Archive for the ‘Sinema’ Category

BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA..

01 Ocak 2010, Cuma

‘yeni yıla girdik.. bugün öğleden sonra normalde pek yapmadığım şekilde, adeta yılların yorgunluğuyla, yatağa uzandım.. öylece elbiselerimle birkaç saat uyuyakalmışım.. gözlerimi açtığımda çok tuhaf hissettim.. deyim yerindeyse, yeni bir algılama biçimine uyanmışım gibi geldi.. öyle güzeldi ki.. sessizliğin içinde gözümün önünde flu bir şekilde hareketsiz duran odamın nesneleri beni sonsuz bir şefkatle kuşatıyor gibiydi.. beynimde farklı bir algılama düzeyinin kapıları aralanmış gibiydi.. bir saat kadar daha orada öylece gözlerim açık olarak yattım.. gözlerim flu kitapların üzerinde öylece dolanırken kitaplardan biri usul usul netleşti.. ne zaman aldığımı ya da oraya nasıl geldiğini bile hatırlamadığım bir kitap adeta bir vahiy gibi varlığını bana gösterdi.. yalçın koç’un yazmış olduğu ‘anadolu mayası’.. yalçın koç yanlış hatırlamıyorsam boğaziçi üniversitesi’nde okurken kendisinden bir iki ders almış olduğum biri.. kitabı öylesine okumaya başladım.. 20 sayfa kadar su gibi okudum.. algılarım o kadar açıktı ki.. bu açıklık hayattan öyle derin bir haz almamı sağlıyordu ki.. yaşadığımız hayat ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, onu algıladığımız oranda onu yaşadığımız gerçeğini derinden duyumsadım.. hayat, kendi irademiz dışında bile değişecek olsa algılama şeklimizin de ona bir şekilde ayak uyduracağını kabul etmek lazım.. hayatın bir şekilde yavaşlaması algılama gücümüzü nasıl da arttırıyor.. çok hızlı yaşadığımız için yaşadığım hiçbir şeyin hazzının layıkıyla duyumsanmaması değil, aynı zamanda acı vermesi gereken bir durumun da daha doğru dürüst varlığını hissettirmeden başka bir olay tarafından unutturulması söz konusu oluyor.. algılarımızın keskinliğini arttırmak için hayatımızın temposunu düşürmemiz gerektiği aşikar.. neden yavaş tempolu filmleri sevdiğim ve böyle filmler yapmak istediğimin nedenleri de buralarda yatıyor zaten.. bugün uyandığımda varlığını hissettiren ruh hali, ancak nazlı bir yavaşlık temposu içinde ortaya çıkabilir çünkü..’

NURİ BİLGE CEYLAN

 

‘BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA, KURGU GÜNLÜĞÜ..’, NURİ BİLGE CEYLAN, ALTYAZI Aylık Sinema Dergisi Yayını, Ekim 2011, 40 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(büyük usta nuri bilge ceylan’ın ‘bir zamanlar anadolu’da filmine sinemada hâlâ gitmeyenler için son günler olabilir çünkü yavaş yavaş gösterildiği sinemalarda gösterimden kalkmaya başladı mesela istanbul’da şu anda sanırım sadece iki sinemada oynuyor.. sinemada izleyin 14 oyuncunun 14’üne birden hayran kalın derim, kaçırmayın.. crockett..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yaşasın sinema..

‘yaşadığımız cinnet ortamında bir gün  bana da sıra gelecek diye beklerken sığınaklarımdan biri olan sinemaya iyice boğdum kendimi.. bu aralar  ‘peter sellers, blake edwards , louis de funes, julio medem, fernando solanas’ üzerine çalışma yaparken bir yandan da deli gibi film izliyorum..

kısa filmler arasında gezinti :

sinema üzerine çalışmalarım sırasında sinema emekçisi bir kardeşim tarafından bana verilen onlarca yeni kısa filme de göz atma fırsatım oldu.. gerçekten çok değişik ve zeka ürünü üretimlere rastladım aralarında.. ama çok kötüleri de vardı.. kamerayı çalıştırıp iki sis, bir ışık ve yürüyen bir insan figürü koyup arka planda da bilinen bir klasik müzik ya da tanınmış film müziği çalınca iyi bir film yapacağını sanan arkadaşlar var.. şevklerini, umutlarını kırmamak için isim vermiyorum.. ama izlediğim kısa filmler arasında bir film var ki onu burada es geçemeyeceğim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu film ‘fırat yavuz’un ‘toros canavarı’ adlı kısa filmi.. gerçekten on numara bir film.. özgün senaryosu, tekniği, kurgusu ile çok çarpıcı bir konuya, çok değişik bir yaklaşım getirmiş fırat yavuz.. benim de bir zamanlar gördüğüm anda irkildiğim ‘toros’ marka otomobillerle ilgili bir film.. camları siyah kaplıysa eğer korkunuza korkular katan arabalar.. 1990’lı yılların adam kaçırma, faili meçhul ve gözaltında kayıplarının büyük çoğunluğunun gerçekleştirildiği araçlar bunlar.. fırat yavuz bu konu üzerinden güzel bir senaryoyla çok özgün bir çalışma yapmış.. kendisini buradan kutlarken aylak adamız olarak teşekkürlerimizi sunuyor ve her zaman takipçisi olarak ürünlerinin arkasında ve destekçisi olduğumuzu belirtiyoruz.. izlediğim kısa filmler arasında anlatmak istediğim başka filmler de var ama onlar başka zamana.. şimdi daha önemli uzun metrajlı filmlere geçelim..

‘press’ :

son süreçte izlediğim filmlerin sayısını hatırlamıyorum ama hepsini isimleriyle, konularıyla hatırladığıma göre hep kaliteli, güzel yapımlar izlemişim..

sinemada izlemeyi kaçırdığım sedat yılmaz’ın ‘press’ini o günleri tekrar yaşayarak izledim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sedat yılmaz 1990’lı yıllarda ‘özgür gündem’ gazetesini baz alarak muhalif gazeteci olmanın sonuçlarını yaşananlardan, gerçek olaylardan kesitler sunarak çok güzel bir iş çıkarmış bence.. oyuncuları öncelikle tebrik etmek istiyorum.. en ufak rolde bile özenle çalışıldığı görülüyor.. birçoğunu daha önceki kazım öz’ün ‘bahoz’ filminden de hatırlıyoruz.. ‘özgür gündem’ gazetesinin diyarbakır bürosunda çalışan 7 kişinin başından geçenleri anlatan sedat yılmaz o günlerin ortamını sinemanın kullanabildiği tüm imkanlarından faydalanarak anlatmaya çalışmış..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kaybedilen, infaz edilen, işkenceler, tehditlerle yıldırılmaya çalışılan, hapislerde çürütülen gazeteciler, gazete dağıtımcıları, gazete bayilerinin hayatlarından kesitler filmin her saniyesinde teker teker kalbinizin ortasına bir kor gibi düşüveriyor.. filmi izledikten bir süre sonra filmle ilgili eleştirileri  okudum.. yine bazıları acımasızca infaz etmiş filmi.. üzüldüm.. oturdukları yerden o kadar kolay harcıyorlar ki harcanan emekleri, alın terini inanamıyorum.. ‘sedat yılmaz’a da buradan teşekkür ediyorum bu cesur ve özgün filmi için.. kendisinin yeni üretimlerini sabırsızlıkla bekliyoruz..

