Archive for the ‘Edebiyat’ Category

Ahmed Arif – Vay Gurban

1927 yilinda Diyarbakir’da dogdu, 2 Haziran 1991 tarihinde Ankara’da öldü. Ortaögrenimini Diyarbakir Lisesi’nde tamamladi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Cografya Fakültesi Felsefe Bölümü ögrencisi iken 1950’de Türk Ceza Yasasi’nin 141. maddesine aykiri davranmak saviyla, 1952’de gizli örgüt kurma saviyla iki kez tutuklandi, yargilandi ve 2 yil hüküm giydi. Cezaevi günleri sona erince Ankara’daki gazeteler ve dergilerde teknik islerle ugrasarak yasamini kazandi. Toplumcu gerçekçi siirimizin ustalarindandir. Yasadigi cografyanin duyarliligi ve halk kaynagindaki sesini hiç yitirmeden, lirik, epik ve koçaklama tarzini kusursuz bir kurguyla kullanarak, özgün, tutkulu, müthis ezgili çagdas siirler yazdi.

Dağlarının, dağlarının ardı,

Nazlıdır.

Uçurum kıyısında incecik bir yol

Gider dolana dolana,

Bir hastan vardır, umutsuz,

Belki Ayşe, belki Elif

Endamı kuytuda başak,

Memesinin, memesinin altında,

Bir sancı,

Bir hayın bıçak…

 

Ölüm bu,

Fukara ölümü

Geldim, geliyorum demez.

Ya bir kuşluk vakti, ya akşamüstü,

Ya da seher, mahmurlukta,

Bakarsın, olmuş olacak.

Bir hastan vardır umutsuz,

Hasreti uykularda,

Hasreti soğuk sularda.

Gayrı, iki korku çiçeğidir gözleri,

İki mavi, kocaman korku çiçeği,

Açar, derin kuyularda…

 

Dağlarının, dağlarının ardı korkunçtur.

Hiç akıl edip de düşünen var mı?

Gün kimin hesabına tutar akşamı,

Rahmetinden kim demlenir bulutun,

Hayırlı evlat makina

Nasıl canavar kesilir.

Kurdun, karıncanın rızkını veren

Toprak nasıl ayartılır,

Yüz vermez topal öküze,

Ve almaz koynuna kara sabanı.

 

Sepetçioğlu’m bir kömür işçişidir,

Mavzer değil, kürek tutar Urfalı Nazif

Mal, haraç-mezattır,

Can, pazar-pazar.

Kırmızı, ak ve esmer,

Yumuşak ve sert buğdayları

Yaratan ellerin sahibidir bu,

Kör boğaz, nafaka uğruna,

Haldan düşmüş, tebdil gezer…

 

Dağlarının, dağlarının ardı,

Nasıl anlatsam…

Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.

Çırılçıplak,

Vay kurban…

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.”

Yiğitlik, sen cehennem olsan da bile

Fedayı kabul etmektir,

Cennet yapabilmek için seni,

Yoksul ve namuslu halka.

Bu’dur ol hikayet,

Ol kara sevda.

 

Seni sevmek,

Felsefedir, kusursuz.

İmandır, korkunç sabırlı.

İpin, kurşunun rağmına,

Yürür, pervasız ve güzel.

Sıradağları devirir,

Akan suları çevirir,

Alır yetimin hakkını,

Buyurur, kitabınca…

 

Gün ola, devran döne, umut yetişe,

Dağlarının, dağlarının ardında,

Değil öyle yoksulluklar, hasretler,

Bir tek başak bile dargın kalmayacaktır,

Bir tek zeytin dalı bile yalnız…

Sıkıysa yağmasın yağmur,

Sıkıysa uykudan uyanmasın dağ.

bu yürek, ne güne vurur…

Kaçar damarlarından karanlık,

Kaçar, bir daha dönemez,

Sunar koynunda yatandan,

Hem de mutlulukla sunar

Beynimizin ışığında yeraltı.

 

Her mevsim daha genç, daha verimli,

Sunar, pırıl-pırıl, sebil,

Ömrünün en güzel aşk hasadını,

Elimizin hünerinde yeryüzü.

Dolu sofra, gülen anne, gülen çocuklar,

Bir’e on, bir’e yüz’le akşama gebe

Şafakla doğan işgücü.

Yalanım yok, sözüm erkek sözüdür,

Ol kitapta böylece yazılıdır,

Ol sevda, böyledir çünkü..

 

Ahmed Arif

Ölüme Dair Konuşmalar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ölüme Dair Konuşmalar

Ben yazmayı pek beceremem kendini anlat deseniz iyi bir okurum derim sadece…

Bu gece öyle bir şiir okudum ki yazmamak mümkün değildi onun üzerine…

Hayatta hep iki tercihten birini seçmeye zorlanmış ben ve o iki tercihi de seçmeyecek ve illa benim koyduğum seçenek olmalı ve onu seçmeliyim diyecek kadar da inatçı ben, ilk defa evet ilk defa ölümü bu kadar net seçebildim.

“Ölüm bir hatıra gibidir insanda

Kah hatırlanır, kah unutulur

Fakat birgün, birgün nihayet

Gözle görülür elle tutulur”

Turgut Uyar

Bu mısra beni bu gece aklımı dolduran o saçma sapan hengameden kurtardı ve şirin devamında da Turgut Uyar’ın dediğini düşünüyorum şimdi.

‘Senin anlayacağın ela gözlüm şimdiden

Alıştırıyorum kendimi’

Ölüme alıştırabilir mi insan kendini, daha hayata alıştıramamışken? Ya da hala kendini tanıyamamış ben ölüm gelse tanır mıyım? Yani en azından bir gün önce bilsem geldiğini, tanısam onu, tüm hayallerim sığar mı bir güne?

İşin garip tarafı daha ben hayatı tanıyamadım, anlamıyorum insanları…(mesela; para için öldürenleri ve öldürülenleri, ya da statü için, ya da namus için…)

Ve ben yani hayattakilerden ziyade kendini ölülere yakın hisseden ben, ölümü bi kaçış addederken neden hala içimde acıyan bir yerler var…

Not: Beni Turgut Uyar’la tanıştıran çok değerli dostuma da ayrıca teşekkürlerimi bir borç bilirim. 

 

Ölüme Dair Konuşmalar

…İşte günlerden bir gün Ela gözlüm,

Yeni bir başlangıçta bitecek ömrümüz.

Amenna ve Saddakna,

Bari hoşça geçse günümüz…

 

Hangisine tasa edeceği, şaştık.

“Ölüm derdi, kalım derdi” derken

Dimyata pirince giden misali,

Yolun ortasına ulaştık…

 

Ölüm bir hatıra gibidir insanda,

Kah hatırlanır, kah unutulur.

Fakat bir gün, bir gün nihayet

Gözle görülür elle tutulur..

 

Şimdi taştan çıkardığım ekmekle,

Çorba içmekteyiz sıcak sıcak.

