Archive for the ‘Sinema’ Category

‘ikizim’e ve bana ‘muadili olmayan insanlar’ cümlesini yazan’a , kalpleri delen ve ruhları ortadan ikiye yaran bir film önerisi : pelikan kanı..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

açık söyleyeyim günde ortalama dört film izleyen bir yaratığım.. bazen bu sayı yediyi sekizi bulur.. son zamanlarda bu sayı üçlere filan indi saçma sapan yoğun tempodan..

dün oturdum izlemediğim yüzlerce film arasından önce inarritu’nun ‘biutiful’unu izledim.. film gerçekten harikaydı , inarritu yine aynı çizgide sağlam adımlarla ödün vermeden ilerliyor.. ‘javier bardem’ yine olağanüstü oynamıştı.. filmin etkisinden kurtulabilmek için mecburen bir aksiyon filmi seçtim.. fransız sinemasının yükselen değerlerinden ‘roschdy zem’in oynadığı ve sağlam bir aksiyon filmi ‘a bout portant’ı (son nokta) izledim.. gerçekten son yıllarda izlediğim en güzel aksiyon filmlerinden birisiydi.. yönetmen  ‘fred cavaye’ 80 dakika gibi kısa bir sürede o kadar çok şey anlatmış ki filmde hayran kalmamak elde değil.. fred cavaye’nin öğrendiğim kadarıyla yönetmen koltuğunda ikinci uzun metrajlı filmi.. senarist olarak birçok filmde de imzası var.. ‘a bout portant’ konusu özgün ve sıkmadan , klişelerden kaçarak anlatıyor ne demek istediğini..  bu iki filmden sonra filmlerin arasında dönüp dururken ‘pelikan kanı’nı çektim.. belki ‘haryy treadaway’ ile ‘emma booth’un çekicilikleri o filmi seçmem de etkili olmuştu..

 filmi attım makineye , dönmeye başladı..

ve daha başlangıcıyla aldı beni içine doğru..

bazen günde 20 tane film atarım makineye ilk beş dakikasından sonra ‘belki bir dahaki sefere’ arşivine gider çoğu.. çünkü sarmaz bazı filmler sizi.. yorar.. ama bu öyle değildi.. daha ilk saniyeden itibaren sizi kuşatıyor bu film..

mutlaka izlenmesi gerekenlerden ‘pelikan kanı’..

yönetmen ‘karl golden’ gerçekten mükemmel bir iş çıkarmış..

gerçek aşkların , aşıkların , sevginin , fedakarlığın filmi..

sadece gerçek aşıklar sonuna kadar izleyebilir çünkü sadece onların yüreğinin gücü yeter bu filmi izlemeye.. günümüzdeki sahte , günü birlik aşıklara aşklara bir şamar atmıyor , pata küte girişiyor film..

ken loach’un kes (kerkenez) filmi sinemaya aşık olmamda en büyük etkisi olan filmlerden birisidir.. o filmden sonra izlediğim en iyi aşk , sevgi , doğa filmi.. ve de en önemlisi ‘kuşlarla’ , ‘kuşçuluk’la ilgili sağlam bir film.. yolda arabalarıyla giderlerken aniden durup gökte uçan amerikan kerkenezini görüp : ‘amerikan kerkenezi ingiltere’de sadece iki tane görüldü..’ diyip çılgınca sevinen , kendilerinden geçen üç arkadaş..

çok geç izledim ‘pelikan kanı’ filmini.. iki gündür buna yanıyorum..

akışı , oyunculuk kalitesi ve en önemlisi müziğiyle de esir ediyor film sizi..

konusunun özgünlüğü de filmi unutulmayanlar arasına sokacak nedenlerden birisi..

ken loach’un kes’ini izleyenler bir an kendilerini o filmin devamı içinde bulduğunu sanacaklar belki de..

annesinin cenazesinin olduğu gün mezarlıktan çıkar çıkmaz kuş peşine düşen ve stevie için her şeyi yapabilecek bir aşık gencin trajik hikayesi..

pelikanların özelliğidir bilirsiniz belki : canlılar içindeki en fedakar canlıdır.. diğer canlılar için bir an bile tereddüt etmeden , düşünmeden kendilerini feda ederler pelikanlar..

acaba nikko mu yoksa stevie mi kelek atacaktır intihar teşebbüslerinin en ciddisinde , şakası bile olmayanın da.. kim bilir..

benim gibi geç kalmışsanız mutlaka bulun izleyin bu filmi..

gülüşünüzle kalın..

 Crockett..

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

pelikan kanı :

 yönetmen: karl golden
oyuncular: harry treadaway , emma clifford , emma booth , ali craig , arthur darvill , babatunde aleshe , christopher fulford , daniel hawksford..
senaryo: cris cole
görüntü yönetmeni: darran tiernan
müzik: niall byrne
süre: 1 saat 35 dakika , yapım: 2010 – ingiltere..

 filmin konusu :

  ‘nikko (harry treadaway) londra’da yaşayan , bir temizlik şirketinde çalışarak geçimini sağlayan 22 yaşında bir gençtir.. nikko’nun en önemli özelliklerinden birisi de ‘kuş gözlemcisi’ olmasıdır..

inişli çıkışlı duygusal hayatında stevie (emma booth) dışında kimseyi sevmemiş , sevememiştir.. ikisi birlikte intihar etmeyi planlamış , birisi kelek atmıştır.. nikko intihar fikrini tek başına gerçekleştirmeye çalışırken kendi ablasını da yanlışlıkla yaralamıştır.. bu olaydan sonra stevie bir süreliğine yurt dışına gitmiştir..

artık nikko’nun hayatında sadece kuşlar vardır.. kimsenin rekorunu kıramayacağı bir şekilde en çok kuş türünü gören insan olmak için ilki arkadaşıyla birlikte kuşların peşinden elinde kamera ve dürbünleriyle dağ , ova , bayır , park , orman gezerler..

 ve bir gün stevie tekrar karşısına çıkar.. olaylar gelişir..’

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmden Alıntılar ve Replikler :

 ‘ben bir zamanlar bir kızla çıkmıştım ve birlikte kendimizi öldürecektik , sonradan anlaşıldı ki birimiz ciddi değilmiş..’

giriş şarkısından :

 ‘kalbim bir an durunca içinde

çarpmayı reddedince

ayaklarımın altında toprağı hissetmiyorum..

ayaklarımın altında..

yalnız başıma odamda

seni hayal ederken

ah daha ne yapabilirim

hala sana ihtiyacım var

ama şimdi seni istemiyorum’

 ‘bütün kuşçular liste tutar , ingiliz listeleri , ülke listeleri , elle beslenen kuşlar listesi.. benim kendi parti parçam : ‘muzun ucundaki yaban ördeği’ydi.. 200 ve başlangıç seviyesini atlatıyorsun.. 300 ve orada biraz nadidelik var ve eh hiçbirimizin 400’ün  üzerini bulacağını sanmıyordum önceden.. şaka kısmı şu o kuş listene girdiği an değersiz olur..’

 

‘çocuk : neler oluyor..

nikko : bir kuşa bakıyoruz , bir beyaz serçe..

çocuk : onunla ne yapacaksınız , öldürecek misiniz..

nikko : hayır sadece bakmak istiyoruz..

çocuk : niye..

nikko : biz bunu yaparız..

çocuk : amacı nedir..

nikko : amacı yok..’

İçinden İstanbul Geçen Filmler 3 (Zamanda Sürgün)

Sev Kardeşim / 1972

Sanayileşmenin hızla arttığı bir dönemde çekilen filmde boğazın mavi sularının mekanı olan mahallede kurulmak istenen fabrika inşaatı konu edinilmiştir. Bu niyetle mahalleye gelen avukatın karşılaştığı tepki hafızalarda hala yerini korumaktadır; “Fabrika kuracak yer kalmadı mı sanki?” bunun haricinde dolmabahçe saat kulesi ve kalabalık iett otobüsleri hatırda kalan detaylar olarak sıralanabilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gelin / 1973

Ömer Lütfi Akad’ın “Gelin – Düğün – Diyet” üçlemesinin ilki olan yapımda göç olgusu ve istanbula göç eden taşralı insanların yaşadıkları travma ile yüzleşmek mümkündür. Bunun için filme kulak verelim biraz da; “Hıdır: Şu boğaz, şura Üsküdar, Galata Veli: Koca kent Hıdır: Şu gördüğün onda biri.” İstanbul’daki sonradan büyüyecek olan “küçük anadolu” yapısını yansıtan unutulmaz ve gerçekçi bir çalışma.

