Archive for the ‘Sinema’ Category

‘dürtme içimdeki narı.. üstümde beyaz gömlek var..’

“Her şey bitti.. canım artık eskisi gibi yanmıyor.. yok yok yanmıyor.. sadece sıkıldım sanırım son zamanlarda olan bitenlere.. geçer birkaç gün sonra.. geçer.. çünkü bazen acı çekerken bile sevdiğimiz duygular var.. ben artık bazı kişilere, bazı şeylere  ait hiçbir duyguyu sevmiyorum.. beni bırakıp gitsinler artık  o duygular.. yoksa yanıyor mu canım hala.. neden bu tuhaf iç bulantısı.. görmek istemediğim, duymak istemediğim her şey niye bu kadar bana sadık.. beynime üşüşüyor.. kelimeler dilimin ucuna.. kendi kendime söylenmeye başlıyorum..  hatıraların sadece iyi olanları kalsın bana.. diğerleri gitsin.. istemiyorum.. istemiyorum.. ben iyiyim böyle..  bir şarkı dinliyorum. Gripin ..

‘sorma, sorma doldur boğaziçini

sen doldur ben içerim efkarımla kana kana

durma, durma doldur boğaziçini

sen doldur ben içerim yalanlara kana kana

durma, canım cayır cayır yanıyor

söndür yalvarırım durma n’olur durma

 

durma, yağmur durma

sorma, sen de onu sorma’

çok seviyorum bu grubu.. tam gripin gibi.. iyileştirici.. eskiden gripin vardı ağrı kesici kocaman bir şey.. nasıl yutarmışız onu hala aklım almıyor.. hala da var sanırım.. bakkaldan alırdık o zamanlar. Eczanelerde de satılırdı.. ama ben bakkal çağında büyüyen bir çocuğum.. bakkalların, tuhafiyelerin, manav ve kasapların olduğu mahalleydi benim için İstanbul.. dondurma arabaları, yoğurtçular, macuncular, pamuk şekerciler, sütçüler geçer.. sokakta oynar, kırkıncı seslenişte evlere giderdik.. bağırış çığırış.. bizimkiler dindar olmadığı için öyle ezan okununca gel muhabbeti yoktu.. ama biz yine de diğer arkadaşların çoğu çekildiği için ezan okununca eve giderdik.. eskiden daha dayanıklıydık, korkusuzduk.. sokakta kavgayla büyüyen çocuk güçlü olur.. o hesap..  ben ufacık bir çocukken, bizim bakkalda ekmek yoksa koca semti dolanır bulurdum o ekmeği ve eve yetiştirirdim.. hiç korkmazdım o akşam saatlerinde.. bugüne göre daha güvenli olsa bile istanbul’un tehlikeleri hep bakiydi.. kardeşim kaybolmuştu defalarca.. onu ağlaya ağlaya sokaklarda arayışlarım geldi aklıma.. bana emanetti.. annemler fark etmeden bulmam gerekiyordu.. bütün çocuklar seferber olurduk.. en sonunda bir yerlerde bulurduk.. sıpa takılır bir at arabasının arkasına gidermiş.. o zamanlar at arabaları da vardı istanbul’da.. bir keresinde yine takılmış öyle dizleri neredeyse parçalanmıştı.. çok yaramazdı.. sonra büyüdü aslan gibi bir adam oldu.. karşı komşumuzun anneme seslenerek kahvaltıya çağırışları.. şimdiki gibi iki  gün önceden randevulaşma yoktu o zamanlar.. elişini alır, yününü alır komşuya oturmaya giderdin.. ben o zaman  çok mutlu bir çocuktum.. büyüme sancıları hiç yaşamadık biz.. nerde öyle ergenlik falan.. hormonlarımız ne alemdeydi bilmem.. yoktular galiba..  azıcık mızıklan anne ya da baba ağzına çakarlardı bir tane kendine gelirdin.. ne bunalım kalır ne bir şey… bayramlarda kart yazardık birbirimize.. bir çanta dolusu tebrik kartlarım var.. biz telefonun ortalama 10 senede çıktığı bir zamanda büyüdük..

hiç unutmam.. beğendiğimiz çocuklar  vardı.. çocukluk aşkı işte.. o zaman çıkmak derdik sevgili olmaya.. çıktığın var mı ? aynı semtin çocukları olurdu genelde sevgililer o zaman.. arka sokak alt sokak falan.. mahallenin kızları birbirine ıslık çalarak haber verirdi birinin sevgilisi geçince sokaktan.. evet evet aynen öyle.. telefon yoktu kimsede.. o yüzden büyüdüğüm sokağa gittiğimde o görüntü gelir gözümün önüne.. şu an bile gülümsüyorum sevinçle.. ne güzel zamanlardı.. yokluk vardı ama kocaman duygular, ıslığımız, mahalle aşklarımız,  kocaman yürekler ve gerçek insanlar vardı.. incir olduğu zaman herkese dağıtan komşularımız vardı. Akşam çaylarının demlenerek sokakta kapı önünde içildiği muhabbetler vardı..

acılardan haberim yoktu.. sadece okul ve kendi dünyamız vardı.. biz   güçlü çocuklardık.. şimdiki çocuklar gibi kırılgan değildik.. peki ne oldu zamanla bizim bu güçlü çocukluğumuza.. çok sert bir dünyaya büyüdüler.. insanın yok sayıldığı, duyguların kolayca sömürüldüğü, aşkın yalan olduğu, dostlukların, insanların çoğunlukla ikiyüzlü olduğu,  teknolojinin  yalnızlaştırdığı bir yaşama bu saf, masum ve yiğit  çocuklar uyum sağlayamadı.. hayatı bu kadar doyasıya yaşarken yalnızdılar.. dostları varken yalnız hissediyorlardı.. duyguları hep başka bir zamanda kalmış gibiydi.. o yüzden kendimi çok sıkkın hissettiğimde çocukluğumun olduğu anılara uzanırım.. o semtlerden geçerim.. ana rahmi gibidir.. güvenlidir.. ilk doğuş gibidir.. bu bir terapi bana göre..

ama gerçek hayat hep yanı başımızda duruyor işte.. 35 kişinin uluderede bombalanarak öldürülmesi üzerine, canımın çok yanması.. yine sessizliğe gömülmek ve yeni bir anma günü eklenmesi şanlı tarihimize.. bu minvalde aklıma gelen bir film.. basında da işlendi bu film.. yönetmen ‘bahman ghobadi’,  ‘Sarhoş Atlar Zamanı / Zamani Barayé Masti Asbha (2000)..’  hayatta kalma mücadelesi.. kaçakçılık yapılarak yaşama tutunmaya çalışanların hikayesi.. gerçek hayatlar.. ve kaçakçılık öyle illegal bir kelime değil.. söylenip biten bir kelime değildir.. aşkları, yiğitlikleri, efsaneleri, acıları, kahramanlarıyla, kahramanlıklarıyla bambaşka bir dünyadır.. milyon tane film yaparsın.. şiir yazarsın.. şarkı yaparsın..  kaldı ki 100 metre öteye akrabalarına tarlasına geçmeye de kaçak denilen bir coğrafya orası.. ve ben yine filmlerime gömülüyorum.. bazen mutluluk , tamamen insansız olmakta..

çerçöpleri atın.. güzel anılarınızla kalın..”

‘Taflan’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Belinde Diyarbekir kuşağı ..

Zulasında kimbilir hangi hınç, hangi mısra

Yürür namus bildiği yolda…

Yürür yine de yalınayak ve

ayakları yanarak..’

Ahmed Arif

‘esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim..’ – ÖZCAN ALPER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“senaryoyu yazarken tek bir çizgide ilerlemiyorum.. o süreçte çok emek harcıyorum.. filmi yazma ve çekme süreçlerinde ben de öğrenmesem, heyecanlanmasam belki de film yapamam diyebiliyorum kendi kendime döndüğüm zaman.. çünkü sadece setin mekanikleşen bir tarafı var.. bense film yapmak istediğim andan itibaren kendimce alt kazılar dediğim 4-5 katman belirliyorum.. bu hem hikaye, hikayenin geçtiği mekanlar, beslendiğimiz sinema, edebiyat.. bu etkilenmeyi olumlu bir şey olarak görüyorum.. yönetmen görüşünü, hikayenin ilk halini yazdığım zaman rahatlıyorum.. işin temeli çıkmış oluyor.. ondan sonrası emek yoğun bir süreç oluyor.. kentin kendisini de, doğanın kendisini de bir karakter gibi düşünmeyi ifade ediyorum ve bunun üzerine çalışıyorum.. yazma sürecinde o mekanlara ve kente daha çok gidip gelmeye başlıyorum hatta orada yaşamaya başlıyorum.. o kentin görünürdeki hikayelerini değil derinliğini yakalamaya çalışıyorum.. sabah erkenden kalkıp sokaklarında dolaşıyorum, ruhunu yakalamaya çalışıyorum.. ‘sonbahar’da örneğin ‘john berger’in ‘avrupa üçlemesi’ benim için yol gösterici oldu.. ölmekte olan köylülük hakkında yazdıkları.. birinin senden önce yapmak istediğini edebiyatta yaptığını görüyorsun.. ‘john berger’in bunun için çamlıhemşin’de yaşaması gerekmiyor.. alpler’in altındaki fransız köylerinde de aynı şeylerin yaşandığını görüyorsun..

