Archive for the ‘Sinema’ Category

İÇİNDEN İSTANBUL GEÇEN FİLMLER 1 (Zamanda Sürgün)

Tüm sanat dallarını içinde barındıran bir tutku(m) olan sinemayla en son yüzleşmem içinden Kadıköy geçen filmi (Kaybedenler Kulübü) Ümraniye de izlemek oldu. Sonra içinden şehr-i harabe İstanbul geçen filmleri düşündüm. Uzaklarda olupta özleyenlere, içinde olupta  uzağında duranlara hatırla(t)makta fayda var;

Bir Millet Uyanıyor/ 1932
Filmin bazı sahneleri Erenköy Ethem Efendi caddesindeki bir Mehmet Ali Bengü’nün köşkünde çekilmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

İstanbul / 1957
Film, Sultanahmet ve Haliç’in havadan çekilmiş görüntüleriyle start alır. Galata Köprüsü’nün görüntüsü olağanüstüdür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üç Arkadaş / 1958
Sevgi, arkadaşlık ve birlikte yaşama kültürünün en has örneklerinden biri olan yapım, 1950’li yılların İstanbul’una ve özellikle Ortaköy’e dair bir çok detayı yakalayabilmek mümkün.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şoför Nebahat / 1960
Filmin ilk sahnesinde günümüzle kıyaslandığında sadeliğiyle dikkat çeken Taksim Meydanı’nı görürüz. Sonrasında ise Eminönü günümüzün tanıdık kalabalığı ile karşılar bizi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Acı Hayat / 1962
Metin Erksan’ın gözüyle izlediğimiz filmde Okmeydanındaki İETT blokları henüz inşaat halindedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Turist Ömer / 1964
Beşiktaş Taksim arasındaki trafiğin bir kaç belediye otobüsünden ibaret olduğunu düşünebiliyor musun? Henüz ciddi bir yapılaşma içinde olmayan İstanbul’u görmek için en sağlam alternatiftir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Karanlıkta Uyananlar / 1964
Okumaktan asla usanmayacağım çok değerli yazarım Vedat Türkali’nin senaryosunu yazdığı 1964 tarihli film fabrika ve gecekondu mahalleleri ile karşılaşırız sıklıkla. Maçka, Demokrasi Parkı ve Boğaz kıyıları dış mekan çekimlerinin mekanlarıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Levent Yüksel’in yorumladığı İstanbul şarkısı fon olarak kullanılmıştır. *

Saçlarını dağıtır rüzgar
Yeditepe üzerinden
Hatıralar tarihin küllerini savurur
Kadın gibi, kısrak gibi
sarılayım gel ince beline
Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından
Tüketilmiş yaşanmamış
Hediyelik hayatlar, ah bu evler,
Pencereler bu kapılar, sokaklar
Hüzün gibi, sevinç gibi,
Eskitilmiş zamanlar
Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından
Minareler uzanmış gökyüzüne bağırır
Kara sevdan nerelerden
Yüreğimi çağırır?
Dua gibi, büyü gibi ezberledim hasretini
Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından…

‘HERDEM’

Günün repliği : ‘Mary and Max..’

‘dr. bernard hazelhof ayrıca herkesin yaşamı uzun bir kaldırım gibidir dedi.. bazılarının taşları iyi döşenmiştir..

benim gibi diğerlerininkiler çatlaklar , muz kabukları ve izmaritlerle doludur.. senin kaldırımında benimki gibi ama muhtemelen benimki kadar çatlaklı değil..

umarım bir gün kaldırımlarımız kesişir.. ve bir kutu koyulaştırılmış sütü paylaşabiliriz..

sen benim en iyi arkadaşımsın , sen benim tek arkadaşımsın.. / you are my best friend.. you are my only friend..’

 ‘Mektup Arkadaşın Max..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çoğunluk’tan yola çıkarak fütursuzca sayıklamalar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : truffaut..)

 

 

 

 

‘çoğunluk’tan yola çıkarak fütursuzca sayıklamalar..

‘iş yerim kadıköy’ün en büyük sinemasının karşısında.. aynı sokakta.. kapısından sinemanın içine girebilmem için aradaki beş metrelik yolu on – on iki adımda geçmem yeterli.. ama en son ne zaman sinemaya gittiğimi sorarsanız size iki seneden fazla diyeceğim ve beni kınayıp güzelce yuhlayacaksınız eminim.. günde ortalama iki üç film izleyen birisiyim ben.. sinema benim hayatım.. hayattaki hayallerim ve umutlarım sadece sinemayla ilgili diyeceğim ama ‘o en büyük hayale’ haksızlık edeceğim..

ama o büyük hayalim dışındaki tüm hayallerim gerçekten sinemayla ilgili.. bunlar dışındaki her şey yaşandı bitti.. çiğneyip geçtiler öbür hayallerimi , umutlarımı.. hem de vahşice , utanmazca ezdiler geçtiler kahkahalar atarak..

hayatımın en zor günlerini geçirdiğim yıllardan birinde ‘mirza’ ağam ‘truffaut’dan bahsetti.. ilk anlattığı filmi ‘jules ve jim’di.. o zamanlar böyle imkanımız yoktu ‘mirza’yla ikimizin.. istediğimiz her filme ulaşamazdık , bulamazdık hemen.. bu yüzden  birbirimize anlatırdık izlediğimiz filmleri.. onun izlemediklerini ben , benim izlemediklerimi o anlatırdı bana..  anlatırken birbirimize filmleri , izlemeden hayallerimizde canlandırırdık sahneleri.. izlemediğimiz filmler bizi heyecanlandırır , duygulandırırdı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

işte mirza ‘jules ve jim’i ilk anlattığında nasıl etkilenmiştim anlatamam.. ‘mirza’dan ayrıldıktan sonra eve gittim , yatağıma uzanıp saatlerce köprü sahnesini hayal ettim değişik şekillerde..

düşünün oyuncuları tanımıyorum , bilmiyorum ama ben sahneleri , planları kafamda canlandırıyorum..

 

 

 

 

 

 

 

 

sonra yıllar geçti imkanlar çoğaldı , ben yavaş yavaş truffaut külliyatını topladım.. ve o deryadan ilk ‘jules ve jim’i izledim..

hayallerimde yüzlerce defa canlandırdığım filmle karşılaşmak ne müthiş bir duyguydu.. ve köprü sahnesi geldiğinde ‘catherine’ adlı karakteri oynayan ‘jeanne moreau’ kendisine aşık iki erkeğin gözleri önünde kendisini koşarak köprünün korkuluklarından attığında kalbim duracak sandım.. izlemeyenler için devamını anlatmayayım.. ama o sahnede ben gözlerimde yaşlarla mirza’ya ulaşmak istedim.. mirza o sırada yurt dışındaydı.. keşke onunla izleyebilseydim bu sahneyi.. aklıma mirza’nın kulaklarıma eğilerek sessizce atlama anını söyleyişi geldi.. duygulandım yine..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sinema , müzik ufkumun gelişmesinde ‘mirza’nın ve hayatımın direği kardeşim ‘fran(sı)z’ın büyük katkısı var.. onlar olmasaydı bu kadar geniş bakamazdım , bu kadar özgür ve pervasız olmazdım bu alanlarda.. yüreklerine sağlık..

neyse işte ‘sinema’ hayatımın tam ortasına böyle oturdu.. ama ben sinemayı sinemada doğru dürüst izlemedim.. izleyemiyorum da.. o kalabalık , saçma sapan koltuklarda izleyemiyorum.. arkamda en duygusal sahnelerde bile çatur çutur mısır patlağı yiyip en acıklı yerde kahkahalar atan insanları boğazlamak geliyor içimden çünkü.. başımdan geçen bir olaydır , reis çelik üstadın çektiği fakat ne yazık ki kötü bir film olan deniz gezmişlerle ilgili filmi ben kadıköy’ün ufak salonlarından birinde tesadüf eseri deniz gezmiş’in babasıyla birlikte izlemiştim.. o kadar kötü bir film olmasına rağmen ve bu filmden önce filme karşı tavır koyan ‘deniz’in babası idam sahnesinde gözyaşlarına boğularak salondan çıkarılırken bazı mahlukatlar anlamadığım şekilde gülüyorlardı.. tiksindim.. sinema salonları beni darlandırıyor , boğuyor.. belki bir gün barışırım sinema salonlarıyla..

neyse işte son yıların en iyi yerli yapımlarından olan ‘çoğunluk’u ben yine sinemada izleyememiştim.. iki üç ay önce dvdsi çıkınca aldım evde izledim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çoğunluk’ hakkında abuk sabuk yazanlar , konuşanlar olmuştu.. filmi izledikten sonra üzüldüm , tüm böyle yazıp konuşanlar sinirlerimi bozdular.. nasıl böyle pervasızca ahkam kesip bir filmi eleştirip , yok sayabilirler anlamıyorum..

bildiğim tek şey korktuklarıdır.. korktular çünkü kendilerine yöneltilmiş aynada kendilerini gördüler..

o filmdekiler biziz aslında , hepimiziz.. en solcuyum ya da entelektüelim ya da aydınım ya da ilericiyim , liberalim , özgürlükçüyüm veya en iyi benim , en iyi insanım ben diyen de , hepimiz hepimiz işte o filmdeydik , hepimiz.. en gericisinden en ilericisine bizdik o filmdekiler.. o aile bizim ailemizdi..