‘behzat ç. – seni kalbime gömdüm..’ :

onlarca filmin arasından bu yazıda değinmeden geçemeyeceğim bir film daha var : ‘behzat ç. – seni kalbime gömdüm..’ bu filme daha sonra ayrıntılı bir şekilde değineceğim fakat burada birkaç cümle de olsa değinmek istiyorum çünkü filmin de, ekibin de üzerine o kadar gidiliyor ki bu aralar artık yapılan eleştirileri aklım almıyor.. elbirliğiyle yok etmeye çalışıyorlar ‘behzat ç.’ karakterini.. çünkü türkiye televizyon tarihinde daha önce yaratılamamış, daha doğrusu yaratmaya cesaret edilememiş bir karakter çıkartıldı ortaya.. hele filmin yapımcılarının inisiyatifinde olan ‘van depremine ilk günlük hasılat yardımı vakasından’ yola çıkarak öyle bir yüklendiler ki ‘behzat ç.’ye dedim bu sefer nefesini keserler yapımın..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hele hele bu eleştiriler arasında sol çevrelerden bazı dergilerde ‘behzat ç’nin neden polat alemdar ve deli yürekten farkı yoktur’ gibi yazıları okuyunca kafayı yiyorum.. ya arkadaş yazılarınızı vaktimi harcayarak okuyorum, sonra dönüp tekrar okuyorum,  tekrar ve tekrar.. inanamıyorum.. dizinin bir iki bölümünü izleyerek ya da yarım yamalak izleyerek eleştiri yapıyorsunuz.. 38 bölüm ve bir sinema filmi çekilen bir yapımı iki bilgi kırıntısı ve kulaktan dolma bilgilerle yerin dibine gömüyorsunuz.. yüzlerce insanın emeğini hiçe sayıyorsunuz.. nasıl bu kadar pervasız olabiliyorsunuz anlamıyorum.. daha önce bunu kendinden menkul özgürlük anlayışları olan bir sol çevrenin yayın organında ‘kaan arslanoğlu’ usta yapmıştı.. ‘behzat ç.’ konulu yazısına karşı yazdığım eleştiri yorumunu nedense yazının altına koyma yürekliliğini ne kendisi ne yayın organı gösteremedi.. ve bu yazısına kadar sayın ‘kaan arslanoğlu’nu o kadar sevip, eserlerini (hem kitaplarını, hem blogundaki, hem de değişik yayınlardaki yazılarını) merakla takip etmeme rağmen bu yazısı ve yorum yazıma karşı verdiği tepkiyle yıkıldım.. sayın kaan arslanoğlu ne farkınız kaldı diğer düdük çalınca hizaya giren medya mensuplarından.. hala bir özür bekliyorum.. ama önce yazısından dolayı ‘behzat ç.’ ekibinden.. kaan arslanoğlu bu yazısında iki, yada üç bölümünü izlediğini beyan ettikten sonra veryansın ediyor diziye..

ya el insaf kardeşim.. türkiye televizyon tarihinde hangi yapım daha önce gözaltında kayıplardan, hrant dink cinayetine, devlet kurumlarındaki değişik illegal derin yapıların örgütlenmesinden, kot işçilerinin yakalandığı silikosiz hastalığına, derin devlet yapılanmalarının işlediği cinayetler, suikastlardan ve daha birçok el yakan, yaşam söndüren, cesaret isteyen konulara kadar işlemiş, deşifre etmiştir söyler misiniz..

eleştirmek çok basit : dizinin birkaç bölümünü izle.. ‘behzat ç.’ iki tokat atıyor, bir iki küfür çakıyor, bir iki bayanı öpüyor diye vay efendim faşist polis tiplemesini halka benimsetiyor, sevdiriyor.. ya arkadaşım ne yapsalardı dövmeyen, sövmeyen, sevmeyen, öpmeyen bir polis tiplemesi koysalardı bu sefer de hiç gerçekçi değil diyecektiniz.. ne yapsınlar yani nasıl bir şey istiyorsunuz anlamıyorum.. ortaya karışık mı.. ‘stockholm sendromu’ tanısı koyan bile oldu ‘behzat ç.’ karakterinin sevilmesine (özellikle de sol düşünceye inanan insanlar arasında) neden olarak..

geçenlerde yine agora yayınevinin çıkardığı ve devamlı takip ettiğim ‘mesele’ dergisinden bir arkadaş yerden yere vurmuş diziyi.. ve yine doğru dürüst izlemeden kıymış, biçmiş bütün yapıma.. ve eklemiş ‘deli yürekten ve polat alemdardan farkı yok..’ yok canım, yok ya bana kalırsa kanuniden de, bihterden de, difteriden de, depremden de farkı yok dizinin.. derhal yayından kaldırılmalı.. cümbür cemaat ‘arka sokaklar’ dizisini izlemeli herkes.. kusuruna bakmayın siz behzat’ın..

ya insaf edin diyorum tekrar.. beğenirsiniz beğenmezsiniz ama bu bir edebi eserin ekrana uyarlanmış hali.. sizin keyfinize, politik görüşlerinize göre şekillenecek değil.. ve okuyan, eleştiren (ama öyle bir iki yaprak çevirerek, bir iki bölüm izleyerek değil tüm eseri okuyarak, yapımı görerek, izleyerek  eleştiren) kitleler zaten kitaba da, diziye de, filme de yeterince destek ve yapıcı eleştiri getiriyorlar rahat olun.. sizin yüzlerce insanın emeğini bir iki bölüm izleyerek yok saydığınız ve acımadan yerin dibine batırdığınız dizinin her bölümü 90’lı yılların kayıplarını, yargısız infazlarını dile getirmeye devam edecek ve birilerini rahatsız etmeye devam edecek..

