Archive for the ‘Sinema’ Category

‘müzik özgürlüktür..’

‘son zamanlarda devamlı iran’la ilgili sanatsal üretimlerden bahsetmemden dolayı bazı arkadaşlar iran’la kafayı bozduğumu düşünmeye başladılar.. ama gerçek şu ki ortadoğu coğrafyasında insanların bu kadar baskı altında olmalarına rağmen bu kadar kaliteli ve güzel sanatsal üretimler yaptıkları devamlı bahsedilecek başka bir ülke yok..

‘furuğ ferruhzad’ , ‘sadık hidayet’le başlayan ve ‘kiarostami’ , ‘majidi’yle devam eden iran’ı keşif maceram son iki yıldır yoğunlaştı.. burada dikkatimi çeken bir olay olarak şunu söylemek istiyorum tanıdığım veya eserlerini incelediğim insanların yarısından fazlası iran’la ilgili sanatsal üretimlere girişi furuğ ferruhzad’la yapıyorlar ve kiarostami’yle daha derinlere dalıyorlar.. iran’da yapılan geçmişteki üretimlerle , yeni üretilenlere yetişip okumak, izlemek ,  dinlemek ve bu deryayı bitirmek mümkün değil.. bugün sadece bir isim ve iki filmiyle beraber kendi yaşadığı trajediden bahsedeceğim kısaca size..

ustamız ‘sarhoş atlar zamanı’ ve ‘kaplumbağalar da uçar’ adlı filmlerinden tanıdığımız iranlı kürt yönetmen : ‘bahman ghobadi’..

mutlaka izlemenizi istediğim iki filmi ise : ‘half moon (2006)’ ve ‘no one knows about persian cats.. (2009)’

iki aydır bahman ghobadi’yle yatıp kalkıyorum.. ondan kurtulabildiğim zaman onu ve tüm filmlerini uzun uzun yazacağım.. benden başka yazmak isteyen olursa ya da yazan olursa daha da mutlu olurum.. çünkü çok sevdiğim sanat eserlerinden başkalarının da benzer hazları almasından ve onlarla ilgili yazılanları okumaktan çok mutlu oluyorum..

her neyse tırıvırıya dalmayalım.. ikisi de müzikle nefes alan insanların hikayelerini anlatan ‘half moon’ ve ‘no one knows about persian cats..’ filmlerini mutlaka bulup izleyin..  her filmi izledikten sonra eminim ‘yaşasın müzik , yaşasın özgürlük’ diye haykırmak için kendinizi tutamayacaksınız..

‘half moon’ adlı filmde ‘kak mamo’ , iran ve ırak kürtlerinin yanı sıra dünyaca da tanınan meşhur bir besteci ve müzik adamıdır.. iran ile ırak arasındaki yıllardır süren sorunlar sebebiyle bir türlü gidemediği ırak’a , saddam hüseyin’in devrilmesiyle sonunda konser vermeye gidebilecektir. uzun bir bekleyişten sonra ırak’a gitmesi için izin de çıkar.. konsere oğullarım adını taktığı diğer müzisyenlerle beraber gidecektir.. kak mamo’nun vize almasından sonra bir nevi menejeri gibi olan ve horoz dövüşüyle geçimini sağlayan ‘kako’ya haber verir ve kako bir servis otobüsü ayarlar bu zorlu yolculuk için.. otobüsün karşılığında her şeyi olan tüm dövüş horozlarını feda eden kako yola koyulur..

kako yolda önce kak mamo’nun oğullarını toplamaya başlar değişik şehirlerde.. kak mamo’yu da aldıktan sonra zorlu konser macerası tam anlamıyla başlar.. kimi zaman acıklı kimi zaman komik sahnelerin birbirini takip ettiği filmde arka fonda çalan müziklerle gözlerinizden yaşlar akarken takip eden sahneyle bazen kahkahaya boğulacaksınız..

yukarıdaki fotoğraflarda bazı oyuncuları ve sahneleri görülen ‘no one knows about persian cats’ filminde ise genel olarak iran’da müzikle uğraşan insanların karşılaştığı zorluklar ‘negar ve ashkan’ın çevresinde gelişen olaylarla anlatılıyor.. müziklerini daha özgür ortamda yapabilmek için yurt dışına çıkmaya karar veren negar ve ashkan bir müzik stüdyosunda nader’le tanışırlar.. nader bu ikilinin müziklerini dinlediğinde kulaklarına inanamaz.. nader , ashkan ve negar’a ‘tamam sizlere yurtdışına çıkabilmeniz için gereken her yardımı yapacağım ama lütfen iran’da da hem kendiniz hem hem aileniz için bir konser verip öyle yurtdışına gidin’ der.. nader kahramanlarımıza konser için her türlü izni alacağını , konser yeri de bulacağını ve istedikleri orkestra için çeşitli müzisyenlerle tanıştıracağını söyler.. ve müzik için her şeylerini vermeye hazır bu üçlünün macerası başlar.. tamamen gerçek olaylardan senaryosu kurulan bu film bahman ghobadi’nin bence doruğa ulaştığı filmidir.. slogan atmadan , abartmadan , irrite etmeden ve mesaj verme kaygısı olmadan en sert şekilde nasıl politik film yapılacağını çok güzel gösteriyor ghobadi bu filmiyle.. çekim tarzıyla da doğallığı yakalayan filmin müziklerini adım gibi eminim hemen arayıp bulmak isteyeceksiniz.. indie-rock’tan , heavy metal’e ve rap müziğine  kadar uzanan bir müzik dünyasında dolaşırken iran’da yapılan müziğe ve müzik için her şeyi yapan , her türlü baskı ve cezayı göze alan sanatçılara hayran kalacaksınız..

half moon’da ‘kak mamo’nun zorluklarla geçen masalsı serüveni ile ‘no one knows about persian cats’de ‘negar , ashkan ve nader’in trajik hikayeleri neden ısrarla iran dediğimi biraz olsun açıklayacaktır..

son olarak half moon’da ‘kak mamo’ ile ‘şoför kako’ ve persian cats’de ‘nader’ karakterlerini oynayan oyuncuların performanslarına lütfen dikkat edin izlerken diyorum..