‘çoğunluk’ , türkiye’deki toplumu , katmanlarını ve aile kurumunu en güzel yansıtan , en iyi tahlil eden filmdir türkiye sinemasında yapılmış.. bu benim görüşüm.. beğenen beğenir beğenmeyen kendi görüşünü söyler..

aile kurumunun çöküşünü çok güzel göstermiş ve yansıtmış.. aile kurumunun tıpkı torna tezgahı diye nitelediğim ‘okullara’ , ‘hazırlama okulu’ olduğunu söylerdim ben hep..

aile kurumu aynı zamanda ‘faşizmi’ tekrar tekrar üreten bir kurumdur.. dağıtılması , yok edilmesi gerek çünkü düzeltilemeyecek kadar bitmiş  , çökmüş durumda artık..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çoğunluk’u izlemeye başladığımda suratıma önce bir şamar indi , sonra filmin sonuna kadar beni dövdü , hırpaladı film.. film bittiğinde ağladım..

ben politik sinemanın , politik filmlerin içinde yattım kalktım , en saçma sapan politik filmleri bile sonuna kadar dayandım izledim.. en keskinini de gülümseyerek izledim.. ama ben türkiye sinemasında bu kadar politik bir film izlememiştim.. toplum , birey , aile tahlili en üst düzeydeydi.. ve bunu bağırmadan , çağırmadan , slogan atmadan çok net bir şekilde usulca anlatıyordu yönetmen seren yüce ilk uzun metrajlı filmi olan ‘çoğunluk’ta..

filmin yönetmeninin röportajlarını okudum değişik dergilerde.. çok ilginç tespitleri var gerçekten.. düşüncelerini , kafasındaki hikayeyi çok iyi yansıtmış anladığım kadarıyla..

gerçekten çok başarılı bir yapım.. yabancılaşmayı ve faşizmi  ,  özellikle türkiye’deki aile yapısı bakımından insanların içine yavaş yavaş faşizmin nasıl zerk edildiğini ve aile kurumunun nasıl saçma sapan ve tehlikeli bir kurum olduğunu çok güzel anlatıyor..

faşist bireylerin yetiştiği ve iddia ediyorum hepimizin içine bir şekilde faşist (bu faşizmi sadece milliyetçilik bazında almıyorum , her türlü faşizmi kastediyorum) tohumları bırakan yapı aile kurumudur..

hep yazılarımda alıntı yaparım ingeborg bachman’dan ‘faşizm’le ilgili.. çok güzel tespitler yapar faşizm konusunda : ‘faşizm , atılan ilk bombalarla başlamaz , her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. faşizm , insanlar arasındaki ilişkilerde başlar , iki insan arasındaki ilişkide başlar’ der.. iste seren yüce bir şekilde bunun kökenine inmiş.. ‘aile kurumuna..’

yanlış anlaşılmasın ben kendi ailemi , babamı , annemi , kardeşimi çok seviyorum.. en değerli varlıklarım.. başkalarının da ailelerine duydukları sevgiye saygı duyuyorum.. benim karşı çıktığım ‘aile’ denen yapı..

‘çoğunluk’ta seren çok  iyi bir iş çıkarmış.. kendisini ne kadar kutlasak , övsek az.. filmin başrol oyuncusu ‘bartu’ on numara bir oyunculuk çıkarmış.. settar ustaya zaten diyecek yok.. döktürmüş yine.. ama settar ustanın üzerine yapıştı kaldı bu faşist-gerici baba tiplemesi.. ‘ayrılık’ filminden sonra bir de bu , sevdi galiba bu tiplemeyi.. gülüyorum.. eminim o da gülüyordur..

neyse böylelikle uzun zamandır bahsetmek istediğim ama bir türlü bahsedemediğim ‘çoğunluk’tan böylece bahsetmiş oldum bir iki cümle de olsa.. hala ‘çoğunluk’u izlemeyenleriniz yüreğiniz varsa ‘aynaya’ bakabilmek için hemen izleyim derim..

bitirirken bugün arayıp soran tüm dostlara , kardeşlerime çok teşekkür ederim..

öncelikle gece 00.01’de yeni günün ilk saniyelerinde uyumayıp o  anı bekleyip doğum günümü ilk kutlayan canom ‘ümo’ya , binlerce kilometre ötede olmasına rağmen hep yanımda olan ve benim her şeyim ‘kardeşime’ , reis’e , ciğerim’e , gürselime , halo’ya , abidin dayıya , memo’ya , sarıya , ters’e , bana sabahtan beri bin kere dinlediğim ve mekandaki herkesin beğendiği bir şarkıyı hediye eden ‘lucy in thea sky’a , ‘bulut’a , aramıza bugün ilk yazısıyla yeni katılan ‘‘ibn-i zerâbî’ye (aramıza katılan yeni aylak olarak kendisine hoş geldin diyorum) ve ayrıca özür dileyerek şu anda isimlerini hatırlayamadığım beni bugün unutmayan herkese çok teşekkür ediyorum.. iyi ki varsınız..

son olarak güzel bir haber de canımız ‘nazmi kırık’ abimizden vereyim : ‘mina helin..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘mina helin’ , ‘güneşimiz’ ve ‘roza lavin’imizden ‘en genç aylaklık bayrağını’ devraldı.. nazmi abimizin ‘mina helin’ adlı bebeği dünyaya merhaba dedi.. nazmi abimize , eşine ve ‘mina helin’e bir ömür boyu sağlık mutluluk diliyorum..

ayrıca unuttuğumuz sanılmasın.. dereler durmaz akar , aşar tüm engelleri mahirce ve denizlere ulaşır.. selam olsun dünyanın en güzel insanlarına.. onları unutmadık unutmayacağız.. ritsos’un şiirinden bir bölümle onları anıyoruz :

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘onlar el sıkıştıklarında , bütün insanlık için parlar güneş..

onlar gülümsediklerinde , küçük bir kırlangıç fırlar gür sakallarından..

onlar uyuduklarında , on iki yıldız düşer boş ceplerinden..

onlar öldüklerinde , onların bayrakları ve davullarıyla yokuşu tırmanır hayat..’

yannis ritsos (yunanlıların öyküsü şiirinden..)

gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

kıldan tüyden sayıklamalar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 (resim : edvard munch , SCREAM..)

 

 

kıldan tüyden sayıklamalar.. 

‘hepimiz bazen sıkıldığımızda saçma sapan abuk sabuk şeyler yaparız değil mi.. neden yaptığımız o anda belki meçhuldür.. bir içgüdü , bir refleks belki bir anlık öfke.. ben bu duyguyu beş altı senede bir dinlendirmek için bıyıklarımı kestiğimde yaşarım.. ne alaka demeyin çok alakası var.. bıyık kesmek uzun saçı kesmek gibi çok zordur , düşündürür insanı uzun uzun.. makası alırsın eline saatlerce düşünürsün kessem mi kesmesem mi diye aynaya bakarak.. çünkü bıyık , saçınız gibi sizinle özdeşlemiştir.. ama kesmek gerekir bazen dinlendirmek için ve yine de el makasa ya da makineye gitmez..

ben lise ikinci sınıfın yaz tatilinde ilk defa bıyık bırakmıştım.. herkes dalga geçmişti.. ben de onlarla dalga geçmiştim.. bir de bıyık pistir diye bir safsata vardır.. evet pistir bakmazsan bıyığa pis olur.. ama kafanıza her gün tonlarca jöleyi , briyantini boca edip pisliğin dumanın tozun toprağın , egzoz dumanının içinde dolaşırsınız.. ne olduğunu bilmediğiniz kimyasalları sıkarsınız ya da sürersiniz parfüm , bakım kremi vs diye.. onlar pis değildir ama bıyık nedense hep pistir..

valla bıyık çok temizdir ve güzeldir.. bir kere her gün belki sekiz on kere kere yıkanırlar bol sabun ve suyla.. sonra da  tararsınız.. gülmeyin.. hele bazı yaşlı amcalar , dedeler bir de nerden bulurlar bilmem güçlendirmek için kremler filan sürerler , ben hiç kullanmadım krem mrem.. kim bilir belki çok yaşlanınca mecbur kalıyorlar.. bıyık temizdir , elimizden ağzımızdan daha temizdir ,  abartma değil 19 senedir bıyıklı birisinin söyledikleri bunlar..

hele bıyıkla bira içmek ne büyük zevktir.. yazık bayanlar bu zevki hiç tadamayacaklar.. gülüyorum şimdi kahkahalarla..

lise iki de yaz tatili bitip okul başlayınca bıyıklarımı kestiğimde moralim çok bozulmuştu.. tam da yeni oturmuştu bıyıklarım kestiğimde.. ilk kestiğim günlerde nasıl da yağıyordum hep nefret ettiğim eğitim sistemine.. okullardan ve eğitimden nefret ediyorum.. bence torna tezgahları daha az şekilcidir eğitim sisteminden ve okullardan.. ne vardı yani bıyıkla okula gitsem ne olurdu ki.. kime ne zararı var iki parça kıl , tüyün..

neyse ki son sınıfa geçmiştim.. liseyi üniversiteye gitmek için ya da iş hayatına atılmak için bitirmiyordum sanki bıyık bırakma özgürlüğü içindi tüm yaşananlar.. erkekler için konuşuyorum çoğu okul bitsin üniversite başlasın hemen saç uzatacağım hayalindedir.. hiç hayatımda saçımı uzatmadım , uzatmakta istemedim.. hep kısacık kestiririm saçlarımı.. neden bilmiyorum öyle seviyorum.. çünkü berber koltukları ayrı bir hikaye konusu benim için.. berber dükkanlarını ve berber koltuklarını tam bir işkence yeri olarak görürüm.. o koltuğa oturmamla kalkmam arasındaki süre bana yıllar gibi geliyor.. hele o berberlerin özenmeleri , saçma sapan şeylere takmaları of of..

keşke saçım hiç uzamasa ya da bir makine icat etseler biz kafamızı soksak böyle anında içinden kafamız tıraşlı çıksa.. oh ne güzel olurdu..

ya nerde böyle icatlar.. saçma sapan şeyler icat ediyorlar mesela ‘cep telefonu’ gibi.. yazı biraz uzayacak belki fakat biraz da cep telefonu konusunda yağayım sağa sola , kime değerse artık..

