Archive for the ‘Dergi’ Category

‘Eşek Sırtındaki Saksağan..’ – Yusuf Atılgan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘eşek sırtındaki saksağan’, atılgan’ın edebiyat anlayışını kavrayabilmek açısından önemli.. bu romanla ilgili bilgilere refik durbaş’ın yaptığı söyleşiyle ihsan bayram’ın atılgan’la ilgili anılarında rastlıyoruz.. refik durbaş’a şunları söylüyor :

‘1965 yıllarıydı.. bir köy romanı yazıyordum ‘eşek sırtındaki saksağan..’ romana başladım, yazıyorum.. roman nerdeyse bitmek üzere : birden yadırgadım.. o sıralar faulkner’in ‘döşeğimde ölürken’ini okuyorum.. bu romanın tekniğini kullanmışım.. içeriğiyle pek ilgisi yok.. biliyorsun faulkner’in bu romanında olayı birisi anlatır, sonra başka biri alıp götürür.. benimkindeyse geçişler çok daha sözel bir geçiş gibi.. yani o sözü orada biri bırakmış da burada başka biri alıyor.. çok güzel bir ayarlama da yapmışım.. öyle olduğu halde büyük bir benzeşim havası yarattı bende ve o romanı yırttım.. şimdi ise pişmanım tabii.. (refik durbaş, ‘aylaklık en zor iş ona göre’, cumhuriyet dergi, 7 şubat 1988, sayı:102..)’ 

‘ihsan bayram da anılarında bu olayı şöyle anlatıyor :

‘o aralar bir köy romanı ‘eşek sırtındaki saksağan’ı yazıyordu.. ilk kısım ‘ali’ ile başlıyordu.. ali felçli bir çocuk.. roman ilerledikçe ortaya çıkan kişiler olayları kendi ağzından anlatıyorlardı.. eşeklerin sırtında yara olunca kurtlanır.. saksağanlar bu kurtları çok severler.. konarlar sırtlarına, onları yerler.. yaranın çabuk iyileşmesine yardımcı olurlar.. işte romanın adı buradan geliyordu..

roman, daktiloya çekilmeye kalmıştı.. daha önce sözleştiğimiz gün köye gittiğimde ne yazık ki sayanın yanındaki ocakta duran külleri gösterip : ‘işte eşek sırtındaki saksağan’ dedi..

benim çok üzüldüğümü görünce : ‘son günlerde faulkner’den bir roman okudum.. iç diyaloglar vardı. benimkine benzettim.. köy romanı kolay yazılmaz.. çok emek ister.. daha iyisini yazarız, sen üzülme be ihsan’ dedi.. (yusuf atılgan’a armağan, s. 47..)

bu bilgilerden, aşağıdaki mektubun mart 1960’ta yazıldığını düşünürsek, atılgan’ın 1960’tan 1965’e kadar ‘eşek sırtındaki saksağan’a çalıştığını, sonunda da yaktığını anlıyoruz.. beş yıllık emeğini yok saymasının gerekçesiyse titizliğinin, özgünlük kaygısının boyutlarını gösteriyor..’

ŞEFİKA NURKAN ÖNSOY

Yazının tamamını okumak için : Yusuf Atılgan’ın Çıkmamış Romanı Üstüne Yarım Mektubu..’ , ‘Kitap-lık Aylık Edebiyat Dergisi..’ Haziran 2009,  Sayı 128, Sayfa: 59,60,61,62,63..’

 

Milliyet Çocuk..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yetmişli yıllarda doğup seksenlerde onlu yaşları geçenlerin çocukluklarında bilgisayar, cep telefonu, play station vs yoktu.. televizyon tek kanallıydı.. sınırlı yayın yapıyor ve şimdiki kadar etkin değildi..

çocuklar okul dışında vakitlerini sokaklarda değişik oyunlar oynayarak geçirirdi.. telden yapılma oyuncak arabalar, mahalledeki marangozda yapılan bilyeli tekerleri ve direksiyonu olan kızaklar, tahtadan yapılma tabanca tüfekler, cep telefonunun öncülü olan ip ve kibrit kutularından yapılma telefonlar vs..

az biraz okumayı sevenler ise rıfat ılgaz’ın bacaksız serisi, sempe – goscinny ikilisinin pıtırcık serisi kitapları, denizler altında yirmibin fersah, tom sawyer’in maceraları gibi klasiklerin yanı sıra başta ‘şimdiki çocuklar harika’ olmak üzere aziz nesin kitaplarıyla okuma aşklarını yenileyip, geleceğe taşırlardı..