üreten , kendileri ve toplumları için bir şeyler yapamaya çalışan tüm insanların başına geri kalmış , baskıcı sistemlerde neler geliyorsa yani tıpkı cafer panahi’nin başına ne gelmişse benzer şeyler bahman ghobadi’nin başına da geçen sene geldi.. yönetmenlik hayatı boyunca devlet yardımlarından yaralanamayan bahman ghobadi film çekmek için evindeki eşyaları satan bir sinema sevdalısı.. her türlü zorluk ve baskıya katlanan bahman ghobadi’nin başına en kötü şey geçen sene geliyor ve bahman ghobadi’nin can yoldaşı , sevgilisi japon asıllı amerikalı gazeteci ‘roxana saberi’ 2010’nun ocak ayında iran aleyhine casusluk suçlamasıyla tutuklanıp sekiz yıl hapis cezasına çarptırılıyor.. uzun süre olayın şokunu üzerinden atamayan bahman ghobadi tüm dünya kamuoyuna seslendiği acıyla gözyaşıyla dolu bir mektupla bu sessizliğini  bozdu.. akabinde 2010’nun mayıs ayında temyiz duruşmasıyla roxana saberi serbest bırakılmıştı.. roxana saberi için internette milyon tane abuk subuk yorumda bulabilirsiniz.. ama bahman ghobadi’nin yüreğinin kapılarını açmış olduğu bir insandan zarar gelmeyeceğine adım gibi eminim..    

her şey için yüreğine sağlık bahman ghobadi.. iyi ki varsın..

gülüşünüzle kalın aylaklar..’

Crockett..

‘no one knows about persian cats filmini internette paylaşım ortamlarında  paylaşıyorum çünkü iran’da sinemada gösterilmesi yasak.. istediğiniz kadar paylaşın.. yalnız iki şey istiyorum , birincisi büyükçe bir ekranda iyi bir ses sistemiyle izleyin , ikincisi paylaşıyorum çünkü filmde anlattığım gibi çocuklar var ya onlar gibilerini gördüğünüzde lütfen ellerinden tutun.. çünkü iran’ın kurtuluşu onların elinde, sanatçıların elinde.’ – BAHMAN GHOBADI

BAHMAN GHOBADI’nin ROXANA SABERI için yazmış olduğu mektup..

‘amerikan pasaportlu iranlı sevgilim roxana saberi için,
şimdiye kadar sessiz kaldıysam, bu o’nun iyiliği içindi. eğer bugün konuşuyorsam, bu yine o’nun iyiliği için.
o benim dostum, nişanlım, yoldaşım… her zaman hayran olduğum, zeki ve yetenekli genç bir kadın.
31 ocak günüydü. doğum günüm olan gün. o sabah, beraber dışarıya çıkmayı planladığımızdan beni alacağını söylemek için aradı. hiç gelmedi. cep telefonunu aradım, ancak kapalıydı ve 2-3 gün boyunca ona ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. evine gittim ve anahtarlarımız birbirimizde olduğu için evine girdim, fakat orada da yoktu. iki gün sonra telefon etti ve “beni affet canım; zahedan’a gitmek zorunda kaldım,” dedi.
sinirlendim, neden bana hiçbir şey söylememişti ki? ona inanmadığımı söyledim, ancak o yineledi: “beni affet canım, gitmek zorundaydım”. sonra, hat kesildi. tekrar araması için bekledim. aramadı.
zahedan’a gitmek için yola çıktım. her otelde o’nu aradım, ancak ismini duyan olmamıştı. 10 gün boyunca, babasından tutuklandığını öğreninceye kadar, binlerce kara düşünce gelip geçti aklımdan. bunun bir şaka olduğunu varsaydım.
bunun bir yanlış anlaşılma olduğunu ve birkaç gün içinde salıverileceğini düşündüm. ancak günler geçti ve ondan tek bir haber bile almadım. endişelenmeye başladım ve ne olduğunu idrak edinceye kadar yardım için mümkün olan her kapıyı çalmaya başladım. ve şimdi kalbim acıyla dolu. çünkü onu iran’da kalmaya teşvik eden bendim. ve şimdi onun için hiçbir şey yapamıyorum. roxana, iran’ı terk etmek istiyordu. bunu ben engelledim.
ilişkimizin başında, birleşik amerika’ya dönmek istiyordu. oraya beraber gidelim istiyordu. ancak ben yeni filmim bitinceye kadar kalması konusunda ısrar ettim.
burada kalabileceği ve buna bütünüyle dayanabileceği ölçüde, filmim bitinceye ve beraberce buradan gidinceye kadar; yazdığı kitap onu içine çekmişti.
roxana’nın kitabı iran’a bir övgüydü. kitabının müsveddeleri duruyor ve elbette bir gün yayınlanacak ve bizler de bunu göreceğiz. fakat neden kimse bir şey söylemedi? onunla konuşan, çalışan, oturup sohbet eden ve ne kadar suçsuz olduğunu bilen onca kişi…
bu mektubu o’nun için endişelendiğimden yazıyorum. sağlığından endişeliyim. sürekli ağladığını ve bunalmış olduğunu duydum.
roxana çok hassas biridir. yemeğine dokunmayı reddedecek kadar…
mektubum devlet adamlarına, politikacılara ve yardım etmek için herhangi bir şey yapabilecek herkese seslenen çaresiz bir haykırış…
okyanusun ta diğer ucundan, amerikalılar onun hapsedilmesini protesto ettiler, çünkü o bir amerikan vatandaşı. fakat ben “hayır” diyorum, o bir iranlı, ve o, iran’ı seviyor. size yalvarıyorum, gitmesine izin verin! onu politik oyunlarınızın ortasına atmamanızı rica ediyorum!
roxana siyasi oyunlarınızda yer almak için çok zayıf ve saf. davasında benim de bulunmama, babası ve nazik annesiyle beraber yanı başında oturmama, suçsuz ve ayıpsız olduğuna tanıklık etmeme izin verin.
yine de, serbest bırakılacağı konusunda iyimserim ve yargının, davanın bir sonraki aşamasında iptal edileceğini kesinkes umut ediyorum.
benim japon gözlü, amerikan vatandaşı, iranlı sevgilim hapiste. utanç duyuyorum! utanç duymalıyız!’
BAHMAN GHOBADI