‘cep telefonu hayat kurtarıyormuş..’ yok ya ne hayat kurtarması cep telefonu yüzünden kaç hayat kararıyor , kaç ailenin ocağına incir ağacı dikiliyor biliyor musunuz.. cep telefonu hırsızlığı , gaspı , gasp amaçlı cinayetler , kıskançlıklar vs vs.. cep telefonu yüzünden bozulan ilişkiler..

‘bana neden çağrı atmadın’ , ‘seni aradım niye cevap vermedin’ , ‘mesajıma niye cevap vermedin’ , ‘bana niye dönmedin’ vs vs.. dön baba dön bu ne yahu..

eskiden cep telefonu mu vardı.. bizim kibrit kutularından ve iplerden yaptığımız telefonlar vardı sadece.. bir de o ahizeli telefonların güzellikleri , şıklıkları vardı..

şimdi nasıl ama herkesin cebinde bir bazen , iki üç telefon.. baz istasyonu gibi geziyor herkes.. neymiş şirket hattıymış ,  özel hatmış , gizli  numaraymış.. ha benim de iki tane var telefonum da , telefondan benim kadar nefret edip , ulaşılamayan insan yoktur.. sonra cep telefonlarının yaydığı radyasyon.. o apayrı bir akıllarla durgunluk verecek konu.. çocuklar artık okuma yazmayı kalemle kağıtla değil cep telefonundan öğreniyorlar..

sonra en önemlisi de insanların özgürlüklerini sıfıra indirişi var cep telefonunun.. en önemlisi de bu.. bu.. bu..

adam arıyor ‘niye telefonun kapalıydı’ diyor ya çıldırıyorum.. ‘sen kimsin la.. sana ne la-n..’ kapatırım kapatırım.. kural mı var.. beğenmezsen beğenme bana ne.. ben böyleyim kardeşim..

belki kenefteyim , belki banyodayım tövbe tövbe.. tutacaksın atacaksın kubura sifonu çekeceksin , kurtulacaksın bu esaretten..

sonra belki ge-ber-mi-şim , toprağın altına boncuk gibi yatırmışlar beni.. açamam telefonu nasıl açayım öbür tarafta.. öbür taraf henüz kapsama alanı dışındaymış.. reklamlarında anayasa , manayasa yapmaya başlayan gsm operatörleri henüz öbür tarafı kapsama alanına alamamışlar kusura bakmayın..

bir de geceleri aranmalar vardır.. tüm gün aramazlar hava kararır , tam böyle günün stresini atmak için gevşemeye çalışıyorsundur zırttttttttt telefon çalar.. nefret ,  nefret , nefret..

bakarım numaraya bakarım , bakarım , bakarım.. düşünürüm yahu arkadaş arayan gündüz niye aramaz.. neden.. tüm güne kıran girmiş sanki.. hele bizi gecenin hangi saati olduğu fark etmez ararlar ya biterim o aramalara..

‘alo arkadaşlarla oturuyorduk da bizim işin bahsi geçti arayalım bir durumu soralım dedik ne alemdeyiz diye..’ o anda ben yağmaya başlarım ‘senin ben işini de..’ neyse boş verin..

hele içki sofralarından sizi ararlar ya aman aman evlere şenlik.. ben karşı tarafın alkollü olduğunu hissedince direk küfür eder kapatırım.. ben ‘aksırıp tıksırıncaya kadar içmeyi’ şiar edinmiş birisi olmama rağmen nefret ederim böyle rakı masalarına meze olmaktan..

sonra bir de gece yarıları abuk sabuk mesajlar atılır size.. uykularınızı kaçıracak cinsinden.. onlara direk telefon açar yağarım zaten..

daha fazla uzatmayayım telefon hikayesini bir anımla bitireyim bu bahsi.. ben üniversite yıllarım sırasında bir yandan çalışıp işi öğrenmeye çalışırken yanında çalıştığım adam bana bir telefon vermişti , ilk çıkan cep telefonu markasından.. yaklaşık bir , bir buçuk kilo ağırlığında , telsiz gibi.. sanırım şimdi tarih oldu o marka.. o telefon abartısız evdeki ahizeli telefonlar kadar ağır ve ‘tır dorsesi’ gibiydi.. güvenlik kapılarından geçerken polisler ya da güvenlikçiler kafa bulurlardı : ‘adam öldürür bu beyefendi , silahtan tehlikeli , almasak mı içeri girerken bu telefonu’ diye.. o telefondan bir sene de zor kurtulmuştum , bayram etmiştim kurtulduğumda..

nereden nereye geldik neyse işte bu cep telefonu icat edilmeyeydi de berberler yerine bir makine icat etselerdi kafamızı içine sokup bir dakikada tıraşımızı olsaydık ne olurdu sanki..

işte ben de böyle bir berber , saç kesme fobisi ve yanlış anlaşılmasın sadece kendim için uzun saç nefreti olan bir çatlağım.. hadi çık çıkabilirsen işin içinden..

benim 1989’dan beri berberim aynı adam.. lisede bir arkadaşım orayı tavsiye etmişti.. ben de hep oraya gittim şimdiye kadar.. beni , ne istediğimi bilen tanıyan birisi bu ustamız.. az laf çok hızlı iş istiyorum.. ama nerede..

saçımın çoğu yerini makineyle aldırmama rağmen bir saç tıraşı bir buçuk saat sürer mi kardeşim.. deliriyorum , her defasında on kere kalp krizi geçirir gibi oluyorum.. bayılacakmış gibi hissediyorum kendimi.. hele yazları.. of of..

bir de gözlerini kapatamazsın hiç berberde.. hep tetikte olacaksın.. seni yirmi senedir tanısa bile bir abuk sabukluk yapar hemen bıyığınıza ya da saç şeklinize kendi kafasına göre el atar.. değişiklik yapmak ister.. hele bıyığıma dokunduklarında deliririm.. bir de tutarlar kulağınızdaki , yanağınızdaki , burnunuzdaki kılınızı tüyünüzü çakmakla yakmaya kalkarlar psikopat gibi ,  delirmemek elde değil..

bıraksana kardeşim ben maymundan geliyorum , bırak kulağımdaki kılı tüyü.. vardır bir hikmeti o tüylerin ne yakıyorsun.. sen saça bak saça.. olmazsa bir ara geleceğim sana bir ağda yap kafama komple , yüzüver tüm kılları tüyleri sana da bir daha iş kalmasın yahu.. delirtmeyin beni..

 ama eminim ben yaşlılığımda delireceğim bu berber meselesi yüzünden , öyle görünüyor.. alakası pek yok ama dün gece yarısından sonra romain gavras’ın (costa gavras’ın kendisi gibi yönetmen olan oğlu) ilk uzun metrajlı filmi ‘notre jour viendra’yı izledim.. başrolde en sevdiğim yabancı erkek oyuncu ‘vincent cassel’ oynuyordu.. cassel sevgimi , itiraf ediyorum ‘aşkımı’ anlatırım bir gün..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse bu vincent cassel son iki üç filmdir bayağı bir kıllı tüylü bir şeydi , saç sakal birbirine karışmış şekilde boy gösteriyordu..

en son aronofsky’nin siyah kuğusunda portman’a eşlik etmişti.. orada yine saçlar uzundu.. halbuki cassel hep kısa saçın hastasıdır benim gibi..

ancak dün izlediğim romain gavras’ın ‘notre jour viendra’ filminde saç sakal birbirine girmiş bir  psikanalisti oynuyordu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘patrick’ adlı bu adam aynı zamanda yön-len-di-ri-le-bi-lir ve yön-len-di-re-bi-lir bir sosyopattır..

cassel yine bu karakteri canlandırırken on numara bir oyunculuk çıkarıyordu..

ırkçılığın kıçına tekme atan , attıkça da coşan coşturan bir film bu.. aidiyet kavramını sorgulayan , bireyselleşme mücadelesinde yaşanan savaşları da derinlemesine inceleyen nihilist ve anarşist öğelerin doruğa çıktığı bir yol filmi bu.. filmin çok sarsıcı anları var.. izlerken pataklandığınızda anlarsınız..