..

filmi büyük bir ev olarak düşünmüştüm.. bana bunu hatırlatan ‘tül akbal’ın kitabı oldu sanırım.. bizim çamlıhemşin’deki evleri düşünün.. odaların açıldığı ortadaki odaya ‘hayat’ denir bizim orada.. orta kısım geniştir, odalar ise dar olur.. ‘sonbahar’daki ‘yusuf’un odası çok küçüktü örneğin, bir usta bulup büyütmek zorunda kaldık.. yine de bir hapishane hücresinden daha büyük olmadı.. düşündüğüm şuydu : bir sorun çıkıyor bir odayı kapatıyorsun, türkiye de böyle.. bir süre sonra bir yaşam alanı kalmıyor.. ev ve oda konusu üzerine düşünmüştüm.. kendi yaşam alanını da yok ediyorsun aslında..

yası nasıl tutacağız meselesi aslında.. ağıtlar da bunun bir parçası.. türkiye’de aslında etnomüzikoloji diye bir bölüm yok.. antropologlar ilgileniyor..

buradaki esas sorun ülkenin kendisinin aslında bir kayıplar ülkesine dönüşmesi ama bununla nasıl baş edilecek,  yası nasıl tutulacak belli değil.. o yüzden ‘john berger’in ‘efendilerin’ sözünü kullandım ve ’musa anter toplumsal hafıza merkezi’ni kurdum filmde.. bütün otuz yılda çok ağır koşullar yaşanırken bir arşiv tutulmamıştı aslında.. tabi 1,5 milyon ermeni’nin öldüğüne resimlerini görünce mi inanacaklar.. esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim.. filmin bir yerinde, filmin kendisi de sadece kayıt altına almayı amaçlıyor, sadece bunu yapsa yeter dedim.. o yüzden kayıplarla ilgili kayıtları uzun uzun çektik..

film esnasında onlarca kişiyle kayıt yaptık.. bir kopyasını bir kurum olsa da versek diye düşündüm.. ama orada fark ettim ki , ağıtlar, dengbejler de bu hafızanın korunmasını sağlıyor.. yaşar kemal ağıtların bir direniş biçimi olduğunu da söylüyor.. başka kültürlerle de karşılaştırıyor.. faili meçhul cinayetlerde kaybedilen insanların fotoğrafının üzerine bir tülbent örtülüyor evlerde.. ölüm yaşanmıyor, kabullenilemiyor.. bu durumda ciddi travmalar yaratıyor.. bir mezarı olsa her şeyi affedecek hale geliyor kadınlar.. o mezara gidebilse neredeyse yarı yarıya bağışlayacaklar..”

YENİ FİLM Dergisi’nden SERAY GENÇ ve YUSUF GÜVEN’in ÖZCAN ALPER’le yaptıkları röportajdan bir bölüm..

Röportajın tamamı için ‘YENİ FİLM DERGİSİ..’, Sayı 24, Kasım 2011,  Sayfa 14, 15, 16, 17, 18, 19..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Doğan Ergül’ün ‘UNUTU’ şiiri ve Majid Majidi’nin ‘BARAN’ filmi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

UNUTU

 

unuttum seni

senden dönen işaretini aşkın

 

adını duyduğumda seğiren ellerimle kaldım

 

kaldım ve unuttum

ormanları, çıplak dağlarını, ezilmiş yeşili, kokunu

yamaçlarında hayvanların saklandığı vadini…

 

bana vaat-edilen yaşamı usul usul unuttum

 

unut dedin unuttum adımı

yılları saydım unuttum

artık bir ölüm biçimidir adımız…

 

hiç görüşmemiş olmak nasıldır unuttum

 

köprülerde

köprülerden akan incelmiş sularda

akşamda yoksul bir telaş

 

suskun

deniz fenerini, balıkçı kayıklarını

rıhtımlarının usta kedilerini unuttum

hiç öpmemiş gibiyim çürümüş bir bankta dudakları mor bir

kadını

 

bana uzanan ellerini, yaşamı telaşı gibi bitmeyen yollar,

otobüsleri

bir koltukta geçirdiğim uzun geceleri unuttum

unuttum neresiydi gece geçtiğim dünya

eteğini rüzgara dolayan kadınımın yüzünü küçücük ellerini

 

dünyanın beni unuttuğunu unuttum

 

yağmurlu bir günde bir patikayı yürüdüğümüzü..

 

omuzlarında taşıdığın karaları, su yollarını

ayaklarının bıraktığı çukurlara dolduğumu

oradan baktığım dünyayı unutmadan unuttum..

 

DOĞAN ERGÜL

 

‘UYKULU YAĞMUR..’ , DOĞAN ERGÜL, Yitik Ülke Yayınları, Haziran 2007, 56 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“doğan ergül 20 mart 1968’de kars’ın arpaçay ilçesinde dünyaya gelmiş.. yıldız üniversitesi, mimarlık fakültesi şehir ve bölge planlama bölümünden 1992 yılında mezun olan doğan ergül’ün şiirleri çeşitli dergilerde yayınlanmıştır.. ilk şiir kitabı olan ‘aşkın ve suların öğleni’ adlı kitabı 2005 yılında babil yayınları’ndan çıkmıştır.. genç bir yaşta yakalandığı kanser hastalığı sonucu 2 haziran 2007’de istanbul’da vefat etmiştir.. ikinci şiir kitabı olan ‘uykulu yağmur’ kitabı vefat ettiği haziran ayında yitik ülke yayınlarından çıkmıştır..

geçenlerde mekanda demlenirken masanın üzerinde duran kitapların arasından ‘uykulu yağmur’ kitabını çekip ‘unutu’ şiirini okumaya başlayınca şirin sonuna doğru birden kafamda şimşekler çaktı.. ‘doğan ergül’ün bu güzel şiirinin ‘ayaklarının bıraktığı çukurlara dolduğumu’ dizesi birden aklıma büyük usta ‘majid majidi’nin 2001 yılı yapımı ‘baran’ adlı başyapıtının final sahnesini getirdi.. bu filmi izleyenler bilir filmin son sahnesi veda anıdır.. ‘lateef’, sevdiği ‘baran’ı bir bilinmeze doğru uğurlarken yağmur yağmaya başlar.. sevdiği ‘baran’ın lastik ayakkabısı çamurlu yolda derin izler bırakır ve o izlere yağmur suları dolmaya başlar.. işte ben o sahneyi hiç unutamam.. ‘ankaralı cevo’yla kaç kere o sahneyi oturup konuştuk hatırlamıyorum.. ‘majidi’nin sinema dehasının farkına vardığım birçok sahneden birisidir o.. sinemada şiirin izidir işte bu sahne.. ve bu sahneye yıllar sonra ben ‘doğan ergül’ün 2007 basımı ‘uykulu yağmur’ kitabında rastlamış oldum.. ‘doğan ergül’ün büyülü şiir dünyasında ‘majid majidi’nin izine rastlamak beni daha da duygulandırdı ve şiirlerini başka gözle okumaya başladım.. ‘doğan ergül’ün sinemayla çok  ilgilendiğini sonradan öğrendim. ve belli ki ‘majidi’nin bu filmi ‘doğan ergül’ü de çok etkilemişti.. çok erken yaşta kaybettiğimiz bu değerli şairimizi saygıyla bu vesileyle anıyoruz burada..

şiirle ve sinemayla kalın..”

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(majid majidi’nin ‘baran’ filmindeki yazıya konu sahne..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yaşasın sinema..

“son zamanlarda pek yazmaya fırsatım olmuyor..  okunanlar, izlenenler, dinlenenler, yaşananlar o kadar çoğaldı ki.. fakat yazmak için fırsat olmuyor.. özellikle yılın son iki ayı sevdiğimiz insanların rahatsızlıkları bizi çok üzdü.. sevgili üstadımız dursun ali abimizin rahatsızlığı özellikle çok üzdü bizi.. bir anda ortaya çıkan o lanet hastalık moralimizi çok bozdu.. ama eminiz ki dursun abimiz bu hastalığı da kolayca yenecek ve göl keşfi gezilerimize devam edeceğiz onunla.. bir yandan işler bir yandan da hastalıklar nedeniyle ancak uykusuz gecelerde film izleyerek, okuyarak, yeni sesler dinleyerek birazcık da olsa insan huzur buluyor.. özellikle izlediğim film sayısı bayağı arttı sabahlara kadar oturmalarımda.. ayrıca gece matinelerinde sinemada izlediğim filmler de var.. eski yeni toplam kaç film izledim son bir ayda sayısını bile hatırlamıyorum.. bir de eski bir sevgiliye döner gibi tekrar izlemelerim oluyor sevdiğim filmleri..

neyse hepsinden bu yazıda bahsedemem fakat aklıma ilk gelenlerden bahsedeyim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ilk olarak aklıma gelen ‘ümit ünal’ın daha önce izlemeyip atladığım ‘kaptan feza’ filmi oluyor.. ben bu filmi nasıl atlamışım onu da anlamadım bir türlü.. ve neden bu filme hiç önem verilmemiş o da ayrı bir acı.. abuk sabuk filmlere saatler, sayfalar ayıran borazanlar bu filmde susmuş.. halbuki hem öyküsü, hem oyunculukları hem de müzikleriyle on numara bir film..