‘içindeki ‘sinemadan çıkmış kişi’yi öldürdüler..’ – Aylak Adam / YUSUF ATILGAN..

‘sinemaya girdiğinde üstü başı az ıslaktı.. önce yüz numaraya girdi , çıktı.. bir sigara içti.. salon pek kalabalık değildi.. paltosunu çıkarıp ortalarda bir koltuğa oturdu.. gelenlerin çoğu kadın.. bir de belki iki saatlik aylaklar , okul kaçakları.. ‘şunların arasında sevilmeğe değer birkaç kişi niye olmasın.. tok karın iyimserliği mi yoksa..’ başlama saati yaklaştıkça boş yerler doluyor.. bir kadın yanındaki koltuğa doğru geldi.. kadının yüzünde sanki koyu vişne bir ağızla romalı heykel burnundan başka bir şey yoktu.. koyu vişne kıpırdadı :

– sahibi var mı efendim..

orada duran paltosunu kucağına aldı.. kadın oturdu.. çantasının üstünde uzun tırnaklı uzun parmakları vardı.. az sonra ışıklar sönünce kadın koltuğun ötesine doğru toplandı.. bu çabuk kaçış onu yanındakinin bir yerine gerçekten değmiş gibi üzdü.. içinde kıpkızıl bir öfke kabardı.. ‘hay lanet olası.. insem mi beynine..’ kendini güç tuttu.. bu öfke bir kırgınlık, bir başkalarına küsme duygusuyla karışıktı.. seveceğin sandığı insanlar bunlar mıydı.. perdede dünya haberleri gösteriliyor.. bu ‘karı’nın yanında kalırsa bir şey göremeyecek.. kalktı.. sıradan çıkarken birinin ayağına bastı.. adam hiç seslenmedi.. ‘çüş’ falan deseydi bir yanını kırardı.. gitti ilerde boş bir yere oturdu.. arkasında , alaca karanlıkta belli belirsiz kıpırdayan insan suratlarına meydan okurcasına baktı.. ama onu kimse görmedi..

iki saat sonra kalabalığın içinde , sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi.. düşünüyordu : ‘çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği , kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor.. sinemadan çıkmış insan.. gördüğü film ona bir şeyler yapmış.. salt çıkarını düşünen kişi değil.. insanlarla barışık.. onun büyük işler yapacağı umulur.. ama beş-on dakikada ölüyor.. sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu ; asık yüzleri , kayıtsızlıkları , sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar , eritiyorlar..’ saatine baktı : dört buçuğa beş vardı.. ‘eve gitsem okusam..’ durağa yürüdü.. ‘bunları kurtarmanın yolunu biliyorum.. kocaman sinemalar yapmalı.. bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara.. iyi bir film görsünler.. sokağa hep birden çıksınlar..’ kafasından geçene güldü.. duraktakiler dönüp baktılar.. kadının biri kaşlarını çattı.. sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu.. ‘ne adamlar be.. güldüysem güldüm , size ne..’ duramadı orada , yürüdü.. eve gitmeyecek.. içindeki ‘sinemadan çıkmış kişi’yi öldürdüler.. sağ kalan sıkıntılı , kızgın.. hep ölçülü-biçimli mi davranmak gerek.. kim demiş.. başkaları onu eve gidecek sanırken o gidip bir meyhanede içecek.. yolun çivisiz yerinden karşıya geçti.. kayıp giden otomobiller duraksadılar.. bir şoför sövdü.. o duymadı..’

AYLAK ADAM , Yusuf Atılgan.. Yapı Kredi Yayınları , Ekim 2009..

‘INHALE..’ – BALTASAR KORMAKUR..

‘INHALE..’ – BALTASAR KORMAKUR..

 ‘yazmak istediğim filmler o kadar çoğaldı ki artık hangisinden başlayacağımı şaşırdım.. her gün yazacağım birisini diyorum yazamıyorum , yazdırmıyorlar..

‘behzatıma’ arada ihanet ederek bir süre olsun onu terk ederek dün gece arka arkaya dört film izledim.. grip olunca yapacak bir şey yok , yatarken en güzeli film izleyeceksin.. sabaha karşı izlediğim en son film : ‘inhale’ olmayan uykumu daha da uzaklara kaçırdı..

‘inhale’ pek sesi duyulmayan bir film olsa da sabah sabah hayli yıprattı beni.. insanı hayli sarsan bir konusu ve senaryo akışı vardı..

izlandalı yönetmen ‘baltasar kormakur’un ülkesi dışında çektiği ilk film ‘inhale’..

güncelliğini hiç yitirmeyen konuyu işliyor film : ‘organ nakli , organ bağışı ve organ mafyası..’