Fakat kim diyebilir ki Turgut,

Hatıra olmayacak?

 

Unutmak istiyorum zaman zaman,

Ne yapsam, ne etsem olmuyor,

Kabulleniyorum,

Kabulleniyorum da- gelgelelim

İçim içimi yiyor..

Nasıl ki, unutamaz insan

Bir kez gerçekten sevdi mi..

……………………

Senin anlayacağın Ela gözlüm şimdiden

Alıştırıyorum kendimi…

‘Turgut Uyar ,  Büyük Saat’

Eyvallah…

“TERS”

Yazının son notu : özellikle şapkalı ‘a’ları özleyenlerin mutlaka okumasını tavsiye ettiğim bir kitap Büyük Saat…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar – II…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar-II… (Morbid Segmentations- II)

 “ Ayrışma ”

 Uçsuz bucaksız sürülmüş  arazide  uygun bir yer arıyordum o gün. Amacımı gerçekleştirebilmek için  aslında her yer uygundu.  Belki de gölge bir yer bulmak daha iyi olur düşüncesiyle aranıyordum. Ama her şey doğal olmalıydı. Güneş de çarpmalıydı  yüzüme ve tüm bedenime. Benden tüm yeni yaşamları yeşertecek her şey sağlanmalıydı.

 Az sonra sıcağın etkisiyle arayıştan vazgeçerek bulunduğum yere oturdum. Bir süre etrafı gözledim. Tepemdeki güneşin yaydığı kavurucu sıcağa rağmen doğa susmuyor , toprağın nabız atışları gibi yükselen böcek ve kuş sesleri  ortalığı kaplıyordu. Yüzüme doğru hafiften esen rüzgar sıcak havayı biraz olsun katlanılabilir hale getiriyordu. Altımdaki sürülmüş toprak kurumuş ve çatlamıştı . Üzerimdeki her şeyi çıkarıp uzanmak zor olacaktı  bu yüzden. Ama toprak çivi gibi batsa da vazgeçmemeliydim. Belki de uzanacağım yeri biraz düzeltmek iyi olurdu. Ne de olsa toprağın bu sürülmüş şekli doğal değildi. Doğrularak altımdaki yüzeyi  altımdaki yüzeyi uzanılabilir hale getirdikten sonra üzerimdekileri çıkardım.  Sırtüstü uzandım. Sandığımın aksine toprak son derece yumuşaktı.  Kollarımı iki yana açtım. Sanki az önce duyduğum tüm sesler  kaybolmuştu.  Yalnızca kendi soluğumu duyuyordum. İlk kez bu kadar temizdi sanki ciğerlerimden çıkan ses. Ama neden susmuştu her şey . Kuşlar , böcekler  bile susmuştu  . Oysa ki ben onları bekliyordum. Beni ayrıştıracak olan tüm canlıları . Ama hiç biri konuşmuyordu.

 Öte yandan  birileri tarafından izlendiğim hissine kapıldım. Uzandığım yerde kafamı sağa sola çevirip baktığımda ortalıkta  kimseler yoktu.  Zaten bu mevsimde insanların buraya gelmesi için bir neden de göremiyordum.  Ancak mutlaka izleniyor olmalıydım.

 Rüzgar da kesilmişti.  Duyduğum sadece kendi soluğumdu.

 Az sonra alnımın sağında  bir hareketlenme duydum. Bir leş böceği  yaklaştı yanıma . Bir süre beni izledi ve   sonra bacaklarından  öndeki ikisini burnumun üstünde  gezdirdi. Ancak herhalde beğenmemiş olacak ki  geldiği yönde geri döndü.  Neden saldırmamıştı .  Beni izleyen doğa bir şeyleri bekliyordu sanırım. Soluğumu dinliyorlardı ve belki de kalp atışlarımı. Canlılığımın tek  belirleyicisi olan bu sesler kesilmedikçe  belki de başıma toplanmayacaklardı.

 Bir süre soluğumu tuttum. Ancak  bu kez kalp atışlarım  inletiyorlardı adeta ortalığı – normalde hiçbir zaman duymadığım kalp atışlarım… Kalp atışlarımı durdurmanın bir yolu olmalıydı. Soluğumu tutmaya devam ediyordum. Ama nedense zorlanmıyordum tutarken ve hiçbir hava açlığı da hissetmiyordum. Acaba her zamankinden farklımıydı durum?  Belki de doğa artık o havaya ihtiyaç duymayacağımı  söylüyordu. Gerçekten de soluğum durmuştu. Vücudumda nefes almaya yönelik hiçbir çaba yoktu.

 Acaba kalbim de durabilir miydi  kendi çabamla.  Bir an kalbime yoğunlaştım. İnanılmaz bir şekilde kalp  atışlarım da yavaşladı ve sonunda durdu. Aynı anda bilincim de kapanmış olmalıydı. Ama her şeyi görüyor ve hissediyordum. Sanki beynimle çalışan  bilincin dışında bir bilincim daha vardı ve o şahit oluyordu devinime. 

 Kalbim ve soluğum durduğunda  etrafımdaki doğanın sesi tekrar  belirdi kulağımda. Yavaş yavaş artmaya başladı  sesin şiddeti . Sanki her yandan usulca kuşatılıyordum. Rüzgar tekrar başladı esmeye ve şiddetlendi . Öyle ki bir toz bulutu kapladı üzerimi . Havada etrafımda  daireler çizen kargalar belirdi öterek . Böceklerin cızırtıları şiddetini artırmaya devam etti.

 Az önce burnumu beğenmemiş olan  leş böceği tekrar belirdi burnumun dibinde . Bu kez gayet hızlı hareket ediyordu.  Burnumun üzerine çıktı . Ama nedense bekliyordu.  Az sonra cızırtılar  ve kuş cıvıltıları yanımda belirdi. Toprağın içinden çıkan küçük solucanlar etrafımı çevrelediler. Kargalar dairelerini daha bir alçaktan çizmeye başladılar. Biraz sonra etrafımdaki sayısız canlıdan oluşan ordu tamamlanmış ve bir emir almışçasına sustular. Yalnızca kargalar alçalan daireler çizerek inmeye devam ettiler. Herkes bir şeyi bekliyordu sanki. Bense hiçbir şey hissetmiyordum. Burnumdaki böcek arkasına döndü  ve müzisyenlerinin hazır olup olmadıklarına bakan bir orkestra şefi edasıyla etrafını gözledi. Sonra tekrar döndü . Daha önce görmediğim iki sivri dişi belirdi – üzerlerinde yapışkan bir sıvı vardı. Birden burnumun derisine geçirdi bu dişleri ve bir parça  et koparıp  yuttu. Sanki emir verilmişçesine orkestranın diğer elemanları bir anda saldırdılar bedenime. Kargalar üzerime kondular ve en büyük lokmaları onlar yutmaya başladılar. Solucanlar kanımı emiyorlardı. Oysa ki ben  onların etobur olduklarını hiç bilmezdim.  Belki de tüm canlılar , ayrıştırılacak bir şey olduğun da kimliklerini yitiriyorlardı diye düşündüm.