‘gaspar noe’ ve ‘haneke’den sonra tokat atan , sarsan , tartaklayan filmler yapan biri daha sinema dünyasına girdi ya romain gavras’la birlikte aman da ne güzel oldu.. çoğalın çoğalın.. tokatlayın insanları kendilerine getirene kadar.. 

konuya döneyim işte dünkü filmin ikinci bölümünde , ben ‘delirme evresi’ diyorum bu bölüme – bazıları isyan evresi diyor (isyan , delirmeyle birlikte olur , delirmezsen isyan edemezsin , delilik güzelliktir bir gün insanlık bunu anlayacak) – işte orada cassel öyle bir halde ekrana yansıyor ki saç , sakal , kaşlar kesilmiş halde bir anda ortaya çıkıyor.. dehşete düştüm.. beş on dakika sonra patrick’in himayesine aldığı ‘remy’ adlı gencin delirme sahnesinde ‘remy’nin eline jileti alıp saçlarını ve kafasındaki kılı tüyü kesmesi sahnesi vardı ki işte korkarım gözlerimden yaşların aktığı o sahnedeki gibi ben de bir gün öyle yapacağım bu berber işkencesinden kurtulmak için..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

türkçesi ‘bizim de günümüz gelecek’ olan film mutlaka izlenmesi gereken filmlerden birisi olacak sinema tarihinde.. cassel ise yine en büyük oyuncu olduğunu ispatlıyor bu filmiyle..

ha bu arada filmi ‘ümo’ da izleyecek.. ‘ümo’ eminim gelip kafama kakacak filmi ama umurumda değil.. sinemaya bakış , hayata bakış gibidir.. değişir kişiden kişiye göre..

neyse efendim esas konumuza tekrar giriyorum.. (bu arada çaktırmayın esas konumuz neydi iki saattir onu düşünüyorum..)

işte uzun uzun 19 senelik ‘bıyıklı’ ben , geçen ay saatlerce düşünerek geçtim aynanın karşısına elimde makas uğraştım durdum kesebilmek için bıyığı.. en son yedi sene önce dinlendirmiştim sanırım.. kesemedim.. gittim uzandım..

birden aklıma iki sene önce izlediğim yine bir fransız filmi olan yönetmen emmanuel carrere’nin ‘la moustache’ (bıyık) adlı filmi geldi.. onu izleyeyim biraz belki ilham gelir gider kesebilirim sonra bıyığımı dedim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse benim çok sevdiğim ama yine ‘ümo’ ve diğer bazı arkadaşların ‘bu ne lan , film mi bu’ diye sert tepki verebileceği güzel bir psikolojik gerilim film ‘la moustache’..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

başrollerinde ise gözlerine aşık olduğum , kendisine ise uzun süre vurulduğum ‘emmanuelle devos’un ve ‘vincent lindon’un başrollerinde oynadığı 2005 yapımı bir film bu.. filmdeki baş karakter ‘marc thiriez’ adeta kendisiyle özdeşleşmiş olan , yıllardır hiç kesmediği bıyığını kesmeye karar veren başarılı bir mimardır.. karısı ve arkadaşları kendisindeki bu değişikliği fark etmediklerinde , kendisini kendi akıl sağlığından bile şüphe eder hale getiren bir girdabın içinde bulur kahramanımız.. ‘marc’ özenle planlanmış bir komplonun kurbanı mıdır yoksa dünya da korkunç değişiklikler mi olmaktadır.. cevaplarını filmin ilerleyen sahnelerinde belki bulabileceğiniz sürükleyici bir gerilim filmi bu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hele bir vapur iskelesi sahnesi vardır ki dakikalar boyunca aynı sahne tekrar eder.. bir an kendinizi o vapur iskelesinin içinde sanırsınız.. o kadar özdeşleşirsiniz o sahneyle.. ben yeter bitsin diye neredeyse bağıracaktım o sahnede..

işte ben filmi tekrar koydum , izlemeye başladım.. hayran hayran bir süre ‘emmanuel devos’un gözlerinde kaldım , izledim , durdurdum filmi gözlerinde , sonra başlatıp tekrar izledim.. birazını izlerim diyordum sonra film aldı gene izletti kendini sonuna kadar..

film bittiğinde makası bırakıp kalktım bir hışımla elektrikli sakal makinesini çalıştırıp bıyığın dibine vurdum.. kendimi şekilden şekle soktum bıyığımı keserken.. içim kan ağlarken bir yandan da eğleniyordum..

ve işte bitmişti işkence.. gözlerimden bir damla yaş döküldü.. kestiğim anda özledim bıyığımı.. filmdeki gibi garip bir adam oluverdim o anda.. fakat yanımda ‘emmanuel devos’ yoktu , tek farkım buydu.. gülüyorum yine..

bıyıksız halimi ilk gören annem oldu bir çığlık attı , ‘oğlum ne yaptın’ diye bağırdı.. ‘sakin ol’ dedim ‘kökü bende , dinlendirmek için kestim..’ ‘bir sorun mu var’ dedi hemen.. ‘evet bir sorun var.. sorun hayat , sorun nefes almak’ diye bağırarak söylemek istedim ama anneme kıyamam , onun suçu yok hayatın böyle iğrenç , tekdüze , saçma sapan olmasından.. içimden bağırdım hayata..

sonra babam gördü , gülümsedi o da ‘hayırdır’ dedi.. ‘hayır hayır’ dedim.. beraber güldük..

sabah ‘ciğerim’ arabada yanıma oturduğu anda öyle bir kahkahayla çığlık attı ki ben de dikiz aynasına bakarak kahkaha attım..

sonra pirimiz ‘halo dayı’ gördü arabaya bindiğinde , ‘bu ne müdür , hayırdır niye kestin’ diye sordu.. ‘seni daha güzel öpebilmek için’ dedim , dediğim anda okkalı bir küfür savurdu öksürüklere boğularak gülerken..

ama hemen özledim bıyığımı ve kestiğim günden beri sakalımı kesmedim yine bıyık bırakabilmek için..

bıyık bir yaşam tarzı.. alışan onsuz yapamıyor.. zaten beyazlayınca keseceğiz.. ki sakala bıyığa ak düşmeye başlayalı çok oldu.. bari bırakın bizi kınamayı da bıyığımızı sakalımızı özgürce bırakalım be yahu.. ben bazen espri yaparım ‘ciğerim top sakallı , ben de bıyıklı doğmuşuz’ diye.. gerçekten bizi kimse bıyıksız , sakalsız bilmez , tanımaz..

ha bugün epeyi sayıkladım burada ama size tavsiyem yukarıdaki filmleri bulun izleyin.. ‘saçma film ,  böyle film mi olur lan’ diyin ama izleyin sonlarına kadar.

hadi size kıldan , tüyden bir film daha söyleyip sizi gene gıcık edeyim diyorum yunan bir yönetmenin filmi var onu da bulun izleyin.. değişik , değişik olduğu kadar da rutinin dışında bambaşka bir aşk hikayesi izleyin diyecektim ki vazgeçtim yine gıcıklık yapıp.. sonra anlatırım..

bu arada ‘aylak adamız’ benim tabirimle kelimelerle dövüşülen insanların pek birbirini tanımadığı bir çeşit ‘dövüş kulübü’ haline gelmeye başladı.. bu çok sevindirici.. herkes bilsin ki  yazarların çoğunu görmedik , sesini duymadık ve tanımıyoruz.. burası insanların kelimeleriyle hayatla ‘dövüştüğü’ ve yalnızlıklarını , umutlarını , acılarını , sevinçlerini , öfkelerini ve paylaşmak istediği şeyleri paylaştığı bir sahneye dönüşmeye başladı.. ne güzel.. ayrıca ‘lucy in the sky’dan sonra aramıza katılan  ‘ciğerim’e ve ‘bulut’a hoş geldin diyorum buradan.. ve sırada gelecek olanlara hazırlanın , sürprizler devam edecek..

bitirirken yukarıda o kadar anlattık hadi bari romain gavras’ın ‘notre jour viendra – bizim de günümüz gelecek’ adlı filminden bir replikle bitireyim :  ‘hareketlerim, davranışlarım sizi rahatsız mı ediyor.. güzel.. onları daha fazla yapacağım.. böylece nihayet olmam gereken kişiye dönüşebilirim.. ve bu nefrete , bu utanca rağmen beni olduğum gibi seveceksiniz..’

gülüşünüzle ve sinemayla kalın..’

Crockett..

 

 

‘ümo , reis , nazmi , asghar farhadi ve golshifteh farahani..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ümo , reis , nazmi , asghar farhadi

 ve golshifteh farahani..’

hayata yetişmek mümkün değil.. sinemanın hızına da.. tıpkı diğer sanat dallarındaki gibi..

iran sineması ise bir derya.. nereden başladım onu bile hatırlamıyorum ama kiarostami ve furuğ ile daldığım iran deryasına arkamdan cevo’nun tekmesiyle tepetaklak yuvarlandım , boğuldum.. elime nerede ne geçerse hepsini aldım.. bir film canavarı gibi tükettim.. cevo’yla majidi’nin ya da kiarostami’nin filmlerinin herhangi bir sahnesi için saatlerce konuşurduk.. onu yakalayan bırakmayan yerler beni de yakalıyordu.. sonra o gitti o kara şehirlerden birine , ben burada kaldım bir başıma deryanın içinde..

ara ara gelir cevo bende ne varsa alır gider.. geçenlerde geldiğinde tarumar edip arşivimi gitti yine.. sonra bir gün mesaj attı asghar farhadi’nin ‘about elly’sini izledin mi diye.. henüz izlemedim dedim.. o sıralarda asghar farhadi yeni filmiyle berlin’de en iyi film altın ayı ödülünü almıştı ve oyuncularda diğer ödülleri toplamıştı.. cevo hemen izle dedi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ben de kaç aydır beklettiğim filmi o gece uykum gelmesine rağmen geç vakitte attım makineye izlemeye başladım.. filmin başlamasıyla uzandığım yerden kalktım kendimden geçercesine dikkatle izlemeye başladım.. belki de filmin içinde kayboldum gittim.. zaten ilk sahnelerle birlikte ‘golshifteh farahani’ ile karşılaşmam benim dikkat kesilmeme yetti arttı bile.. ilk hangi filmde görmüştüm onu bilmiyorum ama elime onun oynadığı bulabildiğim tüm filmleri almıştım.. bu filmde oynadığını nasıl bilmiyordum ve nasıl atlamışım hala hayret ediyorum..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

golshifteh farahani , iran sinemasının yetiştirdiği çok güzel ve yetenekli oyunculardan birisi.. nacer khemir’in bab’aziz’ini izleyen onu oradaki ‘noor’ rolünden mutlaka hatırlar.. nasıl unutulur ki o masalsı güzellik..