bunlar dışında bir de süreli yayınlar vardı.. bunların öncülü ve her zaman en iyisi olan ‘milliyet çocuk’ dergisiydi..

kasabanın ya da şehrin en yakın gazete bayisinde sabahın köründe çocuklar onun gelmesini beklerdi.. ama bazen gecikir , günleri sarkardı.. sabırsızlık artar gazete kamyonunun uzaktan görünmesiyle bir heyecan dalgası yayılırdı.. bu heyecanın esas nedeni ise derginin bir önceki sayısında en heyecanlı yerinde kalan çizgi romanların akıbetinin merak edilmesiydi.. hele kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde oturuyorsanız bu beklemeler bazen daha uzun sürerdi.. zaten böyle yerlere abone olmazsanız dergi de gelmezdi.. abonelikte de problemler olur bazen iki üç ay dergi gelmez topluca gelirdi.. iki üç dergi birden gelse bile dergiler kısa süre içinde nefes nefese okunur ve sonra yine beklenmeye başlanırdı..

yanlış anlaşılmak istemem, günümüzde doğru dürüst üç beş kelime konuşabilen ve okuma-kitap aşkıyla yanıp tutuşan insanların çoğunda bu derginin katkısı vardır… aksini iddia eden de olabilir, bu benim görüşüm..

hatırladığım kadarıyla yalvaç ural ve ülkü tamer’in yönetiminde çıkarılıyordu dergi.. yazar çizer kadrosu da yerli yabancı yazar çizerlerden oluşan çok sağlam bir kadroydu..

cimcime, ince memed, mırnav, uzay çocukları, şimşek santrfor , red kit, asterix ve tarzan şu anda aklıma gelen çizgi bölümleriydi milliyet çocuğun..

bu dergileri atmaya kıyamazdınız, itinayla saklar ve sararan dergileri yıllar geçtikçe tekrar tekrar okurdunuz.. imkanı olanlar güzelce ciltletirlerdi.. becerebilenler kendisi ciltlerdi dergileri..

uzun süredir unuttuğum milliyet çocuk dergisini geçenlerde moda’da aylak aylak dolaşırken hatırladım.. o günleri hatırlayıp duygulandım.. uzun uzun dergiyi düşündüm.. ilk aklıma gelen ince memed, sonra da –sakın gülmeyin- cimcime’ydi.. neden bilmiyorum cimcimeydi işte.. ama en sevdiklerim asterix, red kit ve şimşek santrfordu..

milliyet çocuk dergisinin bu başarısından sonra onun taklidi bir sürü dergi çıktı ama tutunamadılar.. bankalar bile çocuk dergisi çıkarmaya başladı.. bazı gazetelerin çıkardıkları ise milliyet çocuk dergisinin aksine, ağaç yaşken eğilir felsefesinden hareketle çocukları yontma amaçlı ve belli sağ siyasi görüşler doğrultusunda yetiştirme amacına hizmet ediyordu.. ama tutunamadılar bu taklit dergiler, aynen tarihin çöplüğüne gittiler..

işte bir moda gezintisinde tekrar hatırlanan ve okuma aşkımın en büyük nedenlerinden olan ve onun alevini de devamlı körükleyen dergi : milliyet çocuk..

şimdi ki çocuklar ne kadar şansızlar bilmiyorlar ve bu eksikliklerinin, şansızlıklarının farkında değiller.. sobalı evleri bilmiyorlar.. soba ne onu bilmiyorlar.. sobanın üstünde demlenen çayın yanında patlatılan mısırlar veya nar gibi kızarıp açılan kabuklarından yayılan kokuyla yemek için sabırsızlanılan ve elin yanması pahasına dokunulan kestaneli geceleri ya da günleri yaşamadılar şimdiki çocuklar..

aptal kutusu televizyonların başında oturup saçma sapan çizgi dizilere hipnotize edilmiş gibi saatlerce bakan, kendini unutan ve ve ve en önemlisi hayal kurmayı bilmeyen bir çocukluk.. yağmur yağdığında çıkan toprağın kokusunu bilmeyen bir çocukluk yetişiyor beton kentlerde.. adına modern kentler deniyor , modernlik, ilerleme deniyor.. hadi canım yemeyin bizi.. kümeslere tıkılan bir insanlık.. duygusuz, merhametsiz bir insanlık geldi ve daha da kötüsüne doğru gidiyor..

