Archive for the ‘Sinema’ Category

‘AMATÖR KAMERA GERÇEKLİĞİ..’ – SELDA HIZAL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“AMATÖR KAMERALARIN ETKİLERİ..

 

elektronik medyanın masum olmadığını gösteren ‘mcluhan’a, iletişimi anlamaya çalışanların çok şey borçlu olduğu aşikardır.. bu bakış, gelişen her yeni mecranın boyutlarını algılamada oldukça değerli bir perspektif kazandırmıştır.. ‘mcluhan’, bir ‘araç’ın etkilerinin anlaşılabilmesi için şu dört sorunun sorulabilmesi gerektiği görüşündedir:

a) araç neyi arttırır ve ön plana çıkartır?

b) araç neyi ıskartaya çıkartır?

c) son noktaya kadar zorlandığında neyi üretir veya neye dönüşür?

d) önceden ıskartaya çıkartılan neyi geri kazanır?

bu dört soru eşliğinde yapılacak bir analizin, aracın telematik (yazarın telekominikasyon ve enformatik alanlarının birleşmesini öngören anlayışı) paradigma içerisindeki tutumunun algılanmasını sağlayacağını düşünen yazar, bu analiz yönteminin her yeni teknoloji için geçerli bir bakış sağlayacağını vurgular..

amatör çekim kameralarının ‘yeni gerçeklik’inin analizinde, bu dört soru eşliğinde yapılacak bir planlama, amatör çekimlerin şua ana kadar bahsettiğimiz bütün özelliklerini gözden geçirerek bir sonuca varmamızı sağlayacaktır..”

 

..

 

“SADDAM HÜSEYİN’İN YAKALANMA GÖRÜNTÜLERİ NEDEN AMATÖRCE?

 

askerler tarafından kaydedilen ve ‘saddam hüseyin’in yakalandığı yeri anlatan görüntülerde yapılan ciddi hatalar, ‘abd’nin yalan haber üretme üzerindeki ısrarını bütün kamuoyuna kanıtlamıştır.. zira bu görüntülerde, ‘saddam hüseyin’in yakalandığı çukurun bulunduğu bahçe yer almaktadır.. aralık ayında yakalandığı iddia edilen ‘saddam hüseyin’in yakalandığı bahçenin görüntüleri yine aralık ayı içerisinde haber bültenlerine servis edilmiş, fakat görüntüde bulunan ayrıntılar, bu görüntülerin gerçeği yansıtmadığını oraya koymuştu.. bahçede yer alan kurutulmaya bırakılmış hurma görüntüleri, çekimin yapıldığı zamanın aralık ayı olmadığını, çekimin bölgede kurutulma işleminin yapıldığı yaz ayları içerisinde yapıldığının kanıtıdır.. bahçe sahibiyle yapılan röportaj da bu yalan haberi ortaya çıkaran ikinci faktördür.. daha önce defalarca bahçesine gelip arama yapan ve ardından çekim yapıp giden askerleri anlatan bahçe sahibi, ‘saddam hüseyin’i hiç görmediğini ve şayet ‘saddam hüseyin’in bahçesinde yakalansaydı yaşamasının mümkün olamayacağını ya da en iyi ihtimalle hapse konmuş olması gerektiğini ifade etmiştir..

durumun ortaya çıkmasının ardından yazılı bir açıklama yapan ‘abd’ yönetimi, görüntülerin gerçeği yansıtmadığını kabul etmiş ve ‘canlandırma amaçlı bir kayıt’ olduğunu itiraf etmiştir.. ‘saddam hüseyin’in yakalanacağı mekânın birkaç ay önce çekime alınması, yazılan senaryonun da inandırıcılığını yitirmesine sebep olmuştur.. burada dikkat edilmesi gereken nokta, amatör bir asker tarafından kaydedilen kötü çekimlerin canlandırma amaçlı yapılması ve kaydın ‘gerçek’ görüntüler’ olarak sunulmasıdır.. peki, canlandırma amacıyla çekilen bu görüntünün profesyonel bir kamerayla düzgün bir şekilde gerçekleştirilmesi mümkün iken, neden böyle bir çekim tercih edilmiştir?”