 Kısa sürede iç organlarım da ortaya çıkmıştı. Solucanlar ve sonradan olaya dahil olan karıncalar   en kanlı organıma , karaciğerime akın ettiler. Kargalar onlarla yarışmadaydı adeta ve bağırsaklarımı delik deşik ederken neredeyse hiç soluk almıyorlardı.Bir kısım böcekler kollarıma ve bacaklarıma saldırdılar. Kısa zamanda  birer kemik yığını haline gelmişti buralar. Belki her şey çok daha uzun sürelerde gerçekleşiyordu da benim için zaman kavramı ortadan kalkmıştı. Ayrıca bazı organlarımın parçalanışına şahit olmadığım halde onlardan da geriye kırıntılar kalmıştı.

 Bir süre sonra burnumu kemiren böcek , olduğu yerde doğruldu. Ön bacaklarıyla kana bulanmış suratını temizledi ve  olduğu yerde beklemeye başladı. Tüm diğer canlılar da aynı anda durdular. Böcekle beraber geri çekildiler ve gözden kayboldular. Kargalar yükselen daireler çizerek gökyüzünde kayboldular.

 Ama her şey bitmemişti sanırım. Görünmeyen bir şeyler  artıkları ortadan kaldırmaya devam ediyorlardı . Söz gelimi beynimden geriye kalan kırıntılar  birer birer erimeye , sıvılaşmaya başladı ve sonra bu sıvı da kurudu. Anlaşılan sıra en çalışkan ayrıştırıcılara gelmişti. Onların da etkisiyle yaşayanların rahatsız olacağı  leş kokusu yükseldi.

 Rüzgar şiddetlendi bir süre sonra , gökyüzü bulutlarla kaplandı.  Yağmurun başlamasıyla kısa zamanda sadece kemiklerim kalmıştı ortada. Giderek , balçıklaşan toprağa  gömülüyordum. Ama aslında gömülmem için bir neden de  yoktu.  Belki de toprak ana beni ebedi yatağıma davet ediyordu. Sonra bir sarsıntı hissettim.  İlk kez bir şeyler hissediyordum  diye düşünecekken  karşımda hemşirenin güzel yüzünü görerek uyandım.  Hemşire “Nasıl , iyi uyuyabildiniz mi bu gece ?” ,dedi. “Evet, yaptığınız ilaç ağrılarımı azalttı ve oldukça rahatladım.” , dedim.  O an vücudumda  beynimi yavaş yavaş kemiren illetin  varlığı aklıma geldi. Her ne kadar beni santim santim kemirse de artık eskisi kadar umutsuz değildim ölmek düşüncesinden . Belki de uzun süredir hayattan kopmuş oluşum  ve doğanın oynadığı oyunun  bana son derece ilgi çekici gelmesi bu umutsuzluğumu  biraz olsun hafifletmişti.  Kendimi doğal devinime bırakmam gerektiğini düşündüm.  Hemşire , “biraz sonra bugünkü ilk ağrı kesici dozunu yapmaya gelirim” ,dedi. “ Hayır , artık ağrı kesici almak istemiyorum!” , dedim .Hemşire “ sana da iyilik yaramıyor” der gibi baktı yüzüme. “Ama ağrılarınız için ilaç almalısınız.”  diye ısrar etti. Dayanabileceğimi söyleyerek teşekkür ettim. İhtiyaç duyarsam zile basmamın yeterli olacağını söyleyerek iri vücudundan beklenmeyecek çeviklikle ilaç tepsisini alıp birden ortadan kayboldu.  Hemşire çıktığında kendimi daha rahat hissettim. Ölümün tedirginliği uykuda  kaybolmuştu. Belki geçici bir ilaç etkisi olsa da bunu zaman gösterecekti ve ben  ölüm kapımı çalmadan  tüm bunları yazmalıydım Yazmak zorunda hissedişim de üretme ihtiyacımdan kaynaklanıyordu. Üretmemek ve bu hayata bir şeyler bırakmadan gitme düşüncesi ise  tedirginliklerimi tekrar su yüzüne çıkarabilirdi.  Hayatın sıradanlığı  benim umuduma baskın çıkabilirdi o zaman.  Ancak bu yazı için  son satırların  kalemden süzüldüğü şu  anlarda ağrılarım tekrar artmaya başladı ve hayat yeniden sıradanlaştı birden. Sanırım sıradanlıktan kaçış için başucumdaki zilin açacağı kapıdan geçmem gerekecek… 

 

‘FRAN(SI)Z’  (Sonrasını sildim çünkü ne haddime K. Olmak)

 

Bilinmeyen Tarih ( 1997-2000 arası bir yazı. Parçacıklar kendi aralarında düzenlidir… )

Tüm noktalarım , virgüllerim , soru işaretlerim ,  heyecan ünlemlerim , paragraf başlarım ve cümle sonlarım  özgündür , gerçekte yokturlar  ve kural tanımazlar…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

UYKUSUZLUK.. – HENRY MILLER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ilkin kırık bir ayak parmağıydı sorun , sonra kırık bir kaş , en sonunda da kırık bir kalp.. ancak bir yerde de söylediğim gibi insan kalbi çok dayanaklıdır , yok edilemez ; kırıldığını ancak belleğinde canlandırabilirsin.. asıl tokadı yiyen insanın ruhudur ; ama ruh da güçlüdür , istenirse eski canlılığı kazandırılabilir ona..

 

evet , işte o ayak parmağı her sabah üçe doğru uyandırıyordu beni.. ‘cinli perili saat’ diyorum buna , çünkü en çok bu saatte aklıma düşüyordu o kadının ne yaptığı.. gecenin ve sabah alacasının kadınıydı o.. sabah solucan avlamaya çıkan değil , şarkısı ortalığı karıştırıp ürkü yaratan erkenci kuşun biriydi ; yastığınıza hüzün tohumları düşüren erkenci bir kuş..

 

umutsuz bir aşk çökmüşse gönlüne sabahın üçünde , özellikle onun orada , yerinde olmadığı kuşkusuna kapıldığında telefon etmeyi gururuna yediremiyorsan , ister istemez içe dönüp kendinle baş başa kalırsın ; o anda akrep gibi sokarsın kendini ya da hiçbir zaman postalamayacağın mektuplar yazarsın ona , ya da odanda ileri geri volta atarsın , hem küfür hem dua edersin , sarhoş olursun ya da kendini öldürecekmiş gibi davranırsın..