çocukluğumuzun çizgi filmlerinin kahramanlarının en sevilenlerinden birisi olan ‘atom karınca’ keşke şimdi uçarak gelse de bir dur diyip şu insanlığa, düzeltse şu dünyayı..

hiç büyümeyen çocuklar olarak kalın ve de tabii ki  gülüşünüzle kalın..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kimsenin kendi kendisiyle baş başa kalmak istemediği bir hayat..’

‘geçen yaz yurtdışında üç tren yolculuğu yaptım.. bütün yolcuların önünde , çocuktan yaşlıya birer ekran vardı.. kimsenin dışarıyı seyretmediğini , gazete ya da kitap okumadığını görmek tedirgin etti beni.. geçmişte avrupalılardan gıptayla söz ederdik : ‘adamlar her yerde kitap okuyorlar..’ rahatlayabiliriz artık : internetten başlarını alamıyor , olmadı bilgisayarlarında oyun oynuyorlar.. genç kuşakta oran % 100’ü buluyor..

çevremde durum farklı sayılmaz.. er saatte başlayan hipnoz hali geç saatte bitiyor.. insanların düşleri bile değişebiliyor artık , o yüklemeyle.. deniz kıyısındaki kahveye laptopuyla inen kişi tek bir dalga görmeden evine dönüyor.. kulağında i-pod , bir martı sesi duymadan.. kimse boş oturmuyor mu şimdi..

bir de ne çok konuşuluyor.. bazılarının kulağı bir cep telefonuna dönüşmüş.. nasıl boş oturulmuyorsa , sessiz de kalınamıyor anlaşılan.. iletişim şüphesiz önemli , ama bunca araçlarına bağımlı kılmasında ölümcül bir yan yok mu..

sessiz sakin oturmak , hayal kurmak , düşüncelere dalmak , bakmak , bakışmak giderek yürürlükten kalkan fiillere dönüştü sanırım.. yalnızca hafifletici sebeplere dayalı bir yaşama biçimi kendini dayatıyor gitgide.. kimsenin kendi kendisiyle baş başa kalmak istemediği bir hayat.. bizi kendimizde(n) bu denli ürküten , uzaklaştıran ne olabilir..’

‘ENİS BATUR..’

(‘Pervasız Pertavsız’ adlı köşesindeki ‘Başkanın Adamları’ adlı yazısından , Cumhuriyet KİTAP , 2 Haziran 2011 tarihli 1111. sayısında..)

 

 

 

 

 

 

 

 

ROBERT WALSER..

‘tanınmayan biri olarak kalmak istiyorum.. birileri illa da bana dikkat etmek istiyorlarsa , etsinler , ama ben bu dikkat edenlere hiç dikkat etmeyeceğim.. bugüne kadar kitaplarımı asla zorlamayla yazmadım.. çok yazmak , eserin zengin olacağı anlamına gelmez.. ikide bir önceki kitaplarımdan söz edip durmasın kimse.. onların değeri abartılmasın , yaşayan walser kendi verdiği kadarıyla alınsın , o kadarıyla kabul edilsin..’

ROBERT WALSER..

‘daima.. küçük , kayıp bir  kuzu gibi yalnızdı..insanlar ona nasıl yaşayacağını öğrenme konusunda yardım ederek eziyet çektiriyorlardı.. çok korunmasız görünüyordu.. küçük bir oğlanın , tek başınalığı göze çarpmasına neden olduğu için sopayla yakalayıp dalından kopardığı bir yaprağa benziyordu.. başka bir deyişle , eziyeti davet ediyordu..’

ROBERT WALSER..

‘kimseye dilemezdim ben olmayı

ancak ben katlanabilirim kendime..

bu kadar bilmek , bu kadar görmek ve

hiçbir şey hakkında , hiçbir şey söylememek..

ROBERT WALSER (Şiir Çeviri : Esen Tezel..)