senaryosunu yine ‘ümit ünal’ın yazdığı, yapımcılığını ‘candan erçetin’ ve ‘hakan karahan’ın yaptığı filmin  başrollerinde  ‘hakan karahan , ahmet mümtaz taylan, umut karadağ, mine tugay ve meral okay’ var.. ‘hakan karahan’ işadamlığını bırakıp sinema ve edebiyat dünyasına giren birisi.. artık yeter demiş ve iş adamlığını bırakmış, kendisini sinemaya ve edebiyata vermiş.. mektepli, alaylı birçok ünlü oyuncuyu cebinden çıkaracak bir oyunculuk yeteneği olmasına rağmen ‘ben oyuncu’ değilim diyecek kadar da tevazu sahibi..

filme gelince : eski bir yeşilçam aktörü olan babasına çok benzeyen mafya tetikçisi ömer (hakan karahan) ile annesi ile babasını bebekken ölüm oruçlarında kaybeden, ama onların amerika’da olduğunu bilen ve nenesiyle birlikte yaşayan  altı yaşındaki asu’nun hayatlarının kesiştiği bir günlük zaman diliminde gelişen olayları anlatıyor film.. ömer, babasının canlandırdığı ‘kaptan feza’ karakterine çok benzemekte olduğundan asu onu çok sevdiği ‘kaptan feza’ zanneder.. eski patronundan kaçan ömer ise çok zor durumda olmasına rağmen asu’nun hayallerini yıkmaz ve uzay kahramanı ‘kaptan feza’ gibi davranır.. eski patronunun tetikçilerinden kurtulmak için sığındığı gece kondu semtindeki asu’ların evinde ömer kendi iç hesaplaşmalarını da yaşarken, evin yanında oturan hemşire elif’le de duygusal bir yakınlaşma yaşar.. özellikle aksiyon sahneleriyle ve masalsı tadıyla da on numara bir film.. masalsı yanının dışında gerçek hayatla da iç içe olması filmin inandırıcılığını, samimiyetini arttırıyor.. geçim zorluğu, insanlığın bitmesi, yardımseverliğin tükenmesi, ölüm oruçları gibi sosyal konular da filmde yer buluyor..  ‘candan erçetin’ imzalı müziklerine de diyecek yok zaten.. bulursanız mutlaka alıp izleyin 2009 yapımı bir ‘ümit ünal’ klasiği olan ‘kaptan feza’ filmini yoksa sinema dünyanız eksik kalmış olur.. son filmi ‘nar’ı da şiddetle tavsiye ederim.. onunla ilgili ayrı bir yazı yazacağım..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘john gray’in 2010 yapımı ‘white irish drinkers’ filmine gelince en başta biraz hayal kırıklığı yaşadığımı söyleyeyim.. beklediğim gibi çıkmadı.. senaryosu çok sağlam olan bir film olmasına rağmen film izleyiciyi bir türlü saramıyordu.. sıcaklığı azdı filmin.. oysa biraz daha çalışılsaymış bir sinema klasiği olabilirdi.. ‘nick thurston ve geoffrey wigdor’un başrollerini paylaştığı filmin senaryosu da ‘john gray’e ait.. ‘brian’ ve abisi ‘danny’, ‘broklyn’de alkolik liman emekçisi babaları ve üç tane erkeğin kahrını çeken anneleriyle birlikte yaşamaktadır.. iyi bir ressam olan ‘brian’ topu atmak üzere olan, gırtlağına kadar borca batmış bir sinemada part time çalışmaktadır.. sinemadan fırsat bulduğunda evlerinin bodrumunda herkesten gizli resim çalışmalarına bıkmadan usanmadan devam eder.. abisi ‘danny’ ise ufak tefek suçlardan sabıkalı birisidir.. kolay yoldan köşeyi dönmenin çarelerini aramaktadır.. kardeşi ‘brian’ı da bazı soygun olaylarında yardımcı olarak kullanmaktadır.. ancak bir gece yaptıkları soygun sırasında abisi ‘brian’ı itaat etmediği için kovar ve araları bozulur.. kendisini sinemadaki işine ve resimlerine veren ‘brian’ yeni tanıştığı ‘shauna’yla da fırtınalı bir aşk yaşar.. çalıştığı sinemada hep bir ‘rolling stones’ konseri hayal eden ve sinemanın sahibine sinemanın mali kurtuluşu için hep böyle bir konser yapılması gerektiğini anlatan ‘brian’ın hayali bir gün gerçek olur ve ‘rolling stones’ bir saatlik bir konser vermeyi kabul eder.. ancak  alkolik babasıyla abisi arasındaki kavgaların arasında da kalan
‘brian’ yaşadığı şehirden ve ailesinin yanından bir an önce çekip gitmek istemektedir.. bir arkadaşının önerisi üzerine gizlice güzel sanatlar akademisine resimlerinin fotoğraflarını gönderen ‘brian’ okuldan hiç beklemediği bir davet alır ve olaylar gelişir.. gerek konusu gerek kadrosuyla daha çok beklentim olan bu film istenilen düzeye maalesef ulaşamamış.. emekçi semtlerindeki hayat mücadelesini anlatan nadir amerikan filmlerinden birisi olan bu filmde ‘brian’ ve sevgilisi ‘shauna’nın mezarlıktaki özgür koşuları ile özellikle ‘brian’ın babasını canlandıran ‘stephen lang’ın oyunculuğu unutulmayacak cinsten.. bence izleyin kararınızı siz verin derim.. resim, sinema ve müzik dünyasının yanı sıra emekçi mahallelerindeki yaşam mücadelesini anlatan bu film yukarıda da dediğim gibi sırf mezarlıktaki koşu için bile izlenebilir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

üçüncü filmimiz ise tesadüf eseri elime geçen ‘kevin smith’in hem senaryosunu yazıp hem de yönettiği ‘red state’ filmi.. düşünsel, dini veya ideolojik bağnazlığın nerelere varabileceğini gösteren iyi bir gerilim filmi çıktı bu yapım.. ayrıca devletin iç güvenlik teşkilatlarının ne kadar acımasız olabileceğini de teşhir eden bir amerikan yapımı film bu.. aslında bir korku filmi olduğu hissi uyandırıyor başlarda ama film geliştikçe bambaşka bir yöne doğru kayıyor.. bir hristiyan tarikatının yaşantılarını, düşüncelerini beğenmedikleri insanları değişik yollarla kaçırıp sadece kendi üyelerinin girdiği kilisede türlü işkencelerle öldürdükleri olaylar filmin temelini oluşturuyor.. faşist tarikatın yaptığı akıl almaz eylemler, işkenceler yanında devletin istihbarat ve güvenlik teşkilatlarının insan hayatını hiçe sayan yaklaşımlarını da çok güzel deşifre edip anlatıyor hikayenin içinde.. 88 dakika olmasına rağmen aksiyonu bol ve olay örgüsü yoğun bir film.. filmde ön plana çıkan bir oyuncu yok.. faşist tarikatın rahibi ile gizli servisin operasyon şefi belki daha çok ön planda görülebilir fakat filmin başrol sayılabilecek bir oyuncusu bence yok.. tarikatın iç işleyişindeki itaat zinciri ve tarikatın liderinin emirlerinin hiç sorgulanmadan yerine getirilişi, tarikatın üyelerinin şehrin polis şefinin eşcinsel ilişkilerinin görüntülerini ele geçirerek baskı ve şantajla yaptıkları katliamlara sesini çıkarmamasını sağlamaları yobazlığın, bağnazlığın hangi ülkede olursa olsun aynı sistemle işlediklerini gösteriyor.. bence izlenmesi gereken filmlerden birisi, elinize geçerse izleyin derim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