‘stanton’ ailesinin tek çocukları küçük kızları chloe’nin acil olarak bir akciğer nakline ihtiyacı vardır.. chloe nadir görülen ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır.. savcı olan mesleği gereği kanunların sadık savunucusu baba ‘paul stanton’ işi ve kızının yaşadığı tehlike arasında gidip gelen bir hayat yaşamaktadır..

bir gün kızlarının doktoru artık hastalıkta son evreye girdiği ve ölümün yakın olduğundan bahisle , meksika’da daha kolay organ bulunabildiğini umutsuz anne babaya fısıldar.. bu arada doktor rolünde gençliğimizin efsanelerinden rosanna arquette var.. 

uyuşturucu mafyası ve organ mafyasının meksika polisiyle içli dışlı olduğu tehlikeli bir şehir olan juarez’e doğru önce savcı baba ‘paul stanton’ organ bulmak amacıyla gider.. başına gelmedik olay kalmayan paul stanton nihayet organ mafyasıyla ilişkiye geçer ve anlaşma yapar.. ancak tam o sırada görüştüğü karısı ona kızının komaya girdiğini söyler.. ve heyecanlı , gerilimli süreç bundan sonra başlar.. anne ve kızın meksika’ya tehlikeli yolculuğu ve meksika’da polis ve doktorların da içinde olduğu iğrenç bir mafyanın yaşattığı bir organ nakli süreci başlar.. ama nasıl sonuçlanıyor filmin bu nefes kesen finali artık onu da izleyince görürsünüz.. her şeyi anlattım , çok kötüyüm değil mi.. hayır kesinlikle hayır , hiçbir şey anlatmadım aslında.. film çok yoğun ve sert olaylar zinciriyle dolu.. anlattığım kısımlar ancak filmin yüzde onu..    

film o kadar ahım şahım bir film değil ama konusu itibarıyla ve filmin geriliminin yükselip bağlandığı nokta itibarıyla çok ilginç çünkü filmin senaryosu gerilimi yükseldikçe konuyu öyle bir yere getiriyor ki yine yakınlarda izlediğim ve burada sizlerle paylaştığım ‘unthinkable’ filmi gibi seyirciyi ölümcül bir tercih için düşünmeye zorluyor ve sinirleri bozuyor.. 11 eylül olayları sonrasında özellikle hollywood yani amerikan sinemasında son yıllarda izleyiciye bir şey kanıksatılmaya , empoze edilmeye çalışılıyor.. kapitalizmin ‘hep benci’ düşünce yapısının bir yansıması olarak insanlara bir korku imparatorluğu gösteriliyor ve ya biz ya onlar dayatması yapılıyor.. dünyanın bir kısmı düşman ve kötü gösterilip savaşlar , sömürüler , kıyımlar hoş gösterilip , her şeyin modern batı uygarlığı için , insanlığın bekası için yapıldığı anlatılıyor.. bu anlatılara göre amerika ve diğer batı ülkelerinde yaşayan insanların hakları dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan insanlarından önce geliyor.. çünkü amerika ve batı olmasa dünya yok oluşa sürüklenirdi.. ‘unthinkable’ filminde de bir işkenceci ekseninde insanlığın yani batının kurtulması için ne kadar işkence de ileri gidilebileceği insanlara tartıştırılıp bir açmazın içine sokuluyor ve sonuçta izleyicinin aklında ve kalbinde işkencecinin cici ve iyi gösterilip haklı olduğu yönünde bir görüş hakim kıldırılıyordu..

bu filmde ise izlandalı yönetmen ne düşünceyle o zor ve ölümcül tercihi finalde dayatıyor bilemem , niyet okuyamam.. ama gerçekten herkesin cevabı ne olur onu çok merak ediyorum..

yukarıda yazdığım gibi film bir başyapıt değil ama gerek oyuncu kadrosu , gerek sürükleyiciliği ve gerekse de konusu itibarıyla izlenmesi gereken bir film.. özellikle meksika’da geçen sahnelerdeki çocuk oyuncuların oyunculukları mükemmel.. sırf onlar için izlenmeli aslında.. bulursanız ve de ayrıca kalbiniz yeterince kuvvetliyse izleyin derim..

umarım yakında anlatmak istediğim esas filmlere başlayabilirim.. mesela ilk başta anlatmak istediğim kimsenin pek sevmediği ‘gaspar noe’ ustanın son şaheseri ‘enter the void’ (boşluk) filmi.. usta yine karanlığın içinde öyle bir hikaye anlatıyor ki izleyeni yaşadıkları masallardan kaldırıp savuruyor.. ‘gaspar noe’ bu düşünce yapısı ve yaşam tarzıyla daha kaç film yapar , kaç hikaye anlatır bilmiyorum ama sabırsızlıkla bekliyorum hepsini..’ 

Crockett..

 

FİLMDEN BİR REPLİK :

 

doktor : bir günümüz vardı , ne bekliyordun..

paul : birini öldüreceğini düşünmedim.. sadece ölüleri kullandığını söyledin..

doktor : evet öyle.. ama bazen acil durumlar olabiliyor.. sen bizi zorladın.. 12 saatte kusursuz bir donör bulabileceğimizi mi sandın.. amerika’da ne kadar bekledin.. bizi nasıl yargılayabilirsin ki.. haydi bay stanton gümrükten geçerken neyle karşılaşacağını iyi biliyordun..

komiser : bu çocuk zaten ölecekti.. belki bu hafta değil , gelecek hafta.. juarez’de çocuklar uzun yaşamazlar.. bir anlamı yok.. ama kızın kurtulabilir.. bunun değeri var değil mi..

doktor : etik olanı mı yapmak istiyorsun , hala şansın var.. ameliyatın parasını ödedin zaten.. bu çocuğu hala kurtarabilirsin.. ama bunun anlamı kızının ölmesi olacak.. ne olsun istiyorsun paul , bu çocuğu mu kurtaralım yoksa kızını mı..  savcılık mı yapacaksın , babalık mı..