‘behzat ç. seni kalbime gömdüm’ filmine gelince diziden dolayı filmden bayağı bir beklentiye girdi insanlar.. polisiye bir hikayeden bir sinema şaheseri çıkmasını umanlar dizinin uzun ve sinemasal öğelerle desteklenmiş bir halini görünce hayal kırıklığına uğradılar.. ne bekliyordunuz.. bir ‘tarantino’ filmi mi.. ‘behzat ç.’ dizisinden elbette farkı olmayacaktı.. sadece tek bir hikaye ekseninde biçimlenen uzun bir sinema filmi..

hayır filme yapıcı eleştiriler gelse deseler ki filmdeki konuya yedirilmiş ‘araba reklamı’ çok sırıtmış ve rahatsız etmiş dense, sahneler arası geçişlerde kopukluklar var, bazıları çok acemice olmuş dense yanmayacağım ama yok, yapıcı tek bir eleştiri yok..

şimdi de bazıları seyirci sayısından vurmaya çalışıyor filmi.. yok efendim beklenenin çok altında kalmış.. 500 bin kişiye yakın kişi izlemiş şimdilik filmi, belki daha fazla.. daha ne istiyorsunuz.. aylarca reklamı yapılan abuk sabuk komedi filmlerine mi yetişmeliydi rakam.. neymiş ‘anadolu kartalları’ filmine geçilmiş gişede.. tüh be yazık yenildik desenize, nasıl da yendiler bizi tühhhhhhhhhhhh.. gülüyorum be kardeşim bu eleştirilere..

filmi ayrı ayrı zamanlarda iki kere izledim, ‘behzat ç.’ yine aynı.. kaldığı yerden devam ediyor.. bu sefer ‘red kit’ adlı karakterin işlediği cinayetleri çözmeye çalışıyor.. seksenli yıllarda anne babası ve kız kardeşi derin devletçe infaz edilen ‘red kit’ pervasızca intikam peşinde koşuyor, behzat ve ekibi de onu yakalamaya çalışıyor.. film konusuyla zaten ilgi çekici.. oyunculuk üst düzeyde.. ekibin olağan kadrosu yine işlerini çok iyi yapmış.. ama bu filmde ‘kolsuz ahmet- süleyman’ karakterini canlandıran ve birçok dizi ve sinema filminden tanıdığımız (özellikle serdar akar’ın ‘bar’da filminden) ‘hakan boyav’ filme esas itici gücü veren karakter olmuş..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

açık söyleyeyim filmin konusunda ‘behzat ç.’den sonraki en önemli karakter olan ‘tardu flordun’un canlandırdığı  ‘red kit’ karakteri ‘kolsuz ahmet-süleyman’ karakterinin çok çok gerisinde kalmış.. ‘hakan boyav’ı tebrik ediyorum performansından ötürü..

filmde rahatsız olduğum, eksik gördüğüm birçok yer var, başka bir yazıda daha ayrıntılı yazacağım.. ama en büyük eksiklik diziye büyük katkı veren ‘cem kısmet-pilli bebek’ müziklerinin filmde pek kullanılmamış olmasıydı.. bence görsel etkiyi daha fazla arttırırdı pilli bebek müzikleri daha fazla kullanılmış olsaydı..

ama yukarıda da yazdım beni en çok rahatsız eden ‘harun’ karakterinin cinayet şubeye verilen yeni arabalarla ilgili çok uzun ‘sponsor reklamı repliğiydi’.. filmin ekibini ve yapımcısını uyarmak istiyorum : filmler, diziler içine yedirilmiş sponsor reklamları bazen çok kötü etki yapıp, yıpratıcı olabiliyor, seyirciye itici geliyor.. filmden çıktık reklamlara geçtik sandım tıpkı filmdeki bu araba reklamında olduğu gibi.. en sevdiğim tiplemelerden olan ‘harun’ karakterine neredeyse gıcık olacaktım.. bitmek bilmedi arabayı övüş sahnesi.. neyse ‘angaralılara’ burada ara vereyim daha anlatacak çok film var.. bir iki cümle dedim sayfa oldu..

‘gelecek uzun sürer’ :

gelelim ‘gelecek uzun sürer’e.. fransız komünist düşünür ‘althusser’in ünlü kitabıyla aynı ismi taşısa da kendine özgü, bir hikayeler bileşkesi olan bir film ‘gelecek uzun sürer’..

türkiye sinemasına ilk uzun metrajlı filmi ‘sonbahar’la çok şey katan genç yönetmen ‘özcan alper’ ikinci uzun metrajlı çalışmasında ülkemizin doğusunda 30 yıldır süren savaşa, kürt sorununa ve ülkemiz genelinde kaybedilmiş, infaz edilmiş 17500 insana kamerasını çevirmiş bu sefer..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yer yer belgesel görüntülerle ve gerçek karakterlerin röportajlarıyla desteklenmiş film bir tren yolculuğu sahnesiyle açılıyor.. baş karakterimiz ‘sumru’ (gaye gürsel) sevgilisi ‘harun’un kendisinden ayrılıp dağa gitmesinin ardından ülkenin değişik yerlerine yöresel ağıtları toplamaya gider.. etnomüzikologdur ‘sumru’.. sıra ülkenin doğusuna gelmiştir.. kendisi karadenizli olan ‘sumru’ annesinin tüm uyarısına rağmen diyarbakır’a doğru yola çıkar.. tren diyarbakır garında durduğu andan itibaren apayrı bir dünyaya adım atar ‘sumru’.. bir nevi ‘acının kalbine’, acının olağanlaşıp, cisimleştiği yere gelmiştir ‘sumru’.. çeşitli kanallar ve tanıdıkları aracılığıyla daha önce tesadüfen diyarbakır  sokaklarında karşılaştığı bir sinema sevdalısı ‘ahmet’ (durukan ordu) ile irtibata geçer.. ‘ahmet’in elinde yıllar önce topladıkları ve çektikleri belgesel görüntüler vardır.. bir yandan bu görüntüler üzerinde çalışıp bir yandan da yakınlarını kaybeden kişilerle birebir görüşmeler yapan ‘sumru’ya, ‘ahmet’ bir yakınlık duymaya başlar ve olaylar gelişir.. ‘sumru’nun yolculuğu aslında bir nevi kendi ağıtına yolculuktur..