sonra kiarostami’nin shrin’in de o sinema salonundaki onlarca iranlı güzelliğin yüzlerinde kamera dolaşırken onun yüzü hemen nasıl da kendini fark ettiriyordu..

bahman’ın ‘half moon’ filminde oynarken de döktürüyordu..

hollywood sinemasının son yıllarda yetiştirdiği en iyi oyunculardan birisi olan leonardo dicaprio ile oynadığı ve emperyalist ajanların fink attığı ortadoğu ülkelerinde geçen dolapları ‘belli bir açıdan’ güzel anlatan ‘body of lies’ filminde yine   ‘golshifteh farahani’ oyunculuğunu ve güzelliğini konuşturuyordu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bazen düşünüyorum  golshifteh farahani’nin sadece bir filmde görünmesi bile o filmi güzel yapabilir mi diye..

neyse golshifteh farahani’nin başrolde oynadığı ‘about elly’ adlı film insanı sarsacak kadar etkileyici bir film..

insan bir an nereye gidiyor , ne anlatacak bu film bize derken o monoton akış birden arka arkaya sarsıcı olaylarla bambaşka bir seyir izlemeye başlıyor.. filmin tek kusuru var kamera bazı yerlerde aksıyor.. kameranın piri cevo daha iyi anlatır bu konuyu.. belki bir gün kim bilir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin konusundan da kısaca bahsedeyim : ahmad yıllar sonra iran’a döner.. arkadaşları onun için deniz kenarında bir gezi düzenlemeye karar verir.. evli olanlar aileleriyle , bekarlar tek başlarına geziye katılır.. sepideh (golshifteh farahani) çocuğunun öğretmeni elly’i de (taraneh alidoosti) bu geziye davet eder.. elly , o sırada nişanlısıyla sorunlar yaşamaktadır ve bu gezi kafasını dinlemek için iyi bir fırsattır.. gezi sırasında spontane şekilde ahmad’ın diğer arkadaşları -en başta da sepideh- ikisi de bekar olan elly ve ahmad’ı birbirlerine yakıştırır.. elly durumu fark ettiğinde mahcup olur ve oradan ayrılmak ister ama sepideh kesinlikle bırakmaz , gitmemesi için eşyalarını saklar.. işte olaylar bundan sonra bambaşka boyutlara ulaşır.. bundan sonrasını anlatmıyorum çünkü insanı derinden sarsacak kadar etkileyici bir akışı ve sonu var filmin..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

cevo’nun deyimiyle ‘iranlılar biliyor sinemayı..’ ne kadar da doğru , haklı bir cümle..

bu film bittikten sonra sabaha kadar uyuyamadım.. tekrar başa döndüm tekrar izledim.. milyonlarca dolar harcayarak , abartılı bütçelerle saçma sapan harcamalarla film yapmaya gerek olmadığını , çok sade ve hayatın içinden filmlerin nasıl yapılabileceğini asghar farhadi çok güzel göstermiş filminde..

bağırmadan çağırmadan iran özelinde kadın erkek ilişkilerinin nerelere vardığını da gözler önüne seriyor filmde..

benim gibi saçma sapan sebeplerle hala izleyemediyseniz bu filmi bulun izleyin.. ve siz de yüreğinize iran’ı ve isterseniz golshifteh farahani’yi koyun..

ben böyle etkilendiğim zamanlarda hemen yazmam filmler yada kitaplar filan hakkında.. beklerim bir süre.. o film ya da kitap filan demlenir içimde.. tekrar izlerim , tekrar okurum.. içinde yaşarım o filmleri ya da kitapları.. o eserin kahramanları beni görmezler ama ben yanlarında sessizce izlerim onları..

sabaha kadar uyamayan ben filmin ya da golshifteh farahani’nin sarhoşluğuyla tıngır mıngır mekana geldim öğlene doğru.. o gün hiçbir şey yapmak istemiyordum.. sonra mekanda birden kimse kalmadı , tek başıma kaldım.. bir süre filmle ilgili yazıları , eleştirileri bulup , okudum.. sonra açtım mekanda izledim filmi bir süre..

filmi izlerken reis geldi önce , sonra da ümo’yu çağırdık.. reis’le nedense ilk aklımıza gelen kişi ümo oluyor.. ümo’da hemen koşa koşa geldi..

ben içimde about elly’nin sarsıntıları demlenmeye başladık.. üç kişi oradan buradan konuşurken konu döndü dolaştı nazmi kırık’a geldi.. ümo ‘la votka limon’u izlemiş miydin’ diye sordu.. evet izlemez miyim , çok sevmiştim.. hem ben votka limon’u da çok severim bilirsin dedim..

‘ya onu bırak.. nazmi , hüner salim’in yeni filminde oynamış geçenlerde’ dedi.. vay dedim nazmi abim gene oyunculuğunu konuşturmuştur.. ümo dur arayalım dedi nazmi’yi ne zaman gelecekmiş öğrenelim.. aradı nazmi’yle sırasıyla konuştuk ümo , ben , reis.. baba dedik ne zaman geliyorsun.. özledik seni.. evet hiç tanımadığım nazmi abimi yıllardır görmüyormuşum gibi özlemiştim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

nazmi ‘az kaldı geliyorum.. yakın zamanda bir film vardı hüner’in onda bir rolümüz vardı oynadık , şimdi özel bir durumum var , onu da atlatınca yanınızdayım’ dedi.. çok sevindik.. ne kadar gelmesini istediğimizi gelince benim ve ümo’nun gözlerinden anlayacaktır..

neyse telefonu kapattık üç aylak , nazmiden , sinemadan bahsederken ben de bir yandan hüner salim’in son filmine bakıyordum internetten.. o anda sustum kaldım durgunlaştım filmin adını okuyunca : ‘si tu meurs, je te tue’ (eğer ölürsen, seni öldürürüm..)

çok etkileyici bir isim derken oyuncu kadrosuna bakıyordum ki ilk başta isim olarak golshifteh farahani’yi görünce çığlık attım..

vay dedim nazmi abim , golshifteh farahani’yle oynamış bu filmde.. reisle ümo şaşırdı.. ilk başlarda hatırlamadılar golshifteh farahani’yi.. onlara resimlerini gösterince ve filmlerini sayınca hatırladılar , bilmez miyiz dediler o güzelliği..

filmi o kadar merak ettim ki.. hemen fragmanını açtım izledim.. bir bıyık hastası olan ve yirmi yıldır bıyıklı olan ben diyorum ki bıyığın uçları hariç nazmi abime bıyık pek yakışmış , güldürdü bizi.. hele fragmanda nazmi abimin söylediği türkü yıkıp geçti bizi , hem de bir kez daha hayran bıraktı oyunculuğuna o kısacık fragmanda.. golshifteh farahani ise o fragmanda tüm güzelliğiyle güneş gibi yakıyordu.. filmin merkezinin  golshifteh farahani olduğu fragmanda açıkça anlaşılıyordu.. defalarca seyrettik..

sonra ümo aynı nazmi abim gibi türküyü söyleyince gülmekten yerlere yattık.. nazmi abim binlerce kilometre uzakta olsa bile sımsıcak oyunculuğu ve o güzel yüreğiyle gecemizi aydınlatmıştı.. ah nazmi abim ah , senin gibi insanlara ne kadar ihtiyacı var bu ülkenin bilemezsin.. senin kıymetini bilmeyenlere yazıklar olsun ne diyeyim daha fazla ağır yazmak istemiyorum kalemin ucu kayar gider çünkü çok doluyum..

neyse işte o gece biz nazmi abimiz’de yanımızdayken yükümüzü yeterince alıp dağıldık evlerimize..

ben eve gittim önce half moon’u sonra bab’azizi , kazım öz’ün fotoğraf’ını , sonra yeşim ustaoğlu’nun ‘güneşe yolculuk’unu ve en son da ‘about elly’i tekrar koyup bazı sahnelerini izledim günün ilk ışıklarına kadar..

sonra ‘ikizim’ , ben sensizliğin dipsiz kuyusunda boğulurken kendimi tüm ağırlığımla suyun en dibine ulaşmak üzere bıraktım bir daha hiç uyanmamak dileğiyle about elly’de geçen şu cümleyle :

‘kötü bir son , sonsuz bir umutsuzluktan daha iyidir..’ (about elly..)

 

Crockett..

Max: “You are my best friend. You are my only friend.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Max: “You are my best friend. You are my only friend.”