‘biliniz ki beyefendi , yaklaşık on yıl önce ürettiğim her şeyin taslağını , çekine çekine ve hülyalara dalarak , önce kurşunkalemle yapmaya başladım , bu da elbette yazma sürecine , neredeyse devasa boyutlarda , bıktırıcı bir yavaşlık yüklüyordu.. son derece tutarlı ve adeta bürokratik bir kopya sistemiyle at başı giden kurşunkalem sisteminden gerçek bir azap çekiyordum ama bu işkence bana sabrı öğretti , öyle ki sabretme sanatında usta oldum.. bir metnin kaleme alınması çevresinde doğan böylesi bir bilgiçlik gösterisini gülünç bulacaksınız belki de.. bununla birlikte kurşunkalem yöntemi benim için bir anlam taşıyor.. bu satırların yazarına dönecek olursak , gerçekten de öyle bir an geldi ki dolmakaleme karşı ürkütücü , korkutucu bir tiksintiye kapıldı , size zar zor tarif edebileceğim bir ölçüde bıktı , kullanmaya başlar başlamaz büsbütün aptallaşıyordu , bu dolmakalem nefretinden kurtulmak için kurşunkalemle karalamalar yazmaya , taslaklar hazırlamaya , gırgır yapmaya koyuldu.. bana kalırsa kurşunkalem yardımıyla daha iyi oynayabiliyor , daha iyi yazabiliyordum : işte asıl o  zaman yazmanın hazzı can buluyormuş gibi geliyordu bana.. sizi temin ederim ki dolmakalemle (berlin’de başladı bu mesele) elimin gerçek anlamda başarısızlığa uğradığını yaşadım , bir tür kramp , bir tür kıskaçtı bu , kurşunkalem kullanmak zar zor , ağır ağır kurtardı beni bundan.. güçsüzlük , kramp , boğulma her zaman hem bedensel hem de zihinsel bir şeydir.. bir bakıma yazıya , yazının dağılıp bozulmasına yansıyan bir harap olma döneminden geçtim demek.. yazdıklarımı kurşunkalemle kopyalayarak ancak , yazmayı yeniden öğrenebildim , tıpkı küçük bir çocuk gibi..’

ROBERT WALSER..

(Max Rychner’e yazılmış 1927 yılına ait bir mektuptan..)

‘İSVİÇRELİ AYLAK..’

‘bu iki sözcüğün yan yana gelmesi  ,  bir tamlama olması , insanı şaşırtıyor , değil mi..

bazı yazarların adlarını yıllarca , on yıllarca işitirsiniz , giderek bir iki kitabını alıp kitaplığınıza koyarsınız ama okumak bir türlü kısmet olmaz.. robert walser konusunda ben bunu yaşadım.. ancak birkaç hafta önce elimi attım yıllardır yanımda gezdirdiğim jakob von gunten romanına.. sonra birkaç kitabını alıp karıştırdım.. şaşırdım.. isviçre’den de bir aylak geçmiş meğer.. yalnızca aylak bir  adam değil , aylak bir yazı varmış bu düzenli , kurallı insanlar beldesinde.. o romanından öbürlerine , yazmış olduğu yüzlerce sayfaya  sürüklendim.. sanki bir anafora kapıldım.. yürümekten ve yazmaktan başka hiçbir işe yaramamış bir garip.. yürür gibi yazmış.. yazar gibi yürümüş.. kendisi yürüdükçe bütün dünyanın yürüdüğünü duyumsayan , köşesine çekildiğinde yazısıyla / yazısında yürüyen bir yazar.. yürümek , yazmak , dön baba dönelim oynamakla yetinmek istemiyorsanız , durmadan mesafe almak uzaklaşmak demektir.. dışarıya da yansıyan , giderek dış yaşamınızı da belirleyen bir iç yolculuktur.. bir kişi daha uzağa gitmek isterse , uzaklara gitmeyi göze alırsa , sonunda gözden kaybolacağını bilmelidir..elbette , gözden kaybolabilmek için önce görünmek / görülmek gerek , göze girilemese bile.. bana sorarsanız , böyle düşünmüş robert walser.. yazısı da , yaşamı da bu çizgiyi izlemiş..

……

robert walser’in yazınsal yaşamının bundan önceki dönüm noktası ise 1918 yılında ‘mikrogram’ diye bilinen yazma biçimini bulmasıdır.. ekşi sözlükte bu deyimin minikyazı olarak türkçe’ye aktarıldığını gördüm.. hiç fena değil doğrusu.. minik güzel harflerle yazdığı 526 belge ortaya çıkarılmış , o öldükten çok sonra.. walser , 1918 yılında mürekkepli kalemle yazmanın kendisinde gerginliğe yol açtığını düşünerek kurşun kalemle yazmaya başlar.. kurşun kalemle yazdıklarını daha çok müsvedde gibi değerlendirip mürekkepli kalemle temize çeker önce.. daha sonra kurun kalem tek yazı aracı olur.. ölümünden sonra bulunan yazılar düz boş kağıtlardan çok takvim yapraklarına , faturaların , vergi ödeme kağıtlarının , kartpostalların boşluklarına , dergi sütunlarının aralarına yazılmıştır.. güzel yazı ustası walser mikrogramlarında ‘kurrentschrift’ denilen özel bir yazı türüne başvurmuştur.. yazılar çok sık kaleme alınmıştır.. harflerin zaten kısa olan boyu da gittikçe kısalmış , bir iki milimetreye inmiştir.. 526 mikrogramın çözülmesi yıllar almış ve ancak 1972 yılında yayımlanabilir hale getirilmişlerdir.. robert walser’in varlığından hiç söz etmediği ünlü ‘haydut’ romanı da bu mikrogramların arasından çıkmıştır..’

