Archive for the ‘Sinema’ Category

Roman Yazıları-1

“Bir bahçen ve bir kitabın varsa hiçbir eksiğin yoktur demektir.”

Okumakla haşır neşir olan insanların başat kitapları vardır her daim. Benimde başı çeken kitaplarım vardır bir solukta sıralayabileceğim. Şiirin motifi olduğu romandan bir dünyada  gezerim epeydir. Başka hayatları tanıyıp kendini bulabildiğimiz hazinesi kelimelerin olduğu bir iletişim sistemidir kitap. İnsanın bakışlarından okumakla ne derece ilgili olduğunu çözebileceğine dair bir sava sahibim ben. Okuduğu kitapların notlarını tuttuğu kağıtları birleştirmekle geçen zamandaki mutluluğum tariflenemez.

“Kitap okumaksızın geçen üç günden sonra konuşma tadını kaybeder.” derken Çinliler haksız da sayılmazlar. Kendimizde de bunu gözlemleyebilmek mümkündür; Okumakla pek bir mesafeli toplum olduğumuzu kavramak için istatistiklere gerek olmasa da tabloyu şöyle özetleyebilmek mümkün aynı zamanda; Bir Japon bir yılda ortalama 25 kitap okuyor. Bir İsviçreli bir yılda ortalama 10 kitap okuyor. Bir Fransız bir yılda ortalama 7 kitap okuyor. Türkiye`de 1 yılda 6 Türk 1 kitap okuyor. Öncelikli ihtiyaçlarımız arasında kitap okuma ihtiyacımız tam 235. sırada yer alıyor. 235.sıra…

Sinema kuşağında olduğu gibi seri şeklinde yazmayı hayal ettiğim yazılarımın girizgahıdır bu. Bunca zaman yazmamamın  da nedenidir aynı zamanda.

Beni hatırlayan, tanıyan herkesin aklına gelen ilk isim Vedat Türkali ile açılış yapmak pek bir münasip olacaktır.  

 

 

 

 

 

 

 

Kendisi gibi her kitabının da bir değer olduğunu düşündüğüm seriden; Bir Gün Tek Başına’da geçen bu diyalog hepimizi harekete geçiren bir durumdur belki de;

” 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden önce Türkiye içten içe kaynıyor. Kenan, yıllar önce gizli Komünist partisine girme suçlamasıyla polis sorgusunda çabucak yılgınlığa düşmüş, eski çevresinden tümüyle kopmuştur. Karısı ve çocuğuyla korunaklı bir yaşam sürdürmektedir. Aslında mutsuzdur, içi ile barışık değildir. Bir meyhanede tanıştığı genç Günsel, içinde çürümemek için direnen ne varsa hepsini ateşleyiverir. Aşk, direniş, devrim günleri… Yaşam, Kenan’a kendini bir kez daha sınama olanağı verir…”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mavi Karanlık’ın sayfalarını çevirelim birazda; “Görmek istemiyordu….Televizyonda dizi bitmiş, haberleri veriyordu spiker. Ankara’da bugün bir saldırıya uğrayan… Taş kesildi birden. Ekranda spikerin yerini Korhan’ın resmi almıştı.”

Korhan ile Özgür arasında sıkışan Nergis’in durumuna paralel aydınlarla halk arasında süren açmazı olduğu gibi çok iyi yansıtabilmiş Bodrum’da geçen bir hikayedir okuduğumuz.

Raflarımız arasında turlarken bir diğer kitabı “Yeşilcam Dedikleri Türkiye” ye bakalım şimdi de;

Yeşilçam’ın günlük yaşamından küçük kesitler de anlatılır: “…Stüdyoda iki kısımlık bir montaj işi vardı. Sansürden dönmüş Anıt-Film’in bir filmi. Yeniden bir iki sahne çekmişler. Hemen bağlayıp sansüre yollayacaklarmış. Haftaya sinemalara girecek. İyi de para vermişlerdi. (…) Yazıhaneye koşturdu. Dünkü çocuklar merdivenlerdeydiler gene; ışıkçılar, setçiler filan. Dün para alamamışlar. Film bitmiş… İçerki odalar da kalabalıktı. Çoğu para bekliyor olmalı bunların da. Durum gerçekten… Yok canım, her vakit böyledir. Paraları olsa da süründürmeden vermezler. Çoğuna bono zaten. Takside bağladıklarına da üç dört kez gidip gelmeden ödeme yaptıkları görülmüş mü? Bizim piyasa bu!…”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vedat Türkali, anı, deneyim ve birikimlerini kullanarak yaklaşık yüz yıllık bir zaman dilimini anlatmıştır, aktarmıştır bize romanlarında. Okuyacak kitap seçmekte kararsız kalanlara, nerden başlayacağını bilemeyenlere bir ışık tutmak adına yazılmıştır bu yazı.