Geçenlerde bir arkadaşım gündem yorgunu ruh halimi görüp elime bir film tutuşturdu. “Seyret mutlaka. Tam senlik” dedi. Çok sevdiğimiz hareketler bunlar. Birileri halimizden anlasın, Hızır gibi yetişsin, reçete yazar gibi film önersin, kitap önersin, şarkı göndersin. Sonra o kitaplar, filmler, şarkılar bünyeye iyi gelsin, iyileştirsin, sarıp sarmalasın. Bayılırım. Neyse. Bu muazzam görevi başarıyla üstlenen arkadaşımın elime tutuşturduğu DVD’nin kapağına şöyle bir baktım. Film göründüğü kadarıyla tam benlik gerçekten. 2009 yapımı stop-motion bir film. Kapakta siyah beyaz bir görsel. Eskimiş döşemenin üzerinde, tam pencerenin önünde bir sandalye, bir de masa. Masada daktilo. Daktilonun başında, kafasında kapaktaki tek renkli şey olan kırmızı ponponuyla üzgün suratlı bir adam. Öylece durup elimdeki DVD kutusuna bakarken hissettiğim -abartmayı severim- ilk bakışta aşk gibi bir şey. Filmde kırmızı bir ponpon var, daktilo var, üzgün suratlı bir adam var, eskimiş döşemeler var; üstelik stop-motion. Sevmemem ihtimal dahilinde değil. Nasıl olmuş da ıskalamışım bunca zaman, bilinmez. Galiba; kitaplar, filmler ve bazen de şarkılar herkesler tarafından senden çok önce tüketilip eskiyip gündemden düşse de, senin hayatına girmek için sırasını bekliyor. Sanki yolunuz kesişmeden önce senin onlar için bir hazırlanman gerekiyor. Öyle herhangi bir zamanda çıkmıyorlar karşına. Gerekirse uzun zaman bir şekilde senden saklanmayı başarıp hayatının tam “cuk oturdu” denecek yerinde bir anda pıt diye beliriveriyorlar. Şimdi durup hayatımdaki olaylarla eşzamanlı okuduğum kitapları, seyrettiğim filmleri düşünüyorum da, gayet anlamlı bir teori bu. Hatta kesin öyle. (Mesela Ezginin Günlüğü’nü çok severim. Hüsnü Arkan’ın yeni ‘solo’ albümünden piyasaya çıktıktan çok sonra haberim oldu. Ama öyle bir anda dinledim ki albümün ilk şarkısını, ne erken ne geç. Tam bana bir Hüsnü Arkan şarkısından başka bir şeyin iyi gelmeyeceği sırada. Kusursuz senaryoları severim.) Neyse.

DVD’nin devir tesliminden sonra pek sevgili arkadaşımın o anki hayat senaryoma uygun gördüğü filmi seyretmek için derhal gerekli ortamı hazırladım ve kucakta kedi “play”e tıklayıp Mary & Max’in tuhaf ama güzelliğini tuhaflığından alan dünyasına dalıverdim. İlk bakışta karanlık, soluk renkli bir dünya burası. Filmin içine girip hem Mary’yi hem Max’i şefkatle bağrıma basıp “korkmayın ben varım” demek istediğim sahnelerle, dev puntolarla duvarlara yazmak istediğim repliklerle, ağlasam mı gülsem mi bilemediğim, en sonunda ağlamaya karar verip lakin kendimi bir anda kahkaha atarken bulduğum naifliklerle dolu, karanlığa rağmen ponponların kırmızı olduğu bir dünya. Biraz içine girince karanlığın sanki hafifçe aralanıp ışığa yol veren siyah perdeler gibi aralandığı. Alabildiğine hüzünlü. Hani hüznün hapı olsa içsek, ancak öyle hissedeceğimiz. Öyle yoğun, öyle katışıksız. Alabildiğine umut dolu. Hani umut bir ruh hali değil masa gibi sandalye gibi dokunabildiğin “gerçek” bir şeymiş gibi. Filmde aklımı çelen çok şey var. Kalbimi çalan. Ama benim gibi bir mektupsever için bunların en başında Max’in ve Mary’nin birbirleriyle mektuplar üzerinden konuşmaları geliyor. Film zaten bu birbirinden alakasız dünyalarda yaşayan ama aslında hayatın aynı köşelerinden gol yemiş iki insanın birbirlerine yazdıkları çocuksu olsa da gayet ciddi, yer yer eğlenceli, yer yer iç buran mektuplar üzerinden ilerliyor. Mary & Max’i seyredin muhakkak. Eğer hala yolunuz kesişmediyse bu filmle, bu yazı size vesile olsun. Gündem yorgunu kalplerinize iyi gelir bu film. Onları alır pamuklara sarar, öpüp koklar, pışpışlar. Bakarsın iyileştirir.

“lucy in the sky”

THE LIFE OF DAVID GALE…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

THE LIFE OF DAVID GALE…

 

 Tür : Gerilim , Dram

Yönetmen : Alan Parker

Senaryo : Charles Randoph

Görüntü Yönetmeni : Michael Seresin

Müzik : Alex Parker, Jake Parker

Yapım : 2003, ABD, 130 dk.

 

Oyuncular : Kevin Spacey (Dr David Gale), Kate Winslet (Elizabeth Bloom), Laura Linney (Constance Hallaway), Gabriel Mann (Zack), Matt Craven (Dusty), Rhona Mitra (Berlin), Leon Rippy (Braxton Belyeu), Jim Beayer (Duke Grover)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Türkçeye yaşamla ölüm arasında diye çevrilen 2003 yapımı unutulmuş bir film The Life of David Gale. Ölüm cezasına karşı olan ve kaldırılması için çaba gösteren çılgın bir profesör, David Gale günün birinde idam cezasına çarptırılır ve suçu kendisi gibi idam cezasına karşı olan meslektaşı Constance e tecavüz ederek öldürmektir !!!

 

Konusu bir kaç cümleyle anlatılabilecek ama hissettirdiklerini bir ömür boyu yaşayacağınız bir film…

Sinemada adını merak edip küt diye girdiğim ama asla günlerce düşünmekten uyuyamayacağım bir film olacağını tahmin etmediğim enteresan bir direnişin öyküsü…

 

Filmi izledikten sonra vay anasını diyeceğiniz hatta üşenmeyip uzun bir “tarihte başkaldırılar” araştırması yapacağınız şahane bir film.

 

Profesör David Gale’in dersinden bir sahne :

 

“Fanteziler gerçekdışı olmak zorundadır. Çünkü istediğiniz şeyi elde ettiğiniz anda, artık onu istememeye başlarsınız. İsteğin devam edebilmesi için, objesinin sürekli olarak eksik olması gerekir. İstediğiniz o şey değil, onun fantezisidir. İstek çılgınca fantezileri destekler…

‘Sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalini kurarken gerçekten mutlu oluruz ’ derken Pascal’ın anlatmak istediği de buydu. Bugün geldi. Bu nedenle ‘avlanmak, öldürmekten daha zevklidir’ ya da ‘ne dilediğine dikkat et’ deriz . Ona sahip olacağın için değil; ona sahip olduğun zaman artık onu istemeyeceğin için.

İstekleriniz doğrultusunda yaşamak sizi asla mutlu etmez. Gerçek anlamda insan olmak demek, fikirler ve idealler için yaşamak demektir. Hayatınızı istediklerinizin ne kadarını elde ettiğinizle değil, yaşadığınız samimiyet, şefkat ve özveri anlarıyla ölçmek demektir. Çünkü sonunda kendi hayatlarımızı önemli kılmanın tek yolu diğer insanların yaşamlarına değer vermektir.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Not: film bittikten sonra çok düşündüm acaba şimdiye kadar gördüklerimin ne kadarını doğru anladım diye ve hala düşünüyorum. Muhtemelen her yeni gün yanlış algılarıma bir yenisi ekleniyor…

 

İdam cezası olmayan bir ülkede yaşasak da kimi için idam , özgürlüğünün elinden alınmasıdır !! özgür ol(a)mayanlar bunu anlayamazlar tabi…

 

‘TERS

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DOĞU ASYA SİNEMASI , DAVID CARTER..

DOĞU ASYA SİNEMASI , DAVID CARTER..

‘kalkedon yayınları türkiye’deki sinema kitaplığının bir eksikliğine son verecek bir kitap yayınladı yakın zamanda : doğu asya sineması.. david carter’in derleyip yazdığı kitap nejat ağırnaslı’nın çevirisiyle raflarda yerini aldı..

kadıköy’de olanlar şanslı diyeceğim kalkedon yayınları diplerinde caferağa spor salonunun karşısında , oradan indirimli şekilde alabilirler.. her ne kadar ben orada kitapla ilgili küçük bir komedi yaşasam da..

ben genelde tanımadığım , girmediğim kitapçı ya da mağazalardan alışveriş yapmayı sevmem.. sıkıntı basar.. sanırım bir psikiyatriste görünmem de yarar var bu konuda.. gülüyorum.. neyse kalkedon yayınevi de böyle pek uğramadığım ama her gün vitrinine geçerken bir iki kere baktığım bir kitapçı.. işte böyle geçişlerimden birinde baktım ula o ne kapağında ‘old boy’dan bir sahnenin olduğu bir kitap duruyor vitrinde.. neyse binbir zorlukla kendimi ikna ederek içeri girdim.. masalardan birinden bir hanımefendi kalkıp buyrun dedi.. ‘doğu asya sineması’ kitabından bir adet istediğimi söyledim.. bayan bana anlamayan gözlerle baktı , hangi kitap dedi.. ben tekrar ettim.. bilgisayardan bakmaya başladı.. off en sevmediğim sıkıcı anlar bunlar.. ama beni bir gülümseme tuttu , gülümsemem bayanın aramasının uzun sürmesi ve kitabı bulamamasıyla arttı..