 

 

 

 

 

 

 

Hababam Sınıfı / 1975

Küçükken bir günde bitiriverdiğim romanın film versiyonu haylaz yanımızı temsil eden, izlemeye doyulmayan bu samimi filmin çekildiği okul, Valide Adile Sultan Kasrı’dır.  Kullanılan kostümler ve söylenen şarkılar dönemle özdeşleşmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kapıcılar Kralı / 1976

Filmin mekanı Cihangir’deki güneşli sokaktır. Çöpçüler Kralı’na da ev sahipliği yapan mekanda İstanbul’da apartman hayatının ipuçlarını görebileceğimiz sağlam bir filmdir. Küçük bir Türkiye portresi görünümdeki yaşamı konu edinen apartman hayatı aynı zamanda Suadiye’yi mekan edinmiş Bizimkiler dizisinin esin kaynağıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sultan / 1978

İkinci Boğaz köprüsü yakınındaki mahalle köprü inşaatından sonra oldukça değerlenecektir. Bunun bilincindeki muhtar, yeni yapılanma için mahalledeki evleri teker teker satın alır. Tarabya’da gündeliğe giden kadınların tek eğlencesi ise sinemadır. grev, zam ve işsizlik mahalle kahvesinin vazgeçilmez konularıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘HERDEM’

Çekirdek çıtlat, Sprite iç ve Gerçeklik bakın

 

 

 

 

 

 

 

 

Tam on yıl olmuş, on yıldır izlemeyi beklediğim filmler arasındaydı. 2001 yazında şehrimde gösterimdeydi; ama ben buralarda değildim. Gazetede okumuş, “tam bana göre” demiş; ama gitmemiştim. Müzikleri ve öyküsü Bono’ya aitti, bu da yeterli bir sebepti. İsmi de fena halde “loser”dı, bu da sebebi güçlendiren bir etkendi. Ancak gitmemiştim, sonrasında ise izlemek için hiçbir irade göstermedim. “Nasıl olsa bir şekilde gelir beni bulur” adlı listeme eklenenlerdendi. Geldi buldu, bu sabah izledim: “Million Dollar Hotel” nam-ı diğer “Sırlar Oteli.” Ha walla, izledim.

Kapitalizmin kurucu efendilerinin gerçeklik algılarına dair edilen laflar, yanılsama, hayat vb. naneli çikolata ferahlığı katıyordu filme; ancak ben artık 10 yıl yaşlanmıştım. O yüzden işte, çekirdek çıtlattım, limonlu gazoz sikletinde en sevdiğim Sprite gazozu içtim ve yine içimdeki kuyuya bilincimi daldırıp daldırıp çıkardım. Dışardan bir nevi ashab-ı kehf gibiyim, hareketsiz ve uyuşmuş; ancak içerde kaç çağı ve gerçekliği parçalıyorum pençelerimle bir bilsen. Neyse…

Filmdeki Yahudi iş adamının bir lafı vardı, dedi ki: “Ben ve insanlarım en az 60 ülkede her sabah yeni ve başka bir gerçeklik kurarız.” Ne güzel(!), gücün ve zekânın insana yaptırabilecekleri… Oyunun kurallarını koyan taraf olmak, kurallarını kendinin koymadığı oyunlarda bertaraf olmak… Ammawelakin Gandhi gibi seslenip, “I am not in” deyivermek bir çırpıda. Dünyanın çocuklarının inşa ettikleri ve koydukları kurallara biat etmiyorum wesselam, benden bu kadar. İki haftadır Deleuze elimde, “Bin Yayla”da ellerim kıç ceplerimde ayağımla toprağı eşeliyorum. Ve evet bunu düşündüm ilk kez, ben çekirdek çitlemiyorum, çekirdek ÇITLATIYORUM. Bu sözcük işte orada, bende “bir kalıp gerçeklik” satın alma çağrışımı yaptı. Evet, şu hani Hacı Şakir’in war ya banyo sabunları, beyaz ve lavanta kokulu, ben onları elleyince ya da koklayınca ya da öylesine tezgâha koyup baktıkça müthiş bir huzur ve dinginlik hissediyorum. Şimdi de işte o kalıp sabunlar gibi, bir kalıp, iki kalıp, üç kalıp vs. gerçeklik satın alıp, sonra hepsini kullanarak eritmek istiyorum. Gerçeklik-ler hakikat denilen ağır mevzunun üzerindeki örtüler gibi, aslında kimse “gerçekte” neyin nasıl olduğunu bilmiyor, tıpkı Charlie’nin Çikolata Fabrikası’ndaki gibi.

Şimdi gidiyorum, altı kalıp bir arada gerçekliklerden satın almaya. Unutmadan, Bono da İrlandalı bir derwiş aslında…

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

nazmi ve halo..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

cumadan başlayalım..

cuma günü sabahın köründe ‘ciğerim’le kör bir koşuşturmanın içine girdik.. istanbul’a ait olduğu söylenen uzak ilçelerinden birinde ekmeğin peşindeydik.. bir de saatlerce trafikte araba kullanmak.. hele ukome midir nedir , onun aldığı kararla saçma sapan bir nedenle bölünmüş yolda 70 km hız limitine uyarak.. işin komik yanı kadıköyden büyükçekmece’ye gitmek için gündüz vakti zaten 70 km hız yapacağınız kısımlar en fazla altı yedi kilometredir.. o ‘muhteşem’ ya da ne diyelim ‘mükemmel’ trafikte 50’yi görmek zaten mümkün değil.. ama sizin 70 ve üzerine çıkıp biraz soluklanacağınız ve oh be trafik açıldı diyeceğiniz yerlerde arkadaşlar 70 km. hız sınırı getirip radarlarla hazineye para kazandırmak için bol bol ceza kesiyorlar.. evlere tebligatlar yağmaya başlamış.. bana da geçenlerde gelmeye başladı ceza makbuzları.. dikkat ettim 80 yazıyor yakalandığım hıza.. ee pes yani bölünmüş yol olan , yaya ve hayvan trafiğine kapalı yolda ve aynı zamanda tekirdağ ile edirne’ye giden şehirlerarası transit yol olan d-100 yolunda 80 km. hızla radara yakalanmışım..

hız ne : 80..

süper..

ben de zannettim ki trafik canavarı olmuşum da metrobüsler gibi 100’den yüksek süratle uçmuşum..

yahu ayıp ayıp , metrobüsler kocaman gövdelerine rağmen vızır vızır 100 km. ve üstü süratle yanımızdan korkutucu şekilde geçerken biz eşekler gibi tın tın 70 km. hıza uymaya çalışıyoruz , o da trafiğin nadiren açık olduğu kısımlarda..

işte sabahın köründe biz bu cezayı ve uygulamayı eleştirip , sağa sola yağarak ciğerimle büyükçekmeceye geçtik.. ve hukuki olarak uğraşmaya karar verdik bu cezalarla , bu ukome midir her neyse adı , onun aldığı kararla.. bir de tüm metrobüsleri ihbar edip hiç sevmediğim ‘ulvi’ vatandaşlık görevimi yapmaya karar verdim ben.. nefret ettiğim ihbarcılık zihniyetine burada teslim olmaya karar verdim.. hepsini ihbar edip şikayet edeceğim 70 km’lik hız limitine uymuyorlar diye.. biz can taşıyoruz da onlar karpuz mu taşıyor o daracık metrobüs yolunda..

neyse ulaştık  büyükçekmece’ye.. abuk sabuk işlerle uğraşırken ‘sülo abimle’ karşılaştık.. hoş beş derken öğlen yemeğimizi ısmarladı.. sohbet ettik bol bol.. ondan ayrıldıktan sonra çöplüğümüz kadıköy’e doğru yola çıktık.. şişli’ye uğramaya karar verdik.. şişli’de de oyalandıktan sonra çöplüğümüze geldik..

döndüğümüzde saat beşi bulmuştu.. sanki üzerimden tır geçmiş gibiydi.. beni tanıyanlar bilir direksiyona geçtiğimde urfa’ya kadar tek başıma giderim gıkım çıkmaz , yorulmam.. ve en önemlisi çok severim araba kullanmayı.. ama istanbul içinde beş altı saat trafikte kalmak 10 kere urfa’ya gitmeye eşdeğer sanırım..

döndük mekana geldik.. ciğerim koltuğa yığıldı , ben dolaba koştum buz gibi biralardan dört tane yanıma alıp bilgisayarıma geçtim.. natacha atlas’ın ilk eşi olan ve yeni keşfettiğim ‘abdullah chhadeh’i açtım dinlemeye başladım.. iki bira hemen boşalıp çöplüğü boyladı tam üçüncüyü açıp ayaklarımı masaya doğru uzatmıştım ki zil çaldı.. of dedim kim bu saatte gelen münasebetsiz.. kalktım kapıya hamle yaptım o sırada ‘abidin dayımız’ kapıyı açmış , gelen ‘ümo’ydu.. ‘ne o la’ dedim ‘hangi rüzgar attı seni..’

meğer beni almaya gelmiş.. ‘nazmi’yi karşılayacaktık unuttun mu’ dedi..