‘özcan alper’ ilk filminin büyük başarısının baskısının, ağırlığının altında ‘gelecek uzun sürer’e başlamıştı.. uzun ve yorucu ön çalışmalar, hazırlıklar yapan, özellikle karakteri canlandıracak oyuncular bazında çok titiz çalışan ve karakterleri kimin canlandıracağını seçtikten sonra onları uzun bir eğitim sürecinden geçiren ‘özcan alper’ bu filminde de karakterler üzerine çok çalıştığını açıkça hissettiriyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

edebiyatı ve özellikle de şiiri filmlerinin her saniyesine katıp işleyen ‘özcan alper’ bu filminde de aynı şekilde yola çıkmış, şiirsel dilinden ödün vermemiş.. ilk filminde ‘sergey yesenin’in dizeleri, ‘çehov’un ‘vanya dayı’sı anılırken, ‘gelecek uzun sürer’de ‘andrey voznesenski’nin ‘oza’ kitabı ve şiiri seyirciyi filmin değişik yerlerinde selamlıyor ve sarsıyor.. 

karakterlerden özellikle ‘sumru’ karakteri ilk film ‘sonbahar’ın ‘yusuf’una çok yaklaşmış.. ‘gaye gürsel’i bu ilk sinema deneyimdeki oyunculuğundan dolayı kutlamak istiyorum.. diyalogların pek fazla olmadığı, genelde görüntünün, mimiklerin, duyguların ön plana çıktığı senaryolar oyunculuk açısından çok zordur.. ama özellikle ‘gaye gürsel’ başarıyla vermiş bu sınavı..

‘ahmet’ karakterini canlandıran ‘durukan ordu’ da ilk filminde elinden geleni yapmaya çalışmış.. onun da üstlendiği karakter gerçekten zor bir karakter.. zaman zaman bazı yerlerde takıldığı ve yetersiz kaldığı görülse de sırf ‘fransız yeni dalgası akımının’ unutulmaz filmlerinden ‘godard’ın ‘a bout de souffle’ (serseri aşıklar – breathless) filminde ‘jean-paul belmondo’nun canlandırdığı ‘michel’ tiplemesine gönderme yaptığı sahnelerde döktürdüğü için bile teşekkür etmek gerekir kendisine.. ‘durukan ordu’nun oyunculuğu da gelecek için umut vaat ediyor..

cemaatini sürgünlerle, katliamlarla kaybetmiş ama o toprakların altında yatan kemikleri terk edip gidemeyen diyarbakır ermeni kilisesinin papazını canlandıran ‘sarkis seropyan’ın anlattıkları ve annesinin söylediği ağıt gerçekten yürekleri yakıyor.. hele virane kilisenin bahçesine yağmur yağarken annesinin ağıdını ‘sumru’yla beraber dinledikleri sahne sinemamızın unutulmaz sahnelerinden birisi olacaktır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sevgili erdal kırık’ın canlandırdığı ‘kuto’ karakteri de on numara.. beki sahneleri daha fazla olsaydı filme daha fazla şey katardı.. ‘erdal kırık’ oynadığı üç sahnede de döktürmüş.. hele büyük usta angelopoulos’un filmini ‘ahmet’le birlikte izlerken söyledikleri böyle yürek yakan bir filmde seyirciye bir an olsun nefes aldırıyor..

filmi üç kere izledim gösterime girdiği andan itibaren.. bu kadar güncel ve can alıcı konusunun olduğu bir filmin gişesinin düşük olmasını insan anlayamıyor.. üstelik ilk filminde türkiye sinemasına bir başyapıt kazandırmış ‘özcan alper’in filmi bu.. hele konusunun yakıcılığı, güncelliği karşısında daha da şaşırıyor insan.. üç izleyişimin birisinde iki kişi, birisinde dört kişiydik sinemada.. neyse ki üçüncü izleyişimde yüze yakın koltuk doluydu..

filmin müzikleri de yine özenli bir çalışmanın ürünü.. hele final sahnesindeki ağıt belli ki yine ince bir çalışma sonucu seçilmiş..

filmdeki çekimler ve görüntüler yine ‘sonbahar’ filmindeki görsel başarıyı aratmıyor.. ‘özcan alper’ burada döktürmüş her zaman ki gibi.. yukarıda da bahsettiğim kilisedeki ağıt dinleme sahnesi, filmin girişindeki ve finalindeki atların sahneleri ve bir kayıp yakınının ‘biz kemiklerimizi istiyoruz’ dediği sahneler sinema tarihinde unutulmayacak sahneler olacak..

bir de ana hikayenin içine yedirilmiş yan hikayeler filmin içeriğini, anlatım gücünü daha da kuvvetlendirmiş..

‘sonbahar’dan beri yakından takip ettiğim ‘özcan alper’ çok birikimli bir insan olduğu kadar son derece de mütevazi birisi.. her filminde kendisinin de bir öğrenim ve keşif sürecinden geçtiğini söyleyen ‘özcan alper’ ülkemiz sinemasında iki filmde kendine has bir sinema dili oluşturan ve kendi sinema dili olan nadir yönetmenlerimizden birisi.. kendisine ve filmin tüm ekibine bu özenli çalışmadan dolayı sonsuz teşekkürlerimizi sunarken yüreklerine sağlık diyoruz.. bu filmi sakın dvdsi çıksın diye beklemeyin sinemada izleyin, kaçırmayın derim..

‘bir zamanlar anadolu’da’ :

yazı çok uzadı belki ama son olarak da her zaman çok saygı duyup, filmlerine taptığım ‘nuri bilge ceylan’nın ‘bir zamanlar anadolu’da’ filmine değinmek istiyorum..

ben masalsı anlatıları çok severim.. bir hikayesi olan ve bu hikayenin gerçek hayatla birebir örtüşebileceği kurmacalara bayılırım..

teknik olarak çok büyük aksaklıklarının olduğu ‘nuri bilge’nin bu filmi yine de sinema dünyamıza kazandırılmış başarılı bir çalışma..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kurgusunda, sahneler arası geçişlerde ve makyajda büyük problemlerin olmasına rağmen filmde en başta senaryo ve oyunculuk en üst düzeyde.. kamerası da her zaman çok güçlü olan ve muhteşem görüntülerle hikayeyi desteklemiş, güzel bir yapım çıkarmış ‘nuri bilge ceylan’..

özellikle ‘yılmaz erdoğan’ canlandırdığı ‘komiser naci’ karakteri ile oyunculuğun ve kendi oyunculuğunun doruğuna çıkmış..

