrımlarını , titreşen sokakları

giyerim lacivert geceden gömleğimi

derim : ‘ey kent , gel dans edelim seninle!’

paylaşırım seni akışan bir çığıltıda

sanırsın kimse görmedi

gözyaşın bıçaklanırken

paylaşırım , en güzel sesleri vermek için sana.

ERDAL ALOVA..

TERSİNMELER

her dağ

bir gün açıklar

sürgün bir deniz olduğunu

 

cam sıkılınca kendinden

kum dilinde konuşur

 

gece

bir çakıltaşı operasıdır

kurbağaların söylediği

 

sonsuzluğun dudağında

mavi bir uçuktur gök

 

kızılcıklar

o yanık yağmurlar

 

her ırmak

açıklar bir gün

yüzünü hiç görmediğini

 

ve sırayla

döneriz yaban yanımıza.

ERDAL ALOVA..

Kırık Tabletler (Seçme Şiirler ,2001,1973) , Alkım Yayınları , Mayıs 2004..

Bazen

 
 
Bazen
Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan
Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar,
Arkan dönüktür.
Ciğerine kuruludur orkestra, duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun,
Anlamazsın
Uçar gider, koşsan da tutamazsın…
 
William Shakespeare

‘Kanun Önünde..’ – FRANZ KAFKA

KANUN ÖNÜNDE..

 

kanun önünde bir kapıcı durur.. taşradan gelen bir adam kapıcının önünde durur , içeriye girmek istediğini söyler.. kapıcı ise , şu anda onu içeri sokamayacağını bildirir.. adam durur , bir süre düşünür , daha sonra girip giremeyeceğini sorar bu kez.. kapıcı , ‘belki’ diye yanıtlar , ‘ama şimdi girmen mümkün değil..’ her zaman olduğu gibi kapı sonuna dek açık durmaktadır.. kapıcının bir an yana çekilmesini fırsat bilen adam, eğilerek içeriye bakmak ister.. kapıcı onun hareketini fark eder , gülerek , ‘eğer bu denli çok istiyorsan girmeyi , benim yasaklamama aldırma , içeri girmeyi dene’ der.. ‘fakat şunu da unutma : kapıcıların en zayıfıyım ama yine de epeyi güçlüyüm.. her salonun başında başka bir kapıcı durur , her biri öncekinden güçlüdür hem.. üçüncü kapıcıyı görünce benim bile ödüm patlar..’ taşralı adam böyle zorluklarla yüz yüze geleceğini öngörmemiştir.. kanun kapısının herkese , hem de günün her saatinde açık olması gerektiğine inanmaktadır.. ne var ki , kapıcıyı alıcı gözle inceler , giydiği kürk paltoyu , sivri iri burnunu , uzun fakat seyrek kara tatar sakalını görür , girmesine izin çıkıncaya kadar beklemenin daha akıllıca olacağına karar verir sonra.. kapıcı ona bir tabure verir , kapının tam yanına oturur.. günlerce , aylarca orada oturur adam.. sık sık içeriye girmesine izin vermesi için kapıcıya yakarır , usandırır onu.. kapıcı onu ufak sorgulamalardan geçirir , nereden geldiğini öğrenmek ister , daha pek çok şey sorar , ne var ki , bunların büyük adamların çevrelerine yanıtlarıyla ilgilenmeksizin yönelttikleri sorulardan farkı yoktur ; her sorgulamanın sonu , kapıcının izin isteğini bir kez daha geri çevirmesiyle gelir.. yolculuğuna çıkarken gerekli olabilir diye yanına aldığı ıvır zıvırın tümünü , ucuz pahalı bakmadan elinden çıkarır adam , niyeti kapıcıyı rüşvet vererek kandırmaktır.. kapıcı da kendisine sunulanları memnuniyetle kabul eder , beri yandan ‘başvurmadığım yöntem kaldı mı diye üzülmemen için sadece sonradan hayıflanmayasın diye alıyorum bunları’ der adama.. taşralı adam yıllar boyunca , neredeyse hiç ara vermeden kapıcıyı izler.. diğer kapıcıları unutmuştur artık , içeri girmesine tek engel olarak bu ilk kapıcıyı görmektedir.. onunla karşılaşmasını düzenleyen yazgısına beddualar okur ilk yıllarda , yaşlandıkça kendi kendine söylenme huyuna kapılır , gitgide çocuklaşır , en sonunda , yıllar boyu gözlediği kapıcının kürk yakasındaki pirelerden içeri girmek için yardım dilenmeye başlar.. gözlerindeki ışık söner ,çevresindeki ışığın mı azaldığını yoksa gözlerinin mi göremediğini ayrıt edemez olur.. yine de , karanlığın içinde bir parıltıyı ayırt etmeye başlar.. ömrünün sonundadır adam ,, kapının önünde geçirdiği yıllarda edindiği deneyimler toplanıp tek bir soru oluşturmuştur.. taş kesmiş bedeniyle doğrulamadığından el edip kapıcıyı çağırır.. taşralı adam yıllar içinde yaşlanıp küçüldüğünden eğilmek zorunda kalır kapıcı ; ‘neymiş öğrenmek istediğin’ diye sorar adama , ‘bitmek bilmedi isteklerin..’ adam ‘bildiğimce , bu kapıdan girebilmek için herkes çaba gösterir.. nasıl oldu da , bu kadar yıl , benden başka tek bir kişi içeri girmeye çalışmadı..’ taşralı adamın ölüm sağırlığıyla duymaz olan kulaklarına işittirebilmek için bağırır kapıcı : ‘neden senden başkası içeri girmek istesin , sadece senin içindi bu kapı.. gidip kapatmanın zamanı geldi artık..’ 

FRANZ KAFKA..

Bir Köy Hekimi , Franz Kafka , Çeviri : Gülcay Teniker.. , Altıkırkbeş Yayınları , Ekim 2003..