‘İSVİÇRELİ AYLAK’ , OĞUZ DEMİRALP..

‘Daha fazlası için KİTAP-LIK Aylık Edebiyat Dergisi (YKY Yayınları) ,  Eylül 2010 , Sayı 141..’

(kendi isteğiyle 30 yıldan fazla uzun süre akıl hastanesinde yatan robert walser kendine has yazı tarzıyla 560 sayfayı aşan yazılar yazmış , ölümünden sonra özel aletler sayesinde çözümlenen bu yazılardan çok sayıda roman , öykü ve denemeler çıkmış.. walter benjamin , herman hesse başta olmak üzere , kafka-musil ikilisini ve onların ekolünü takip edenlerce robert walser’in eserleri ve kişiliği çok önemsenmiştir.. türkçeye sadece bir eseri çevirilmiş ama o da piyasada bulunmamakta maalesef.. dilerim ki en kısa zamanda tüm eserleri türkiyeli okurlara kazandırılır.. kitap-lık dergisinin 141. sayısında kapsamlı yazılar var walser hakkında.. kaçrılmaması gereken bir sayı tabi onu da bulabilirseniz..

Crockett..)

‘neredeydik , neredeyiz , nereye..’

‘babam ve annem okuma yazma bilmiyordu.. benim üniversite okumam için çok çalıştılar.. 15 yaşında hayata başladım.. 5 kardeştik.. 15 yaşında aileme bakan bir kişiydim.. ortaokulda mahalle arasında oynarken , büyüklerin baskısıyla kaleye geçtim.. 24 yıl kaleciliği sevmeyerek yaptım..

ben o zaman fakir bir ailenin çocuğu olarak , denizde yüzüyordum , kumsalda geziyordum , özgürdüm , organik meyve yiyordum.. bugün ekonomik durumu iyi olan bir baba olarak çocuğumu yüzmeye götüremiyorum , organik meyve yediremiyorum..

ben hiç kaleci eldiveni giymedim.. zonguldak maden işçilerinin eldivenleriyle toprak sahada antrenman yapıyordum. eskiden fakirler oynuyordu , zenginler seyrediyordu.. yani açlar oynarken , toklar seyrediyordu.. şimdi ise toklar ve zenginler oynuyor , fakirler seyrediyor..

sadece sonuçsal kaygı ve ekonomik beklenti var.. o zaman olmaz.. eskiden yokluktan çıkarırken , şimdi eskisi gibi başarılı sporcular çıkaramıyoruz..’

ŞENOL GÜNEŞ

Türkiye Spor Yazarları Derneği’nde yaptığı konuşmadan..

(Daha fazlası ve başka yazılar için : Express , sayı 116 , Ocak 2011..)

‘sol eli başımın altında olsun , sağ da beni kucaklasın..’ – REHA ERDEM

‘düşüncem , sanat görüşüm bu.. sadece sinemada değil , resimde , edebiyatta , her alanda gündelik gerçek denilen şeyin yeniden insanların önüne sunulması bir haz kaynağı.. fakat bunu biraz şaşırttığınızda , bugünden alıp şöyle değil de böyle koyduğunuzda , mesele gerçek olmaktan çıkıp başka bir şey haline geliyor.. bence sanat dediğimiz şey o dekalajda , gerçekle gerçek olmayanın arasındaki yerde de değil , o kayışta , kayıpta.. ya da felsefe.. bunlar hep birbirine karışan şeyler diye düşünüyorum.. bir anlam yarattığında , bir anlam bütününü işaret ettiğinde , beni çevirttiriyor.. sinema , özellikle siyasi sinema denilen şey en anlaşılacak , en kaba , en kötü şey olarak düşünülüyor.. o zamanlar şuna pankart göstermeyelim , buna imza , diye tartışırdık.. sonra görüşlerim çok daha ileri gitti.. gerçek bir devrimci , gerçek bir siyasi film zihinleri allak bullak eder.. yoksa içinde devrim lafları , devrim hikayeleri olan ya da bir devrimcinin kahramanlık hikayesini anlatan bir film değildir.. ondan da zevk alabilirsiniz ama bunun hiçbir anlamı yoktur..’ 