‘katil kenan’ı canlandıran ‘fırat tanış’ adım adım sinema dünyasının unutulmazları arasına  adını yazdırmaya başlıyor.. özellikle yakın plan çekimlerde ‘fırat tanış’ı izlerken ürperdim.. bir karakter nasıl canlandırılır öğrenmek isteyenler ‘yılmaz erdoğan ve fırat tanış’ı dikkatle izlesin.. sanırsın ‘yılmaz erdoğan’ kırk yıllık komiser..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘savcı nusret’i oynayan ‘taner birsel’ her zaman ki oyunculuğunu konuşturmuş yine.. ancak özellikle ‘savcı nusret’in yüz makyajındaki yüzdeki kalıcı yara ya da hastalık izleri çok kötüydü.. sanki bir günlük zaman dilimi içinde yara bir artıyor, bir azalıyordu.. kaçırdığım veya anlamadığım bir nokta mı diye düşündüm, izleyen arkadaşlarıma sorduğumda onlar da makyajda hatalar olduğunu söylediler..

diğer karakterlerden ‘doktor cemal’i canlandıran ‘muhammet uzuner’, ‘arap ali’yi canlandıran ‘ahmet mümtaz taylan’ ile aslında doktorluk da yapan ve filmde anlatılan hikayenin de sahibi olan ‘köy muhtarı’nı canlandıran tecrübeli oyuncu ‘ercan kesal’ın oyunculuklarını da anmadan geçemeyeceğim burada.. hepsine sonsuz teşekkürler.. çok zorlu bir hikayenin çekimi sürecinde gerçekten muazzam oyunculuklar çıkarmışlar..  filmin en önemli gücü oyunculuk ve karakterlerin bu sert hikayenin içine sizi çekip alması..

anlatılan ise ‘bir zamanlar anadolu’da gerçekleşen ve anadolu’da her gün karşılaşılabilecek adli bir olayın ekseninde yurdumuz insanın derinliklerine doğru bir kazı.. belki de filmin en önemli sahnesinde olduğu gibi yurdumuz insanının detaylı bir otopsisi.. kurgudaki ve makyajdaki aksaklıklar da olmasaydı ne iyi olurdu diyesi geliyor insanın ama filmi düşündükçe unutmaya başlıyor insan o aksaklıkları..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu filmi kaç kere izlediğimi bu kez söylemeyeceğim ama sizlere ‘gelecek uzun sürer’ gibi lütfen gösterimden kalkmadan bu filmi de sinemada izleyin diyeceğim.. kaçırırsanız çok şey kaybetmiş olacaksınız bilesiniz.. son anlattığım iki filmle ilgili çok şeyler yazacağım daha çünkü sürekli bahsedilmeyi hakkeden ve kendilerinden bahsettirecek gücü olan filmler bunlar..

neyse bugünlük yeter sanırım sinema lafazanlığı.. sevgili ‘fran(sı)z’a da buradan selam çakıp yaşasın edebiyat, yaşasın sinema diyorum..

sinemayla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

İÇİNDEN İSTANBUL GEÇEN FİLMLER 5

Muhsin Bey / 1986

Sahiplendiğim filmler için çok iddiali söylemlerden özellikle çekinirim. Lakin kredimin sonsuz olduğu ve bu tanımlamanın dışında tuttugum mühim bir kaç yapım var. Onlar için futursüzca söz söyleme hakkı tanıdım kendime. bunların başlıcalarından birisi de Beyoğlu Kuledibi’ni kendine mekan edinmiş Muhsin Bey. Kendi zamanında oldukça bol, ucuz çekilen Arabesk şarkıcı filmlerinin aksine oldukça seçkin, duygusal gerçekliği olan filmde; iç mekan çekimlerinde pavyon, gazino piyasasının kalesi diyebileceğimiz Unkapanı tercih edilmiştir. Muhsin Bey, yozlaşmaya başlayan şehirden kurtulup, popüler değerlerin dışında kalan İstanbul semtleri’nde yaşamayı diler. Nesli tükenen Muhsin Bey’e baki selam.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Teyzem / 1986

Ankara’da yaşayan Umur anne ve babasıyla İstanbul’a gelerek dedesinin evine yerleşir. Teyzesi Üftade’yi (Müjde Ar) ilk kez gören Umur onunla yakınlaşmaya başlar. Üftade ile Umur’un Eminönü-Kavaklar hattı turları, Kapalıçarşı ve İstanbul Arkeoloji Müzesi gezileri ile tarihsel güzelliğe tanık olmak mümkün. Bunun yanısıra yapılaşmanın getirdiği ahşap evlerle yarışan beton evlerde şehre egemen olmaktadır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sis / 1988

Farklı siyasi görüşlere sahip iki kardeşten biri öldürülür. Hakimlikten istifa eden baba, suçlanan diğer çocuğunu saklamakla birlikte kendisi de kuşku duymaktadır. Bu temelde sürecin siyasi havasını oldukça iyi aktaran Zülfü Livaneli, filmde de sisli bir İstanbul’u kendine mekan edinmiştir. Erol’un (oğul) saklandığı Eminönü’ndeki eski han’dan Süleymaniye Camii ve Galata Kulesi’ni görürüz.

‘Herdem’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

            

‘zanan-e bedun-e mardan / erkeksiz kadınlar / women without men..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘iran sineması üzerine yaptığım çalışmalarım da ‘shirin neshat’ eserlerine yeni giriş yaptım.. ve pek bir memnun oldum kendisiyle tanışmaktan.. ‘shirin neshat’ın ilk izlediğim eseri de yine arşivimde uzun süredir bekleyen ‘women without men’ adlı yapımı oldu.. filmin afiş ve kapağı bayağı etkileyici olsa da ben onu arşivimde demlenmeye bırakmıştım.. ve sıra ona geldi.. mekanda tek başıma takıldığım, moralimin sıfır olduğu bir anda izlemeye başladım.. daha ilk sahnelerle ‘munis’ adlı karakterin olağanüstü çekimlerle kendini boşluğa bırakmasıyla ben de kendimi boşluğa bıraktım gözlerimden akan yaşlarla.. iran sineması kadar insan ruhunu sinema perdesine bu kadar güzel yansıtan bir sinema yok yeryüzünde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

oyunculuklarıyla, yönetmenleriyle, müziğiyle, kurgusuyla her şeyiyle bir sarsılmaz kale iran sineması.. bizim ülkemiz gündeminin de ilk sıralarında yer alan ‘kadın’ın ezilmişliği, yok sayılması üzerine bir destan ‘shirin neshat’ın bu çalışması..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(yönetmen : shrin neshat..)