 

SELDA HIZAL..

 

Kitap arkası :

 

“saddam hüseyin’in idam sahnesini cep telefonu kamerasından değil de profesyonel bir çekim kamerasından izleseydik nasıl duygular hissederdik? ‘kaddafi’nin ölüm görüntülerini bir kurgudan ayıran neydi?

‘mcluhan ‘araç mesajdır’ demişti. ‘körfez savaşı’nın hiç olmadığını iddia eden ‘baudrillard’ ise ‘bundan böyle, varlık ile çeşitli görünümleri, gerçek ile gerçek kavramına özgü bir ayna/yansıma yoktur” diyerek gerçekliğin sunumunu sorgulamıştı.

gerçeklik ile onu aktaran araç arasındaki ilişki her daim merak konusuydu. bugün gelişen teknikler iki düşünürü de doğrularken hayatımızı sarmalayan ‘mobese ve güvenlik kameraları’ gerçekliğin tespitinde sık sık kullanılıyor.

haber bültenlerinden yeni sinemaya birçok alanda kullanılan amatör kameraların yansıttığı hiper-gerçekliği ve bu hiper-gerçekliğin ifade ettiklerini anlatan bu kitapsa, medyanın ideolojik bir aygıt haline geldiği bu dönemde bir karşı-iletişim taktiği olarak ortaya çıkarılan amatör kamera görüntüleriyle iletilen mesajları ve o mesajların etkisinin boyutunu inceliyor. gerçeğin bu yeni araçla aktarımına teknik ve felsefi yorumlar getiriyor.”

 

‘AMATÖR KAMERA GERÇEKLİĞİ.. İMGE, ALGI, ARAÇ..’ , SELDA HIZAL, AGORA Kitaplığı, Mart 2012,125 Sayfa..

 

‘ÖZCAN ALPER’in ikinci uzun metrajlı filmi ‘GELECEK UZUN SÜRER’in dvd’si çıktı!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aleyhinde yapılan tüm karalamalara, küçümsemelere rağmen ve sağda solda kendi küçük dünyalarında üç kuruşluk sinema bilgileriyle yapılan haksız eleştirilere, kafalarındaki faşist tohumların etkisiyle arka planda filmi yok saymaya yönelik yapılan gizli kulislere rağmen türkiye sinema tarihinin başyapıtlarından birisi olan büyük usta ‘özcan alper’in ikinci uzun metrajlı filmi ‘gelecek uzun sürer’in dvd’si nihayet çıktı!

sinemada izlenmesi gereken filmlerden olmasına rağmen hem izlemeyenler için hem de tekrar izleyip arşivlerine koymak isteyenler için çok iyi bir fırsat.. ayrıca tüm aylakların desteklemesi gereken bir yapım bu..

büyük ustanın yeni filmlerini sabırsızlıkla beklerken ‘sonbahar’ ve ‘gelecek uzun sürer’le bir süre idare edeceğiz artık.. ayrıca bu eşsiz filmin müziklerini de sabırsızlıkla beklediğimizi yineleyelim..

neyse sizi daha fazla engellemeyelim filmi almaya gitmeniz için.. son olarak tüm film ekibine buradan tekrar teşekkür ediyorum aylak adamız ailesi adına, yüreğinize sağlık, iyi ki varsınız..

yazıyı okuyanlar, haydi şimdi filmi almaya gidelim hep beraber..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sinopsis :

İstanbul’da bir üniversitede müzik araştırmaları yapan Sumru (28), ağıt derlemeleri ile ilgili yaptığı tez çalışması için birkaç aylığına ülkenin güneydoğusuna yolculuğa çıkar. Kısa süreliğine çıktığı bu yolculuk, hayatının en uzun yolculuğuna dönüşür. Bu yolculukta Sumru’nun yolu Diyarbakır sokaklarında korsan DVD satan Ahmet, Diyarbakır’da tek başına kalmış yıkık dökük kilisenin bekçisi olan Antranik amca ve bölgede sürmekte olan ‘adı konulmamış savaşa’ tanıklık eden pek çok karakterle kesişir.