gelelim son zamanlarda beni en çok etkileyen filmlerden olan ‘hodejegerne – kafa avcıları’na.. son yılların yükselen sinemalarından birisi de iskandinav ülkeleri sineması.. bunlardan başı çeken ülke de norveç sineması.. bu film de norveç yapımı, senaryosu ‘jo nesbo’ya ait  bir ‘morten tyldum’ filmi.. başroldeki yine son yılların yükselen yıldızı 1975 oslo doğumlu ‘aksel  hennie’ bu filmde oyunculuğunun doruğuna çıkmış durumda.. ‘aksel  hennie’nin filmlerini onu ilk keşfettiğimden beri tereddüt etmeden alıyorum ve büyük bir merakla hemen izliyorum.. filmde ‘aksel’in canlandırdığı ‘roger brown’ adlı karakter zengin bir işadamı kılığındaki usta bir tablo hırsızıdır.. herkes onu ülkenin tanınmış şirketlerinin sahibi saygın bir işadamı sanırken o aynı zamanda usta bir tablo hırsızıdır.. istihbaratını aldığı değerli tabloları polis teşkilatındaki adamının da yardımıyla çalıp, yüksek paralara satan ‘roger brown’ sonunda baltayı taşa vurur.. eski bir asker ve istihbarat uzmanı olan ‘clas greve’in ailesinden kalma tabloyu çalan ‘roger’in tüm hayatı alt üst olmaya başlar.. bu arada filmin en büyük güzelliği ise ‘güzel’ kelimesini tam anlamıyla ifade eden ‘roger’in karısı ressam ve galeri sahibi ‘diana’yı canlandıran ‘synnove macody lund’un kendisi.. sadece onun için bile izlenebilir film dediğimde benim hakkımda ne düşünürseniz düşünün umurumda değil.. sanırım kendisinin ilk filmi olan ‘kafa avcıları’nın bu güzel yıldızı 1981 doğumlu uzun boylu sarışın, sinemaya son yıllarda kazandırılmış en güzel yüz.. uzun boyu ve güzel fiziğiyle daha çok filmde rol alacağına eminim.. tekrar dönelim filme.. ‘roger’ ve karısı ‘diana’ mutlu bir hayat sürmektedirler.. aralarındaki tek problem karısının çocuk isteğine kendisinin hep karşı çıkmasıdır.. bunun nedeni de karısının doğacak çocuğunu kendisinden daha çok sevme ihtimali ve çocuktan dahi karısını bile kıskanmasıdır.. karısı ‘diana’ya işte böyle deli gibi aşık olan ‘roger’ sırf karısı kendisini terk etmesin  diye devamlı ona pahalı hediyeler almaktadır.. ancak çocuk isteği karşısında takındığı olumsuz tavır nedeniyle aralarında başlayan soğukluk karısının onu ‘clas greve’ ile aldatmasıyla doruğa ulaşır.. ancak ‘clas greve’in derdi ne ‘roger’in kendisinden çaldığı tablo ne dünyalar güzeli ‘roger’in karısı ‘diana’dır.. onun tek derdi ‘roger’in sahibi olduğu şirketlerin yönetimini ele geçirmektir..

çok sürükleyici bir yapısı olan filmin nasıl yol alacağını ve olay örgüsünü bir türlü çözemiyorsunuz.. bir sonraki sahneyi tahmin etmeniz kesinlikle mümkün değil.. son yıllarda heyecanla  izlediğim en sıkı filmlerden birisiydi, ‘aksel heine’nin oyunculuğunun doruğuna nasıl ulaştığını görmek için izlemenizi öneririm..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

beni geçen senenin sonunda en çok hayal kırıklığına uğratan filme gelelim : ‘aşk ve devrim..’ senaryosunu ‘serkan turhan’ın yazdığı yönetmenliğini ‘serkan acar’ın yaptığı bu filmi merakla bekliyordum.. ‘serkan acar’ın, ‘özcan alper’in unutulmaz filmi ‘sonbahar’ın yapımcısı olmasından dolayı daha da bir umutlanmıştım film için.. film gösterime girdiği gün her şeyi  bırakıp filme koştum.. yüz kişilik salonda yine bir avuç kişiydik : altı kişi.. film akmaya başladı ve bahariye caddesindeki sinemaların kalitesiz salonlarının klasik hale gelmiş arızalarından birisi zaten filmin başında tüm şevkimizi kaçırdı.. sanki ilerleyen dakikaları haber veriyordu bu arıza.. görüntü ve ışık gitti sadece oyuncuların sesleri geliyordu.. neyse makinist arızayı giderdikten sonra film akmaya başladı yeniden.. büyük umutlarla gidilen film hayal kırıklığı yaratarak ilerlemeye başladı.. sakın kimse yanlış anlaşılmasın filmden devrim üzerine övgü dolu sözler, heyecanın, devrimci coşkunun ve duygunun doruğa ulaştığı sahneler beklemiyordum.. gerçek neyse onu bekliyordum.. iyi bir düşünceyle başlanan proje bir fiyaskoya dönüşmüş.. film buz gibi.. ama hayatın sertliğini, devrimci duyguların bozguna uğrayışını, örgütsel ve duygusal ihanetleri anlatan bir buz hali değil bu.. film sarmıyor izleyeni.. bir sıcaklık yaymıyor.. lise müsamerelerindeki duygusuz, buz gibi soğuk konuşmaların yapıldığı bir film.. filmin duygusal yoğunluğun en yüksek olduğu sahne ölen devrimcinin ailesinin evindeki taziye ziyaretinde arka planda çalan bir ‘ahmet kaya’ şarkısının duyulduğu sahne.. o sahnenin etkileyiciliğinin nedeni de zaten ‘ahmet kaya’nın şarkısı.. büyük bir figürasyonun kullanıldığı filmde ne mezarlık sahnesinde, ne grev çadırındaki sahnelerde, ne örgüt içi toplantıların olduğu sahnelerde, ne işkence sahnelerinde ne de sevgililerin seviştiği sahnelerde bir estetik,  anlam ve duygu yoğunluğu var.. ‘gün koper ve deniz denker’in başrollerini paylaştığı filmdeki oyunculuklara gelince onlarda istenilen düzeyde değil maalesef.. yetenekli oyuncular olmasına rağmen filmdeki performansları hiç iyi değil..   eldeki senaryo bence çok kötü heba edilmiş.. verilmek istenen mesajların hiçbirisini de izleyiciye ulaştıramayan bir film.. yönetmen ‘serkan acar’ın ve senarist ‘serkan turhan’ın tüm röportajlarını okudum.. ne yapmak istediklerini çok güzel anladım ama maalesef ortaya çıkan iş kötü bir yapım.. yine de yüreklerine ve emeklerine sağlık diyorum emeği geçen tüm film ekibine.. açık söyleyeyim hiçbir filmi yarıda bırakıp kalkmak istemem.. hele sinema salonunda izlerken asla böyle bir saygısızlığı yapmam.. ama inanın filmin bitişini sabırsızlıkla bekledim, gözüm hep saatimdeydi.. ve filmi altı kişiyle izlemeye başlamışken filmin sonunda fark ettim ki filmin ikinci yarısında sadece ben kalmışım salonda.. benim dışımda herkes filmin sonunu beklemeden tüymüş.. bu da filmin izleyiciye ulaşamadığının en büyük göstergesiydi bence.. ama yine de emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz aylak adamız ailesi olarak ve yeni filmlerinde güzel şeyler söyleyip, yazabilmek umuduyla onları selamlıyoruz..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aksel heine’nin başrolünde oynadığı ‘hodejegerne’ filmi gibi son zamanlarda beni en çok vuran filmlerden birisi de yönetmen  ‘kim je-woon’un 2010 yapımı son filmi ‘i saw the devil – şeytanı gördüm’ filmiydi.. 2009 yılında ‘a bitter sweet life’ adlı filmiyle tanımıştım ilk kez ‘kim je-woon’u.. güney kore sinemasının dünya sinemasına kazandırdığı en sağlam yönetmenlerden birisi olduğunu bu filmiyle bile gösteriyordu.. epeydir son filmi olan ‘i saw the devil’ ile ilgili methiyeleri dinleyip, okuyordum.. uzun süredir de filmi izleme imkanım vardı ama hep erteliyordum.. sonunda bir hafta sonunda mekanda filmi izleme kararlığına vardım.. dehşet bir sahneyle başlıyordu.. zaten gergin olan sinirlerim birden kopma noktasına geldi ve filmi dondurup izleyip izlememem konusunda düşünmeye başladım.. baştan yazayım iyi bir sinir yapısına, sağlam bir kalbe ve mideye sahipseniz filmi izleyin derim.. yoksa filmin bir yerinde ya yığılıp kalırsınız ya da kusarsınız.. hele ani reaksiyonlar ve görsel olarak sertlik içeren sahnelerde güçlü bir yapınız yoksa bayılıp kalabilirsiniz korkudan benden söylemesi.. insanları zevk için ve genellikle işkence içeren yöntemlerle katleden, tecavüz eden kötülük manyağı bir seri katil olan ‘kyung-chul’ ile gizli bir polis olan ‘dae-hoon’ arasındaki acımasız kovalamacayı anlatan 144 dakikalık bu uzun filmde tıpkı ‘hodejegerne’ adlı norveç yapımı film gibi sürprizlerle dolu bir film.. bir sahnede yaşadığınız şoku atlatamadan arkasından gelen sahnede bambaşka bir sürprizle karşılaşıyorsunuz.. tam film burada bitti derken sil baştan başa dönüyorsunuz.. sıkılmadan aksiyonun ve gerilimin doruğa ulaştığı bu filmi izliyorsunuz.. özellikle psikopat katil ‘kyung-chul’u  canlandıran ‘min-sik choi’nin oyunculuğu ders verir nitelikte.. rolüne kendisini öyle kaptırmış ki bir an sanki gerçek hayatında da bir psikopat olduğunu ve bu yüzden rolünü bu kadar iyi canlandırdığını aklınızdan geçiriyorsunuz.. acımasızca cinayetlerine devam eden ‘kyung-chul’ bir gün emekli bir komiserin kızı olan ve aynı zamanda gizli polis ‘dae-hoon’un çocuğunu karnında taşıyan sevgilisi ‘joo-yeon’u kaçırıp acımasızca katleder.. büyük bir çöküntü yaşayan ‘dae-hoon’ işinden izin alarak psikopat katilin peşine düşer.. onu yakalayana kadar kendisine rahat yoktur.. ama tek amacı onu yakalamak değildir.. onu kendi yöntemleriyle acı çekmesini sağlayarak öldürmektir.. çok zekice işlenen senaryonun filme aktarılması da çok başarılı olmuş.. çok uzun bir film olmasına rağmen tek bir sahnesinin bile fazlalık olduğunu hissetmiyorsunuz.. ‘kim je-woon’un bu şaheserini benim gibi zaman kaybetmeden hemen izleyin derim.. yoksa gerçekten eksik kalırsınız.. tabi filmin içerdiği aşırı şiddet dolu sahneler için tekrar uyarayım hepinizi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