 

hikayemiz 1950’lilerin iran’ında geçiyor.. dört kadının hikayesi var birbiriyle benzeştiği için çakışan.. ha şimdi sadece bu dört kadın mı eziliyor hayır.. hikayemizde bu dört kadın var.. çeşitli sınıflardan gelen dört kadın.. birisi evde zorla evlendirilmeyi bekleyen ve benim oyunculuğuna hayran kaldığım ‘munis’ karakteri.. diğeri kendisini terk eden sanatçı arkadaşından sonra mecburen üst düzey bir generalle evlenen kadın karakterimiz.. bir diğeri ise genelevde çalışan ama yaşadığı hayata bir gün  isyan eden.. bir diğeri ise sevdiği erkeği başkasına kaptırmak üzereyken elinden geleni ardına koymamaya çalışırken başına gelmeyen kalmayan ve bana en itici gelen karakter.. ha neden sadece ‘munis’in ismini verdin diye soracak olursanız ‘munis’ benden torpilli ondan derim..

neyse filmimizin geçtiği 1950’lilerin yaşamsal ve siyasi ortamına bakalım.. o sıralarda iran’ın başbakanı ‘musaddık’tır.. iran petrolünü millileştirmiştir.. bu durumdan rahatsız olan emperyalist ülkeler ‘musaddık’ı devirip eli kanlı şah’ı yine etkin kılmaya çalışmaktadır.. ulusalcılar ve ülkenin solcuları ayaktadır.. her gün ülkenin dört bir yanında başbakan musaddık yanlısı gösteriler yapılmaktadır.. ancak emperyalist ülkelerin gazı verdiği iran ordusu darbe yapmak üzeredir.. eve kapatılmış ve zorla evlendirileceği erkeğini beklemeye zorlanan ‘munis’ evde radyodan gündemi her an takip etmektedir.. bir gün yine heyecanla radyo dinlerken odaya giren abisi radyonun fişini kopartır ve akşam gelecek görücü tayfası için hazır olmasını yoksa bacaklarını kıracağını söyler.. abisiyle sert bir tartışmaya giren ‘munis’ tartışmanın ardından evin çatısına çıkar, kulaklarında çınlayan musaddık yanlısı göstericiklerin sesleri arasında ve gökyüzünde kayan bulutların altında kendini boşluğa bırakır.. ve film burada başlar.. herkesin öldü zannettiği ‘munis’i abisi tam da kendisi evleneceği sırada böyle bir rezaletle düğünü lekelenmesin diye gizlice evinin bahçesine gömer.. üstelik bu duruma şahit olan ve ‘munis’in abisinden hoşlanan munis’in arkadaşı da göz yumar.. ‘munis’in abisi namaz kıldığı yerden kalkar kendisi yüzünden intihar eden kız kardeşini kimse çakmasın diye evlerinin bahçesine gömer.. hepimizin öldü sandığı ‘munis’ kötülere inat en olmayacak zamanda topraktan fışkırır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(munis..)

filmdeki dört karakteri buluşturan şey ise uğradıkları zulümlerden sonra şehrin dışındaki duvarlarla çevrili sislerle örtülü bir bahçe içindeki evdir..

film kadınların her devirde her ortamda nasıl ezildiğine dair çarpıcı gözlemler, tespitler sunuyor.. sağcı, solcu, ulusalcı, gerici, dinci, faşist her yapı ve yönetim içinde kadınların ikinci sınıf vatandaş-birey vs olmadığını çok güzel anlatıyor.. kadın sadece bir araç..

‘munis’ten sonra en etkilendiğim karakter genelevde çalışan ‘zarin’ karakteri.. yabancı bir oyuncunun canlandırdığı ‘zarin’ karakteri genelevden kaçıp önce hamam gider.. burada kadınların şaşkın bakışları arasında derisini parçalayarak ve vücudunun  her tarafını kan içinde bırakarak temizlenip, arınmaya çalışır.. insan olan herkes derisinde ‘zarin’in yaşadığı acıları hissederken kalbinde, beyninde yaşadığı fırtınaları da hissetmesi kaçınılmaz oluyor bu sahnelerde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iran doğumlu ‘shirin neshat’ın yine iranlı yazar  ‘shahrnoush parsipour’un aynı adlı romanını okuduktan sonra mutlaka bunu sinemaya aktarmalıyız diye düşünmesi üzerine ortaya çıkan bir film bu.. filmi birkaç defa izledikten sonra üzerine yaptığım çalışmalarda sağda solda film hakkında yazılıp çizilenleri incelediğimde erkek egemen yazar-çizer takımının nasıl insafsızca eleştirip filmi yerin dibine batırdığını görünce güldüm geçtim.. bu filmi bu kadar acımasız infaz edenlerin iran’da aynı adlı romanı ve filmi yasaklayan erkek egemen molla yönetiminden hiçbir farkı yok benim için.. utanmadan çekinmeden ‘soraaya’yı taşlamak’ filmini yerlere göklere sığdıramayan tayfa bu filmi yerin dibine sokmuş.. şaşırdım.. ‘shrin neshat’ın babasının şah yanlısı olduğu iddia edilerek, shrin neshat’ın feminist olduğu ve soruna sınıfsal bakamadığı iddiasıyla (feminist olmak bile suçmuş öğrendik) bile bu film kötülenmeye çalışılmış.. sadece yazıklar olsun demek bile az geliyor bu duruma..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir kere konu, çekimler, oyunculuk ve her türlü sinemasal kriter açısından üst düzey bir çalışma olan ‘women without men’ filmi ders olarak her sinemacıya izletilmesi gereken bir film.. ve unuttuğumuz insanlığımızı yüzümüze haykıran bir film..

‘shirin neshat’ın tüm çalışmalarında (fotoğraf, sinema vs) olduğu gibi ‘kadınlar’ gözümüzün içine içine dimdik bakıyor.. o bakışlar hepimize suçlu olduğumuzu, utanmamız gerektiğimizi anlatıyor.. ‘cennet anaların ayakları altında’ymış.. bu cümle bile kadınlar için cenneti düşünmeyen, sadece anasına iyi davranan kişinin cennete girebileceğini ama anaların, kadınların cennete giremeyeceğini dolaylı olarak ifade ediyor.. cennette kadının, anaların yeri yok.. kadınlar sadece acı çekmek, analık yapmak için, üremek için varlar.. gerisi hikaye.. olay bu kadar basit.. yüreğiniz yetiyorsa ‘shrin neshat’ın filmlerindeki karakterlerinin, fotoğraflarındaki kadınların gözlerine bakın..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

utanmadan sıkılmadan kalkmışlar bu filmi yerin dibine batırmışlar.. bunuel sinemasından nasiplenmemiş, gerçek-hayal kurgusundan haberleri olmayan kendinden menkul sinemacılar erkek egemen yaşama tarzlarına halel gelmesin diye buyurmuşlar ve infaz etmişler filmi..

‘shrin neshat’ın yaşam hikayesi iran’da başlıyor.. okumak için gittiği amerika’da bulunduğu sıralarda eli kanlı şah devriliyor.. mollalar, stalinist solun her zaman ki basiretsizliğinden yararlanıp iktidara geliyor, iktidara gelir gelmez önce şahı devirirken omuz omuza mücadele verdiği solcuları kesip biçiyorlar.. sonra sıra diğer muhaliflere geliyor.. molla devrimi sırasında yurt dışında bulunan ‘shrin neshat’ ülkesine dönemiyor.. neyse humeyni’nin ölmesinden sonra iran’a dönen ‘shrin neshat’ molla devrimin kadınlar üzerindeki etkisini gözlemleyip, çeşitli araştırma ve çalışmalar yapıyor.. fotoğraf, video, kısa film çalışmalarından yaptığı sergileri iran dışında açan ‘shrin neshat’ 2009 yapımı bu filmiyle zamanın ve mekanın önemli olmadığını, her yerde her zaman kadının ezildiğini ve ezilmeye devam ettiğini bıkmadan usanamadan yine haykırıyor.. anlayana..

insanlığınızla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(ve herkese inat yine filmden aynı kare : MUNİS..)