(Güven, ele alınıp başlanması gereken  en kıymetli yapıtlarındandır. Alıntıları oldukça kabarık olduğundan yazıya aktarılmamıştır.)

Bir Gün Tek Başına, Mavi Karanlık, Yeşilçam Dedikleri Türkiye, Güven (2 cilt ), Tek Kişilik Ölüm, Kayıp Romanlar, Yalancı Tanıklar Kahvesi,  ilk akla gelenler…

‘Herdem’

Tuncel Kurtiz’den : Otobüs..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘isviçre’deki evde telefon çalıyor birden, tunç okan.. ‘abi, seni çok aradım, nerelerdesin, mutlaka görüşelim.. ben şimdi bir belgesel çekiyorum.. sonra görüşürüz.. tamam, benim telefonum şu.. tamam..’

bir bakıyoruz ertesi gün bir telefon: ‘geldim, sizin evin önündeyim..’, ‘buyur, gel yukarıya..’ sarılmalar, ‘kaç yıl oldu baba, seni nasıl özledim.. bak bir gün çalışacağız, buluşacağız dedik, işte buluştuk..’ çok güzeldi..

‘mutlaka bir film yapacağız..’

‘bir film yapmak kolay değil..’

‘biliyorum, öğreniriz..’

ve hikayeler..

bu arada ‘bebek’ filminin cezayir’de çekilmesi kesinleşiyor.. rahmi saltuk da filme alınıyor.. tunç okan da küçük bir rol oynamak üzere cezayir’e çağrılıyor..

yaptığımıza pek de film denemez.. barbaro daha çok acemi.. ama çok beğeniyor yaptığını.. işte öyle bir film çıkıyor oradan..

isviçre’de dişçilik yapan tunç okan bir film çekmeyi kafaya iyice koymuş artık.. 68 günleri, üniversitede arkadaş olan iki isviçreli, biri tunç okan, birisi tuncel kurtiz.. birisi dişçi oluyor, birisi mühendis.. aynı kızı seviyorlar.. sonunda bir düello yapıyorlar.. böyle bir hikaye anlattı bana tunç okan.. ‘iyi bir hikaye olur’ dedim.. ‘sen ve ben, iki isviçreli..’

sonra bir ‘otobüs’ senaryosu üzerine çalışmaya başladık.. istanbul’dan başlamak istiyordu.. florya plajında uzun donlu insanlar vardı.. bunların hepsi kalktı, bir otobüs geldi, içinde insanlar vardı.. bunlar harikulade gelişti..

fakat filmin ortalarında tunç okan’ın patron tavırları takınması, insanları ayırması ve bütün bunları kimseye para vermeden yapması? herkes oraya beni sevdiği için, bana inandığı için geliyor.. ben de herkese demişim ki ‘bu hepimizin filmi, herkes bu filmin ortağı olacak, ama yüzde bir ama yüzde yarım..’

bazı anlaşmazlıklar yüzünden filmin bir bölümünü bitirdikten sonra bizim tunç okan sırra kadem bastı ve filmlerle birlikte gitti, şoförü oynayan oğuz roylas’ı aldı.. hamburg kerhanelerinde birkaç sahne çekti ve filmi böylece bitirdi.. sonra mektuplar yazdı, ‘bu filmi ben yaptım, güneş balçıkla sıvanmaz’ gibi beylik laflarla.. ‘sokaktan topladığım insanlarla film yaptım..’ çok üzüldüm..

yıllar sonra sizin festivalde, bursa’da ‘otobüs’ filmi gösterilirken karşılaştık.. film başlamadan önce mikrofonda ‘bugün yıllar sonra ‘otobüs’ filmini burada izlemek benim için harikulade bir şey.. ama daha önemli bir şey var ki, yıllar sonra burada karşılaşabildiğim tuncel kurtiz.. onunla beraber olabilmek, tekrar onu görebilmek ne büyük mutluluk..’

teşekkür ettim..

ben ‘otobüs’ filminden bir kuruş para almadım..’