 

bu gidişat bir süre sonra tatsızlaşır , bıktırır insanı.. yaratıcı biriysen  -ama unutma , o anda boktan bir durumdasın- acılı anılardan ortaya elle tutulur bir şeyler çıkarabilir miyim diye sorarsın kendi kendine.. ve işte bir gece saat üç sularında başıma gelen tam buydu.. birden karar vermiştim ; çektiğim acıyı tuvale dökecektim.. o günlerde sıkı bir teşhirci olduğumu ancak şimdi , bu satırları yazarken anlıyorum..

 

tabii ki suluboyayla delidolu renkler serpiştirerek betimlediğim acının anlamına herkes varamazdı.. hatta kimileri düpedüz şen şakrak çizimler diye bakıyordu onlara.. ne dersiniz buna.. evet , gerçekten öyleler , ama içler acısı bir şenlik bu. bütün o delidolu sözcüklerle tümcelere esin kaynağı olan şey çarpık bir mizah duygusu değilse nedir ki..

 

(bu tür davranışlarım belki de çok önceden  bir başkasıyla , ilk sevgilimle başlamıştı.. ilk menekşe demetimi onun için almıştım ; tam ona uzatırken çiçekler elimden kayıvermiş , o da farkında olmadan (?) üzerlerine basıp ezmişti (!) insan gençken bu gibi küçük olaylar çok can sıkıcı olabiliyor..

 

kuşkusuz genç değilim artık – bu da her şeyi daha da can sıkıcı , söylemeye gerek yok belki , daha da gülünç yapıyor.. tek fark , sözlerime kulak verin , işin içine aşk girdiğinde hiçbir şey , hiç kimse ,hiçbir durum o denli gülünç olamaz.. azıyla yetinmediğimiz tek şey aşktır.. ve yeterince veremediğimiz de odur..

 

‘aşkta yalvarmak ve istemek olmamalıdır..’ (herman hesse) (devamını sonra söylerim.. odamın duvarına yazdığım için bu sözü , unutma tehlikesi de yok..) evet , kimilerinin  adi ve basmakalıp bulabileceği bu kısa tümce çok kritik bir anda çıkmıştı karşıma..

 

‘aşkta yalvarmak ve istemek olmamalıdır..’ elleri ve ayakları bağlı birinden merdiven çıkmasını istemek gibi bir şey bu.. böylesi yüce bir gerçeği kabul etmeden önce acıların en zoruna göğüs germen gerekir.. kinik biri , bunun azizler ve melekler için ortaya atıldığını , ölümlü insanlar için sözü bile edilemeyeceğini ileri sürecektir.. gerçek şu ki , biz sıradan insanlar hep erişilmezi isteriz.. baştan çıkarmanın özgürleştiriciliği yalnızca biz insanlar için geçerli.. ateşlerin arasından geçmesi gereken bizleriz –  aziz mertebesine ulaşmak için değil , var olduğumuz sürece iliklerimize dek insan kalmak için.. en önemli edebi eserleri hatalarımız ve zayıflıklarımızdan ilham alıp ortaya çıkaranlar da bizleriz.. en kötü halimizde bile umut doluyuz biz..’

 

‘aşk , gerçek aşk tamamen teslim olmayı gerektirir mi.. hep sorulan bir soru bu.. az da olsa bir karşılık beklemek insana yaraşır bir eylem değil mi.. insan ille insanüstü bir yaratık ya da bir tanrı mı olmalı.. vermenin sınırı var mıdır.. insanın kanaması sonsuza dek sürer mi.. kimileri önceden tasarlanmış bir ilişki planı öneriyor , bir oyunmuş gibi söz ediyorlar bundan.. elini açık etme.. ağırdan al.. geri adım at.. numara yaparken de numara yap.. yüreğin kan  ağlasa bile içinden gelen duygulara asla ihanet etme.. her zaman , hiçbir şeye aldırmıyormuş gibi davran.. işte , aşk acısı çekenlere verilen öğütler..

ancak hesse’nin dediği gibi , ‘ aşk kesinliğe varmak uğruna kendi yolunu bulma gücüne sahip olmalıdır.. o zaman salt çekim kaynağı olmaktan çıkıp çekicileşmeye başlar..’

 

UYKUSUZLUK (INSOMNIA) yada Şeytan İşbaşında ,  HENRY MILLER ,

Çeviri : HALUK ERDEMOL , NOTOS KİTAP Yayınları , Ekim 2010..

 

   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yeraltından Notlar

Yeraltından Notlar

”İnsan kendi kendisine karşı tümüyle içten olabilir mi?… Heine öz yaşam öyküsü yazmanın hemen hemen olanaksız olduğunu, insanın kendisinden söz ederken birtakım yalanlar katabileceğini söyler. Heine’ye göre Rousseau ‘İtiraflar’ adlı kitabında mutlaka yalan üstüne yalan kıvırmış, üstelik bunları gururu sebebiyle bilerek, isteyerek yapmıştır. Ben de Heine’nin haklı olduğuna inanıyorum. İnsan gerçekten de bazen yalnızca gururu nedeniyle kendisini cinayete kadar uzanabilecek yalanlara bulaştırabilir. Bunun ne biçim bir gurur olduğunu da çok iyi anlıyorum. Ama Heine, itirafını topluma, başkalarına sunan bir kimseden söz ediyordu. Oysa ben yazdıklarımı yalnız kendim içim yazıyorum.”(s.55) der Yeraltından Notlar’da Dostoyevski.

Yıllar önce okuduğum yeraltından notlar hayatımı şekillendiren ve beni paramparça edip yeniden birleştiren kitapların başında gelir. Sanırım lise ye gidiyordum okuyup, yıkıldığımda..

Evet yıkıldım, o güne kadar kafamda oluşturduğum tüm dünya yıkıldı…

Öğrendiğim her şey yalanmış meğer; insanların hayatlarının en kalabalık gününde aslında en yalnız olduğunu, her doğrunun aslında doğru değil de çoğunun doğru kılıfına girmiş yalanlar olduğunu, ve insana en büyük acıyı ancak en sevdiklerinin yaşatabileceğini , ve her gün nefret ede ede de olsa nefes aldığım şu dünyanın en açık gerçeğinin yalnızlık olduğunu Yeraltından Notlar’la öğrendim. Ah tabi öğrendiklerimi yıllar sonra Aylak Adam’la ezber ettim.