‘nazmi kırık’ nasıl unutulur ki..

sadece günün yorgunluğundan kafam durmuştu ve bitmiş durumdaydım.. ‘sabiha’ya inecek değil mi’ dedim.. 

‘hayır , atatürk havalimanına inecek’ dediği anda birden yol gözümde öyle büyüdü ki.. az önce daha o taraftan gelmiştik.. ‘la arabayla gideceğiz deme sakın’ dedim..

neyse deniz otobüsünde anlaştık bakırköy’e geçme konusunda.. ümo’da hemen aceleyle yolluk yapmak için beş altı birayı içti.. kafamız güzel olup yumuşadıktan sonra ikiledik iskeleye doğru.. yolda fark ettim ki yirmi yıllık arkadaşım ümo’da kapalı alan fobisi var.. duramıyor adam yerinde.. koptum gülmekten.. 15 dakikalık yolculuk ümo’ya iki saat gibi geldi..

deniz otobüsünden sonra taksiye atladık havalimanına doğru yola çıktık.. taksi şoförü antakya’lı (hatay’lı) çıkınca derin bir memleket muhabbetine dalmışken nazmi’nin mesajı geldi uçaktan indiğine dair..

neyse girdik havalimanına fakat nazmi görünürde yok.. korktuğumuz başımıza gelmesin , daha önce ki (şimdi kapanmış olan) bir askerlik problemi yüzünden tutmuşlar olmasın diye düşünürken aradık nazmi’yi.. ve evet maalesef nazmi kardeşimiz bilgisayardan düşümü yapılmayan eski bir dava nedeniyle gözaltındaydı.. şimdi suç bile olmaktan çıkmış bir dava nedeniyle üstelik , askerlik meselesi.. oysa olay kapanmış askerliğini 2015’e kadar erteletmişti..

ama maalesef insanları ararken hemen bilgisayarlara giriş yapılır da nedense aramalar kalktıktan sonra düşümleri hemen yapılmaz ya da daha doğrusu hiç yapılmaz..

nazmi ‘aldılar beni , bekletiyorlar’ diyince girdik havalimanı karakoluna hemen.. girer girmez ‘vallahi bravo hemen de nasıl geldiniz’ dediklerinde ‘biz zaten karşılamaya gelmiştik , arkadaşıyız’ diye cevap verdik.. güldüler ‘ne şanslı adammış’ diye.. ne şansı.. günlerden cuma , mesai saatleri bitmiş tüm adliyeler kapanmış ve nazmi gözaltında , olmayan bir suç ve davadan dolayı..

sağı solu aradık.. kimseye ulaşamıyorsun ki o saatte.. sonra nöbetçi savcıyla yapılan görüşmeler sonucunda nazmi’nin ertesi gün hemen adliyeye getirilip işlemlerinin yapılıp bırakılacağı konusunda mutabakata varıldı..

bizim moraller sıfırken , nazmi ‘ben alışkınım kardeşlerim , mühim değil , rahat olun’ dese de öyle üzülmüştük ki..

nazmi geceyi orada geçireceğini bildiği halde kalbinin güzelliğini yansıtan gülüşü ve kahkahalarıyla bize moral veriyordu.. ‘filmini yapalım bu durumun’ dedim.. gülerek ‘mutlaka yapalım’ dedi nazmi..

sen kalk dört beş sene sonra atla uçağa gel buraya ama seni saçma sapan bir nedenle gözaltına alsınlar.. bürokrasinin yavaş işlemesi ya da hiç işlememesi işte bu..

bu arada nazmimiz , mevsimlerden baharın bitmek üzere olduğunu ve yazın gelmekte olduğunu , havaların ısındığını düşünüp üzerine bir şey almamış.. yanımda olan paltomu ona bıraktım.. ‘üşüyebilirsin gece , serin olur ya da yastık yaparsın’ diye zorla bıraktım paltoyu..

sonra esas mevzu nazmi’nin kaybolan bagajıydı.. nazmi gözaltında kalacağını unutmuş valizin peşindeydi.. güldük kahkahalarla.. nazmi gözaltına alınınca valizi dönmüş durmuş bantta ve sonra ortadan kaybolmuştu.. ‘içinde çikolata vardı , bir sürü hediye vardı çocuklara getirmiştim.. bulun onu lütfen’ diyince ümo hem yağdı , esti , gürledi hem de koptu gülmekten..

memurlar ‘biz buluruz merak etmeyin’ dediler.. biz bu sözü alınca nazmi’yle ertesi gün buluşmak üzere sarılarak ayrıldık..

yüreğimiz buruk , sinir stres içinde hiç konuşmadan geri döndük kadıköy’e.. zaten ne zaman bir sevinç , mutluluk yaşamaya teşebbüs etsek şairin dediği gibi gerçekten ‘kusma nöbeti’ sunuluyor bize..

nasıl üzgündük kimse bilemez bizim o halimizi görmeden.. nazmi gelmiş dört sene sonra ve biz elimiz kolumuz bağlı onu orada bırakmıştık..

kadıköy’de ayrılırken ümo ‘ben yarın onu alırım merak etme’ dedi.. ben gidemiyordum çünkü sabah ‘halo dayı’nın yerine bir keşfe katılacaktım.. cumartesi ne keşfi demeyin.. oluyormuş.. ben de meslek hayatımda ilk defa yaşayacaktım.. haberleşiriz yarın diyip ayrıldık.. çünkü olumsuz bir durum olması durumunda yapılacak şeyler için plan yapmalıydık.. gerçi ümo 20 avukata bedeldir.. hele konuşmaya başlayınca kimse tutamaz onu.. ama sinirlenmesini istemem çünkü sinirlenince ben de tutamam onu..

ümo’dan ayrıldıktan sonra mekana çıktım.. ne hayal etmiştik.. nazmi’yi alıp gelip burada takılacaktık biraz.. ama ben tek başıma gelmiştim işte..

gittim dolabı açtım önce iki duble rakı üstüne de iki birayı cila yaptım.. ve koltuğa uzandım.. gözlerimi kapadım nazmi’nin gülümseyişi aklımda kalmış ve bir de mavi gömleği.. ha bir de çikolata dolu valizi hayal ettim gözlerim kapalıyken gülümsedim.. çocuk olsaydım çikolata dolu bir valiz mutluluktan çıldırtırdı beni kesin..

nazmi kalbinizi emanet edebileceğiniz nadir güzel insanlardan birisidir.. kalbinizi onun kalbine yatırın kalsın.. sizden daha iyi bakar kalbinize.. ama biz işte bir şey beceremeden onu saçma sapan bir nedenle amonyak kokan camı olmayan havasız bir bekleme odası denilen gözaltı odasında bırakıp gelmiştik..

sabah oldu.. hayatımın en yoğun günlerinden birisi olacaktı bu cumartesi.. of dedim bitmez bugün.. aklım bir yandan nazmi ve ümo’da.. gözüm telefonlarda..

halo’nun yerine katılacağım keşif neyse ki bizim mekanın olduğu sokaktaydı.. şans işte.. ama tabi heyet ne zaman gelirdi bilemezdik.. mekana geldim baktım ciğerim de gelmiş sabahın köründe.. dedim hayırdır la.. ‘halo gelecek’ dedi.. ne dedim halo da mı keşfe katılacak.. ‘evet ondan sonra onu düğüne hazırlayacağız.’.

evet o da vardı ya.. akşama halo’nun biricik kızı evlenecekti.. düğünü vardı.. neyse tam konuşurken zil çaldı.. gelen halo’ydu.. sinir küpüydü ve bağıra çağıra geliyordu.. sarıldık.. ‘ya durun allah aşkına üzerime gelmeyin’ dedi.. neyse biraz zoraki sarılmalar ve güreşmeler sonucu 73 yaşındaki halo’muzu sakinleştirdik biraz.. ‘birer çay içip sokağa inelim heyeti bekleyelim’ dedi.. indik on dakika sonra..