şimdi de gelelim ailesine katkı olsun diyerek kar kış demeden ayran satmaya çalışan ‘hasan’ın hikayesinin anlatıldığı bir ‘selim güneş’ filmi ‘kar beyaz’a.. ‘kar beyaz’, ‘sabahattin ali’nin ‘ayran’ adlı öyküsünden uyarlanan bir film.. ‘selim güneş’in sanırım ilk yönetmenlik denemesi.. artvin’de zorlu kış koşullarında çektiği bu filmle sinema dünyasına iyi bir başlangıç yapmış yönetmen ‘selim güneş..’ tanınmamış amatör oyuncularla çok zor bir hikayeden mükemmel  bir film çıkarmış.. ben bu filmi de nasıl atlamışım diye hayıflandım izlediğimde.. özellikle karlı orman sahneleri büyüleyiciydi.. ‘hasan’ın babası siyasi bir olaya karışmasından dolayı kendi komşusunun ihbarıyla tutuklanır.. annesi ise ilçede bir kamu görevlisinin evinde hafta içi ev işlerini yapmaktadır.. hafta boyunca evde iki kardeşine bakan ‘hasan’ eve katkı olsun diye karlı havada bile biraz uzaktaki ilçe yolunun üzerindeki mola yerinde yolculara ayran satmaktadır.. her sabah dondurucu havada zorlu bir yolda elinde ayran güğümüyle mola yerine kadar giden ‘hasan’ hafta sonu annesinin eve gelişini iple çeker.. ancak annesine olan özlemi hafta sonunun gelişiyle bitmez.. babasının yokluğuyla zaten büyük acılar çeken ‘hasan’ annesinin özlemiyle de yanar tutuşur.. bu filmi de mutlaka izlemenizi öneririm.. filmde emeği geçen herkese teşekkürlerimizi de unutmadan buradan sunalım..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bayağı uzun bir yazı oldu, bu yüzden son olarak büyük usta ‘julio medem’in 2010 yapımı bir başyapıt olan filmi ‘room in rome’ ile bitireyim yazımı.. ‘julio medem’in bende çok özel bir yeri vardır.. ispanyol sinemasının vahşi amerikan yapımlarına karşı sapasağlam ayakta duran yönetmenlerinden birisidir.. ben masalları çok severim.. masal anlatan ya da masalsı bir tadı olan filmlere bayılırım.. ‘julio medem’in her filmi de müthiş masalsı öğeler içerir.. klişe hikayeler anlatmayı sevmez.. çetrefil politik bir konuyu işlerken bile müthiş hikayeleri kurgulayarak sonucu öyle bir bağlar ki apışıp kalırsınız.. ‘medem’le ilk olarak hemen herkesin izlemiş olduğunu tahmin ettiğim ‘kutup çizgisi aşıkları’yla tanıdım.. bu film aldı beni çok uzaklara, çok eksi zamanlara götürdü.. aşkın, sevginin gücünü müthiş anlatmıştı bu filmde.. sonra diğer filmlerine dalmaya başladım.. en çok sevdiğim ‘caotica ana’ ise bence sinema tarihinin hiçbir zaman unutulmayacak filmlerinden birisidir.. fakat ‘julio medem’in tüm filmlerine bazen ulaşmak mümkün olmuyordu.. uzun bir süre ‘vacas’ı aradım.. ‘vacas’ı izlediğimde bu adamın bütün filmlerini bulmalıyım dedim ve yavaş yavaş hepsini arşivime kattım.. ama kötü huylarımdan birisi de burada hemen devreye girdi : filmleri hemen tüketmemek için uzun aralarla izlemeye karar verdim.. çünkü ‘medem’in filmlerini bitirdiğimde ‘medem’in bana anlatacağı bir masalı kalmamış olacaktı ve ben çok uzun süre ‘medem’in yeni masallarını bekleyerek üzülecektim.. uzun bir ara vermemden sonra son yapımlarından birisi olan ‘room in rome’u geçen gün izledim.. başrollerinde birbirinden güzel iki kadın ‘elena anaya ile natasha yarovenko’ var.. ve filmin hemen hemen tamamı bir otel odasında geçiyor.. ‘roma’nın tarihsel dokusu içinde sıkışıp kalmış bir otel odasında yeni tanışmış iki kadının geçmişleriyle hesaplaşmaları, birbirlerine kendilerini anlatmaları, birbirlerine duydukları aşkın sonucunda kendilerinden geçip defalarca sevişmeleri anlatılıyor filmde.. tek mekanda ve iki oyuncu arasında geçen bir film olmasına rağmen ‘julio medem’in müthiş bir iş çıkarıp tarih, sanat, resimle ördüğü masal tadında bir film.. filmi izledikten sonra filmle ilgili eleştirileri okudum, çoğunluk yine acımasızca erotik bir film olarak görüp eleştirmişler filmi.. zerre kadar filmin içine girememişler ve anlayamamışlar.. iki lezbiyenin hayatı demiş çıkmışlar.. yuh diyorum sadece.. filmin final sahnesi bile yüzlerce filme bedel.. özellikle kadınların mutlaka izlemesi gereken bir film ‘room in rome..’  hele filmin müziklerine gelecek olursak tek kelimeyle muhteşem.. tango ezgilerinden, ‘natacha atlas’ın şarkılarına kadar on numara bir müzik eşlik ediyor filme.. ne diyeyim artık kaçırmayın, bulup izleyin bu muhteşem filmi diyorum..

2012’de de hepinize sinemayla dolu günler diliyorum..

gülüşünüzle kalın..”

Crockett..

“bir adamın filmi o adamın çıplak hali gibidir..” – Federico Fellini

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“ben herkesin gerçeği kendi başına bulması gerektiğine inanırım.. filmlerimin hiçbir zaman bir sonu olmamasının nedeni de bu.. asla basit çözümleri olmaz.. sonucu olan bir hikaye anlatmanın (sözcüğün gerçek anlamıyla) ahlakdışı olduğunu düşünüyorum.. çünkü perdeden bir çözüm sunduğunuzda, seyirciyi olayın dışında bırakmış oluyorsunuz.. çünkü onların hayatlarında ‘çözüm’ yoktur.. bence sözgelimi, bir adamın öyküsünü sunmak daha ahlaklı ve önemlidir.. sonra herkes kendi duyarlılığı ve içsel gelişimi temelinde kendine ait bir çözüm bulmaya çalışabilir..”

“filmlerime uygulayabileceğiniz en iyi biçimci felsefe, uygulanabilecek biçimci bir felsefenin olmayışıdır.. bir adamın filmi o adamın çıplak hali gibidir –hiçbir şey gizlenemez.. filmlerimde dürüst olmalıyım..”

“görsel olarak çoğu kez gösteri, risk ve gerçeğin bir karışımı olan sirk hayatının temalarından faydalandım.. benim karakterlerim genellikle biraz tuhaftırlar.. sokakta genellikle bir parça sıra dışı ya da yersiz gördüğüm ya da fiziksel ya da ruhsal sıkıntısı olan insanlarla konuşurum.. bütün bu unsurlar benim bir parçamı oluşturduğundan, onları filmlerime katmamak için bir neden göremiyorum..”

“bir filmi ‘anlama’ fikrini sevmiyorum.. rasyonel kavrayışın herhangi bir sanat yapıtının kabulünde temel bir öğe olduğuna inanmıyorum.. bir filmin size söyleyecek bir şeyleri ya vardır ya da yoktur.. eğer onun tarafından dürtülüyorsanız, size açıklanmasına ihtiyacınız yoktur.. eğer sizi dürten bir şey yoksa hiçbir açıklama bunu sağlayamaz..”

FEDERICO FELLINI..

“ALTI AVRUPALI YÖNETMEN..” , PETER HARCOURT , Türkçesi : ÖZGE ÖZDÜZEN, ONUR YUSUFOĞLU, DORUK Yayınları, 2007, 302  Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“RÜZGÂRLA YOLDAŞ..” – ABBAS KIAROSTAMI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“adım atıyorum

sarı ve kızıl dalgaların üstünde

sonbahar günbatımında

 

gecenin ve günün

sonuna inandığım kadar

hiçbir şeye

inancım yok

 

şimdi nerede ?

ne yapıyor ?

unutmuş olduğum kişi.

 

rüzgâra yoldaş gelmişim

yazın ilk gününde

kendiyle beraber götürecek beni

sonbaharın son günü

 

geliyorum bir başıma

içiyorum bir başıma

gülüyorum bir başıma

ağlıyorum bir başıma

gidiyorum bir başıma

 

doğu değil

batı değil

kuzey değil

güney değil

durduğum yer, yalnız burası

 

bağırıyorum

derin vadinin tepesinden

yankıyı beklerken

 

gözyaşımı durduramıyorum

ağlamanın yeri olmadığı

zaman

 

her zaman biriyle

buluşmayı bekliyorum

ki gelmeyecek..

ismi hatırımda değil

 

yıllardır

saman çöpü gibi

mevsimlerin arasında

avare olmuşum..”