‘TUNCEL KURTİZ’

‘BÖLÜK PÖRÇÜK’ , TUNCEL KURTİZ , BOYUT Kitapları, 216 Sayfa, 2004..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘FRANÇOIS TRUFFAUT..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kariyerinize bir eleştirmen olarak başladınız.. bunun bir yönetmen olarak sizin üzerinizdeki etkisi nasıl oldu?

bunu söylemek zor, çünkü insan filmlere yönetmen olduğunda başka, eleştirmen olduğunda başka bir gözle bakıyor.. mesela ‘yurttaş kane’i her zaman sevmiş olsam da, kariyerimin farklı aşamalarında farklı biçimlerde sevdim.. onu eleştirmenken izlediğimde, özellikle hikayenin anlatılış biçimine hayran olmuştum: bütün karakterlerle görüşen kişiyi görmemize nadiren izin verilmesi, kronolojiye saygı gösterilmemiş olması, bunun gibi şeylere.. yönetmen olarak izlediğimdeyse beni daha çok teknik ilgilendiriyordu : bütün sahneler tek bir seferde çekilmiş, ters kesim kullanılmamıştı; birçok sahnede görüntüden önce müziği duyuyordunuz; bu, orson welles’in radyo eğitimini yansıtıyordu, vs.. sıradan bir izleyici gibi davranınca insan filmleri uyuşturucu gibi kullanır; hareketten büyülenir ve analiz etmeye çalışmaz.. öte yandan , bir eleştirmen (özellikle de benim gibi haftalık bir dergi için çalışan eleştirmen) on beş satırda filmlerin özetini yazmak zorundadır.. bu da insanı bir filmin yapısını anlamaya ve beğenisini akılcılaştırmaya zorlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

özellikle hayran olduğunuz ya da bir yönetmen olarak özellikle yararlı bulduğunuz eleştirmenler var mı?

hiçbir yönetmen eleştirmenlerden hazzetmez, ona karşı ne kadar nazik olurlarsa olsunlar.. her zaman kendisi hakkında söylediklerinin yeterli olmadığını, ilginç bir tarzda hoş bir şeyler söylemediğini ya da söyleyebilecekleri bütün hoş şeyleri başka yönetmenler hakkında söylediklerini düşünür.. ben bir zamanlar eleştirmen olduğumdan, sanırım eleştirmenlere karşı başka yönetmenler kadar husumet duymuyorum.. yine de eleştiriyi filmlerimin kabulünde etkili olan bir unsurdan fazlası olarak düşünmedim hiç.. halkın tutumu, tanıtım malzemesi, gala sonrası reklamlar, bütün bunlar eleştirmenler kadar önemlidir..’

‘FRANÇOIS TRUFFAUT..’ , Derleyen : RONALD BERGAN, Çeviri: EBRU KILIÇ, AGORA Yayınevi, Aralık 2010, 210 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bugün Çehov günü olsun!

Salt 2008 yılının değil türk sinemasının en has filmleri arasında seçkin bir yeri vardır ‘Sonbahar’ın. Tekrar anımsamama vesile olansa sanki film bütün anlamını ‘Yusuf ile Eka’nın birbirlerinden habersiz izledikleri ‘Vanya Dayı’dan aldıkları ‘Sonya’nın ağzından dökülen cümlelere yüklemiş; “Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Elimiz ağzımız tuttuğu sürece dur durak bilmeden başkaları için çalışıp didineceğiz. ecel geldiği zaman da usulca öleceğiz. çok acı çekip gözyaşı döktüğümüzü, çok içimizin yandığını söylediğimizde tanrı bize acıyacak. ve seninle ben, sevgili dayıcığım, aydınlık ve güzel bir hayat yaşayacağız. işte o zaman mutlu olacağız, şimdiki mutsuzluğumuzu hatırlarken gülümseyeceğiz ve huzura ereceğiz

Yazının asıl sahibi bugün yaşamını yitiren ‘Çehov’ olmasına rağmen düşündüğümde ilkin anımsadığım Çehov anısıyla girizgahı uygun buldum. İsminin hikmeti epey fazla olan  eşsiz hikayecinin sahip olduğu bir özellik olan geçmişe bakma korkusunu (otobiyografyafobi) gerekçe göstererek gençliği, ailesi kısacası hayatına girmeden , yazım hayatının bize yol göstereceği bir notlamadan  ibaret bu yazı. Mektubundan yaptığım bir alıntıyı eklemeden geçersem de içim elvermez;

”her yanım öylesine asya ki, gözlerime inanamıyorum, 60 bin kişi yemek içmekten , üremekten başka bir şey düşünmüyor. Yaşamla başka bir ilişkileri yok.  Ne bir gazete, ne bir kitap.”