ben de o sırada ümo’yu aradım.. durum nedir diye sorduğumda adliyenin önünde memurlarla birlikte kahvaltı yapıyoruz dedi telefona çıkan ses.. ‘la ümo olum senin burnun mu tıkanmış , hasta mı oldun gece’ diyince telefondaki ses gülerek ‘nazmi ben nazmi’ dedi.. o sinir , streste sesi tanıyamamıştım işte.. telefonda karşılıklı güldük uzun uzun.. ‘nöbetçi savcının gelmesini bekliyoruz , çay içiyoruz’ dedi.. haberleşmek üzere telefonu kapattık gülerek..

neyse benle , halo ve ciğerim sokakta volta atıyorduk keşif yapılacak binanın önünde.. baktık gelmiyorlar , keşif yapılacak yerin sahibine bizi telefonla arayın geldiklerinde diyip halo’ya ayakkabı ve takım elbise almaya gittik hemen bahariye caddesine..

biz heyet gelene kadar halo dayı’ya takım elbise ayakkabı vs her şeyi almıştık.. provaları bile yapmıştık kısaltmalar , düzeltmeler için.. tam mağazadan çıkıyorduk ki aradılar heyet geldi diye.. halo’yla koşarak sokağa geri döndük.. keşiflerde bulunmanın nedenini hiç anlamam.. sadece imza atarsın , pek bir fonksiyonun yoktur.. ama işte çene dinlememek için bulunuruz.. keşif bitikten sonra halo ‘beni bir berbere götürün’ diyince halit usta’nın oraya götürdük dayıyı.. kendi ustamın koltuğuna ‘halo’yu oturttum.. ciğerim de diğer koltuğa oturdu..  o da traş olmaya başlayınca halo ‘sen de traş olsana akşama düğüne yakışıklı gidelim hepimiz’ diyince  boş olan son koltuğa oturup diğer ustamız halil ustama da dalgınlıkla ‘hadi sen de beni yap’ diyince nedense berberde bulunan herkes güldü.. ‘şut ve gol’ olduk.. ne yapayım kafam dolu , stresliyim , aklım nazmi’de , kulağım telefonlarda.. kafa nakavt olmuş diyemedik ustam sen de ‘bizi traş et’ diye.. berber koltuklarıyla ilgili daha önce de yazmıştım.. hayatımın en büyük işkence anlarıdır berber koltuklarındaki traş olma anlarım.. başladı o işkence.. neyse berberden çıktık parlamış ve ortalığı yakan halo’muzun yakışıklığıyla..

gittik yemek işini de aradan çıkardık , zıkkımlandık..

mekana döndüğümüzde ‘abidin dayımız’ da gelmişti.. o sırada ümo aradı ‘cano , nazmi tamamdır.. uzun hikaye ama ortalığı yıktım geçirdim , olmazı yaptım kapalı olan diyarbakır’daki adliyeyi açtırdım evrakı buraya fakslattım ve nazmi serbest.. birazdan işlemler bitecek , eve gidip duş alıp dinleneceğiz , akşama halo’nun düğününde görüşürüz’ dedi.. o an gülümseyip rahatladım işte..

nazmi serbestti..

ifadesi bile alınmadan imza atmadan serbestti.. niye kalmıştı 20 saat boyunca diye sorsak işte bürokrasinin güzel işleyişi.. kafka yaşasaydı bu ülkede acaba ……………… diyorum sadece ve bu bahsi kapatıyorum..

halo’yla , ciğerime söyledim sevindiler.. dayı ‘akşama mutlaka gelsinler’ dedi.. ‘gelecekler dayı , rahatta’ dedim..

nazmi bir şok yaşayacaktı 24 saat içinde yaşadıklarından.. hamburg’tan kalk gel gözaltına alın ortada olmayan bir dosya nedeniyle , 20 saatlik bir macera yaşa sonra kalk kalamışta denize karşı bir düğüne katıl..

öğleden sonra saat ikiye gelirken halo’yu eve gönderdik yeni takımını terziden alıp.. hazırlanacaktı.. zaten kızına o gün akşama kadar içmeyeceğine dair söz vermişti.. ve sözünü tuttu gerçekten.. içmedi gün boyunca.. dayıyı evine gönderince ciğerimde bir iş için ‘dursun abimizin’ yanına gitti..

ben de fırsat bu fırsat can ‘reis’i arayayım , şu iki saatlik boşluktan yararlanıp istiklale geçip ortak bir dostumuza sitem ve sevgi dolu bir sürpriz yapalım dedim.. bu konuyu sonra başka bir yazıda anlatırım bir ara.. reis yoldaymış zaten bana doğru geliyormuş.. sinemanın önünde buluşup hemen vapura koştuk.. vapurdan tünele oradan da istiklale çıktık.. reis döndü bana ‘reis , dostumuzun yanına gitmeden bir şeyler içelim , boğazım kurudu , susadık , terledik’ dedi.. ‘nereye gidelim düşünelim’ dedim.. malum deplasmandaydık.. ben hiç sevmem istiklal ve beyoğlu muhitini.. hazzetmem.. saçma sapan bir kalabalık ve gürültü.. insanlar ne anlarlar oradan bilmiyorum.. dedim ‘gel cumhuriyet’e gidelim ikişer bira sallarız , sonra akarız dostumuzun oraya doğru.. girdik ‘cumhuriyet’in gölgesine sığındık , sığınmaz olaydık.. ‘dört bira’ dedik.. ‘beyefendi yemek yemeyecekseniz bira servisimiz yoktur’ dedi.. ‘yemek servisimiz var sadece’yle bitirince biz dumura uğramış bir şekilde ‘ne zamandır kardeşim’ dedik.. daha önce kaç defa oturup bira içip patates ıvır zıvır yemiştik.. kaldı ki meyhane burası , iki tek atamayacak mıyız adı meyhane olan bir yerde.. içimden tekrar yükselen bir öfke kabalığa dönüşmeden ‘kalk’ dedim reis’e , küfür edip yağa yağa çıktık.. dedim ‘ulan bu ülkeden de bu insanlardan da bazen öyle nefret ediyorum ki.. anlamsız ve saçma sapan uygulamaları ve hareketleriyle öfke seline atıyorlar beni..’ hayır işin ilginç yanı ‘cumhuriyet’e girdiğimiz anda içerisi sinek avlıyordu.. ulan zaten müşterin yok , hem sen bizi tanıyor musun biz o masaya oturduk mu ikişer bira için bil ki yarım saatte beşer bira içer abuk sabuk şeyler yiyip kalkarız ve sana güzel de bir hesap bırakırız.. işletmecilik anlayışı sıfır olunca işte böyle olur.. nasıl müşteriler kaçırdığının farkında değil şef denen işi bilmez kardeşimiz.. ha tipimizi mi beğenmedi diyeceğiz gayet şıktık , cillop gibi de traş olmuştuk.. benim bıyıklarım , reisin top sakalı hariç pamuk gibiydik.. neyse reis ve ben yağa yağa sokağı döndük hah dedim işte burası ya , gel ya gerçek bir müessese işte burası.. ‘boş ver’ dedim ‘içim sıkıldı her şeyden.. çökelim pano’ya vuralım şaraba , biraya..’

dışarıda oturmayı hiç sevmem , dışarıda dediğim sokağa atılan masalardan.. ama o an çöktüm hemen serinliğe.. garson geldi dedim ‘canım ikişer bardak şarap ve iki bira..’ garson ‘efendim altı kişiyseniz bu masaya ek yapamam içeri alalım sizi’ dedi.. ‘canım rahat ol onlar ikimize , bunlar başlangıç siparişi.. sen git getir , bir de peynir tabağı yap getir..’ deyince garson kafa sallayıp hala anlamamış vaziyette gitti.. komi geldi baktım dört servis açıyor.. güldük reisle.. altıyı çözememişler , dörtler demişler herhalde.. uzun uzun güldük.. iki servis açtırdık ve gitti..