Okumalarım arasında yıllar olmasına rağmen altını çizdiğim yerlere bakın :

‘kalıplar , normal insanlar için iki kere ikinin dört etmesi gibi kesinlikle huzur demektir.’ Yeraltından Notlar

“Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu” Aylak Adam

Buradan şu sonucu mu çıkarmalıyım acaba yıllar geçmesine rağmen fark ettiğim ve diğer insanlardan farklı olduğumu düşündüğüm şeyler aynı demek ki ya yaşadıklarımdan ders almıyorum ya da dünyanın kötülüğü hala aynı hızla yayılıyor…

Hermann Hesse, bir denemesinde Dostoyevski için: “Dostoyevski, ancak kendimizi berbat hissettiğimizde, acı çekebilme sınırımızın sonuna varmışsak ve yaşamı bütünüyle alev alev yanan bir yara diye algılıyorsak, eğer artık yalnızca çaresizliği soluyorsak ve umutsuzluğun bin bir ölümünü yaşamışsak, işte ancak o zaman okumamız gereken bir yazardır. Ancak o zaman, yani acıdan yapayalnız kalmış, felce uğramış olarak yaşama baktığımızda, o vahşi ve güzel acımasızlığı içersinde yaşamı artık anlayamaz olduğumuzda ve ondan hiçbir şey istemediğimizde, evet, ancak o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açığız demektir. Böyle bir durumda artık birer izleyici olmaktan, yalnızca okuduklarımızın tadına varıp onları değerlendirmekle yetinen kişiler olmaktan çıkmış, Dostoyevski’nin eserlerindeki o zavallı ve yoksul kardeşlerin arasına katılmışız demektir; o zaman biz de onların acılarını çekeriz, onlarla birlikte, soluk bile almaksızın, yaşamın anaforuna, ölümün sonrasız öğüten değişmenine bakışlarımızı dikip kalırız. Ve yine ancak o zaman Dostoyevski’nin müziğine, bizi teselli etmek için söylediklerine, sevgisine kulak veririz; ancak o zaman onun korkutucu, çoğu kez cehennemden farksız dünyasının anlamını kavrarız.” der,

Not: okudukça yalnızlaşmaktan korkmayanlara şiddetle tavsiye edilir !!! Eğer korkuyorsanız hiç başlamayın gerçi başlasanız da başlamasanız da günün birinde o yalnızlık sizi gelip bulacak ya, neyse…

Eyvallah…

‘TERS’

ROBERT WALSER..

‘tanınmayan biri olarak kalmak istiyorum.. birileri illa da bana dikkat etmek istiyorlarsa , etsinler , ama ben bu dikkat edenlere hiç dikkat etmeyeceğim.. bugüne kadar kitaplarımı asla zorlamayla yazmadım.. çok yazmak , eserin zengin olacağı anlamına gelmez.. ikide bir önceki kitaplarımdan söz edip durmasın kimse.. onların değeri abartılmasın , yaşayan walser kendi verdiği kadarıyla alınsın , o kadarıyla kabul edilsin..’

ROBERT WALSER..

‘daima.. küçük , kayıp bir  kuzu gibi yalnızdı..insanlar ona nasıl yaşayacağını öğrenme konusunda yardım ederek eziyet çektiriyorlardı.. çok korunmasız görünüyordu.. küçük bir oğlanın , tek başınalığı göze çarpmasına neden olduğu için sopayla yakalayıp dalından kopardığı bir yaprağa benziyordu.. başka bir deyişle , eziyeti davet ediyordu..’

ROBERT WALSER..

‘kimseye dilemezdim ben olmayı

ancak ben katlanabilirim kendime..

bu kadar bilmek , bu kadar görmek ve

hiçbir şey hakkında , hiçbir şey söylememek..

ROBERT WALSER (Şiir Çeviri : Esen Tezel..)

‘biliniz ki beyefendi , yaklaşık on yıl önce ürettiğim her şeyin taslağını , çekine çekine ve hülyalara dalarak , önce kurşunkalemle yapmaya başladım , bu da elbette yazma sürecine , neredeyse devasa boyutlarda , bıktırıcı bir yavaşlık yüklüyordu.. son derece tutarlı ve adeta bürokratik bir kopya sistemiyle at başı giden kurşunkalem sisteminden gerçek bir azap çekiyordum ama bu işkence bana sabrı öğretti , öyle ki sabretme sanatında usta oldum.. bir metnin kaleme alınması çevresinde doğan böylesi bir bilgiçlik gösterisini gülünç bulacaksınız belki de.. bununla birlikte kurşunkalem yöntemi benim için bir anlam taşıyor.. bu satırların yazarına dönecek olursak , gerçekten de öyle bir an geldi ki dolmakaleme karşı ürkütücü , korkutucu bir tiksintiye kapıldı , size zar zor tarif edebileceğim bir ölçüde bıktı , kullanmaya başlar başlamaz büsbütün aptallaşıyordu , bu dolmakalem nefretinden kurtulmak için kurşunkalemle karalamalar yazmaya , taslaklar hazırlamaya , gırgır yapmaya koyuldu.. bana kalırsa kurşunkalem yardımıyla daha iyi oynayabiliyor , daha iyi yazabiliyordum : işte asıl o  zaman yazmanın hazzı can buluyormuş gibi geliyordu bana.. sizi temin ederim ki dolmakalemle (berlin’de başladı bu mesele) elimin gerçek anlamda başarısızlığa uğradığını yaşadım , bir tür kramp , bir tür kıskaçtı bu , kurşunkalem kullanmak zar zor , ağır ağır kurtardı beni bundan.. güçsüzlük , kramp , boğulma her zaman hem bedensel hem de zihinsel bir şeydir.. bir bakıma yazıya , yazının dağılıp bozulmasına yansıyan bir harap olma döneminden geçtim demek.. yazdıklarımı kurşunkalemle kopyalayarak ancak , yazmayı yeniden öğrenebildim , tıpkı küçük bir çocuk gibi..’

ROBERT WALSER..

(Max Rychner’e yazılmış 1927 yılına ait bir mektuptan..)

‘İSVİÇRELİ AYLAK..’

‘bu iki sözcüğün yan yana gelmesi  ,  bir tamlama olması , insanı şaşırtıyor , değil mi..

bazı yazarların adlarını yıllarca , on yıllarca işitirsiniz , giderek bir iki kitabını alıp kitaplığınıza koyarsınız ama okumak bir türlü kısmet olmaz.. robert walser konusunda ben bunu yaşadım.. ancak birkaç hafta önce elimi attım yıllardır yanımda gezdirdiğim jakob von gunten romanına.. sonra birkaç kitabını alıp karıştırdım.. şaşırdım.. isviçre’den de bir aylak geçmiş meğer.. yalnızca aylak bir  adam değil , aylak bir yazı varmış bu düzenli , kurallı insanlar beldesinde.. o romanından öbürlerine , yazmış olduğu yüzlerce sayfaya  sürüklendim.. sanki bir anafora kapıldım.. yürümekten ve yazmaktan başka hiçbir işe yaramamış bir garip.. yürür gibi yazmış.. yazar gibi yürümüş.. kendisi yürüdükçe bütün dünyanın yürüdüğünü duyumsayan , köşesine çekildiğinde yazısıyla / yazısında yürüyen bir yazar.. yürümek , yazmak , dön baba dönelim oynamakla yetinmek istemiyorsanız , durmadan mesafe almak uzaklaşmak demektir.. dışarıya da yansıyan , giderek dış yaşamınızı da belirleyen bir iç yolculuktur.. bir kişi daha uzağa gitmek isterse , uzaklara gitmeyi göze alırsa , sonunda gözden kaybolacağını bilmelidir..elbette , gözden kaybolabilmek için önce görünmek / görülmek gerek , göze girilemese bile.. bana sorarsanız , böyle düşünmüş robert walser.. yazısı da , yaşamı da bu çizgiyi izlemiş..