Öykülerinin hayli öne çıktığı benim kütüphanemde en samimi durduğum oyunlarında, genel itibariyle Rus toplumunun tüm katmanlarından karakterlerle yüzleşiriz sahnede. Geçiş dönemi Rusya’sının, alt üst olmuş toplumsal değer yargılarının bir gösterisi olan oyunları her dönem gösterilir ülkesinde. Benim de ülkemin Şehir Tiyatrolarında izlediğim bilinen eseri Üç Kızkardeş için broşürde şöyle bir yazı vardı hatırımda kalan; “Üç Kızkardeş, Yaşanmamış Bir Hayatın Hikayesidir!” Oyun bittiğinde ne demek istediğini çok iyi anlattığı kanısına varıyorsunuz, bununla özetlemek mümkün hatta bütün oyunu. Oyundaki her karakter başka bir dünyanın kapısını açıyor izleyene sanki, başka bir mutsuzluk hikayesi her biri. Öyle zengin bir oyun ki izleyen herkesin yaşamı ile ilgili kendini kurcalamasına neden oluyor bir yandan. Çok farklı bir izleyici profili olsa da (iki defa izleyeni de hiç sevmeyeni de) tüm övgüleri hak ediyor fikrindeyim.

Çehov için bir o kadar sevdiğim Tolstoy’un ne dediğine kulak verelim hep birlikte; “çehov bir sanatçı olarak, önceki rus yazarlarıyla, turgenyev, dostoyevski veya benimle, mukayese bile edilemez. çehov’un kendi biçimi var empresyonistler gibi. bakarsanız adam hiçbir seçim yapmadan, eline hangi boya geçerse onu gelişi güzel sürüyor. bu boyalar arasında hiçbir münasebet yokmuş gibi görünür. ama bir de geri çekilip baktın mı şaşırırsınız. karşınızda parlak büyüleyici bir tablo vardır.”

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yabancılaşmanın Aynası Kendi-miz

İki gün evvel okuldan izin aldım,  annemleri uğurlamak için gittiğim yerse  ilkokul yolumdu. Yıllarca ev okul arası yol yaptığım güzergah ilk defa gittiğim bir kent gibi yabancıydı bana. Bu dürtüyle sarıldım kağıt kaleme. İçe dönmek, içtekileri dökmek adına,

Üzerinde oldukça fazla yazı kaleme alınmış olmasına rağmen hala muğlak gibi görünür yabancılaşma kavramı bana. Yaşamın öznesi olma durumundan çıkma, sarf edilen emeğin insanın kendini gerçekleşmesi çabasına katkısı olmaması, amaçsızlık hissiyatı gibi durumlarla kendini var eden bir olma-olmama halidir belki.

gündüz vassaf’ın radikal’deki yazısından yola çıkarak dillendirmek daha etkili olur kanımca;

bir tanıdığım geçenlerde annesini ‘huzurevinde’ ziyaret etti. yılda iki, en az bir kere görüşüyorlar. son gidişinde de her zamanki gibi aileden son haberleri vermiş, annesi de aman kendini yorma, kilona dikkat falan diyerek oğlu için endişelenmiş. huzurevi görevlisinin her seferinde aynı olan konuşmalarını kesmesiyle birdenbire ziyaretin seyri değişmiş. görevli, tanıdığımı kolundan çekip az uzakta koltuğunda uyuklayan başka bir kadını gösterip, “anneniz bu!” demiş. “ne yapayım,” dedi tanıdığım, “yaşlılar birbirlerine benziyor.”

Büyükşehirlerde  yaşamın trafik, iş yoğunluğu figürlerinden dolayı, insanın kendisiyle başbaşa kalamama halini getirir zamanla. kendine dönemeyen insan bir süre sonra sorgulayamadığı kavramlara ve pratik yaşama karşı anlamsızca seyirci konumunda bulur varlığını.

Yabancılaşma terimini ilk defa telaffuz eden Hegel’e göre;

 

 

 

 

 

 

 

 

aynı insanın özne (yani kendini geliştirmeye çalışan insan) ve nesne (yani başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen insan) olarak ikiye ayrılmasıdır. Hegel’e göre yabancılaşma insan ve toplum var oldukça yabancılaşmada var olacaktır.