ABBAS KIAROSTAMI..

“RÜZGÂRLA YOLDAŞ, HAMRAH BA BAD..” , ABBAS KIAROSTAMI, Türkçesi : Farsçadan çeviren : UĞUR YILDIRIM, PAN Yayınları, Kasım 2011, 152 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Torino Atı’ filminden..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“hiç ‘palinkam’ kalmadı da.. bir şişe verebilir misiniz.. fırtına her tarafı darmaduman etti.. mahvoldu diyorum.. çünkü her şey yıkık dökük hale getirildi.. her şey bozulmuş durumda.. ama her şeyin yıkık dökük ve bozulmuş hale getirildiğini söyleyebilirim.. çünkü bu sözde ‘masum insan yardımı’ denilen şeyden meydana gelen alelade bir afet değil.. tam aksine tüm bunlar insanın kendi hükmünü kendi benliğinden önde tutması ile alakalı.. tabii bu işte tanrının da bir parmağı yok değil.. biraz cüretkar olmak gerekirse bu işte bizzat yer alıyor ve bizzat rol aldığı şeyse hayal edebileceğin en korkunç oluşumlardan birisi..

çünkü anlayacağın dünyanın çivisi çıkmış durumda.. bu sebeple söylediklerimin pek de ehemmiyeti yok çünkü her şeyin yozlaşması onların bunları elde etmesi ile alakalı..

her şeyi sinsice ve gizli kapaklı bir mücadele neticesinde elde ettiklerinden  her şeyin ayarını bozmuş durumdalar..

çünkü neye dokunurlarsa, ki her şeye dokunuyorlar, anında kurutuyorlar..

son zafere kadar işler bu şekildeydi.. muzaffer bitişe kadar..

elde etme, yozlaştırma.. yozlaştırma, ele geçirme..

ya da eğer istersen farklı bir şekilde ifade edebilirim : dokunma, yozlaştırma ve akabinde de ele geçirme ya da dokunma, elde etme ve neticesinde de yozlaştırma..

asırlardır bu şekilde devam ediyor..

sürer, sürer ve sürer..

sadece bu, bazen gizli gizli, bazen kaba bir şekilde, arada sırada usul usul, arada da vahşice.. tek değişmeyen şey bunun durmadan devam ettiği..

lakin sadece tek bir şekilde pusuda bekleyip saldıran bir sıçan gibi çünkü bu mükemmel zafer için önemli olan başka bir şey de diğer tarafın  her şey mükemmel, yer yer harika ve soyluca olsa da başka türden bir kavga içine bulaşmaması.. başka türden bir mücadele olmamalı.. bir tarafın aniden ortadan kaybolması yani o mükemmelliğin, harikalığın ve soyluluğun ortadan kaybolması..

böylece şimdiye dek hep pusu kurarak saldıran bu kazananlar dünyaya hükmeder.. ve insanların onlardan saklayabilecekleri şeyler için en ufak köşe bucak kalmaz.. çünkü ellerini uzattıkları şeyi bir şekilde elde ederler.. ulaşamayacaklarını düşündüğümüz şeyler bile –ama ulaşırlar- en sonunda onların olur.. çünkü gökyüzü ve tüm hayallerimiz zaten halihazırda onlarındır.. o kısır döngü, doğa, bitmez sessizlik, ölümsüzlük bile onların elinde anlıyor musun..  her şey ama her şey sonsuza dek uçup gitmiş durumda.. o birçok soylu, harika ve mükemmel şey sadece durdular tabii böyle açıklamak doğruysa.. bu noktada duruverdiler.. ve tanrı ya da tanrılar olmadığını anlamak ve kabul etmek durumunda kaldılar.. bu mükemmel, harika ve soylu kişiler bu doğruyu daha en başından anlayıp kabul etmek durumunda kaldılar.. tabii bunu anlama yönünde yetersiz kaldılar.. buna inandılar, kabul ettiler ama hiç anlamadılar..

öylece şaşkın şaşkın ama bıkmadan durdular ta ki beyinden kopup gelen bir kıvılcım onları en sonunda aydınlatana kadar.. böylece birden bire tanrı ya da tanrılar olmadığının farkına vardılar.. birden bire iyi ya da kötü diye bir şey olmadığının farkına vardılar..

neticesinde de durum böyleyse kendilerinin de aslında var olmadıklarını görüp anladılar.. sanırım bu anın onların sönüp yok oldukları anlamına geldiğini söyleyebiliriz..

sönüp yok oldular aynı çayırlık bir alanda için için yanan bir alev gibi..

bir tanesi daimi kaybeden diğeri de daimi kazanandı..

yenilgi, zafer..

yenilgi zafer..

ve bir gün – bu civarda- yanıldığımı anlamak zorunda kaldım ve bunu yaptım..  bu dünyada herhangi bir türden bir değişim olmadığını, bir değişim olmadığını ve olmayacağını düşünürken tamamıyla yanılıyordum.. çünkü inan bana bu değişimin artık gerçekten meydan geldiğini artık biliyorum..” 

‘The Turin Horse – Torino Atı..’ , BÉLA TARR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(bu filmi izleyip eleştiren, festivallerde filmi izlerken sıkılıp filmi terk eden, hatta ‘kumpir esprisi’ yapan tanıdık, tanımadık herkese yuhlar olsun diyorum.. nasıl filmler istiyorsunuz bilmiyorum fakat zorla izletmiyorlar sizlere bu filmleri.. sabun köpüğü filmler bolca var piyasada, onlara özgürce takılabilirsiniz ‘özgür ve demokratik’ ülkemizde.. bu filmleri biz izleriz merak etmeyin.. ‘béla tarr’a ve filmde emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler.. yakında bir béla tarr yazısı şart oldu.. gerçek sinemayla ve gerçek hayatla kalın.. Crockett..)

 

‘beni izlersen hayallerin neyden yapılmış olduğunu sana gösteririm..’ – GENJI (takashi miike, crows zero -1..)

“sizlere göre kel alaka bir başlık belki fakat bana göre on numara bir başlık.. başka zaman tartışırız başlığı.. içimden geldi öyle attım başlığı.. anlayan anlar..

sıkıntılı günler geçiriyorum.. moraller hep bozuk.. sevdiğimiz insanların yaşadığı ciddi hastalıklar uykusuz, stresli günler geçirmemize yol açıyor, üzüntüden boğuluyoruz.. neyse ki güzel yapımlar, güzel kitaplar, umut veren notaların oluşturduğu besteler güç verirken,  böyle günlerde bir dost gülüşü de sizin moralinizi bir an olsun düzeltiyor, yaşadığınız anı unutturabiliyor.. büyük usta ‘özcan alper’in ‘gelecek uzun sürer’indeyiz günlerdir.. mekanda varsa yoksa ‘gelecek uzun sürer’ var.. arka planda devamlı onun müziği çalıyor.. yüreğe işleyen, umut veren notalar..

elime milliyet sanat dergisinin ben doğmadan önce çıkmış çok eski iki sayısı geçmişti bir ara.. birisi ‘sinemada sansür’ dosyasını diğeri de ‘türkiye sinemasında seks furyası’ dosyasını içeriyordu.. yıllar öncesinden gelen bu iki dergi de son günlerde merakla eğildiğim sansür ve yasaklar konusundaki okumalarıma destek olmuştu.. hele sansür dosyasında zamanında ülkemizde yasaklanan filmlerin listesine bir göz atınca gülmekten yerlere yattım.. ve yasaklanma nedenleri olmadığından dolayı merak da ettim.. mesela ‘truffaut ve godard’ın hemen hemen tüm filmleri yasaklanmış.. akıl sağlığı yerinde olan bir insan mesela ‘truffaut’un ‘400 fırça darbesi’ni neden yasaklamak ister.. nasıl bir psikolojisi vardır bu yasakçı, sansürcü insanların.. behey zalimler bu filmleri yasaklarken ne içiyordunuz, bize söyleyin biz de içelim o yaşadığınız kafaları yaşayalım da, biz de görelim, anlayalım yasaklama nedenlerinizi..

neyse bir gün dergilerdeki bu yasaklanan filmlerle ilgili birkaç yazı yazarım.. yazı çok çıkar bu konudan.. yeter ki insan yazmak istesin kafa yorsun..

bugün burada anlatmak istediğim sansür hikayeleri geçen sene elime geçen, gerçekten özenli ve kapsamlı bir çalışma olan ‘doç dr. şükran kuyucak esen’in hazırlayıp, yazmış olduğu “sinemamızda bir ‘auteur’ ömer kavur” adlı kitabının sonunda yer alan iki resmi belgeyle ilgili.. ‘ömer kavur’ usta eski kuşak yönetmenlerden ‘metin erksan’ ustayla birlikte en çok saygı duyduğum yönetmenlerden birisidir..

işte bu kitabın sonunda ‘ömer kavur’ ustanın yönetmenliğini yapmış olduğu ‘yatık emine’ ve ‘gizli yüz’ adlı filmlerine denetleme kurullarınca hangi şartlarla gösterim izni verildiğine yani nasıl sansürlendiğine dair iki resmi belge var.. filmlerin işletim, yani gösterim belgeleri bunlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmlerden birincisi ‘YATIK EMİNE..’ 15.10.1974 tarihinde denetleme kurulunda izleniyor ve şartlı olarak gösterim izni veriliyor.. karardan önce kurul üyeleri kimler bir ona bakalım.. denetleme kurulunun beş üyesi var.. birisi içişleri bakanlığından, birisi emniyet genel müdürlüğünden, bir diğeri genelkurmaydan, birisi basın yayın genel müdürlüğünden ve sonuncusu da milli eğitim bakanlığından.. sinemayla ne alakalı meslek grupları değil mi.. olur mu canım milletin bekası, geleceği, yeni nesillerin zihinleri söz konusu öyle demeyin.. neyse ana karar şöyle kelimesi noktasına dokunmadan :

‘günaydın film kurumuna ait YATIK EMİNE adlı film 15.10.1974 tarihinde merkez film kontrol komisyonu tarafından görülmüştür.