sonra garson ikişer bardak şarap getirdi , iki de bira.. ilk şarap kadehlerini ağzımızda çalkalayıp hemen fondip yaptık.. ohhhhhhhhhhh.. soğuk ve enfes bir şarap.. kalkıp inen bardakları gören garson peynir tabağını bıraktı gülümseyerek.. biz de altı çeşidi de birbirinden güzel peynirlere giriştik hemen.. peynir tabağının üzerinden çekirge sürüsü geçmiş gibi olduğunda şaraplar ve biralar bitmişti.. reis , ‘canım’ diyerek garsonu çağırıp ikişer bira daha sipariş etti.. garson yine anlamsız bakarak gitti.. ve biz yarım saatten fazla olmayan bir sürede ikişer bardak şarap ve üçer birayı götürmüştük.. kafamız on numara yumuşamıştı.. böyle müşteri nerede bulunur yahu.. iddia ediyorum bu kadar kısa sürede problemsiz ve böyle çok içen , kalkan müşteri yoktur yeryüzünde.. oysa biz o yarım saatte ne muhabbetler edip gülmüştük.. reis hesaba dokundurtmadı sağolsun..

hemen topukladık sevgili dostumuza doğru.. sitem edip , sevgi ve saygılarımızı sunup hemen kadıköy’e dönecektik çünkü düğüne gidecektik akşama.. ve en önemlisi nazmi’ye kötü bir gecenin ardından güzel bir gece yaşatmak istiyorduk hepimiz..

istiklal’de sevgili dostumuza sürprizimizi yapıp geri döndük hızla.. dostumuz bayağı şaşırdı ve sevindi fakat sitemlerimizi de bildirdik kendisine.. başka bir yazıya..

ama geri dönüş yolunda içerken aldığımız yükten dolayı tuvalet arama maceralarımız filmlikti.. neyse ki kalkan vapura kıl payı yetiştik..

ve kadıköy , yani evimiz.. iskeleye adım atınca derin bir nefes ve işte evindesin , kadıköy’de..

o sırada gürsel’i aradım.. ‘nazmi geldi gemide’de oturuyoruz buradan  alın bizi gidelim’ dedi.. gittik gürselle , nazmi otuyordu fakat ümo kayıptı.. ümo’nun işi çıktı gelecek dediler.. baktık bizim gibi nazmi ve gürsel’de güzelleşmişlerdi.. nazmi’ye sarıldık güzelce.. geçmiş olsun dedik..

sonra aldık onları bizim mekana gittik.. mekan kalabalıktı : ciğerim , eşi gülümser , nehir ablamız ve abidin dayı bekliyordu bizi.. ‘sarı ve ümo’ da aradılar ‘yoldayız geliyoruz’ diye.. saat yediye geliyordu.. mekandan çıktık.. ümo da mekanın önünde bize katıldı.. ikişer taksiye bölünüp düğünün olacağı mekana doğru yola koyulduk.. düğünleri de sevmem ama mecbur katılmak lazım.. hele bu düğünde halo dayımızı hiç yalnız bırakamazdık..

kalamışta , deniz kenarındaki düğünün yapılacağı mekana girdiğimizde güneş yavaş yavaş batma manevralarına başlamıştı.. hepimiz aynı masaya oturduk.. biraz aksilik oldu ama her işte bir hayır vardır diyerek hemen unuttuk aksilikleri..

halomuz düğün sahibi olmasına rağmen bizim masaya konuşlandı ve bizden ayrılmadı düğün boyunca..

tabi bu arada kardeşlerimiz ‘seçkin ve mesut’a buradan da tekrar bir ömür boyu sonsuz mutluklar diliyoruz aylak adamız ailesi olarak..

gelin ve damadın mekana giriş yapmasıyla düğün başladı.. ilk danslarını yaptıktan sonra masaları dolaşmaya başladılar..

biz de tabi grup olarak rakıya ve biraya başladık tam gaz..

nazmi mutlu ve neşeliydi ama o da şaşkındı.. eminim içinden ‘la gece nerdeydik şimdi nerdeyiz’ diyordu..

vur patlasın çal oynasın son hız düğün devam ediyordu.. bir nazmi’ye bir halo’ya sataşıp muhabbet ediyordum.. hele düğünde şarkı söyleyen arkadaşlardan birisi halonun daha önceden tanıdığı arkadaşlarından birisi çıkınca espiriler çoğaldı.. kahkahalar patladı.. ama saatler geçtikçe şarkıcı arkadaşın bir an susmasını istedik.. hem biz hem o helak olmuştuk şarkı bombardımanından.. arka arkaya şarkılarla kafamız şişmişti.. ama nerde , soluk almadan şarkıları patlatıyordu.. sonra biz önemsemedik bağıra çağıra sohbete devam ettik..

nazmi’yle nerelerden nerelere girdik çıktık sohbet sırasında.. yıllar öncesine gittik.. duygulandık , gözlerimiz buğulandı sonra neşelendik..

en çok binevşe berivan’ın ‘phone story’ filminden ve ‘güneşe yolculuk’tan bahsettik.. sonra ‘golshifteh farahani’ ile birlikte oynadıkları yeni filmle ilgili tüyolar aldım.. ve lafın arasında öğrendim ki gelmeden michel haneke’nin öğrencisi olan bir yönetmenin filminde oynamış norveç’te.. nazmi kardeşimiz dur durak bilmeden , yoruldum demeden sinema için emek sarfedip ,  koşturuyordu.. binevşe berivan’la da yine ilginç bir kısa film çekmişler , montaj aşamasındaymış.. ayrıca bana binevşe’nin uzun metrajlı bir film için hazırlıklara başladığını da müjdeledi.. gerçekten uzun zamandır binevşe berivan gibi güçlü bir yeni yönetmen tanımamıştım… kısacık bir süre içinde muhteşem bir hikaye anlatıp , on numara bir film çıkarmıştı.. tabi nazmi’nin mükemmel performansı da unutulmamalı.. sinema dolu bir sohbet sürerken duygusal bir müzik çaldığını fark edip sahneye baktığımızda halo’nun yaptırdığı muhteşem düğün pastası ortaya gelmişti.. ama kardeşimiz seçkin çalan müziği susturdu ve müzikleri çalan arkadaşlara dönerek bir şeyler fısıldadı.. anladık ki pasta kesme töreni istediği bir parçayla olacak.. ve beş on saniye sonra inanamadığımız bir şarkı başladı.. nazmi , ümo ve masadaki on kişi birbirimize baktık.. 

çalan parça ‘çav bella’nın bir versiyonuydu.. hepimiz çok neşelendik bir anda.. iki saattir klasik düğün müziklerinden feleğimiz şaşmış , kafamız allak bullak olmuşken birden çav bela çalıyordu.. sahnede seçkin yumruğunu kaldırmış neşeli bir şekilde tempo tutuyordu.. biz de coşkulu bir şekilde katıldık şarkıya.. bu düğünlerde yaşadığım ikinci bir sürprizdi.. daha önce de kardeşimin düğününde carlos puebla’dan ‘hasta siempre’ çaldığında duygulanıp , şaşırmıştım.. ve pastayı neşeyle kesen çifti alkışlayıp tebrik ettikten sonra tekrar sohbete daldık bizim ekiple..

arada nehir ablamız koşarak geliyor masaya bambaşka neşeler saçıyordu.. gelinin çiçeklerini alıp gelmişti.. babası ‘onu aldıysan seni hemen evlendirmemiz lazım’ diyince çiçeği hemen masaya bırakıp kaçtı küçük nehirimiz.. biz de arkasından güldük..

sonra bir ara geldiğinde yakaladık nehir’i tekrar.. nazmi abisi ona yeni doğan kızı ‘mina helin’ bebeğin fotoğraflarını gösterdi.. nehir resimleri ve videoları uzun uzun inceledi telefondan.. zaman ne çabuk ilerliyordu.. nehir de daha dün bebekti.. şimdi okula gidiyordu.. dün gibiydi yahu.. galiba yaşlanıyoruz..

gecenin ilerleyen saatlerinde kafamızı iyice bitmişken baktım nazmi , ümo ben yorgunluktan da tükenmişiz..

izin istedik halo dayımızdan ve onu öpüp arkadaşlarla vedalaştıktan sonra mekandan ayrıldık..

takside kakari kikiri yaparak evlere tevzi olduk.. eve girdiğimde kravatımı takside unuttuğumu fark ettim.. bir küfür salladım kendime.. en sevdiğim kravatımdı.. halbuki hiç sevmem de kravatı takmayı.. mecburiyetten bazen takılıyor işte.. bazı kravatları çok severim , renginden midir deseninden midir ya da benim takıntımdan mıdır bilmem o kravatlarla yılları deviririm.. ben değişirim ama fotoğraflara bakıldığında kravatlarım pek değişmez..

ağzımda küfür yüzümde güzel bir tebessümle kitaplıktan bir kitap çekip kendimi yatağa attım hemen.. yatakta baktım kitap ‘novembrists’ grubunun gitarist ve solistlerinden ‘joey goebel’in ithaki’den bu ay çıkan ‘vincent spinetti’nin tuhaf kariyeri’ romanı.. ilginç bir kitap.. biraz dalar gibi oldum kitaba sonra  aklıma düğünden ayrılırken halonun kulağına fısıldadıklarım ve onun cevabı geldi.. kitabı bıraktım gözlerimi kapattım. çok duygulandım.. kötü geçen iki günün finali nazmi ile halonun buluştuğu güzel bir geceyle bitmişti işte..

bu iki güzel insanın sevgilerine layık olabilmek için ne yapsak , ne etsek azdır.. sonsuza kadar hep onlarla birlikte olmak dileğiyle , iyi ki varlar..