tam kahkahaya dönüşecekken kendimi tuttum çünkü o sırada bayan bana dönüp üzgünüm böyle bir kitap yok dedi.. ben ağzımı açayım mı , ağzımı açarsam kahkaha atar mıyım diye düşünürken yahu ben yanlış mı girdim acaba diye de kendimi sorguluyordum.. kalkedon kitapçısı değil mi diyeceğim ama orası , ki olmasa bile vitrinde zaten var kitap..

vitrinde duran kitabı bilgisayarda arıyoruz.. kendimden şüphe ettim bir ara , la yine mi ayakta uyuyup rüya görüyorum diye düşünürken bayan yan odadaki yine bilgisayar başında oturan bir beyefendiye dönüp kitabın adını söyleyince o bey de bilgisayarda aramaya başladı.. o an bir yok olmak istedim yeryüzünden bir de geri dönüp çıkıp dükkan dışında iyicene bir gülüp geri dönmek istedim.. ama o beyefendi de yok böyle bir kitap dedi.. ben artık koptum , dayanamayıp gülerek dedim ki tamam kitap yok bilgisayarda ama ben vitrinde duran kitabı alabilir miyim , orada bir tane var dedim..

bu sefer ikisi birden güldü ve bayan hızla vitrine koştu , gülerek kitabı getirdi.. bizim kitapmış dedi , evet dedim kalkedon’un kitabı ve gülümsedim.. kahkaha atmayı dışarıya bıraktım..

ben yoğunluklarına verdim onların.. hem kitap hazırlamak , yayınlamak hem de kitapçı ve cafe işletmek zor işler bu devirde.. böyle yoğunlukta olur böyle aksilikler dedim.. hem ne güzel işte asık suratımıza bir an olsun gülümseme yayıldı.. neyse teşekkür edip çıktım.. arkadaşlar belki beni hatırlamazlar ama üç hafta önce filan yaşanan bir olaydır bu.. not düşeyim dedim tarihi..

neyse poşetten hemen çıkarıp yolda inceledim biraz.. güzel bir kitaba benziyordu.. mekana gittiğimde daldım kitaba..

gerçekten güzel bir derleme.. tayvan , çin sinemalarından tutun her iki kore’nin sinemalarına kadar doğu asya’daki sinema sanatına ve yapıtlarından geniş bir alanı anlatıp , örnekleriyle sunmuş.. bazı bölümleri biraz yavan ve sırf bahsetmiş olmak için bahsedilmiş gibi dursa da kitap yine de büyük bir açığı dolduruyor.. özellikle bu coğrafyanın sinemalarına ilgi duyan ankaralı cevo’ya (ki cevo bu hafta sonu bana sürpriz yapıp beni ziyaret etti , çok sevindim gelişine) , ‘entekyeli’ yönetmen gökhan kardeşime ve bana oldboy’un müziklerini hediye ederek büyük güzellik yapan ama sonra beni nedense unutan beyoğlu’ndan deniz kardeşime tavsiye ederim bu kitabı.. mutlaka edinsinler..

bizim ‘japon sülo’ya gösterdim kitabı ama beyefendi animelerle , mangalarla ve kore dizileriyle kafayı bozduğundan kitap pek ilgisini çekmedi.. ee ne de olsa 90 gençliği böyle oluyor.. kitaba değil görsel bakıyorlar , yani kolaya kaçıyorlar diyeceğim ama bu japon sülo için geçerli değil çünkü japon sülo okumanın da hastası.. o kadar yetenekli ki okuma konusunda okurken uçan tekme bile atabiliyor istediğiniz kişiye..

bu arada yakında ‘japon sülo’nun bana verdiği ‘death note’ üçlemesi filmle ilgili yazacağım tabi o kadar ısrarıma rağmen eğer o yazmazsa ‘aylak adamız’a bu filmlerle ilgili.. bence gayet başarılı bir üçleme.. her açıdan başarılı filmler.. animelerini izlemedim.. animeleri de çok başarılıymış , belki vakit bulursam izlerim bir gün ‘death note’un animelerini de..

death note’un özellikle ilk iki film sürükleyiciliğiyle hollywood yapımlarını ezer geçer.. hele ‘l’ karakteri unutulmaz bir karakter.. ‘l’ canlandıran ‘kenichi matsuyama’ ile ‘light yagami’yi canlandıran ‘tatsuya fujiwara’ müthiş performans sergiliyorlar ilk iki filmde.. son filmde ‘l’ karakterini canlandıran   ‘kenichi matsuyama’ oyunculuk kariyerinin sanırım doruğuna ulaşıyor..

gerçi duyduğum kadarıyla hollywood bu filmlere de el atmış filmlerin tekrar çekimi için.. ama ellerine yüzlerine bulaştırırlar eminim.. tıpkı yakın zamanda izlediğim ‘tzametti-13’ filminin gela babluani tarafından tekrar hollywood için çekmesiyle.. film kuru , yavan olmasının yanı sıra sırf gişe için yapıldığı o kadar belli ki.. çok merak ediyorum.. gela babluani’ye bir fırsatım olsa keşke sorsam :  ‘daha üç dört sene geçmeden ve senin ilk filmin olan  ‘tzametti-13’ ü sen niye durup dururken tekrar çekersin kardeşim’ diye.. gerçekten anlamıyorum.. ve sen o ilk filminle gayet başarılı bir iş çıkarmışsın.. bence bir başyapıttı ilk ‘tzametti-13’.. ama durup dururken gela babluani gitmiş filmi bir de amerika’da çekmiş.. ee ne ortaya çıkmış koca bir hiç.. filmin tekrar çekiminde oynayan ‘fifty cent’ gibi parayı gerçek hayatında bıçakla kesip yediğini gösteren fotoğrafları medyaya dağıtan görmemişliğin abidesi adamlar oynuyor diye çok kişi izleyecek sanmışlar herhalde tekrar çekimde.. ama bir fiyasko.. gela babluani yeni yapımlarla uğraşsaydı keşke.. çok ümitliydim kendisinden..

konuyu epeyi dağıtık sanırım.. ‘doğu asya sineması’ndan , ‘death note’ filmine oradan gela babluani’ye kadar uzandım.. ne beyin var kardeşim bende de.. rahatsız bir beyin.. konuşurken de böyleyim.. alakasız konular arasında çok güzel bağlantılar kurar daldan dala sıçrarım.. ama yine de seviyorum kendimi ya.. koptum burada gülmekten.. hayatta hiç kendime seni seviyorum dememiştim.. püff..

neyse yazı konusu kitabı bence doğu asya sineması’na meraklıysanız alın.. meraklı değilseniz bile alın sinema dünyanızda yeni bir ufuk açar.. kalkedon yayınlarına ve kitapta emeği geçen başta çevirmen nejat ağırnaslı olmak üzere herkese teşekkür ederiz..

kitaplarla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

Kitap Arkası :

‘bölgedeki bütün ülkelerden pek çok film, kendi ortak budist ve konfüçyanist miraslarının izlerini yansıtır.. çin toprakları ve kuzey kore filmleri de komünist ideoloji ile şekillenmiştir.. bazı büyük yönetmenlerin yapıtlarında doğu asya’ya özgü görsel sanatlardaki geleneksel çizgilerin etkisini izlemek de mümkündür : imgelem, çerçeve içindeki kompozisyon, boşluk algısı gibi.. dövüş sanatlarının biçimleri de, en popüler eğlence ürünlerinden en başarılı sanatsal kazanımlara, filmlerin başarısına büyük oranda katkıda bulunmuştur.. her ülke filmleri aracılığıyla kendi özgün dövüşü sanatları formunu popülerleştirebilmiştir.. çince konuşan bölgelerde kung-fu ve tai-chi, japonya’da kendo ve karate, kore’de (özellikle güney kore’de) tekvando ve taekgyeon öne çıkmıştır..

güney ve kuzey kore sinemalarının ortak başlangıçları olduğu ve ikinci dünya savaşı’nın sonrasına kadar ortak bir tarihi paylaştıkları için bu kitaptaki tarihsel dökümde bunlar süreğen bir anlatının parçası olarak japon hakimiyeti altındaki dönem, güney kore ve kuzey kore başlıklarında üç parçaya bölünerek sunulmuşlardır.. tayvan örneğinde anakara çin’den mülteciler tarafından kurulan yeni bir ülke olduğu ve japon hakimiyeti boyunca çok az sayıda film üretildiği için bu ülkenin sinema tarihini çin sinemasından bağımsız olarak sunmak mümkün olmuştur..

bu kitap, doğu asya sinemasında başlangıcından günümüze kadar olan gelişmelere geniş bir bakış getirmeye çalışıyor.. seçilen yönetmenlere ve onların filmlerine sağlanan özet bilgilerin bu yönetmenlerin filmlerinin bütününü daha derinlikli incelemeleri için okuyucuları teşvik edeceği düşünüldü.. yazarın seçkisinde tarihsel önem, sanatsal başarı, yenilikçilik, tanrının önemli örneği olma, bir açıdan özgünlük, bir akımı temsil etme, kendi ülkelerindeki sosyal ya da kültürel bir temayı yansıtmak ya da bir yönetmenin kariyerindeki dönüm noktalarını yansıtmak gibi kriterlerin bir ya da daha fazlasını sağlayan filmlere yer vermiştir..

DOĞU ASYA SİNEMASI , DAVID CARTER , Türkçesi : NEJAT AĞIRNASLI , KALKEDON Yayınları , Ocak 2011 , 259 sayfa..