Marx’a göre ise bir çok alanda bunu gözleme şansı vardır insanoğlunun;

Emeğin ürüne yabancılaşması, İşçinin üretim eylemine yabancılaşması, İşçinin doğasına, özüne, türsel varlığına yabancılaşması, Bireyin diğer bireylere yabancılaşması olarak sıralamak mümkündür.

Form ise şöyle tanımlar;

yabancılaşan birey pasif, boş, korkak ve izole edilmiş bir hale gelir. Modern insanın özgürlük ve mutluluk kaynağının tek ölçüsü “arzu edilen her şeyi alabilmesi” ölçeğine indirgenmiştir. Form, insanın kendini bir putperest haline getiren yabancılaşmadan insani bir içeriğe sahip olan sevgi aracılığı ile kurtulacağını ileri sürmektedir.

Yaşamın anlamsızlaşmasının nedeni olarak da görülebilir. Yaşam anlamsızlaştığı oranda temel ihtiyaçlar olarak nitelendirilen ama temel olmadığını düşündüğüm gereksinimlerin giderilmesi (yemek, içmek, uyumak) yaşamın başlıca amacı haline gelir.

birçoklarına göre Kafka yabancılaşma duygusunu en güçlü biçimde dillendirir yapıtlarında. Bir sabah yatağında bir böcek olarak uyanan Gregor Samsa, bilinci ve istemi dışında gerçekleşen bu dönüşümü bir türlü kabullenemez misal. Ailesi ve patronu ise, kısa bir şaşkınlığın ardından, onun artık bir böcek olduğunu kabul ederler. Ama böcek olmakla alışageldiği şeylerden koparak yepyeni bir konuma giren Gregor Samsa da, o güne kadar sürdürdüğü yaşama da, çevresindekilere de, bambaşka bir gözle bakar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Babasında bireyi yok sayan, kaba ve zorba toplumu görür Kafka. Ailede, okulda, toplumun hiçbir alanında kendi benliğini özgürce var edemez; Günce’sinde şunlarla ifade eder kendini Kafka;

“Benim benliğim kabul edilmiyordu. Benlikle ilgili bir durum ortaya çıktı mı bu, ya zorbalıktan tiksinmemle ya da benliğimi yok saymamla sonuçlanıyordu. Öte yandan benliğimin bir yanını bastırmaya kalkınca da bu, kendimden ve alınyazımdan tiksinmem, kendimi kötü ve lanetli bulmam sonucunu veriyordu.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sinemada yabancılaşma denilince perdeye en iyi gadjo dilo yakışır diye düşünürüm. Tony Gatlif‘in çingene kültürü üzerine olan, Latcho Drom ile başlayan, Mondo ile devam eden üçlemesinin son filmidir, Gadjo Dilo. Bir yandan çingenelerin yurtsuz oluşlarına, sürekli yer değiştirmek zorunda kalmalarına dikkat çekerken diğer yandan da Stéphane’ın iç dünyasındaki hareketlenmeleri onun yol öyküsü üzerinden anlatır. Ayrıca Tony Gatlif sinemasının öne çıkan öğelerinden olan “yabancılaşma” bu filmde de karşımızdadır.

‘HERDEM’

Black…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘- hayat rahimden de başlasa , topraktan da başlasa ,

yolculuğu karanlıkta başlar ve karanlıkta biter

bir gün hepimiz bu karanlıktan geçmek zorunda kalacağız…’

 