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bilinmeyen ülkelerden bilinmeyen filmler

tüm sanat dallarını içinde barındırdığına inandığım sinemayla ilgili bir festival haberi ile yüzleşiyoruz yine. istanbul’un ev sahipliği yaptığı bilinmeyen sinemalar film festivali dün itibariyle başladı. 11-17 mayıs tarihleri arasında 36 filmin gösterileceği festivalde toplumsal hafıza, güncelin izinde, belgesel gözü, panorama, derin bakış olmak üzere beş ana bölüm yer alıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

öne çıkan birkaç yapımdan bahsetmek mümkün;

kısa belgesel dalında gösterilen bu eller, taş ocağında çalışan mozambikli kadınların bir gününü resmediyor.
bir yanda makineler düzenli çalışırken diğer yanda her yaştan kadınlar elleriyle taş kırıyor. çocuklar toz içinde oyun oynarken kadınların tek eğlencesi yerel şarkılar söylemek. anlatıcısı olmayan belgesel kadınların bir gününü doğrudan gösteriyor.
düşük ücretle çalıştırılan kadınların hikâyelerine ışık tutan bu eller, makine düzenine rağmen el emeğini kullanan sanayileşmeyi açık eden bir yapım.

Diğer bir yapım ise; Çadlı yönetmen Muhammed-Salih Harun’un filmi Abouna (Babamız), iki kardeşin dokunaklı hikâyesini gündelik hayatın içinden unsurlarla perdeye taşıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sekiz yaşındaki Emin ve onbeş yaşındaki abisi Tahir bir sabah uyandıklarında babalarının evi terk ettiğini fark eder. Başlangıçta babalarının kısa süre içinde geri geleceğini düşünen çocukların zaman geçtikçe ümitleri de gitgide kaybolur. İki oğlanla başa çıkamayan anne, çocukları uzakta bir Kur’an kursuna yollar. Kardeşlerin bu süreçte babalarıyla tekrar buluşma hayalleri devam eder.
Ödüller :
2002 Hong Kong Uluslararası Film Festivali: Ateşkuşu Ödülü – Özel Mansiyon

2002 Kerala Uluslararası Film Festivali: FIPRESCI Ödülü ve Altın Sülün
2003 Ouagadougou Panafrican Film ve Televizyon Festivali: Baobab Tohumu Ödülü, En İyi Görüntü, INALCO Ödülü ve UNICEF Çocukluk Ödülü

İzleyicilerin farklı coğrafyalara ait filmlerle buluşurken, biryandan da farklı  dillerle yüzleşme şansı yakalayacak. Festivalde Kamboçya, Haiti, Uganda, Çad gibi ülkelerin filmleri seyirci ile buluşacak.. Filmleri gösterilecek ülkelerin ortak özelliği ise kişi başı milli gelirlerinin 750 doların altında olması. filmler, beyoğlu sineması, tarık zafer tunaya kültür merkezi ve kadıköy moda sineması’nda ücretsiz olarak takip edilebilir.

 ‘HERDEM’

‘birdy’

sinema festivallerinin ardı ardına sıralandığı şu tarihlerde bir çeltik atıp sağlam bir tiyatro oyunu notlamak istiyorum ;

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

çatışmaların, kan ve vahşet sahnelerinin şiddetine gerek duymadan; savaşın tüm dehşetini iki gencin öyküsü üzerinde anlatan birdy sezonu kapatmak için gün saydığımız şu günlerde görülmeye değer bir devlet tiyatrosu oyunu.

savaştan önce ve savaştan sonra diye ikiye ayrılan, ama sadece savaşın etkileri üzerinden, müthiş bir savaş eleştirisi yapan birdy’in oyun uyarlaması da bir çok beklentiye cevap verecek nitelikte. savaş yıkımını ve öteki olmak konusunu işleyen oyunlar arasında çıtayı yüksek tuttuğunu düşündüğüm birdy, william wharton’un 1978 yılında kaleme aldığı aynı adlı kitabından bir uyarlama. bu romanın sinema versiyonu da alan parker’a 1985 yılında “cannes film festivali”nde “en iyi yönetmen” adaylığı ve “büyük jüri ödülünü” getirdi.

eleştirmenlerin “muazzam bir özgünlük ve hayalgücü” diye nitelendirdikleri çalışma dünyanın bir çok ülkesinde sahneleniyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

genç oyuncuların takdire şayan performanslarını tuttuğum hafızamda altını çizdiğim birkaç şeyi yazıma da aktarmak isterim;

“birdy: demek istediğim biz gerçekten deliyiz. çünkü yaşadıklarımızın nedensiz ve anlamsız olduğunu kabul edemiyoruz.”

”düşünebildiğimiz için uygarlık denen bu kafesi inşa ettik. şimdi bu kafesten kurtulmak için düşünmek zorundayız.”

 

 

 

 

 

 

 

oyunla ilgili sarfedecek çok söz var ama tavsiyem şudur; şu an üsküdar tekel sahnesinde görülebilecek oyunu izlemek için hala vaktinizin olduğu…

‘HERDEM’

HAVA DÖNDÜ İŞÇİDEN, İŞÇİDEN ESİYOR YEL

6. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali “1 Mayıs”ta İstanbul, Ankara ve İzmir’de başlayacak.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tüm filmlerde olduğu gibi, 2 Mayıs 2011 Pazartesi günü İTÜ Maçka’da gerçekleşecek açılışta  Bandista’nın şarkılarına eşlik ederek katılmakta ücretsiz.

Festivalle ilgili siteye girip kitapçığını indirebilmek ve işçiye dair filmleri festival öncesi tarayabilmek mümkün.

Türkiye Gazeteciler Sendikası, Kazım Koyuncu Kültür Merkezi, Fransız Kültür Merkezi, SES Ankara Şube’si festivali destekleyen bir çok kuruluştan yalnızca bir kaçı…

Gürül gürül akan bu hayatta bilinci açığa çıkarmak ve işçilerle buluşmak için yapılacak en güzel şey 1-8 mayıs tarihleri çerçevesinde bu festivale katılımdır.

İyi seyirler…

‘HERDEM’

İÇİNDEN İSTANBUL GEÇEN FİLMLER 2 (Zamanda Sürgün)

Hırsız/ 1965
İzmir’de Tariş fabrikalarında muhasebecilik yapan Osman Türker’in (Sadri Alışık) İstanbul’a ilk geldiğinde Sultanahmet silüeti önünde sigara içtiği sahne dikkate değerdir.

 

 

 

 

 

 

 

Sevmek Zamanı / 1965
Büyükada, Belgrat ormanı ve Maslak’ın 65 yılındaki görüntüsüyle karşılaşmanın bizi şaşırtacağını söylemeliyim.