……

robert walser’in yazınsal yaşamının bundan önceki dönüm noktası ise 1918 yılında ‘mikrogram’ diye bilinen yazma biçimini bulmasıdır.. ekşi sözlükte bu deyimin minikyazı olarak türkçe’ye aktarıldığını gördüm.. hiç fena değil doğrusu.. minik güzel harflerle yazdığı 526 belge ortaya çıkarılmış , o öldükten çok sonra.. walser , 1918 yılında mürekkepli kalemle yazmanın kendisinde gerginliğe yol açtığını düşünerek kurşun kalemle yazmaya başlar.. kurşun kalemle yazdıklarını daha çok müsvedde gibi değerlendirip mürekkepli kalemle temize çeker önce.. daha sonra kurun kalem tek yazı aracı olur.. ölümünden sonra bulunan yazılar düz boş kağıtlardan çok takvim yapraklarına , faturaların , vergi ödeme kağıtlarının , kartpostalların boşluklarına , dergi sütunlarının aralarına yazılmıştır.. güzel yazı ustası walser mikrogramlarında ‘kurrentschrift’ denilen özel bir yazı türüne başvurmuştur.. yazılar çok sık kaleme alınmıştır.. harflerin zaten kısa olan boyu da gittikçe kısalmış , bir iki milimetreye inmiştir.. 526 mikrogramın çözülmesi yıllar almış ve ancak 1972 yılında yayımlanabilir hale getirilmişlerdir.. robert walser’in varlığından hiç söz etmediği ünlü ‘haydut’ romanı da bu mikrogramların arasından çıkmıştır..’

‘İSVİÇRELİ AYLAK’ , OĞUZ DEMİRALP..

‘Daha fazlası için KİTAP-LIK Aylık Edebiyat Dergisi (YKY Yayınları) ,  Eylül 2010 , Sayı 141..’

(kendi isteğiyle 30 yıldan fazla uzun süre akıl hastanesinde yatan robert walser kendine has yazı tarzıyla 560 sayfayı aşan yazılar yazmış , ölümünden sonra özel aletler sayesinde çözümlenen bu yazılardan çok sayıda roman , öykü ve denemeler çıkmış.. walter benjamin , herman hesse başta olmak üzere , kafka-musil ikilisini ve onların ekolünü takip edenlerce robert walser’in eserleri ve kişiliği çok önemsenmiştir.. türkçeye sadece bir eseri çevirilmiş ama o da piyasada bulunmamakta maalesef.. dilerim ki en kısa zamanda tüm eserleri türkiyeli okurlara kazandırılır.. kitap-lık dergisinin 141. sayısında kapsamlı yazılar var walser hakkında.. kaçrılmaması gereken bir sayı tabi onu da bulabilirseniz..

Crockett..)

‘SUSKUNLAR’ – YA DA ‘MODERN ZAMAN’A MASALLAR

‘SUSKUNLAR’ – YA DA ‘MODERN ZAMAN’A MASALLAR

‘Aslında bu kitap mezarlıklar arasında sükuneti arayanların kitabı, hafta sonu sadece kafa dinlemeye bir mezar a bakıp düşünmek için mezarlığa giden gariplerin okuyabileceği kitaptır, bunu yapmayan biriyseniz hiç başlamayın bence bitiremezsiniz…

Eğer hala okumayı planlıyorsanız bu kitabı aşka hazırlıklı olmalısınız çünkü Sayın İhsan Oktay Anar musikiyle hiciv i aşkla korkuyu merhametle kini bir araya getirerek öyle bir mönü yapmış ki okuduğunuz her satır sizi hayretlere sürükleyecek çünkü bir paragrafta etrafta kimseler olmasa kahkaha atarım şimdi diyebileceğiniz bir satır okurken bir sonraki paragrafta ağlamak üzere olduğunuzu fark edeceksiniz…

arka kapak yazısı :

‘Eflâtun rengi hayaller kuran bir “suskun”un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce… Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin “gerçekliği”nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek. Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin “nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü… Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri… Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar’ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır. Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi. Suskunlar’ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de “suskunlar”dan biri olacaksınız… ‘

Kitapta ben en çok muhayyer hüseyin efendiyi (muhayyer lakabını cemaat içinde kazara yellenmesi sonucu almıştır.bu kazadan sonra hem hayrete düşmesi hem de yellenirken çıkan sesin “muhayyer” perdesinde olduğunun musiki üstatlarınca tespiti, ona böyle bir lakabın takılmasına vesile olmuştu.) ve eflatunu (ona neden eflatun dendiğini de okuyun öğrenin yahu) sevdim.

Okunası ve düşünülesi nerde kaldı bizim bu edebiyat kültürümüz ya da kimlere kaldı acaba diye….

Eyvallah.

‘TERS’

(İhsan Oktay Anar)

Mihail Yuryeviç Lermontov

Mihail Yuryeviç Lermontov

1814 yılında İskoç asıllı ve varlıklı bir ailenin çocuğu olarak Moskova’da dünyaya gelen ve 1841 yılında tıpkı (şiiriyle eleştirdiği) puşkin’in düelloda öldürülmesi gibi kralcı bir Fransız subayıyla yaptığı düello sonucunda yaşamını yitirmiştir.

Göze çarpan temaları, yalnızlık, insan ilişkilerindeki değer yargılarının değişimi, içinde yaşanılan toplumun insanın iç dünyasına yansımalarıdır. Lermontov bunu şöyle dile getirir: “…Ruhumu toplum bozmuş, kafam endişeli, kalbim hiç doymak bilmiyor; hiçbir şey beni avutmuyor; kedere de zevke de alıştığım kadar çabucak alışıyorum. Bu yüzden hayatım günden güne anlamsızlaşıyor; benim için bir tek çare kalıyor: seyahat etmek.”

“Belki yarın ölürüm! Böylece beni yeryüzünde tamamen anlayan tek bir yaratık kalmaz.”

“Hiçbir zaman sırlarımı kendim açmam, isterim ki onları tahmin etsinler, çünkü böylelikle her zaman durum gereği onları inkar edebilirim.”

“Benim aşkım hiç kimseyi mutlu etmedi, çünkü sevdiklerime karşı hiçbir fedakarlıkta bulunmadım: kendim için, kendi zevkim için sevdim, onların duygularını,güzelliklerini,sevinç ve kederlerini büyük bir hırsla yutarken,ancak kalbimin garip ihtiyacını tatmin ediyordum,hiçbir zaman doymak bilmedim.”