‘FRANÇOIS TRUFFAUT’ , Derleyen : RONALD BERGAN..

‘ben hep  aşk hakkında filmler yapıyorum ; başka konular ilgimi çekmiyor çünkü , sadece hislere ilgi duyuyorum.. bir de çocukların o büyülü dünyası.. nitekim aşk hakkında kafamda 30 film var ; bunların hepsini çekmeyi amaçlıyorum.. aşk ; bu büyük insani motor özellik , tek ortak paydamızdır.. örneğin kwai köprüsü’nü on yönetmene verseniz , elinizde aynısından on ayrı film olur.. ama bir aşk hikayesini on farklı yönetmene verseniz , birbirinden farklı on film görürsünüz.. çünkü her yönetmen filmine kendinden çok şey koyacaktır ; çünkü aşktan bahsetmek daha büyük yetenek ister ve insanı sırf bir hikaye anlatma çerçevesinin ötesine geçmeye zorlar.. hem hayatta insanın başına gelen karşılaşmalar o kadar gizemlidir ki , bunu yansıtmayı başarmak o kadar zordur ki ; benim merakımı gidermeye yeter.. dolayısıyla benim çoğu filmimin konusu dünyanın en sıradan bu olayıdır : o adam , o kadın ve öteki..’

 

FRANÇOIS TRUFFAUT

‘hayatımda düzensiz hayat süren o kadar çok örnek vardı ki , kendi kendime yetişkinlerin canlarının istediğini yapan , ama bu yüzden kendilerine ceza kesilmeyen insanlar olduğunu söyledim : bunu söylediğimden beri de değişmedim ; anti-sosyal olmamın sebebi bu.. etrafımdakilerin gönül meselelerine çok duyarlıydım , çiftlere , zinaya ;  bu yüzden madame bovary’yi okuduğumda onunla aramda tam bir özdeşlik kurdum , onun para sorunları vardı , benim de öyleydi ; gizlice aşığıyla buluşuyordu , ben de gizlice sinemaya gidiyordum.. filmlerimde insanları korkunç sıkıntılar içinde gösterme hevesini bana veren de bu ; çünkü kendim hem imkansız durumlara sokma eğilimine hem de bu durumlarda korkunç acılar çekme kapasitesine sahibim ; hitchkok’u sevmemin asıl sebebi de buradan kaynaklanıyor , çünkü gerilim korkunç bir hastalık..’

 

FRANÇOIS TRUFFAUT

 

‘FRANÇOIS TRUFFAUT’ , Derleyen : RONALD BERGAN , Çeviri : EBRU KILIÇ , AGORA  Kitaplığı , Aralık 2010..

‘truffaut’nun hayatımın en büyük takıntısı olduğunu çevremdeki herkes bilir.. onu çok geç keşfetmiştim.. geç bir karşılaşma oldu ama hayatımın vazgeçilmezlerinden birisi oldu hemen.. zaman geçti ve tanrım demeye başladım ona..

400 fırça darbesi.. kaç defa seyrettim bilmiyorum.. her izleyişimde daha da sevdim o filmi.. sonra yüce truffaut’nun kulluğuna , müritliğine yakışabilmek için onu herkese tanıtmaya , anlatmaya ve filmlerini vermeye başladım.. hayatımda en çok hediye verdiğim şeyler kitap olarak ‘aylak adam’ , film olarak da ‘400 fırça darbesi’ ve ‘sonbahar’dır.. gençlere , dostlarıma , yeni tanıştığım insanlara bunlardan birisini mutlaka veririm ve böylece vücutlarına sinema ve aylaklık zehrini yollarım..

godard’ı ondan önce tanımış olmama rağmen truffaut , godard’ın önüne geçti hemen.. godard da benim için o kadar önemli ve vazgeçilmezdi ki ilk başlarda godard’dan daha çok sevdiğimi kendime itiraf edemiyordum ama sonra godard da anlayışla karşıladı beni ve ikinci olmayı kabul ederek beni de rahatlattı bu zor sıralama tercihimde.. kopuyorum bunları yazarken ama gerçekler bunlar ne yapayım , benim ‘ucube’ dünyamın gerçekleri..

her neyse keşiften sonra tanrım truffaut’yla ilgili ne kadar kaynak , belge , dergi , yazı varsa toplamaya çalıştım.. türkçede pek kaynak bulamasam da izini sürdüm truffaut’nun her yerde.. her zaman sinemayla ilgili ya da fransa’yla ilgili kitaplarda isim indekslerini açıp onun ismine bakıp varsa ilk onunla ilgili bölümlerini okurum.. hastalık o derece ilerlemiş durumda anlayacağınız..

daha önce artı bir kitaplıktan kapsamlı bir ‘yeni dalga’ kitabı çıkmıştı.. yeni dalganın en büyük dalgası da bence ‘truffaut’dur.. o kitap benim başucu kitabım oldu..

dün reis’le kitap ve film avında kadıköy’ün en büyük kitapçılarından birinde aylaklık yaparken birden sıkıntı bastı.. çıkmak istedim ama reis o sırada dergi reyonunda oyalanıyor ben de onu bekliyordum.. sonra adım gibi ezbere bildiğim kitapçıda sinema kitaplarının olduğu bölüme yakın olduğumu fark edince bir bakayım , kitap mıncıklayayım bari dedim.. ayaklarımı sürüyerek oraya gittim ki ne göreyim – la la la la bu ne , truffaut ile ilgili kitap çıkmış la.. asık suratım gülümseyip nasıl da neşelendim anlatamam , reis gördü.. hemen kaptım kitabı kasaya koştum.. agora kitaplığı ‘ronald bergan’ın derlediği bu kitabı ‘ebru kılıç’ın güzel çevirisiyle bizlere ulaştırmış.. ‘ronald bergan’a da , agora kitaplığı yöneticilerine de , ebru kılıç’a da emekleri için sonsuz teşekkürler.. dünden bu yana kitabı tarumar ettim , gerçekten çok güzel bir çalışma.. truffaut’nun özellikle kendi hayatı ile godard ve hitchkok başta olmak üzere diğer yönetmenlerle ilgili değerlendirmelerini okumak için kaçırılmayacak bir kitap.. tükenmeden hemen alın çünkü ben hepsini alabilirim..’

 

Crockett..

‘sol eli başımın altında olsun , sağ da beni kucaklasın..’ – REHA ERDEM

‘düşüncem , sanat görüşüm bu.. sadece sinemada değil , resimde , edebiyatta , her alanda gündelik gerçek denilen şeyin yeniden insanların önüne sunulması bir haz kaynağı.. fakat bunu biraz şaşırttığınızda , bugünden alıp şöyle değil de böyle koyduğunuzda , mesele gerçek olmaktan çıkıp başka bir şey haline geliyor.. bence sanat dediğimiz şey o dekalajda , gerçekle gerçek olmayanın arasındaki yerde de değil , o kayışta , kayıpta.. ya da felsefe.. bunlar hep birbirine karışan şeyler diye düşünüyorum.. bir anlam yarattığında , bir anlam bütününü işaret ettiğinde , beni çevirttiriyor.. sinema , özellikle siyasi sinema denilen şey en anlaşılacak , en kaba , en kötü şey olarak düşünülüyor.. o zamanlar şuna pankart göstermeyelim , buna imza , diye tartışırdık.. sonra görüşlerim çok daha ileri gitti.. gerçek bir devrimci , gerçek bir siyasi film zihinleri allak bullak eder.. yoksa içinde devrim lafları , devrim hikayeleri olan ya da bir devrimcinin kahramanlık hikayesini anlatan bir film değildir.. ondan da zevk alabilirsiniz ama bunun hiçbir anlamı yoktur..’ 

‘ben de filmlerimin çok politik olduğunu düşünüyorum.. çünkü kendim gündelik politikayla değil ama politik düşünüyorum.. bir insanın babasına isyanı kadar politik bir şey var mı.. babasına isyan edemeyen adamların yüzünden buraya geldik.. eskişehir üniversitesinde ‘korkuyorum anne gibi filmler yapıyorsun , hayat böyle mi’ diye sormuşlardı.. evet hayat hakikaten öyle.. babasını anlayamamış , babasının altında ezilmiş adama rütbeleri takarsan herkesten babasının intikamını alıyor.. etrafına zarar veren biri oluyor.. belki zarar da vermiyor ama çocuğunu sevmiyor , kötülük dediğimiz şeye düşüyor..’

‘zaman zaman bazı isimler söylüyorlar , okuyorum , yok deyip bildiklerime dönüyorum.. dünyada okuduklarım dön dolaş gene dostoyevski.. on beş yıldır yeni şair okumuş değilim.. okuyorum da işte.. ahmet’e soruyorum.. çok fazla giremiyorum , orada da eskiye dönüyorum.. edip cansever , turgut uyar , o kuşağı çok seviyorum ve hala okuyorum.. ismet bey’in şiiri zaten çok üst bir şey.. ahmet güntan’da kaldım modern şiirde..’ 

REHA ERDEM..

Daha fazlası için ‘REHA ERDEM SÖYLEŞİSİ , FAYRAP Dergisi , Temmuz 2010’ , Söyleşiyi Yapanlar : MESUT BOSTAN , ALİ AKYURT

..

‘sol eli başımın altında olsun , sağ da beni kucaklasın..’ – REHA ERDEM (Korkuyorum Anne , Kosmos filmlerindeki ortak replik..)