Bir insan bir resme aşık olabilir mi?
Aşk bazen, hayalini kurduğumuz ama gerçeğine dokunamadığız bir resimdir belki de.
Uzun vakitler sinemalarda gösterilme şansına erişememiş, başlı başına bir yazı konusu olabilecek Metin Erksan yönetmenliğindeki filmden bir alıntı yapmak isterim;

“Sen dostlukların, aşkların kolay mı kurulduğunu, kolay mı sürdürüldüğünü sanıyorsun? Resminle aramda ne kadar uzun zamanlar geçti. İlk karşılaşmamızı dün gibi hatırlarım. Birden bana iyilikle, sevgiyle bakan bir yüz gördüm. Elbiselerim eskiydi, kirliydim, sakallarım uzamıştı. İnanamadım… O insanca bakışı bir daha göremem diye bir daha resme bakmaktan korkuyordum. İkinci kere zorlukla baktım resmine. Gene iyilik, gene sevgi vardı gözlerinde.” – Boyacı Halil

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ah Güzel İstanbul / 1966
 1970’lerin gecekondulu, dolmuşlu, işportalı şehrine geçişi yaşayan İstanbul’u izliyoruz perdede.
Garip bir tadı vardır bu filmi izlemenin, eskimeyen bi tad. Bogaziçi vardır fonda.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Balatlı Arif / 1967
Balat’taki çekimlerinde semt sakinlerinin de yer aldığı filmin diğer mekanı Arif’in (Yılmaz Güney) at arabası ile turladığı Karaköy’dür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vesikalı Yarim / 1968
Kahramanlarımız gibi İstanbul’da sessizdir filmde. Yönetmen Ömer Lütfi Akad’ın “Filmi izleyin, dokunuyorsa size, kalbinize o kadarla yetinin” dediği film Yeşilçam’ın en duygulu yapımları arasındadır. En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Portakal alan yapımda Beyoğlu’nun arka sokaklarıyla yüzleşiriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

Katip (Üsküdar’a Giderken) / 1968
Konusu, mekanları, kostümleri ile tam bir İstanbul filmidir. Filmde çokca kullanılan diğer bir mekanda Beylerbeyi Sarayı’dır. Üsküdar’da ise eski Osmanlıca levhalar dikkatimizi çeker.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ah Müjgan Ah / 1970
Mutlu sonla bitmeyen en gerçekçi, samimi türk filmlerinden biridir.Başrolde İstanbul’un yanısıra sınıf atlama özlemi gibi alt metinlerde işlenmiştir. Müjgan ve Hüsnü’nün hikayesi, Sadri Alışık’ın bir başyapıtıdır. Ah Güzel İstanbul bu filmin başka bir versiyonu gibidir. Sevmeyen yok gibidir bu filmi. Anımsatmak niyetine;
“param olsaydı aşkım kalırdı
seve seve yanımda benimle yaşardı.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘HERDEM’

İKİ BACAKLI AT (TWO LEGGED HORSE / ASBE DU-PA..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİ BACAKLI AT (TWO LEGGED HORSE / ASBE DU-PA..)

 ‘iranlı başarılı genç bayan yönetmen samira makhmalbaf’ın iki bacaklı atı’nı izlemeyen var mı aranızda hala.. tabi bu filmi izlemek biraz güçlü bir kalp ve sağlam bir psikolojik yapı gerektiriyor.. sizi yıkıcak kadar sert , acı dolu ve umutsuz bir film..

dün ulus baker’in yazılarını okurken samira makhmalbaf’tan bahsedince ‘iran sineması’ üzerine olan bir yazısında açtım dvdyi tekrar izledim filmi..

filmi sanki ilk defa izliyormuşum gibi etkiledi yine..

iran sineması filmlerinin eskimezliğini bir türlü anlayamıyorum işte bu yüzden.. kaç kere izlersen izle herhangi bir iran filmini sanki ilk defa izliyormuşsun gibi çiviliyor perdenin karşısına seni..

değindiği konulardan mı  , oyuncuların kabiliyeti mi , yönetmenlerin başarısı mı , iran’daki politik baskı ve şiddet mi ya da iran’ın suyundan mı bilmiyorum , bulamıyorum bunun cevabını.. aklım hiç kavrayamıyor bazı şeyleri.. bir ülke sinemasının bu kadar sarsıcı ve güçlü olmasının sebebi nedir.. anlayan varsa anlatsın , yazsın , öğretsin bana lütfen..

kötü bir film izleyemeyecek miyim ben bu ülke sinemasında.. var mı kötü film.. izleyeniniz oldu mu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yönetmen samira makhmalbaf’ın ‘iki bacaklı at’ filminin senaryosu da kendisi gibi ünlü bir iranlı yönetmen olan babası ‘mohsen makhmalbaf’a ait..

samira makhmalbaf bu filmi nasıl çekmeye karar verdiğini ve çekerken neler yaşadığını şöyle anlatıyor bir röportajında : ‘bir sabah babam elinde bu filmin senaryosuyla geldi , oku ve istersen filmini yap dedi.. senaryoyu okudum ve şok oldum.. neden bu kadar acı, öfke dolu , şiddet dolu ve umutsuz bir senaryo diye sorduğumda babam şöyle cevap verdi ‘iran’da yaşıyoruz ve bu güç politik sosyal durum içinde benden daha farklı nasıl bir senaryo bekleyebilirsin ki..’

daha sonra günlerce kabuslar yaşadım bu senaryo ile.. sabahları gözlerimi açtığımda ise hala beynimde ‘iki bacaklı at’ın kabusu devam ediyordu.. bir sabah uyandım ve kendime haykırdım görmüyor musun çevrendeki tüm atları ve onların sırtındaki sürücüleri ve karar verdim bu filmi yapmaya..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

makhmalbaf şöyle devam ediyor filmini anlatırken : ‘film afganistan’da çekildi.. orada yaptığımız araştırmalar sonucu oradan yerel çocukları seçip onlarla birlikte çalıştık.. filmdeki bacaklarını kaybetmiş olan çocuk gerçekten savaşta bacaklarını kaybetmiş bir çocuk.. diğeri ise yoksulluk içinde araba yıkayarak geçimini sağlayayan bir genç çocuk.. tüm afganlı çocuklar gibi çok yoksul ve perişan bir yaşamları içinde türlü çileler içinde yaşıyorlar.. filmde rol yapmıyorlar belki fakat hayatlarından kesitler ortaya koyup , filmde yaşıyorlar adeta..’

filmin konusu gerçekten çok etkileyici.. bize nasıl iki bacaklı atlar olduğumuzu gösteren , suratımıza haykıran bir film.. çoğumuz sırtımızdaki sürücüleri bile göremiyoruz , farkına varmıyoruz.. oysa filmde en azından ‘mirvais’ adlı delikanlı sırtındaki ‘sahibini’ görüyor , onunla güçte olsa konuşuyor..

‘mirvais’ yoksulluk içinde eski bir tuğla fabrikasının bacalarının kalıntıları içerisinde yaşamaktadır.. ne annesi ne babası ne bir akrabası vardır.. yaşlı bir adamın meydanda ‘günde bir dolar para kazanmak isteyen beni takip etsin’ diye çığırtkanlık yapması üzerine adamın peşinden diğer onlarca çocuk gibi koşar.. bir evin avlusuna girer çocuklar.. orada kendilerini işe girebilmek için zor bir sınav beklemektedir.. verilecek iş savaşta annesini ve kendi bacaklarını kaybetmiş on yaşında bir çocuğu sırtında okula getirip götürmek ve ona diğer ihtiyaçlarında yardımcı olmaktır.. ancak işe girmeye çalışan çocuklar içindekli en hızlı koşanı ve çocuğun en çok rahat edeceği birisi olacaktır.. ‘sahip’ konumundaki çocuk sırasıyla işe girmek isteyen çocukların sırtına oturur.. kimisi yavaştır , kimisinin de kemikleri ona yaslanırken rahatsız eder.. sonra sıra birden ‘mirvais’e gelir.. konuşma güçlüğüne sahip ‘mirvais’ çok hızlı koşmakta ve ‘sahip’ onun sırıtında çok rahattır.. böylece işe ‘mirvais’ alınır ve film işte orada başlar.. iki çocuk arasındaki sahip-at ilişkisi ilerleyen süreçte film , dehşet ve acı sahnelerin yaşanacağı ve insanlığımızdan utanacağımız , kendimizi sorgulayacağımız ve arkamızı dönüp kendi sırtımızda kimin olup olmadığına bakmak zorunda kalacağımız boyuta taşınıyor.. hele bir sahne vardı ki orada kalbime çakıldı tüm çiviler her izleyişimde.. film boyunca  ‘mirvais’in çektiği tüm acıları , umutsuzluğunu sonuna kadar hissettim , yaşadım..

yukarıda da yazdım eğer hala izlemediyseniz bu filmi ve yüreğiniz yetiyorsa ‘aynaya bakmaya’ bulun ve izleyin samira makhmalbaf’ın 2008 yapımı bu filmini.. ve filmde oynayan erkek çocuklar ‘ziya mirza mohamad’ ve ‘haron ahad’ ve kız çocuğu oynayan ‘gol-ghotai’nin oyunculukları karşısında ise ne kadar şaşırsanız az olacak..