‘ben de filmlerimin çok politik olduğunu düşünüyorum.. çünkü kendim gündelik politikayla değil ama politik düşünüyorum.. bir insanın babasına isyanı kadar politik bir şey var mı.. babasına isyan edemeyen adamların yüzünden buraya geldik.. eskişehir üniversitesinde ‘korkuyorum anne gibi filmler yapıyorsun , hayat böyle mi’ diye sormuşlardı.. evet hayat hakikaten öyle.. babasını anlayamamış , babasının altında ezilmiş adama rütbeleri takarsan herkesten babasının intikamını alıyor.. etrafına zarar veren biri oluyor.. belki zarar da vermiyor ama çocuğunu sevmiyor , kötülük dediğimiz şeye düşüyor..’

‘zaman zaman bazı isimler söylüyorlar , okuyorum , yok deyip bildiklerime dönüyorum.. dünyada okuduklarım dön dolaş gene dostoyevski.. on beş yıldır yeni şair okumuş değilim.. okuyorum da işte.. ahmet’e soruyorum.. çok fazla giremiyorum , orada da eskiye dönüyorum.. edip cansever , turgut uyar , o kuşağı çok seviyorum ve hala okuyorum.. ismet bey’in şiiri zaten çok üst bir şey.. ahmet güntan’da kaldım modern şiirde..’ 

REHA ERDEM..

Daha fazlası için ‘REHA ERDEM SÖYLEŞİSİ , FAYRAP Dergisi , Temmuz 2010’ , Söyleşiyi Yapanlar : MESUT BOSTAN , ALİ AKYURT

..

‘sol eli başımın altında olsun , sağ da beni kucaklasın..’ – REHA ERDEM (Korkuyorum Anne , Kosmos filmlerindeki ortak replik..)

‘ondan sonra her şey bulanıktı..’ : IAN CURTIS..

‘ian sadece duymak istediğini söylerdi’ diye anımsıyor morris.. ‘bir spiral içindeydi , ve durumu kötüye gidiyordu.. bazen düşünüyorum da yapabileceğimiz en iyi şey ‘bak , sen kendine gelene kadar yaptığımız şeye bir ara verelim’ demek olurdu..

ian bir seferinde arayıp ‘hollanda’ya yerleşip bir kitapçı açmak istiyorum’ dedi , 5 dakika sonra ‘hadi ama cumartesi bradford’dayız..’ dedi.. tek bir konuşmaydı ve hiçbir zaman gerisi gelmezdi..

sumner’in hatırladığı şekilde ‘çok kararlı bir insandı..’ ‘bir şey yapacak olursa kesinlikle kimseyle paylaşmazdı.. bir kere hatırlıyorum provadan döndüğümüz zaman bir mezarlığın yanından geçerken ‘bak eğer geçen hafta başarsaydın ismin şu taşların üzerinde yazılı olacaktı’ dedim.. insan gerçekten bu konuda düşünmek istiyordu.. ama o ‘ha , evet’ diyerek geçiştirdi.. cevapla bir bağlantısı yoktu..

joy division çalışmaya ‘love will tear us apart’ için bir klip çekerek , birmingham üniversitesi’nde canlı bir gösteriyle , yeni demoları kaydederek ve 20 mayıs 1980’de başlayacak amerika turnelerine hazırlanmakla devam etti..

18’i cuma günü grup yeni sahne kıyafetleri için alışverişe gitti.. ertesi gün curtis , barton street’teki evinde kendini öldürdü..

ailesi ve arkadaşları için yıkıcı bir darbeydi bu.. ‘ondan sonra her şey bulanıktı’ diyor hook..’

‘KARANLIK YILDIZ : JOY DIVISION ÜYELERİNİN GÖZÜNDEN IAN CURTIS’İN SON GÜNLERİ’ , Çeviri : ANIL KAROL..

(bu röportaj ve daha fazlası için ‘UNDERGROUND POETIX’in 7. sayısını tükenmeden hemen edinmelisiniz..)

‘eğer hayal kuruyorsa , umudu vardır ve bu bile bir direniş biçimidir..’ – ELIA SULEIMAN