 

FİLMİN KÜNYESİ :

yönetmen: baltasar kormakur

oyuncular: dermot mulroney, diane kruger, rosanna arquette, sam shepard, jordi molla,

vincent perez..

senaryo: walter a. doty , john claflin , christian escario..

görüntü yönetmeni: ottar gunason

müzik: james newton howard

kurgu: elisabet ronaldsdottir

tür: dram , gerilim..

süre: 92 dakika..

ÇAKAL

Yeni bir başlangıç gerekiyordu .

Filmin Konusu :

İstanbul’un yoksul mahallelerinden birinde yaşayan Akın’ın hayatı, annesinin ölümüyle şekil değiştirmeye başlar. Çalıştığı marangoz atölyesinden çaldığı parayla yeni bir hayat kurmayı planlarken, sevgilisi Deniz’in bu planı saçma bulup onu terk etmesi, arkadaşı İdris’in yaptığı teklifi kabul etmesine sebep olur. Bu teklif ona yeni bir başlangıç fırsatı sunar.
Kaybedecek hiçbirşeyi olmayan Akın’ın, gerçek dünyadaki umursamaz ve korkusuz duruşu, patronun gözünden kaçmaz. Fakat bu yeni başlangıç yeni düşmanları da beraberinde getirir.
 
Oyuncular :
 
Akın – İsmail Hacıoğlu
Fahrettin – Uğur Polat
Celayir – Erkan Can
Mecit – Naci Taşdöğen
İdris – Çetin Altay
Deniz – Damla Sönmez
 
 
Akın , annesi öldükten sonra çıraklık yaptığı marangoz atölyesinden ustasının parasını çalarak ayrılmıştır . Bombok bir hayatı olan Akın ‘ ın sevdiği kız olan Deniz ‘ e birlikte gidelim buralardan ve yeni bir hayat kuralım diye teklif eder fakat Deniz bu teklifi kabul etmez .
 
Hayat Akın için bundan sonra değişir . Arkadaşı olan İdris ‘ in iş teklifi ile Fahrettin ile tanışır ve yeraltı dünyasına girer . Verilen her işte başarılı olur .
 

Balıkları ve Akvaryumu çok sevmektedir . Çocukluğunu arar ama artık o günlere dönmek zordur onun için . Sonucunda gelişen olaylar için bu filme mutlaka gitmelisiniz ve inanın bana pişman olmayacaksınız .

Film gerçekten son yıllarda izlediğim çok sağlam bir yerli yapım . Burdan senariste ve Yönetmen ‘ e en derin saygı ve selamlarımı sunuyorum .

Son olarak da Sevgili İsmail Hacıoğlu , Türk sinemasında sevdiğim ender aktörlerden birisin , belki bir gün burayı tesadüfen okursun da seninle tanışma fırsatı bulurum .

Filmin resmi internet sitesi : http://www.cakalfilmi.com

BLACKHAWK

13 Gül – Las 13 Rosas

Politik sinemada ya da politik unsurlar barındıran yapımlarda bir ayrım olarak dikkatimi çekiyor; bir türü karakterlerini hayli “içeri”den seçiyor. Derdini tarihimizde, bilincimizde önceden kodlanmış ve her daim yüzümüzü çevirdiğimiz değerlerimiz üzerinden, gerek eleştirisini yaparak gerek destanlaştırarak anlatmaktalar. Bir diğer yaklaşım ise, sinemaya konu politik anları sıradan insanlar üzerinde sıradan olmayan etkilerini merkezleyerek tarif etmek.   

Las 13 Rosas bu açıdan net bir ayrımı tercih etmiyor. Tercih etmiyor çünkü başta söylemek lazım filmin izleyiciye slogan attırmak gibi bir iddiası yok. Öte yandan karakterlerin ortak paydası siyasetle bir biçimiyle ilgili olmaları. Dolayısıyla sokaktaki insandan öte mücadele eden, buna bağlı bedeller ödeyenlerin hikâyesini anlatmayı tercih ediyor. Sokaktaki sıradan “katolik” içinse ayrı bir pencere açtığını teslim etmek gerek.

Senaryo gerçek hayattan uyarlanmış. 1939 İspanyasında geçmekte. İç Savaşta yenilen ilerici güçlerin, Franco’nun başını çektiği Milliyetçi Cephe tarafından, bu kez de intikam ve “hizaya getirme” histerisiyle karşı karşıya kaldıkları dönemi ortaya koymaktadır.

Açıkçası kendi açımdan iki noktada boşluk doldurdu diyebilirim film. İlki; İspanya İç Savaşı’nı, sürecin kendisini gözümüzde ve bilincimizde canlandırma olanağımız olmuştur. Ancak yenilgi sonrasına pek de mercek tutmadığımızı fark ettim. Filmde işin bu tarafı bence hayli başarılı ortaya konuluyor. Bizim coğrafyamızın, esasında belirgin bir mücadelenin yürüdüğü her coğrafyanın tanık olduğu inanılmaz benzerlikleri görmek zor değil.

İkinci olarak İspanya İç Savaşını bu kere kadınların, genç kadınların hayatlarından canlandırma olanağı buluyoruz. Bu kere de onların gözlerinden, yiğitliklerinden, zaaflarından bakıyoruz büyük mücadeleye.