 gözlerimi yumup , sobelene kadar ağladığım bir filmden bahsetmek istiyorum sizlere :
”black…” 2005 hindistan yapımı bir film… yönetmeni ise ‘sanjay leela bhansali…’
açıkçası filme başladığımda beni saatlerce kuşatacağını hiç düşünmemiştim , lakin hem konusu hem de ‘michelle’nin çocukluğunu canlandıran ‘ayesha kapoor’un o samimi , hatta onun sahiden bir engelli oyuncu olduğunu düşündürecek kadar mükemmel performansı hem gözlerimde su tesisatı , hem de içimde  yerçekimsiz bir alan kurdu…
günün tüm rehavetini unutmamı sağladığı gibi , gözüm ve dilimde büyüttüğüm tüm günlük keyifsizliklere de unutulmaz bir ders verdi…
film sonunda ; 10 senedir artmayan maaşım başta olmak üzere , kaçırdığım , bazılarını yaktığım tüm gemilere , sırtımdaki tüm bıçaklara elimle salla diyerek havayı bayağı kuvvetli bir şekilde tokatladım…
bana bunu yaptıran hissettiren tabi ki görme ve duyma engelli olarak doğan ve daha doğar doğmaz öteki ilan edilen , hayvanca muamele gören michelle’nin imrenilesi direnci , sabrı ve ısrarı…
ona karanlığa hep  borçlu kalacağı  mutluluklarla ve başarılarla  yaşamasını öğreten  sabırlı öğretmeni ‘debraj sahai’ ise tam bir mucize avcısı… öz babasının bile çıngırak takarak hayvan muamelesi yaptığı Michelle , sahainin inancı , sevgisi öyle güzeldi ki…
aslında hiç de öyle olmadığı halde kendi kendinize dertlerinizi abartıp , üzüntülerinizde seçici olamıyorsanız , her gün cehennemin fon müziğinde dans ediyorsanız ya da kalbiniz bu aralar hissiyatsızlaşıp , kalpliğini unutup anüs gibi davranmaya başladıysa izleyin bu filmi…
zira bir gün bizlerde karanlıkta kalabiliriz…
gülüşünüzle ve merhametinizle kalın…

‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Fidel’in Yüzünden…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Fidel’in Yüzünden’ hatırımda kalsın bir yandan da köşemde yer etsin düşüncesiyle iliştirdim buraya da. hakkında söyleyecek sözüm çok; tez elden buyuralım;

80’li yılları çocukluk dönemi içinde olanların daha fazla empati kurmalarına imkan veren bir film. O dönemlerin çocukları, gençleri içinde bulunduğu koşuldaki sancılı süreçi anlamlandırmaya çabaladı çoğunlukla. Ülkelerinin daha yaşanabilir olma umuduyla mücadele eden ebeveynleri, arkadaşları olan insanlarla yaşadılar, hatırında kaldı bir çok ayrıntı çoğumuzun, tanığı olduk. hala da anlatılır,

Türk sinemasının o döneme ait çocuk üzerindeki travma, kimlik karmaşası üzerine epey durduğu bir çok yapımla yüzleştik perdede. Fidel’in Yüzünden bu zihniyette çekilen Julie Gavras imzalı takdire şayan bir ilk yapım. Fransa’da yaşayan çocukların hikayesi…

İspanyol bir avukat baba ile Marie Claire dergisine çalışan Fransız annenin kızı olan dokuz yaşındaki Anna Kübalı dadısı Pilomena ve ailesiyle birlikte oldukça rahat bir hayat yaşamaktayken halasının, eşinin öldürülmesi üzerine onların evine sığınması ile başlar aslında. Baba başta olmak kaydıyla herkes bu değişim rüzgarından nasibini alır. Anna’nın hoşlanmadığı ve eski hayatına duyduğu özlemin etkisiyle öfkeyle karşıladığı bu değişimin nedeni sakallı komünistlerdir. Sık sık bakıcıları değişmeye ve Anna’nın kafası daha da karışmaya başlar.

Dünya sinemasında mühim bir yer işgal ettiğini düşündüğüm Costa Gavras’ın kızının ustalıklı bu ilk filmi görülesidir.

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Fidel’in Yüzünden – La Faute à Fidel! 
Yönetmen ve Senaryo: Julie Gavras 
Oyuncular: Nina Kervel-Bey, Julie Depardieu, Stefano Accorsi 
Yapım Yılı: 2006 , Fransa

‘Bir çocuk , bütün oyunlara yazılır’

İnsan, varlığını sürdürebilmek için önce şeylere değer biçti -şeylerin anlamını o yarattı, insanca bir anlam yarattı. Bu yüzden ‘insan’ diyor kendine; değer biçen demektir bu. -Friedrich Nietzsche

kendisi ile ilgili bir hikayeyi anlatmaya başlarken, tarihleri saatleri tam olarak veren insanlara her zaman hayranlık duymuşumdur.. kitaptan okur gibi  yaşadıklarını  an be an  anlatan arkadaşlarım vardı.. benim için ise  3 cümleyle özetlenebilecek  birşeydi herşey.. daha fazlasına içim razı olmazdı anlatmaya.. nedense hep kendime saklardım..  ama insanın öyle herşeyi de anlatılmaz ki canım.. örneğin aşkı anlatmaya kalkışsam.. bana göre ; aşk akan bir nehir gibidir her baktığında gördüğün başka bir su’dur.. oysa biz hep aynı suya baktığımızı sanırız.. aşk akan bir nehirde, hep aynı suya bakamamaktır.. nehrin suyu hep akar ve değişir..  her gün yenilenen birşeydir.. o yüzden de hep  aynı değildir..  bir an severken, bir an nefret ederken, bir an özlerken, bir an kaçarken, bir an onsuz yaşayamamaktır.. o yüzden de anlatamamaktır..