Kısaca şunu söyleyebiliriz ki, Lermontov birinci tekil şahıs üzerinden hem kendi iç dünyasını hem doğup büyüdüğü Rus toplumunu hem sonrasında bulunduğu Kafkas toplumunu ve bu toplumların oluşturduğu insan karakterlerini, ilişkilerini, yaşayışlarını eleştirel bir bakış açısıyla başarılı biçimde dile getirir. Hala güncelliğini koruyan bir karakter yaratması da Lermontov’un Rus Edebiyatı’ndaki önemini daha iyi anlamamızı sağlar.

HAYIR BÖYLE TUTKUYLA SEVDİĞİM SEN DEĞİLSİN

Hayır böyle tutkuyla sevdiğim sen değilsin
Güzelliğinin parıltısı etkilemiyor beni.
Sende, geçmiş yılların acılarını seviyorum
Ve yıkılıp giden gençliğimi.

Sana baktığımda kimi zaman,
Dalıp gittiğimde gözlerine,
Gizemli bir konuşmaya dalmışımdır,
Seninle değil ama, yüreğimle.

Konuştuğum, sevgilisidir genç günlerimin,
Başka çizgileri arıyorum seninkilerde…
Çoktan susmuş dudakları, canlı dudaklarında senin,
Sönmüş gözlerin ateşini, senin gözlerinde…

LERMONTOV

Türkçesi: ATAOL BEHRAMOĞLU

“puşkin’in ölümü üzerine”

Şairin Ölümü

“…Ve sizler, kibirli çocukları
bilinen alçaklıkla ün salmış ataların!
Köle topuklarıyla çiğneyen yıkıntılarını
bahtın oyunuyla incinmiş soyların!
Özgürlük, defa ve şan cellatları!
Tahtın yanındaki açgözü yığın!
Susturun gerçeği ve yargıyı
gizlenin örtüsü altına yaslanın!
Fakat ey ahlaksızlar, tanrısal bir yargı
ve müthiş bir yargıç bekliyor sizleri!
O’nu kandıramaz altın şıkırtısı
O bilir önceden her şeyi.
O zaman boşa gidecek ama
kötülemeler, basvuracağınız!
Ve tüm kara kanınızla, şairin
haklı kanını yıkayamayacaksınız!..”

LERMONTOV

Yalnızlık

Ne denli ürkünç, sürüklemek tek başına
Yaşamın ağır zincirlerini;
Neşe paylaşmaya hazır herkes,
Kimse paylaşmak istemez kederi.
Yalnızım burada göklerin çarı gibi;
Acılar yığılı yüreğimde,
Boyun eğerek yılların kadere,
Görüyorum, bir düş gibi geçişin.
Fakat yeniden geliyor yıllar;
Parıldayarak eski hayallerle;
Yalnız bir tabut görüyorum bekleyen
Öyleyse artık yaşamak neden?
Hiç kimse üzülmeyecek
Ve, eminim ki insanlar
Doğumumdan daha çok
Ölümüme sevinecek.

LERMONTOV

not: benim içinse lermontov lisede dolabıma astığım bir poster ve yalnızlık şiiridir..

eyvallah.

‘TERS’

‘MANTIK AL-TAYR’ – FERİDÜDDİN ATTAR..

(Feridüddin Attar’ın Nişabur kentindeki ebedi istirahatgahı..)

DÖRDÜNCÜ MAKALEDE HÜTHÜTÜN CEVABI..

kılavuz olan hüthüt o zaman onlara dedi ki : ‘aşık olan canını kayırmaz..

ister zahit ol , ister kötü kişi.. canını terk ettin mi ,  aşıksın..

gönlün canına düşmandır.. canını terk et , at yola.. canını attın mı , yol biter..

yol bağı candır ; ver canını.. ondan sonra perdeyi kaldır , sevgilinin yüzünü gör..

sana imandan çık derlerse.. candan vazgeç diye hitap gelirse bunu da ver , onu da.. imandan vazgeç , canını feda et..

inkar eden , bu olmayacak şey.. böyle şey caiz değil derse , de ki : aşk , küfürden de yücedir , imandan da..

aşkın küfürle , imanla ne işi var.. aşıkların bir an bile olsun canla uğraşmak işleri mi..

aşık , bütün harmanı ateşe verir.. başına testereyi korlar , sabreder , tenini biçtirir..

aşka dert ve gönül kanı gerek.. aşkın hikayesi bile müşkül olmalı..

saki , kadehe ciğer kanını dök.. derdin yoksa , bizden ödünç al..

aşka perdeleri yakan bir dert gerek.. gah can perdesini yırtmalı , gah dikip perde altında gizlemeli..

aşkın bir zerresi , bütün alemden iyidir.. derdin bir zerresi , bütün aşıklardan iyi..

aşk , daima kainatın içidir , ama dertsiz aşk , tam aşk değildir.. meleklerde aşk vardır , dert yok.. dert , adamdan başka bir mahlukta bulunmaz..

aşkın kafirliğe yakınlığı var.. kafirlikse , yoksulluğun içyüzü..

yola ayak basan , bu yolda ayak direyen , küfürden de geçer , islamdan da..

aşk , sana yoksulluğa kapı açar.. yoksulluk da kafirlik yolunu gösterir.

senin bu küfrünle imanın kalmadı mı , şu tenin de yok olur , şu canın da kalmaz..

işte ondan sonra bu işin eri olursun.. bu çeşit sırlara sahip olmak için er gerek..

erler gibi ayağını bas , korkma.. küfürden de geç , imandan da.. korkma..

nice bir korkacaksın.. bırak şu çocukluğu.. erlerin aslanı gibi yola gir , işe koyul..

sana yüzlerce tehlike baş gösterse , değil mi ki bu yolda baş gösteriyor , korku yok..

ON DÖRDÜNCÜ MAKALEDE HÜTHÜTÜN CEVABI :

hüthüt , ona da şöyle dedi : ‘ey surete dalmış şaşırıp kalmış kuş , gönlünden sıfat sabahı gizlenmiş senin.. karanlıklarda kalmışsın sen..

gece gündüz kör gibi kalakalmış.. karınca gibi hırsa düşmüş , surete dalmışsın..

mana eri ol.. surete sarılma.. mana nedir.. asıl.. suret nedir.. hiç..

altın , suret itibariyle boyalı bir taştan ibarettir.. sen de çocuk olduğundan renge , boyaya kapılmışsın..

altın seni tanrı’dan alıkoydu mu , put kesilir.. sakın ona rağbet etme , at toprağa..

altının işe yarayacak bir yeri var , o da şu : katırın fercine kilit yapmalı altından..

paran pulun , ne kimseye yardım eder.. ne de seni muradına erdirir..

bir yoksula bir arpacık altın versen , gah ona kan kusturursun , gah sen kan kusarsın..

sen para için aleme dost oldun.. halbuki onunla alnını , yanını dağlamışlardır..

ne amr’a ehemmiyet verirsin , ne zeyd’e.. cüneyd bile olsa , sence bir arpa değeri var..

halbuki yeni ay bile olsa , dükkan ücreti olarak vermen.. hatta değil dükkan ücreti , canının sadakası olarak bağışlayıvermen lazım..

halbuki  senin dükkanında bir pul eksilse , adeta aziz ömrün bitmiş gibi oluyor , sanki tatlı canından oluyorsun..

ey her şeyini hiçe veren , gönlünü bu çeşit her şeye vermen yeter artık..

fakat sabrediyor , bekliyorum ben.. sen darağacındasın , zaman elbette altındaki merdiveni çekecek..

dünyaya dalmışsın , ama sana dünyanın lüzumu yok.. çünkü din , dünyaya dalmakla elde edilmez azizim..