Zamanın mutlak etkisiyle pek çok ayrıntısını hatırlayamayacağım belki bu esaslı yapımın, burası belli. Ancak birkaç şey var ki, muhtemel bu filmle birlikte bilincimde hep canlanacak; çoğu yirmi yaşını görememiş bir düzineden fazla genç kadının coşkularının, dirençlerinin, çocuksu neşelerinin arzuyla kurguladığımız yeni dünyayı ve bu dünyadaki yeni insanı ne güzel de tarif ettiği ve ona nasıl da yakıştığı.

Bir diğeri malum; “Beni suçlu olduğum için öldürmeyecekler. Sadece ölmeye değer bir fikre sahip olduğum için öldürecekler…” alıntısı.

Mahkeme sahnesinde sanıklar avukatının yaptığı “muhteşem!” savunmayı da unutmamak lazım. 

Senaryo, Emilio Martínez Lázaro, Ignacio Martínez de Pisón ve Pedro Costa’ya ait.  Emilio Martínez Lázaro ayni zamanda filmin yönetmenliğini de yapıyor. Film 2008 yılında 13 dalda Goya’ya aday olmuş, 4 dalda kazanmış. Türkiye’de gösterime girmeyen, biraz bu yüzden çok da değerlendirilmemiş filmi bir biçimde edinip izlemek gerekiyor.

Bir yerinde Virtudes başlarına gelenlere bir anlam yüklemek adına; “…bizden sonra geleceklerin bizi hatırlaması gerek.” temennisinde bulunuyor… Kendi payıma söylemeliyim;  isimleri avucumda yazılıdır.  

Salud y viva la República!

SARI

Sonbahar.. – Turabi Tomur

‘filmi izledikten sonra yazılmıştı…

sonbahar

bakışını bulandıran kaçkarların sisi mi

ha düştü ha düşecek havada asılı yağmur

bata çıka geldiğin çıkmazların önünde

gözlerinde beliren ve hiç gitmeyen bir damla gözyaşı

boğazında düğümlenen içli bir ezgi hep kulağındaki

umudun belli belirsiz bir kıvılcım çakıp

sonsuzda yitip gittiği, dipsiz uçurum

yağmur bağırıyor çinko çatının üzerinde, yağmur bağırıyor

sis kapamış bütün yolları, sis, bilinmezin büyülü ülkesi

yokluğa çağırıyor…

turabi tomur  , 11.01.2009..’

(turabi tomur kardeşimizin gönderdiği şiiri kendisine teşekkür ederek sizlerle paylaşıyoruz..)

AŞK ÜZERİNE KISA BİR FİLM.. (KROTKI FILM O MILOSCI) – KRYZSZTOF KIESLOWSKI

AŞK ÜZERİNE KISA BİR FİLM.. (KROTKI FILM O MILOSCI) – KRYZSZTOF KIESLOWSKI

‘bu filmi yaparken mesleğimizin saçmalığını kesin bir şekilde anladım.. esasında film , blok apartmanlardan birinin bir katında yaşayan gençle onun karşı bloğunda yaşayan bir kadın hakkındaydı.. seyircinin gözüyle bakarsak ya da senaryoyu okursak , filmi nasıl çekebilirdik.. iki daire –biri adam , diğeri kadın için- ve bir de bir kısım merdiven kiraladık.. bu da her şeyiyle masrafsız bir film demekti.. aslında bu filmi çekmek için on yedi farklı iç mekan kullandık.. bu on yedi iç mekan , iki dairenin karşılıklı olduğu etkisini yaratıyordu.. bir veya iki defa ‘tomek’ ya da ‘magda’ dışarı sokağa çıkar veya postaneye giderler.. dışarı çıktıkları başka sahne yoktu..

bu on yedi iç mekanın biri , yani ‘magda’nın dairesi , varşova’nın yirmi ya da otuz kilometre dışındaki iğrenç prefabrik evlerden biriydi.. tahmin edebileceklerinizin en korkuncu.. kaldırıp bir tarlanın ortasına konmuş kocaman bir taş yığını.. bulduğumuz villanın da bloktakilere benzer camları vardı.. ‘magda’nın dairesini buraya kurduk.. ‘magda’nın dairesi bloklarda değil , varşova’nın 30 kilometre dışında bir villada çekildi..

bu daireyi ‘tomek’in görüş açısından çekebilmek için –iki perspektiften bakıyorduk ; önce ‘tomek’in sonra ‘magda’nın perspektifinden- bir kule inşa ettik , çünkü ‘tomek’ kadından iki kat daha yukarda oturuyordu ve kuleyi ‘tomek’in katından görülen yüksekliği vermek için kullanıyorduk.. ‘tomek’ teleskopla baktığında , biz de ‘magda’nın dairesini görebilmek için aşağıya doğru bakıyorduk.. ayrıca bu iki katlı kule uzun lensle çekim yapıldığında – bazen 300 , bazen de 500 mm.’lik lens kullandık – teleskopla bakılıyormuş izlenimi vermesi için evden yeterince uzakta olmalıydı..

sete gece saat onda giderdik çünkü sessizlik gerekiyordu ve eninde sonunda bu bir gece çekimiydi.. kuleye çıkardık.. ekibin geri kalanı prodüksiyonun kiraladığı civardaki diğer evlere giderlerdi ve witek adamek ve ben , birer şapşal gibi altı yedi saat , gün ağarana kadar kulenin tepesinde çekim yaparken onlar da ya uyur ya da porno film seyrederlerdi.. çok soğuk olurdu , donma noktasının altında..