ama bugün bir enteresan bir gün’dü… geçmişten bir sürü anı karşıma çıktı.. filmleriyle birlikte..
1990’lı yıllardı .. köprü üstü aşıkları filmi.. Yönetmen ve senaryo  Leox Carax .. Fransız Devrimi’nin 200. yıl kutlamaları için restore edilmeye başlanan Paris’in en eski köprüsü olan Pont-Neuf, sokağa düşmüş alkolik bir sirk cambazı olan genç Alex  ve başarısız bir ilişkinin ardından çektiği üzüntünün giderek körleştirdiği güzel ressam Michèle..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

juliette binoche’u ilk  defa o filmde izlemedim tabii. ondan öncesi varolmanın dayanılmaz hafifliği’nde benim hayata çok yakıştığım, ve yaşamımın o en  anlaşılır  dönemlerine yakışan bir güzel filmin ortasında rastladım.. ve benim de hayatımın kadınlarından biri oldu..  evet  aslında biz kadınların da, hayatının kadınları vardır.. bir kadın aslında hiç sezdirmeden başka bir kadından feyz alır durmadan.. yolunu çizerken.. seçimlerini yaparken.. birini severken..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

köprü üstü aşıkları olağanüstü filmini ise anlatmak yetersiz kalır.. keşke bir kere daha izleyebilsem.. bir ara çok uğraştım ama ulaşamadım hiç bir yerde.. sonra o da hayatımdaki her şey gibi silikleşti.. keza dalgaları aşmak filmi de öyle.. Yönetmen Lars Von Trier..  daha sonra müptelası olacağım yönetmenim.. ve tabii ki  Emily Watson bir düş gibiydi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sinema sanırım bir ritüel benim için.. bir filme başlarken daha yaşadığım  heyecan kadar sonrasında yaşadığım o yıkanmak, yenilenmek ve başka dünyalara dahil olmak,  ancak tek bir kelimeyle anlatılabilir..huzur..  benim sinemalarım daha sonra da hiç bitmedi.. hep üstüne eklendi..

şu anda ezginin günlüğü ‘rüya’ şarkısını söylüyor.. tatlı bir esinti gibi..

‘Bir kuş uçar gökyüzünde süzülür
Bir çocuk bütün oyunlara yazılır
Bir gül kokar, tüm çiçekler ezilir
Bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir…’

‘TAFLAN’

İçinden İstanbul Geçen Filmler 4 (Zamanın İçinde)

Neşeli Günler / 1978

Herkesin ekran başına kurulup bir posta izlediği bu yapımda, Cihangir’deki Asri Turşucu set olarak kullanılmıştır. Filmde aynı zamanda anne ve babasının birleşmesi için önünde açlık grevi yaptıkları Taksim Meydanındaki anıt daha sonra kaldırılmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yusuf ile Kenan / 1979

Babalarının kan davasında ölmesi üzerine Adana’dan İstanbul’a uzanan bir yolculukla başlar film. 1979 Dünya Çocuk Yılı’nda sokak çocuklarının içinde bulunduğu koşullara dikkat çekmek amaçlı yola çıkmış bu filmde Yusuf ile Kenan’ı Haydarpaşa Garı’ndan İstanbul’u selamlar ilkin. Avrupa yakasına geçtiğinde Anadol arabaların yoğunlukta olduğu Galata trafiği içinde bulurlar kendilerini. Hayattaki tek akrabaları olan amcalarının çalıştığı hanın sahibi kadın, onları taşralı olduğu için eleştirir. Ve o kör zihniyete göre; taşralılar İstanbul’a gelip işçi olurlar yalnız.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Banker Bilo / 1980

Onlarca efsane repliğin çıktığı bu filmde; özellikle Bilo’nun (İlyas Salman) seyyar satıcılık yaptığı sahnelerde İstanbul’un çehresinin değişmezlerinden olan isportaçıları sıkça görürüz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gırgıriye / 1981