‘bu iktidarın , gücün kendi küstahlığından dolayı asla anlayamadığı bir durum.. özgürlüğün tüm biçimlerini tutuklayamayacağını anlayamıyorlar.. örneğin kendi kafamızda var ettiğimiz özgürlüğün.. direniş yöntemleri sonsuz çeşitte aynı zamanda.. hücredeki bir mahkumu asla ele geçiremezsiniz , rüyalarının ne olduğunu bilmeniz imkansızdır.. eğer hayal kuruyorsa , umudu vardır ve bu bile bir direniş biçimidir.. iktidar yapıları çok küstahtır ve aynı zamanda anlayamadıkları kültürel yapılar , şiir tarafından destabilize hale getirilirler.. bu filistinliler’in başardığı bir yöntemdir.. başlangıçta israil çok yoğun bir sansür uygulamaya çalıştı.. örneğin 70’lerde mahmud derviş’in kitabıyla yakalanırsanız hapse atılırdınız.. israil , filistinliler’i kendi varlığından , köklerinden koparmaya çalıştı.. bugün bile devam ediyor , birbirimizle ilişkimizi koparmaya çalışıyorlar.. çünkü filistinliler’in birbirleriyle kurduğu ilişkiler , filmler , festivaller bazen onları bombalardan daha çok korkutuyor.. benim filmlerimin orada ve dünyanın dört bir yanında gösterilmesi son kertede onların iktidar yapısına karşı bir tehdit olarak görülüyor.. bu aynı zaman bizim de hayatta kalmamızı sağlıyor , her şeyi kontrol etme çabalarına  rağmen.. onlar baskıyı arttırdıkça biz de mücadelemizi arttırıyoruz.. onlar için en kolayı gelip ‘sen teröristsin’ demek.. fakat bana nasıl terörist diyecekler , filmimde bir tankı patlattığım için mi..’ 

ELIA SULEIMAN

(Tüm röportaj için : Yeni Film Dergisi , Sayı 20 , Haziran / Eylül-2010..)

BİR+BİR’in 4. sayısı çıktı..

bir+bir’in dördüncü sayısı nihayet çıktı.. derginin tam olarak ne zaman çıktığı , ne zaman bayilerde yer alacağı hala bir muamma.. bir ay geçince gözlerimiz raflarda hep onu arıyor ama ara ara yok.. bekle bekle yok.. neyse şükür tekrar kavuştuk dergiye.. derginin bu sayısının kapağı dünya kupası nedeniyle olsa gerek gelmiş geçmiş en büyük futbolcu ‘maradona..’ dergide dünya kupası ile ilgili yazılar da mevcut.. derginin arka kapağında ise ölümünün 40. yıldönümü vesilesiyle orhan kemal’e saygı duruşu var..

derginin bu sayısında yapıtları onlarca dile çevrilmiş olan amerikalı düşünür judith butler’la yapılan ‘homofobi adlı ruhsal bozukluk’ başlıklı söyleşiyle ‘eşcinsel onur haftası’ hatırlanıyor (bu söyleşide bülent ersoy’un 12 eylül’de gözaltına alınışıyla ilgili öyle bir fotoğraf var ki ağlamak geliyor içimden fotoğrafa her baktığımda) , yakınlarda kaybettiğimiz bağlamanın büyük ustası talip özkan’ı da ‘bin yaylanın zeybeği’ ve ‘bağlamanın tanpınar’ı’ başlıklı iki yazıyla anıyor dergi.. yine dergi de grup yorum, göksel, sakareller, paul weller ve courtney love’ın konuk olduğu müzikle ilgili sayfalar var.. feminist louise bourgeois’ya ve jose saramago’ya , ‘ermeni tabusu üzerine diyalog’ kitabının konuşmacılarından erzurum kökenli siyaset bilimci michel marian’la yapılan ‘milli gurur neyin gururu?’ başlıklı söyleşi de bulunuyor dergide.. ayrıca neler var neler.. ne duruyorsunuz hemen koşun bitmeden kapın dergiden bir tane..

Crockett..

 

‘çünkü bürokrasi , bütün diktatörlüklerin temel dayanağıdır..’ – MARCO BECHIS

MARCO BECHIS – SIRRI SÜREYYA ÖNDER Söyleşisinden :

‘filmde gördüğümüz gibi olimpo garajı şehrin göbeğinde.. küçücük kapısının önünden her gün rutin günlük yaşantısını sürdüren sıradan insanların ellerinde alışveriş fileleri ya da bebek arabalarıyla anne babaların geçip gittiği bir caddeye açılıyor..

tabi olimpo garajı yeraltında.. üstelik kent merkezinde.. zaten buenos aires’in merkezi ve her semti böyle yer altı gözaltı ve işkence merkezleriyle doluydu.. daha sonra bütün arjantin’de bu işkencehanelerden en az 350 tane olduğu öğrenildi.. ayrıca ülkenin güney bölgelerinde çok özel hapishaneler inşa edilmişti.. arjantin ordusu , cuntası , şili’de olduğu gibi yakalananların hepsini bir stadyuma doldurmadı.. dolayısıyla , şili’deki gibi her şey herkesin gözleri önünde yürütülmedi..

arjantin cuntasının arzusu insanları gerçekten kaybetmekti.. onun için bütün operasyonları gizlice yeraltında sürdürüyorlardı.. bu aynı zamanda ortalığa daha sinsi bir korku atmosferinin hakim olmasına yol açıyordu tabii..’