evle kule arası 60 ya da 70 metre olduğundan , szapolowska’yla mikrofonla haberleşirdik.. mikrofon bendeydi.. szapolowska’nın evde kurulu ses düzeni vardı..

böylece bir hafta boyunca her gece , soğukta ve yalnız – bir de kameramanın asistanıyla benim asistanlarımdan biri olurdu- bu saçma şartlar altında , karanlık bir banliyö bölgesinde çalıştık.. iki katlı bir kulenin tepesindeki iki ahmaktan biri mikrofona şunları tekrarlayıp duruyordu : ‘ o bacağını daha yukarı kaldır.. bacağını aşağı indir.. masaya yaklaş.. hadi , git o kartları al..’ direktifleri sadece prova sırasında verebiliyordum , çünkü çekimi sesli yapıyorduk..

setten yiyecek veya başka bir şey almak için ayrıldığımda , durumun saçmalığı ve anlamsızlığı üstüme geliyordu.. dev bir gökdelen niyetine kullanılan küçük villa ışıl ışıldı , çok açık diyaframlı uzun odaklı objektifler kullandığımızdan , çok ışığa ihtiyacımız vardı.. her şey karanlığa gömülüyken tek ışık saçan yer orasıydı ; etrafta kimsecikler yoktu.. gecenin içinde acayip iki katlı bir kule.. kendimi orada , ‘o bacağını kaldır,’ diye bağırırken görebiliyorum.. tabii mikrofon da doğru dürüst çalışmıyordu ve evdeki sistemden sesim duyulsun diye elimden geldiğince yüksek sesle bağırmak zorunda kalıyordum.. bütün o hafta boyunca mesleğimin aptallığı , saçmalığı ve anlamsızlığını bütün çıplaklığıyla yaşadım..’

‘KIESLOWSKI  KIESLOWSKI’Yİ ANLATIYOR..’ – DANUSIA STOK , Çeviri :  Aslı Kutay Yoviç ,  Agora Kitaplığı , Ekim 2010..

‘YEDİ AVLU.. Hepimiz Tanrının Çocukları Değil miyiz..’ – SEMİR ASLANYÜREK

Yakında Sinemalarda :‘YEDİ AVLU , Hepimiz Tanrının Çocukları Değil miyiz..’

Yönetmen , Senaryo : Semir Aslanyürek

Yapımcı : Yusuf Aslanyürek (Aslanyürek Film , Yusuf Aslanyürek)

Müzik : Samir Kwefati

Görüntü Yönetmeni : Yusuf Aslanyürek

Kurgu : Tansel Bengüdeniz

Yapım Yılı : 2009

Süre : 105 dakika

Oyuncular :

Evmorfia Anastasiou ,

Labina Mitevska ,

Varlam Nikoladze ,

Muhammed Cangören ,

Nursel Köse ,

Özlem Türay ,

Ayhan Taş ,

Hevy Hussein ,

Tansel Doğruel ,

Serra Yılmaz..

Filmin Konusu :

‘henüz otuzlu yaşlarına gelmemiş, üç çocuklu dul bir kadın olan rum eleni, kocasının ölümünden sonra insanlarla iletişim kurmak için her akşam bir bahaneyle mahalledeki avluları dolaşır. mahallede aynı sokakta yedi avlu ve her avlunun da kendine özgü bir özelliği vardır: 1968 kuşağından sosyalistler, ermeni bir aile, ölen karısının hayaletiyle yaşayan bir adam, avluda hazine arayan bir arap aile..’

(ayrıntılı bilgi için : http://www.7avlu.com/)

UNTHINKABLE..

UNTHINKABLE..

 

kısa sürede bir klasik haline gelen behzat ç. dışında  son zamanlarda o kadar yoğun bir film trafiğine de maruz kaldım ki.. hangi birisini yazayım şaşırıyorum.. birbirinden ilginç ve güzel filmlerin yanı sıra birbirinden kötü filmlerde izledim.. tekrar izleme gereği ya da isteği duyduğum filmler de oldu.. umarım hepinizle kısa aralıklarla paylaşabilirim bu filmlerin bir kısmını..

bugün paylaşmak istediğim bir holywood yapımı ‘unthinkable’ adlı film.. filmin yönetmeni gregor jordan.. başrollerde ise tiyatro kökenli usta oyuncu samuel l. jackson var.. cari-anne moss ve michael sheen’in performansları da üst düzeyde..

filmin konusu ise 11 eylül saldırılarından sonra holywood’un da kurtarıcısı olan ve ırkçılık ve faşizm kokan ‘müslüman terörist’ hikayelerinden birisi.. ha bu cümlem üzerine ‘yine mi diyerek’ filmi izlemekten vazgeçebilirsiniz.. fakat bence midenize güveniyorsanız izlemeniz gereken bir film diyorum sizlere.. çünkü burada ‘müslüman teöristler’ martavalı bir üst seviyeye çıkarılarak ‘müslüman bir teröristin’ saldırısına karşı ‘ülken için en fazla , en ileri derecede neler yapabilirsine’ kadar vardırıyor film.. neler mi mesela : ‘çocuk katili olabilir misin , masum sivillerin katili olabilir misin , işkence yapabilir misin ülken için..’

filmde iyi karakterler işin ilginç yanı fbı ve cıa ajanları.. askerler bile masum.. sadece ülkesini çok seven bir işkence uygulayıcısı sorgucu : samuel l. jackson var filmde.. o da filmde o kadar şeker ve cici ki filmi izleyen mesela dünyadan bihaber amerikalı insanların büyük kısmı sempatiyle ve destekleyerek filmi izlemişlerdir..