FİLMİN SONUNDA ATTİLLA ERGUN’UN YENİ GÜVEY İLE BERABER YATIK EMİNE’NİN EVİNE GİTTİĞİNDE, ÖLEN YATIK EMİNE’YE ‘HENÜZ DAHA SICAK’ DEYİP, OMUZLARINI VE ELLERİNİ OKŞAYARAK ÜZERİNE KAPANDIĞI SAHNE İLE, KAPIDAN ÇIKARKEN SÖYLEDİĞİ ‘DAHA HALA SICAK BE’ SÖZÜNÜN ÇIKARILMASI ŞARTLARI İLE HALKA GÖSTERİLMESİNDE VE YURT DIŞINA ÇIKARILMASINDA BİR SAKINCA BULUNMADIĞINA EKSERİYETLE KARAR VERİLMİŞTİR..’

görüyorsunuz değil mi, halka gösterilmesine ve yurt dışına çıkarılmasına sağ olsunlar akla zarar olsa da bazı şartlarla izin veriyorlar. ama ekseriyetle.. yani oybirliği yok.. karara muhalif kalan ve şerh düşen üyelere geçelim şimdi..

‘içişleri bakanlığının üyesi’nin verilen ana karara muhalefeti yok.. yukarıdaki bölümlerin çıkartılması yeterli demiş..

‘basın yayın genel müdürlüğünün üyesi’nin şerhinde bir şartı daha var : ‘AYRICA HAMAM SAHNESİNİN DE ÇIKARILMASI ŞARTI İLE KABULÜ REYİNDEYİM..’ bak bak diğer üyelerin atladığı bir sahnenin de zararlı olduğuna karar vermiş ve hamam sahnesinin de çıkarılmasını istemiş bu koruyucu ve kollayıcımız.. ne kadar teşekkür etsek azdır.. hamam sahnesini izlersek belki aklımıza kötü şeyler gelip azıp mesela devrim, sosyalizm, özgürlük gibi şeyler de düşünebiliriz maazallah..

komisyonumuzun değerli üyelerinden ‘milli eğitim bakanlığının üyesi’ de ‘HAMAM SAHNESİNİN ÇIKARTILMASI ŞARTI İLE KABULÜ REYİNDEYİM’ demiş.. ama bu iki üye beş üyenin arasında azınlıkta kalmış ve neyse ki hamam sahnesi makası yemekten kurtulmuş..

ee doğal olarak emniyetle genelkurmay üyeleri ne demiş, şerh düşmüşler mi diye soracaksınız.. evet tabi ki şerh düşmüşler bu karara.. hem de nasıl.. işin trajik yanı da bu şerhler zaten..

evet bu üyelerin şerhlerini sizlere aynen yazıyorum şimdi :

‘emniyet genel müdürlüğünün üyesi’ : ‘filmin ŞARTSIZ KABULÜ REYİNDEYİM..’

‘genelkurmayın üyesi’ : ‘filmin ŞARTSIZ KABULÜ REYİNDEYİM..’

EVET ŞAKA DEĞİL BU İKİ ÜYE FİLMİN ŞARTSIZ ŞURTSUZ, MAKASLANMADAN, OLDUĞU GİBİ AYNEN GÖSTERİLMESİNİ İSTİYOR AMA KOMİSYONUN SİVİL ÜYELERİNİN ÇOĞUNLUĞUNUN OYLARIYLA FİLM 3’E 2 OYLA MAKASLANIYOR.. inanmayanlar kitaptan aldığım belgelerin fotoğraflarını büyüterek okuyabilir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

gelelim diğer filme : ‘GİZLİ YÜZ..’ senaryosu ‘orhan pamuk’a ait ‘gizli yüz’ü 1990 yılında çekiyor büyük usta ömer kavur.. başrollerde ‘fikret kuşkan, zuhal olcay, rutkay aziz, sevda ferdağ’ var..

bu film de çekildikten sonra 90’lı yılların sansür otoritesi olan kültür bakanlığı’nın komisyonuna giriyor ve sinema eseri işletme belgesi alıyor.. ‘gizli yüz’e verilen belge tarihi 27.03.1991.. belgenin altında imzası olan o dönemin telif hakları ve sinema müdür olan şahsiyet.. filmin iki kopyası olduğunu belgeden anlıyoruz.. şimdilerde bazı yerli filmlerin 300 kopyayla gösterime girdiğini düşününce ne günler yaşamış, ne zorluklar çekmiş sinemamız diye üzülüyor insan.. neyse konumuza dönelim bu filmin de gösterimi için bir şart konuluyor belgenin sonuna yüce komisyonca, noktasına virgülüne harf yanlışlıklarına dokunmadan aynen yazıyorum :

‘FİLMİN BAŞINDA; KONSAMATRİS KADININ BİR KADIN İÇİN : ‘İNGİLİZ KRALİÇESİ İLE İRAN ŞAHININ PİCİYMİŞ’ SÖZÜNÜN KALDIRILIP ÇIKARTILMASI ŞARTIYLE..’

güler misin ağlar mısın.. inanmayan yine aşağıda okuyabilir belgenin aslını.. işte bu ülkeyi hep böyle uçan kafalar yönetmiş.. halkı halktan çok düşünen, seven insanlar..

değerli hocamız şükran kuyucak esen’in büyük usta ‘ömer kavur’ üzerine kaleme aldığı bu kapsamlı kitabını bence her sinemaseverin okuması ve elinin altında bulundurması gerekir..

ülkemizin neden hep aynı sorunlar ekseni etrafında yüz yıldır dönüp durduğunun cevapları da var bu kitapta.. tabi anlayana..

sansürsüz yarınlar dileğiyle..”

Crockett..

 

“Sinemamızda bir ‘auteur’ ÖMER KAVUR” , Doç. Dr. ŞÜKRAN KUYUCAK ESEN , ALFA Yayınları, Kasım 2002, 468 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘KÖPRÜDEKİLER’e bin selam sinema yazmaya devam..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Köprüdekiler..’ – Aslı Özge 

‘köprüdekiler’ filmini atlamış, izleyememiştim..

üzerine pek çok yazı, eleştiri okudum.. merak ediyordum.. geçenlerde dvdsi çıkmış sonunda, alalım izleyelim dedim..

bir kere filmin kendisinden önce duyduklarımdan, okuduklarımdan dolayı yarattığı hava zaten büyük beklenti içine sokuyordu insanı..

bu film katıldığı ‘adana altın koza’da ‘en iyi film ödülü’nün yanı sıra katıldığı sene sanırım 40 filmin yarıştığı ‘istanbul film festivali’nde de ‘altın lale en iyi film ödülü’nü almıştı.. ben ödüllere hiç bakmam, hatta ödüller çoğunlukla ters etki yaratır, ödüllü filmlere karşı önyargıyla bakarım..

ee bizde bu haleti ruhiye içinde başladık filmi izlemeye..

filmin ana eksenini istanbul boğaz köprüsünde değişik meslek gruplarında çalışan insanlardan üçünün hayatından kesitler sunuyor.. gül satıcısı ‘fikret’, trafik polisi ‘murat’, taksim-bostancı hattında minibüste şoförlük yapan ‘umut..’ bunların üçünün hayatlarının bir şekilde kesişmesi ve günlük yaşam mücadeleleri anlatılıyor..