 

Filmin Künyesi :

Yönetmeni : Shoja Azari, Shirin Neshat

Senaryosu : Shoja Azari, Shirin Neshat, Steven Henry Madoff,

Eser :  Shahrnoush Parsipour

Oyuncular :

Bijan Daneshmand,

Essa Zahir,

Mina Azarian,

Navíd Akhavan,

Orsolya Tóth


Türü : Politik, dram..
Yapım Yılı ve Yapımcı Ülkeler : 2009  Almanya, Avusturya, Fransa

Yapımcısı : Shoja Azari, Peter Hermann
Görüntü Yönetmeni : Martin Gschlacht
Müzikleri : Ryuichi Sakamoto
Süresi : 96 dakika..

Camino…

gölgeli ve sıkıntılı günlerimin bumerangı bir filmden bahsetmek istiyorum sizlere.
harika ötesi bir dram, gözyaşı yetmezliğinden ölebilirdim…
izlerken iki yanı da muazzam keskin jiletlerin içinde kalmış gibi çok canım yandı, çok kanadım…
filmimizin adı ‘camino’, ispanya 2008 yapımı bir film.
senaryosunu ve yönetmenliğini javier fesser yapmış.
oyuncu kadrosu ise nerea camacho, carme elias, moriano venancio.
özellikle ‘camino’ rolünü üstlenen nerea camacho çok başarılıydı hayran kaldım.
yüzüne mutluluğu, aşkı, hüznü, acıyı, umudu ve umutsuzluğu o kadar başarılı yansıtmış ki mest oldum.
11 yaşındaki camino’nun; aşkın ve ölümün kusursuz kesişiminde yaşadıklarını konu alan film, başlarda hristiyanlık sempatisi taşıyan bir film mi acaba dedirtse de aslında tam aksine din dayatmasının aşırı ve ölçüsüz dinciliğin tehlikesine  ve çirkinliğine dem vuruyor.
film o çirkinliği öyle kuvvetlice seriyor ki gözlerinizin önüne, dinin; beynini akraba evliliği ürünü haline getirdiği anneyi, olaylara müdahale edemeyen edilgen babayı, acısını, aşkını cesurca, sabırla sahiplenen camino’yu kendinizi tırmalayarak, didikleyerek izliyorsunuz.
film sonunda belki bir sır kutusu da sizler edinirsiniz…
iyi seyirler…

‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SONBAHARIN EN GÜZEL YANI

Müdavimi olanlar dışında pek bir kalabalığın rağbet 14. İstanbul Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali yarın salonlarda bizleri bekliyor olacak. Bu yıl “DarAlanlar” temasıyla organize edilen festivalde 70’e yakın filmi ücretsiz olarak izleyebilmek mümkün. Bir çok festival için merkez mekan haline gelen Beyoğlu bir çok sinema alanını bu festivale açmış durumda. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, Fransız Kültür Merkezi bunlardan bir kaçı. Bunun yayında karşı yakada olup festival takipçisi olmak isteyen izleyici profili de düşünülmüş. Uğrak mekanım Nazım Hikmet Kültür Merkezi festivalle akrabalık bağlarını kurmuş bile. Program için siteye girmek yeterli bir çaba.

Daralan temasının bir hikayesi’ne baktığımızda; Yunanistan’ın kalabalık bir semtinde yaşayan ve top oynayabilmek için alan talepleri olan çocuklardan yola çıkan ‘Daralan’  çocukları konulu filmle açılış yapılacak. Sadece sinema eksenli olmayacak festivalde seminerler, sinema laboratuarları, belgesel arkası bölümler ve çocuklar için belgeseller diğer zenginlikleri.

1001 hikayeyle‚ 1001 emekle‚ 1001 heyecanla hazırlanan bu festivale uğrayın.

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

mutluyum, devam et…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yediğinden, içtiğinden çok arkadaş ortamına ilgi duyan bünyeme tam da cuk oturan  bir filmden bahsetmek istiyorum sizlere…

orjinal adı ”Happy Thank You More Please” olan filmin senaristi, yönetmeni ve başrol oyuncusu ”Jons Radnor”…

menfaatlerin çocukların bile dünyasına çabucak yerleşip katmanlaştığı, tüm ilişkilerin sürekli tökezlediği şu zamanımıza hafif dokundurmalar yapan içten bir film olmuş.

ana karakterimiz Sam; kısa hikayeler yazan bir yazar, ki işinde de çok başarılı değil.

alkollü sosyalleşmelerin ardından 2. levele geçip tek gecelik ilişkiler yaşayan, kendini serkeş bir hayatın piri sanan, kısaca yerli  ıssız adam profili bir karakter.

çokta önemsediği bir iş görüşmesine giderken, metroda, ailesi tarafından unutulduğunu sandığı bir çocukla tanışır.

oysa Rasheen vesayet altında bir çocuktur ve verildiği aileye de hiç ısınamamıştır.

Sam, Rasheen sayesinde başarısızlıkla sonuçlanan iş görüşmesinin ardından, kabarelerde şarkı söyleyen Mississippi ile tanışır,

ve alkolün desteği ile tek gecelik değil de 3 gecelik bir ilişkinin içinde bulur kendini…

Sam’in en yakın arkadaşı ise sürekli vedalar yaşayan, ”kahretsin yine yanılmışım” sözünü tapınak sözü gibi kalbine kazıyan, saçlarını rahatsızlığı yüzünden kaybetmiş, yardımsever Annie…

birde mülkiyeti sevmeyen ve asla evliliği düşünmeyen Mary ve Charlie isminde bir çiftimiz var, işte film  her biri içimizden biri olan bu insanların fark edemedikleri bir çok şeyin farkındalığını anlatmaya çalışmış…

filmde en çok hoşuma giden mesajlardan biri ise ”teşekkür et,ve daha fazla lütfen…”

yine hoşuma giden mesajlardan biri de, sevmek için dekoru düzgün bir bedenden ziyade sevme yeteneği olan bir ruha  ihtiyaç olduğu gerçekliği anlattığı bölüm…

nede olsa beyaz atlı prensi herkes sever, herkes o prensin şatosunda yaşamak ister, öyle değil mi?

asıl mesele yeşil kurbağa ile bir aşkı bir hayatı paylaşmakta…

yazdıkça film azalsın istemiyorum, izleyin derim…

‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’

İşte yeni bir film festivali daha !