şunla bunla uğraşıp durmadasın ; vazgeç bu uğraşmadan , aylak ol.. aylak olmadın mı , dırıltılara düşer perişan olursun..

dört gözle üstüne titrediğin şeyi yoksula ver.. tanrı , ‘sevdiğiniz şeylerden yoksullara vermedikçe , onları doyurmadıkça tanrı lütfuna nail olmaz’ buyurmuştur..

ne varsa hepsini terk etmek gerek..çünkü bu yolda candan bile geçmek lazım..

candan geçemezsen ; maldan mülkten , şundan bundan da geçemezsin..

hırtı pırtı bir şey yatağın olsa , o bile yolunu keser seni yoldan alıkor..

ey hakk’ı tanıyan , o pırtını acımadan yak.. ne vakte dek hem tanrı’yı kandırmaya çalışacak , hem pırtını koruyacaksın..

o pırtıyı korkar da burada yakamazsan , yarın bir kilime bağlandı derler.. bu sözden nasıl kurtulabilirsin..

eve barka avlanıp aldanana vay.. ev bark yüzünden tepeden tırnağa kadar elemlere , hasretlere düşer , kaybolup gider..

ev , iki harften ibarettir yiğidim : elif , vav.. bu iki harfi de daima topraklara , kanlara bulaşmış görmekteyim en..

vav , ‘hun’ (kan) kelimesinin ortasında karar kılmıştır.. elifi de ‘hak’ (toprak) ortasından hor hakir olmuş gör..

FERİDÜDDİN ATTAR..

‘MANTIK AL-TAYR’ , FERİDÜDDİN ATTAR (1140 – 1220 civarı..) , Çeviri : ABDÜLBAKİ GÖLPINARLI , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları , Ekim 2006..   

(yazmadığı için ankaralı cevo’ya gönüllerimiz dolusu sitemle selam eder , umarım bir gün yazar diye aşk içinde dertlenir , deli divane oluruz onun hasretiyle.. cevo senden bir tane var , bizi birikiminden yoksun bırakma la.. ATTAR deryasından bu küçük alıntı da sana en büyük TAŞ olsun aga..

Crockett..)

GÖSTERİ PEYGAMBERİ – CHUCK PALAHNIUK

GÖSTERİ PEYGAMBERİ – CHUCK PALAHNIUK

gösteri peygamberi ilk basımı 2002 de yapılmış bir ayrıntı yeraltı edebiyatı kitabıdır.

arka kapak yazısı :

‘yalnızlık, yabancılaşma, şiddet, pornografi, tüketim ve şöhret açlığı… televizyon kanallarından boca edilen sayısız yalanla kirlenmiş, hiçbir şeyin dolduramadığı bir boşluk… gösteri peygamberi, yeni bir binyılın başındaki modern dünyanın ürkütücü çılgınlığına ilişkin karanlık bir taşlama; medya, şöhret ve pop kültürüne yönelik sivri dilli bir aşağılama…
tender branson, creedish mezhebinin dünyadan yalıtılmış sahte cennetinde doğup büyümüş ve dış dünyaya gönderilmiş binlerce misyonerden biri. kilise doktrinine göre görevi, yaşadığı sürece çalışmak ve gerekli olduğunda ölmek. kaderi beklenmedik biçimde değişip onu şöhretin doruklarına taşırken aynı zamanda medya ve popüler kültürün içyüzüyle tanıştırıyor. yarı tanrıya dönüşme yolunda yaşadıkları yakında yüzleşeceğimiz kıyametin çarpıcı bir habercisine dönüşüyor… branson, mezhepte kendisine zaten hiç verilmemiş olan hayatı “dış dünya”nın çirkinliğine sonuna kadar gömülerek yok etmeyi deneyecektir. ne var ki, hayatına karışan gizemli fertility hollis’e göre, kendine bir kader çizmeye çalışması anlamsızdır. olacaklar zaten bellidir ve olmak zorundadır… ve “intihar etmekle şehit olmak arasındaki tek fark gazetede manşet olmaktır.” chuck palahniuk, önlenemez kaderine doğru nefes kesici bir hızla sürüklenen kahramanının gözünden tüketim toplumunun hastalıklı ve anlamsız yaşam biçimini bize bütün çıplaklığıyla gösteriyor. dövüş kulübü’nün yazarından, en az ilki kadar çarpıcı bir roman, benzersiz bir yeraltı edebiyatı örneği.’

……

bana göreyse yaşadığım dünyayı böylesine şahane yorumlayan tek kitap…

tender branson aslında bir evi temizleyen , yemek yapan bir hizmetçi ama geceleri kendi yarattığı dünyada tanrı… telefon kulübelerine bıraktığı notlardan dolayı insanlar onu arıyorlar ve o da kendi krallığını kuruyor…

her arayana öldür diyor kendini…

evet kabul ediyorum karanlık bir kitap ama hangimiz yaşadığımız bu dünyanın aydınlık olduğunu söyleyebilir ki…

kitaptan notlar :

– sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanların sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu. o özel kişiyle karşılaştığın ilk anda onun bir gün toprağın altına gireceğine emin olabilirsin.

– bir arada olmaktan nefret ettikleri ama yalnız kalmaktan da korktukları için insanlar telefon denilen bir alet kullanıyorlar.

– vazgeçmesi en zor olan nimet ise sessizliktir. 

– o kadar çok şey öğrenmiştik ki, düşünecek vaktimiz kalmamıştı.

– bir şeyler yapıyor olmamızın hiçbir önemi yok. eğer yaptıklarımızı kimse fark etmiyorsa, hayatımız koca bir sıfırdan ibarettir. boştur. anlamsızdır.

ne doğru bir tespit kocanız güzelliğinizin farkında değilse bir anlamı yok, hocanız zekanızın farkında değilse bir anlamı yok….

ne çok anlamsızlığımız var…

bu kitabı ilk elime alıp bir parkta okumaya başladığımda bir amca yanıma gelip “tüh tüh utanmıyor musun peygamberimize gösterici demeye ” demişti…

yani olay şu hem anlamsız hem bencil hem de önyargılarla dolu bir dünya da yaşıyorsak anlamlı bulduğumuz her şeyi paylaşmalıyız bence…

eyvallah…’

‘TERS’

(Chuck Palahniuk)