 filmle ilgili çok önemli bir anekdot anlatarak yönetmen samira ve babası mohsen makhmalbaf’a saygılarımızı sunalım..

bu iki usta binbir zorluk , engel ve yoksulluk altında bu filmi çekmeye çalışırken filmin çekildiği mekanlardan bir tanesinde çekimler sırasında etraftaki çatılardan birinden setin ortasına bir bomba atılarak saldırı düzenleniyor..

saldırıda oyunculardan bazıları yaralanırken , çekimlerde kullanılan at ve eşeklerden bir kısmı can veriyordu..

savaş kurbanı bir çocuğun yine savaş kurbanı bir çocuğu canlandırdığı filmin setine bombalı bir saldırı.. ne kadar acı değil mi..

saldırının direk ‘makhmalbaf’ ailesini hedef aldığı çok açıkça biliniyordu.. sinemanın güçlü dilinden korkan , beyinsiz , örümcek kafalı savaş bezirganı kan içicilerin bu saldırısına rağmen yönetmen samira makhmalbaf ve babası hayatları pahasına korkmadan filmi tamamlayıp bizlere kazandırdılar.. filmi izlemeden sadece bunun için bile bu iki sinema ve sanat insanına ne kadar saygı duysak ve  teşekkür etsek azdır..

hepiniz sinemayla ve gülüşünüzle kalın.. ha arada sırtınızı kontrol etmeyi de unutmayın..’

 Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İRAN SİNEMASI ve KADIN.. – ULUS BAKER

İran sinemasında yalnızca kadının varlığı konusunda değil, İslam’da aslında yasak olan “imajın” varlığını tartışmanız gerekir önce. Yoksa hiçbir kültür kadınlara “dayanamaz” –muhakkak çekicilikleri ve birtakım güzellikleri, işveleri vesaire vardır onların. İşte Mahmalbaf’ın Kandahar filmine bakın –ne diyordu? İmajları olmayan ülke. Niçin? Çünkü kadınlarını burkalara kapatmış. Bu sosyo-politik gerçeklik yine de filme bir paradoks olarak yansımış bulunuyor (ve hissedebildiğim kadarıyla filmin yönetmeni bunun pek farkında değil): burkalarla Afganistan yaylalarında çekilmiş kadınlar filmin en güçlü ve rengarenk imajlarını oluşturmaktan geri kalmıyorlar, kapatıyorlar onları, onlar ise burka denen giysilerini yeniden ve yeniden icat ederek, renklendirerek, o çok özel erotizm dozunu kendi keyiflerince ayarlayarak cevap veriyorlar. Hayat şu ya da bu bicimde akacaksa ille de akabileceği kanalları üretmek, yeniden üretmek gerekir.

Ben İran sinemasının sırrının sansüre karsı çıkıştan ibaret olmadığını düşünüyorum. Rejimin epeydir bu “geçip giden” imajlara, yani yanılsama olduklarını bizzat gösteren imajlara toleranslı davranıyor olduğu malum. Ancak unutmayalım ki bizim on dokuzuncu yüzyılda yitirdiğimiz, oysa İran şiirinde korunan “divan” edebiyatı ve ona ait imajlar rejimi, her türden realizmin ötesine geçerek İran sinemasını koruması altında tutuyor. Düşman cephesinden yağan okların “tir-i müjen”, yani “sevgilinin kirpikleri” gibi olması yeterince sinematografik bir imajdır. Muhsin Ertuğrul denen Mustafa Kemal icazetli adam yüzünden Türkiye’de sinema filan kurulamadı. İnsanlar imajlar üstüne belki Metin Erksan’dan itibaren –o da birazcık– düşünmeye gayret ettiler –ve diyelim ki bunun için Yılmaz Güney’i, bugün de Zeki Demirkubuz’u, Derviş Zaim’i ve özellikle de Nuri Bilge Ceylan’ı beklemek zorunda kaldık.

Hep hatırlattığım bir nokta, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında Namık Kemal’in “gerçekçilik” uğruna batı edebiyatı lehine, acem edebiyatı aleyhine ileri sürdüğü noktaların sinemaya nasıl da olanak vermediğiydi. Unutmayalım ki sinema realiteyi dosdoğru iletmez, ona bir hiyeroglif, bir gösterge rejimi ve imajlar zihniyeti dayatır. Bu zihniyet doğayı ve insani kuşatır ve yönlendirir. Sinema bu yüzden tiyatrodan çok divan edebiyatının “sembolizmine” daha yakın bir türdür. İşte bu yüzden İran’da sinema varken Türkiye’de yok.

İran’da sinemada kadının hangi şartlarda görünebildiğini biliyoruz. Önemli olan, kadın sinemacılardır daha çok. Samira Mahmalbaf ve diğerleri. Kadın halini ve çocuk halini anlatmak. Bu aslında fiziki bir duruma tekabül ediyor –hayatin katı, sıvı ve gaz hallerine gönderiyor bizi. Bu yüzden İran sinemasının mesela çocuğa ciddi ciddi ihtiyacı var: çünkü çocuklar şeyleri genellikle “gaz halinde” görebilme yeteneğine sahipler. Bizim artik alıştığımız tarzdan çok farklı bir ayırt etme ve kavrama sanatları var onların. Ve İran’da kadınlar da uzun yıllardır “çocuklaştırılmak” istenmiş. “Çözüm çok basit, kapatırsınız olur biter” tipinden bir kolaycılığa mahkûm edilmiş.

Ve “parantez”, ben de sürekli övgüler yağdırıyorum ama aslında çok iyi bir özgün sinematografik çizgi yakalamış olan İran sinemasını bir “tür” olarak algılamak konusunda henüz kararsızım… “sinemanın gerektirdiği işler”i çok iyi yaptıkları açık. Ama sürekli olarak hayatın çok dar bir kesiminde hareket etmek zorunda kalıyorlar ve bütün güçlerini “belgeleme” diyebileceğimiz bir uğraşıdan alıyorlar. Buna karşın, tuhaftır, iyi “belgesel” çekemiyorlar, çünkü her türden kurgu filmleri zaten kendiliğinden bir belgesel gibi görünüyor.

Sinemada kadının imajının ne olduğu ve nasıl işlediği, bütün çeşitliliklere rağmen galiba şöyle bir soruna indirgenebilir: çoğunlukla erkek olan yönetmenlerin ortaya sürdüğü birtakım “kadın” imajları” var. Ama bütün mesele bu imajın kadın yönetmenlerin elinde ne menem bir şey olacağı. Dolayısıyla –mesela– bir aşk filmi bir kadın tarafından çekildiğinde ondan kuşku duymalıyız. Çok iyi bir film olabilir, ama o kadar da iyi olması kötü olabilir. Kadınlar şu anda ask-meşk meselesinden çok özgürlük meselesine takılmış haldeler. Ve bu durum yalnızca batılı manada kavradığımız feminizmle sınırlanmıyor. Burkalar içinde Afgan kadınlar kendi dünyalarını nasıl kurabiliyorlarsa imajlar dünyasında da kurabilirler. Bu iş şu anda nedendir bilmem İran’da en iyi bir şekilde yapılıyor.

Anlıyoruz ki kadınlık meselesi bir özgürlük meselesidir. Ancak o andan itibaren özgür aşktan filan bahsedebilirsiniz. İran sinemasının kadın filmcileri bu sorgulamayı en iyi yapanlar olarak beliriyor gerçekten.

Peki, rejim neden katlanıyor bütün bunlara: bence katlanmıyor, kandırılıyor ya da kendisini, zoraki, kandırılmaya bırakıyor. Bu zorunlu çünkü basitçe söylemek gerekirse –her ülkede olduğu gibi– İran’da nüfusun yarısını kadınlar oluşturuyor.

İran sinemasından geçerek kadını –mesela bir erkek olarak– sevemeyeceksiniz. Ama başka türden bir varlık olarak seveceksiniz. Ama işte kadın o “başka türden varlık”tan başka bir şey değildir ve o da bunu anlatmak istiyor zaten.

-ve bir not: bu asla kadınlara değil, kadın “sinemacılara” bir övgüdür… Aynı şekilde kadın “ev kadınları”, kadın “polisler”, kadın “işçiler”, kadın “fahişeler” vb. övülebilir. çünkü hepsi kendi imajlarına sahiptirler.

ULUS BAKER

(www.korotonomedya.net)