Uzlaşamayan ama birbirini seven iki ailenin hikayesi üzerine kurulmuş filmde başrolde aslında Sulukule var demek mümkün. Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında sulukule’deki bir çok yapılanma yıkılmış, istanbul’un bu kendine has dokusu sadece bahsi geçen filmlerde kalmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

At / 1981

Göç olgusuna salt maddi nedenler olarak bakmayıp daha derin anlamlar kazandıran At’da, İstanbul’da emeğin karşılığını bulamadığı ve yaşayabilmenin, okutabilmenin sancılı dönemine tanıklık ederiz. Tek lüksü muhteşem İstanbul görüntüsü olan Hüseyin’in isportacılık yaptığı Süleymaniyenin dar sokakları, Eminönü, Vefa’nın kalabalığı arasında biz de onunla yol alırız bu trajedide. (İstanbul kadar değerli Genco Erkal’ı bu sokaklarda görmenin mutluluğunu da yaşatan film görmeye değerdir.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çiçek Abbas / 1982

Minibüs dolmuşculuğunun revaçta olduğu dönemde Alibeyköy – Aksaray arası dolmuş şoförlüğü yapan Şakir ile Abbas’ın hikayesi ve dönemin arabesk jargonu üzerine kurulan kahve muhabbetleri ve minibüs yazıları hafızalarda bakidir.Dış mekan çekimlerinde en fazla yer alan Alibeyköy’ün altyapıdan uzak çamurlu yollarını da ben hatırlatayım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Züğürt Ağa / 1985

Üzerinde konuşulacak epey malzeme veren bir zenginlik olan filmde; Harran’ın Haraptar köyünün ağası kuraklık ve bir dizi aksilikler nedeniyle arazileri satarak İstanbul’u adres beller kendine. İstanbul’a gelenlerin ilk yaptığı işlerin başında gelen isportacılık Züğürt Ağa’yı da içine çeker. Girdiği her işte başarısızlıkla tanışan ağa İstanbul’da ikamet edebilmek adına, ağalık sembolü olan aksesuarlardan çizmelerini de eskiciye vermek durumunda kalır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘HERDEM’

yaşamaya değer…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘- kalbim yün yumağına dolanmış bir kedi gibi…
gülebilseydim , gülerdim…’

içi boşaltılmış tenha günler vardır… hava gridir , ruh gridir… ne çalan kapı , ne çalan telefon umurunda olmaz…
gidilebilecek en iyi yer , seni her halinle misafir edebilecek kanepen ve kalbine usulca dokunacak bir filmdir..
işte bu film onlardan biri…bir kere çok ama çok samimi…
üstü kazındıkça , tekrar tekrar izlendikçe emiliyor film…
çok nefis repliklere sahip…
ısıtan güneşte mevcut filmde ,  ürperten rüzgarda…
‘muriel barbery’in çokça satılan romanı ‘kirpinin zarafeti’ kitabından  uyarlanmış ,
fransa ve italya ortak yapımlarından olan yaşamaya değer filminin yönetmeni ‘Mona Achache…’
oyuncu kadrosu da oldukça iyi , Josiane Balasko , Garance Le Guillermic , Togo Igawa , Anne Brochet…
izlemenizi teşvik için biraz bahsedeyim filmden…
oldukça zeki bir kız olan ‘paloma’ , everest’e tırmanarak ölen birinden esinlenir ve 12.yaş gününde ölme kararı alır…
paloma zeki , komik bir  o kadar da depresif sıkılgan bir karakter… yalnız ve nefessiz… minicik olmasına rağmen hayatta düşünecek , söyleyecek sözü kalmamış olanlardan ,
üstelik burjuva da  bir hayata sahip…
aynı apartmanda birde ‘rennee’ isminde bir kapıcı yaşamakta ki en etkilendiğim karakterde buydu…
kendini çirkin ve tombul hisseden suskun ‘rennee’ , marx , platon , tolstoy okuyan oldukça entellektüel bir karakter…
ve japon ‘kakuro ozu’…. Sade , edebiyatı ve sinemayı seven sabırlı bir karakter…
işte sadece kedisi olan üç yalnızın imrendirecek dostluğunu anlatıyor film… hem de felsefeye , edebiyata bulayarak anlatıyor…
kendinizi kaybettiğiniz bir an olursa , kendinizi bu filmde arayın… mutlaka bulabilirsiniz diyorum…
gülüşünüzle kalın… iyi seyirler…

‘BULUT’

‘nasıl öldüğün değil , ölürken ne yaptığın önemli…’