filmdeki oyuncular aslında kendi hayatlarını oynuyorlar.. oyuncular profesyonel oyuncular değiller.. yönetmen profesyonel oyuncularla çalışmak yerine senaryoda canlandırılacak kişilerin kendilerini oynatmış filmde.. riskli bir tercih fakat oyuncuların çoğu iyi iş çıkarmış.. yanılmıyorsam gül satıcısı ‘fikret’ bir film festivalinde en iyi oyuncu ödülünü almış.. oyuncuların performansında pek sıkıntı yok ama bazen repliklerde aksama ve oyunculuklarda hatalar olduğu da gözden kaçmıyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmimizde ‘fikret’ boğaz köprüsünde her gün karşımıza çıkan seyyar gül satıcılarından birisidir.. duran trafikte gelen geçen arabalara gül satarak hem kendi cep harçlığını çıkarmak hem de evine destek olmak istemektedir.. bir yandan da başka bir iş bulma derdindedir çünkü gül satıcılığı bir yere kadar katlanılabilecek bir iştir.. mazot, benzin atıklarını solurken arabaların arasında bir de cambazlık yapmak zorundadırlar.. ancak hangi iş yerine başvursa okul okumadığından dolayı ve roman olmasından dolayı önyargıyla kendisine yaklaşılır ve iş verilmez..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘umut’ ise yeni evli bir dolmuş şoförüdür.. gece gündüz demeden uykusuz şekilde istanbul’un akmayan trafiğinde yolcularla, trafikle, polisle, diğer araç şoförleriyle cebelleşerek ekmek parası kazanmak peşindedir.. bir yandan karısının daha güzel yaşam şartları istemesi, bir yandan çalıştığı araç sahibinin bitmek tükenmek bilmeyen kaprisleri yorgunluktan, stresten bitme noktasına gelen umut’u daha da umutsuzluğa iter.. karısının da aslında istediği çok fazla bir şey değildir.. daha güzel bir ev istemektedir.. kocası ‘umut’a destek olabilmek için o da çalışmak istemektedir.. ancak bilgisayar açıp kapamayı bile bilmez.. kursa gitmek ister parası yeterli gelmez.. evde bu meselelerden tartışmalar çıkmaya başlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘murat’ ise boğaz köprüsüne atanmış bir trafik polisidir.. vardiyası boyunca boğaz köprüsünde, bağlantı yolarında araçların arasında trafiğin akışını sağlamaya çalışır ekip arkadaşıyla.. kayseri’lidir.. annesiyle arada telefonla görüşür.. tek sosyal faaliyeti akşamları arkadaşıyla kaldığı bekar evinde internet üzerinden kız arkadaş aramaktır.. arada bazılarıyla buluşur ancak sonuç hep hüsran olur.. çünkü gelen bayanlar sevgiye değil doğal olarak olası bir sevgililik veya evlilik durumunda ortaya çıkabilecek sonuçları değerlendirirler.. ‘murat’ hiç kendisini değişik gösterme çabasına girmez, neyse öyle davranır.. kredi kartlarında borca battığını ve doğuya mecburi hizmete gideceğini anlatır bu bayanlara.. bayanlar ise önlerindeki çayı bitirmende kalkar giderler genelde..

film işte bu üç insanın hayatlarının bir şekilde köprü üstünde her gün kesişmelerini ve yaşam mücadelelerini ve umutsuzluklarını anlatıyor..

ha bu arada oyuncular gerçek oyuncular dedik ama filmdeki trafik polisi gerçek polis değilmiş çünkü malum 657 sayılı yasaya göre polisler memur olmalarından dolayı filmlerde oynayamıyorlar..

filmi izledim bitti.. ne hissettim, ne gördüm filmde diye kendi kendime sordum.. cevabım belliydi : hayatı gördüm..

her gün istanbul’da yaşananları anlatıyordu.. olduğu gibi günlük yaşamı anlatıyordu film.. ne bir abartı ne bir eksiklik.. eleştirilecek çok yönü olabilir filmin ama bence izlenmeli ve desteklenmeli bu film.. herkes şunu diyebilir ‘bunu ben de, biz de çekebilirdik..’ hatta ‘aynısını çekebilirdik’ diyebilirsiniz.. ama benim de diyeceğim şu : size zahmet siz de çekin, sizin filmi de izleyelim.. herkes çeksin..’

filmin yönetmeni ‘aslı özge’, serdar akbıyık’la yaptığı bir söyleşi de bu filme nasıl başladığını şöyle anlatıyor : ‘boğaz köprüsü trafiğinde uzun süre beklerken satıcıların fotoğrafını çekiyordum.. bir gün aklıma onlardan birisiyle buradan kalkıp evlerine gitsem nasıl olur dedim.. sonra burada her gün polisin, satıcıların ve şoförlerin birbirlerinden habersiz yolunun kesiştiğini fark ettim ve birbirine teğet geçen paralel hayatlar üzerine bir film yapmak istedim.. 2006’dan itibaren bu projeyi hayata geçirmek için çalıştım.. bana ilginç gelen karakterleri uzun süre takip ettikten sonra senaryoyu yazdım..’

abartıya kaçmadan sabah gün doğumundan ertesi gün doğumuna kadar neler yaşanıyorsa onu anlatmış yönetmen filminde.. gerçek oyuncularla gerçek hayatlara kamerasını çevirmiş..

‘ticari film çekme derdim, ticari başarısızlık korkum yok’ diyen yönetmenin gerçekten cesaret isteyen bu filminde umutsuz hayatların içine hapsedilmiş insanları yani kendimizi izleyelim ve hapsedildiğimiz bu hayatlardan artık yeter diyip kurtulabilmek için neler yapabilmeliyiz düşünelim..’

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Köprüdekiler..’

 

Yönetmen : Aslı Özge

Senaryo : Aslı Özge

Oyuncular :  Fikret Potakal, Murat Tokgöz, Umut İlker, Cemile İlker

Yapım : Türkiye, 2009

Süre :90 dakika..

‘Drunkboat..’ – Bob Meyer

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum

fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,

aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;

yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.’

 

ARTHUR RIMBAUD (Sarhoş Gemi’den..)

 

“yönetmen ‘bob meyer’in imzasını taşıyan film ismiyle, hikayesiyle, ‘john malkovich’li kadrosuyla ve filmin girişindeki  ‘arthur rimbaud’nun ‘sarhoş gemisi’nden dizeler başta olmak üzere şiire yakın duruşuyla küçük bütçesine rağmen hayli iddialı bir film..

‘mort’ (john malkovich) insanlardan ve dünyadan kaçarak kendisini alkole vermiştir.. aynı zamanda bir şair olan ‘mort’ alkolün derinliklerine gömüldükten sonra şiirden de uzaklaşmıştır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir gece içip içip kendinden geçtiği bir barda yıllardır görmediği ve evden kaçmış olan yeğeni ‘moo’yla (steve haggard) karşılaşır.. kardeşi ‘abe’ (jacob zachar) ve annesi ‘eileen’le (dana delaney) yaşayan ‘moo’ hayatın monotonluğuna, anlamsızlığına isyan edip kendisini yollara vurmuştur.. yeğeniyle karşılaşması kötü bir olayla kesilen ‘mort’ kendine geldiğinde yeğen ‘moo’nun kullandığı damak protezi elindedir.. aylar sonra ‘mort’un yolu diğer yeğeni ‘abe’ ve annesi ‘eileen’nin yaşadığı şehre düşer.. elinde ‘moo’nun damaklığı vardır ve ‘mort’ içkiyi bıraktığını iddia etmektedir.. buna inanmayan ‘eileen’, ‘mort’un kalacak yer istemesi üzerine ona bir şans daha verir ve eve alır..

amcası ‘mort’ gibi şair olan ‘abe’ ise bu sırada arkadaşıyla birlikte ucuz bir tekne alarak nehir göl bağlantılarını kullanarak okyanusa çıkmayı ve dünyayı gezmeyi planlamaktadır.. ellerindeki az parayla ancak çok eski bir tekne alabileceklerdir.. tekne satın almak için araştırmalar yaparken en kötü satıcıya çatarlar : ‘bay fletcher..’ (john goodman..)

‘fletcher’ kullanılamayacak durumdaki tekneleri uzak kentlerden ya çok ucuza ya da bedavaya alarak atölyesine getirip orada üstünkörü bir tamirat ve boyayla yenileyerek insanlara satmaktadır..  tekne ticareti dışında viski ticareti de yapan ‘fletcher’in tek düşündüğü kazanacağı paradır ve  insanların hayatını tehlikeye atacak kadar pervasızdır.. ‘abe’ ve arkadaşının ‘fletcher’in eline düşmesiyle olaylar gelişir..

monoton bir akışı olan ancak bazı yönlerden ilgi çeken bir film.. bir kere ‘john malkovich’in oyunculuğu yine üst düzeyde.. sırf ‘malkovich’ yüzünden bile izlenmesi gereken bir film.. şiirden bahseden filmlerin azlığı, hatta yokluğu diyelim daha doğru olur, işte bu da filmi izlememiz için bir sebep.. ha filmin şiirsel bir dili yok, baştan aşağı şiirle başlayıp biten bir film değil onu da baştan söyleyeyim de sonra sadece bu kadar mı demesin kimse.. bence tüm eksikliklerine rağmen izlenmesi gereken yapımlardan birisi..

son bir uyarı : film dediğim gibi ‘arthur rimbaud’nun ‘sarhoş gemisi’nden dizelerle başlıyor.. ancak filmdeki çeviri bence çok kötü.. siz bu şiirin ‘sabahattin eyüboğlu’ gibi çevirilerini bulup okuyun filmin başında daha iyi olur bence..

şiirle ve sinemayla kalın..”

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Drunkboat..’

Yönetmen : Bob Meyer

Senaryo : Bob Meyer, Randy Buescher

Oyuncular :

‘Mort’ : John Malkovich

‘Abe’ : Jacob Zachar

‘Moo’ : Steve Haggard

‘Eileen’ : Dana Delaney

‘Fletcher’ : John Goodman..

Yapım : 2010,  ABD..