‘her filmde seyircinin filmle kurduğu bir bağ vardır.. beni en çok etkileyen ve herhalde hikayeyi gerçek kılan en önemli bölümlerden birisi , maria’nın kendisini denize atan uçağa bindirilmeden önce , işkencecisinin refakatinde şehrinden içinde dolaşırken salıncağa binmesi.. bunu baskı altında tutulan bir kişinin çocukluğa dönme sendromu olarak mı yorumlamalıyız..

sanıyorum , sorduğunuz düzlemde bir cevabım yok.. hatta daha pratik bir durum söz konusuydu.. filmin yapımcısı bize bir armağan kabilinden bir gün daha çekim hakkı tanımıştı , biz de o gün içerisinde bu çekimleri yaptık.. dolayısıyla senaryoda var olan bir bölüm değildi ; fikir doğaçlama olarak çıktı..

bazen , bilinçli olarak düşünmeden de attığınız adımlarla filminiz belirli kavşaklardan dönmüş olur.. bazen eksiltir , bazen çoğaltırsınız ; önemli olan , eklenen ya da çıkarılan bölümlerin filmin genel izleğine nasıl bir katkıda bulunduğudur..’

‘garage olimpo’nun verdiği mesajlardan birisi , direnme hakkının meşruluğu, doğruluğu , vazgeçilmezliği.. öyle ki , film en başında bir suikast hazırlığıyla , bir adamın yatağının altına bomba yerleştirilmesiyle başlıyor.. seyirci ilk başta bu sahneyi yadırgayabilecek bir havadayken , aynı bölümü filmin sonunda tekrarladığında seyirciler olarak tek tek hepimizin bombayı kendimizin patlatmak istediğimiz bir duygu halinde oluyoruz..

filmde neyi anlatmak istediğimi şöyle toparlayabilirim : ana karakterimiz bir ilkokul öğretmeniydi.. okuma yazma bilmeyen sıradan insanlara gönüllü olarak da yardımcı oluyordu.. üst kademelerde yer alan biri değil , sosyal hizmet alanında katkıda bulunan biriydi..

öbür taraftan gerilla mücadelesi yürüten kişiler vardı.. gerçi onlar arasında da arkadaşlarım , yoldaşlarım vardı , ama ben tam anlamıyla onların safında yer almadım.. fikirlerim itibariyle onlardan ayrılıyordum..

ikinci dünya savaşı dönemini düşünün.. nasıl öldürülen 1 almana karşılık naziler onlarca kişiyi öldürerek misillemede bulunuyorlarsa daha düşük ölçekte buna benzer bir durum arjantin’deki mücadele için de geçerlilik taşıyordu.. üstelik eninde sonunda gerillaların düzenlediği eylemlerin bedellerini bir noktaya gelince maria gibi en düşük seviyelerde mücadele eden insanlar ödeyeceklerdi..

böyle düşünüyordum.. onlar zaten bedel ödeyeceklerdi , fakat saldırgan eylemler tabandaki insanların daha kolay devre dışı bırakılması gibi bir sonuç doğuruyordu..’

‘bu filmi nasıl yapmam gerektiğini düşünürken godard’ın ‘siyasal film yapmanıza gerek yok , bütün filmleri siyasal bir yorumla çekebilirsiniz’ düşüncesinden yola çıktım.. dolayısıyla böyle bir hikayeye siyasal bir boyut katmanın tek ve en doğru yolu , filme yerlilerin kendilerini ve hikayelerini dahil etmekti..’

‘benim gözümde siyasal sinema ‘dil’den ibarettir.. içerik çok da önemli değildir.. bağlam ile konunun çok da çakışması gerekmez..’

‘bizim filmdeki bu tür diyaloglara da başvurarak asıl teşhir etmek istediğimiz yan bürokrasin betimlenmesiydi.. çünkü bürokrasi , bütün diktatörlüklerin temel dayanağıdır.. ve bürokrasi normal insanlardan oluşur.. canavarlar sadece amerikan filmlerinde görülür..’

MARCO BECHIS – SIRRI SÜREYYA ÖNDER Söyleşisinden..

Daha fazlası için MESELE KİTAP DERGİSİ’nin MAYIS 2010 – SAYI :41’i edinmeniz gerekecek..