Bu yıl dünya çapında ilki gerçekleştirilecek olan ‘Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’  23–30 Eylül 2011 tarihleri arasında yapılacak.

Ana teması Darbeler olarak belirlenen festival de  40 ülkeden 80’e yakın film sinemaseverler ile buluşuyor.

Dilerseniz daha detaylı bilgi için aşağıdaki linki tıklayınız.

http://icapff.com/

‘ÖTEKİ’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SAKLI YÜZLER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ilk izlediğimde mesafeli durduğum sonrasında tahlil ettikçe ve tekrar baktıkça benimsediğim Haneke’nin Cache’sini izledim. Malum tarzının dışına çıkmadığından şaşırtmayan rahatsız edici bir çalışma olmuş yine.

İzlemeye başladığım ilk dakikalarda başlıyor bir gerilim ardından da sorgulama duygusu. Kim tarafından gönderildiği muallak olan bir kasetle başlıyor jenerik. Yaşadıkları sokağın görüntülerinden açılan kaset ilk etapta pek bir rahatsızlık vermese de devamında gelen kasetler adrese, kişiye geldiğini daha bir açık ifade ediyor.Bunların izinde bizde kahraman Georges ile doğru kişiye biraz daha yaklaşıyoruz ya da sanıyoruz. Seyirci olarak biz olaylara dahil olmaktan çok Haneke’nin uygun gördüğü edilgen konumda takip ediyoruz herdaim. Sonuçta; Giriş- İlerleme ve Doruk noktası ekseninden uzakta ucunu açık bırakarak bitiriyor filmini Haneke. Sonuna kadar da merak duygunuza oynuyor. Burjuvazi’nin televizyondaki savaş haberlerine duyarsızlığın, düzenini alt üst edecek olana karşı acımasızca tavrını, çağdaş, eğitimli konumdaki insanların Saklı ırkçılığı ve nefret duygusunu, Cezayir-Fransa ilişkilerinin gerilimini, bizden olmayanı tehdit unsuru olarak görme halini filmin altyazısı olarak okuyabiliriz.

Ödüller ne tarz bir çağrışım yapar sizin bünyenizde bilemiyorum ama; hakkıyla aldığını düşündüğüm birkaçını eklemek boynumun borcu;

2006 SİYAD En İyi Film

2005 Cannes En İyi Yönetmen

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin..

‘Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için utanıyordum. Bana herhangi bir adres söyler misiniz? diyemezdim.

Oysa herhangi  bir adres yeterliydi benim için…’

Oğuz ATAY – Korkuyu beklerken – Demiryolu Hikayecileri

 

Ve yine yollardayım yalnız başıma..  yalnız  gezmeleri seviyorum.. ama gideceğim yerde  nedense hep birilerine söz veririm geleceğim görüşürüz diye.. sonra sıkışır kalırım o başkalarının planları içine..  yine öyle oldu ya neyse..

İnsanın bulunduğu yer, zaman ve an’dan başka bir yer zaman ve an’a dahil olması sanki kederleri azaltıyor gibi.. nedense bu sene öyle hissettim.. uzaklaştı, silikleşti canımı yakan her ne varsa..  gelir gelmez ise  içimi sıkan aynı  el harekete geçti  yeniden.. yeniden.. oysa ne kadar uzaktı benden her şey.. ve ölüm.. bir an başka bir gökyüzü altındaydım .. ve gökyüzü o kadar berraktı ki .. küçük sahil kasabalarında benim hiç içemediğim o biranın tadı bile ne güzeldi.. kabuklu fıstıkla bira içmek.. bir de ucuz şarap.. ama tadı pek bir hoş.. zira şaraptan da anlamam hiç.. ben her konuda biraz acemi ve ilgisizim.. zaten çok unutkanım.. o yüzden hep bir daha keşfederek yol alırım.. son zamanlarda isimleri unutur oldum.. geçen gün yeni tanıştığım birine adını tekrar sorabilirim şaşırma dedim  .. güldü sadece.. artık isimlerin mıh gibi beynime kazınmasını istemiyorum.. bu özensizlik değil de biraz vazgeçiş gibi.. sanırım bir çok duygudan, kuraldan, zorunluluklardan  vazgeçtim artık..  önce isimleri unutarak başladım.. hani seslendiğinizde en güzel sesleri çıkaran isimler vardı ya hayatımızda… en çok ta canımızı onlar yaktı..

zaman zaman kendimi ülkesiz, yersiz yurtsuz hissediyorum bu uzak diyarlara gittiğimde.. İnsanın kendini hiçbir yere, adrese  ait hissetmemesi, aidiyet duygusunun  olmaması..

hiçbir yaş’ a ait hissetmemesi ayrı bir huzur.. Bana göre ölüm herkese eşit mesafede olduğu için,  herkes aynı yaştadır.. galiba bir tek ölüm bu kadar adil.. herkese aynı derecede acımasız ve koşulsuz..

Saçlarımı da  kısacık kestim  tatile çıkmadan önce..  şimdi bakıyorum da hayli uzadı.. çok severim kısa saçı.. jean seberg’in serseri aşıklar filmindeki  fotolarını kuaförlere  gösterip az kestirmedim..  Pratik şeyleri sevdiğim, beni yoran uğraştıran şeyleri sevmediğim için.. Formalitesiz, sevgisiz, ilgisiz, bakımsız da dayanabildiği, hep bir iki el darbesiyle iyi durabildiği  için.. uzun yollar için de iyidir..  böylece  beni özgürleştirdiği içindi belki de.. turgut uyar’ın jean seberg’e   yazdığı dizelerdeki gibi..

‘Saçlarımı hep kestim

Tutacak kadar kalmasın dedim

Çünkü bir başkaldırma ancak

Saçlarından tutulur……’ 

Ama uzadı yine kara saçlarım.. sanırım biraz uzun kalacaklar renklenecekler  bu defa .. bazen bir kadının saçlarını değiştirmesi yeni bir sayfa açmak gibidir.. züğürt tesellisi işte..

aşk ise bir var bir yokmuş mesafesinde.. bir var bir yok gibi… bazen hiç sevmiyorum.. bazen çok seviyorum.. çoğu zaman sevmiyorum… galiba artık sevmiyorum…

sanırım aşkı geçtim gözlerimi açabilirim… sevgimle…

‘TAFLAN’

 

‘o bir çay istemişti, trenin içinde
biz tren yolcusuyduk, çölün içinde
ben yalnız kalmıştım, senin içinde
oysa kaç kişinin yerine sevmiştim seni!

aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin..’

Haydar ERGÜLEN

(Üzgün kediler gazeli – iç nefes)