üç amerikan şehrine sonradan müslüman olmuş amerikan vatandaşı bir eski asker tarafından üç nükleer bomba konuyor.. koca koca bombaları bu adam nasıl yapmış ya da nereden bulmuş senaryodan tam anlayamıyoruz.. kendisi eski bir bomba uzmanı emekli bir asker , bir yerlerden kelepir nükleer hammadde eline geçiyor ve bu bombaları yoktan var ediyor neredeyse..

ha bu arada sonradan müslüman olan terörist karakter amerikan vatandaşı bir zenci değil.. filmin yıktığı tek klişe bu.. kötüler hep zenci olur ya bu sefer hadi hadi demişler beyaz olsun.. neyse bu ‘sonradan müslüman teröriste’ yardım edenler de yok film boyunca.. sorguya getirilen sadece kendi ailesi.. tabi buralar önemli değil filmi yapanlar için , buraları kendiniz doldurabilirsiniz..

filmdeki bu terörist karakter bombaları koyduktan sonra videolar yapıp sağa sola yolluyor arkasından da kendisini yakalatıyor..

filmimiz de buradan sonra başlıyor aslında.. yakalanan bu teröristi micheal sheen canlandırıyor.. gerçekten üstün bir performansla bu karakteri canlandırıyor.. önce midenizi kaldıracak ön giriş işkence sahneleri var filmde , sonrasında sahte pazarlıklar başlıyor teröristle bombaların yerini söylemesi için.. teröristin koşulları oldukça anlamlı ‘abd , müslüman ülkelerdeki hegemonyasını sonlandıracak ,  bu ülkelerdeki ekonomik gücünü ve askeri gücünü geri çekecek..’ bu kadar net bir talep.. ancak pazarlık dahi söz konusu olmuyor.. işkencelerin ardı arkası kesilmiyor.. samuel l. jackson’ın işkencecilikte ki performansı çok şaşırtıcı , canlandırdığı karakterin ülkesi için yapamayacağı şey yok.. izlerken kanınız donacak..

filmin sorgulattığı , insanları yönlendirdiği nokta da burada başlıyor işte , üç bomba patlayacak , üç şehir yok olacak , milyonlarca insan ölecek , bunları önlemek için sen neler yapabilirsin.. film dönüp dolaştırıyor gerilimi yükselttiriyor ve düğümü bu noktada kilitliyor.. gel de çık işin içinden.. normal bir amerikan vatandaşı yaklaşık on yıldır yaşatıldıkları paranoya ortamında sizce nasıl hareket eder..  bir teröristten bombaları nereye sakladığına dair bilgi almak için işkence tipi sorgulama yöntemleri kabul edilebilir mi.. milyonların hayatı söz konusu olduğunda insanlık dışı yöntemlere başvurmak ne kadar doğru..  savaşta ne kadar ileri gidilebilinir.. işte bu yönüyle ilginç bir film.. bu filmi sanırım beş altı kere izledim.. her izleyişimde yanımda başka birisi vardı.. yanımda filmi izleyenlerin tepkilerine baktım ve sinemanın nasıl bir yönlendirme , ikna etme aygıtı olabileceğini bir kez daha gözlerimle gördüm , korktum..

ha bu filmi izleyip tam tersi şeyler söyleyen , yazan arkadaşlar da gördüm internette ve sinema dergilerinde..

tavsiyem sinirlerinize ve midenize hakim olarak bu filmi izlemeniz ve dünyanın öbür ucundaki amerika’daki insanların başka dilden , dinden , ırktan insanlara karşı nasıl bir paranoyayla , korkuyla yönlendirilip kandırıldıklarını görmeniz..

tüm ırkçı , şoven , emperyalist  propagandalara rağmen kardeşlik şiarını yılmadan seslendiren tüm dostların gülüşü daim olsun.. 

Crockett..

TRUFFAUT TRUFFAUT’YU ANLATIYOR..

TRUFFAUT TRUFFAUT’YU ANLATIYOR..

‘1942 yılı sonunda, oturduğum mahalledeki ‘pigalle sinemasına’ gelen ‘marcel carné’nin ‘gece ziyaretçileri’ filmini görmek için sabırsızlandığım bir gün okulu asmaya karar verdim.. işte o gün , yaratılışını yeniden yaşamak gibi bir yanılsama sağlayabilecek kadar hayran kalınan bir yapıta kendini kaptırmanın ne denli büyüleyici olduğunu keşfettim.. filmlerin içine girmeyi arzuluyordum ve bunun için kendimi sinema salonundan soyutlayarak giderek daha fazla beyaz perdeye yaklaşıyordum.. iyi bir sinema eleştirmeni oldum mu ? bilmiyorum.. ne var ki ıslık çalanların safında olmaktansa , ıslık çalınanların safında olmayı yeğlediğim ve coşkumun meslektaşlarımınkinin bittiği yerde , ‘renoir’in ağız değişikliklerinde , ‘welles’in aşırılıklarında , ‘pagnol’ ya da ‘guitry’nin savsaklayışlarında , ‘cocteau’nun anokronizminde , ‘bresson’un çıplaklığında başladığını kesinlikle biliyordum.. kötü bir film yapmak için en az iyi bir film yapmak kadar gayret sarfedilir.. en içten filmimiz bir aldatmaca olarak görülebilir.. kendimizi zora sokmadan çevirdiğimiz bir film ise dünyayı dolaşabilir.. saçma ancak hareketli bir film , akıllı ve uyuşuk bir filmden daha başarılı olabilir.. sonuç çok nadiren sarfedilen gayretle orantılıdır..

FRANÇOIS TRUFFAUT
‘Yaşamımın Filmleri’ adlı kitabının önsözünden.. (Ocak , 1975)

(Alıntı : Nisan Dergisi , Sayı:4 , Aralık – 1984)