Sumru, üç ay boyunca kaldığı Diyarbakır’da peşinde olduğu ağıtların hikayelerini ararken kendi ertelediği acısıyla da yüzleşir. Diyarbakır’dan Hakkari’de bulunan boşaltılmış bir dağ köyüne doğru yola çıkarken bu tehlikeli yolculuğa anlam veremeyen Ahmet’in “Neden bu köy, orada ne var?” sorularını yanıtsız bırakır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazan ve Yöneten : Özcan Alper

1975’te Artvin’de doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde 1992-1996 arasında Fizik, 1996-2003 arasında Bilim Tarihi okudu. 1996-1999 arasında MKM Sinema Atölyesi’ne, 1999-2001 arasında Nazım Kültür Evi sinema seminerlerine katıldı.

2008’de yönettiği ilk uzun metrajlı filmi “Sonbahar” Türkiye ve dünyada 60’tan fazla festivalde gösterildi, 33 ödül kazandı. 2009’da Avrupa Film Akademisi Avrupa Keşfi ödülüne aday gösterildi. “Gelecek Uzun Sürer” Özcan Alper’in ikinci uzun metrajlı filmi.

Oyuncular :

Gaye Gürsel  : Sumru

1980’de İzmir’de doğdu. 2002 yılında İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesinden mezun olduktan sonra Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde oyunculuk eğitimi aldı. Birçok reklam ve dizide rol aldı. “Gelecek Uzun Sürer” başrollerini oynadığı ilk sinema filmidir.

Durukan Ordu : Ahmet

1973’te Akşehir’de doğdu. Hacettepe üniversitesi Ankara Devlet Tiyatrosu’nda eğitim aldıktan sonra Trabzon Devlet Tiyatrosu ve Ankara Devlet Tiyatrosunda bir çok oyunda başroller de oynayan Durukan Ordu, 2005-2009 yılları arasında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde “Temel Oyunculuk” dersleri verdi. Halen Ankara devlet tiyatrosunda oyunculuğuna devam eden Ordu’nun, “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

Sarkis Seropyan : Anto Dayı

1935’te İstanbul’da doğdu. 90’lı yılların sonunda gazeteciliğe başlayan Seropyan , Agos gazetesinin kurucularından ve yazarlarından. Halen Agos gazetesinde yazarlık yapıyor. Daha önce oyunculuk yapmadı. Bir çok kitap yazdı ve çeviriler yaptır. “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

Osman Karakoç : Harun

1983 yılında Eskişehir’de doğdu. Bilkent Üniversitesi Kimya bölümü öğrencisiyken üniversitenin tiyatro topluluğuna katılması ile tiyatro hayatı başladı ve buadaki öğrenimine son vererek Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro bölümünü kazandı. Bir çok oyunda rol alan Karakoç, Tv dizilerinde rol alan ve halen eğitimini sürdürmekte olan Osman Karakoç’un “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

 

Senaryo ve Yönetmen : Özcan Alper

Yapımcılar : Ersin Çelik, Soner Alper

Uygulayıcı Yapımcı : Cihan Aslı Filiz

Ortak Yapımcılar : Guillaume de Seille, Titus Kreyenberg

Görüntü Yönetmeni : Feza Çaldıran

Ses : Mohammed Mokhtary

Özgün Müzik : Mustafa Biber

Sanat Yönetmeni  : Tolunay Türköz

Kurgu : Ayhan Ergürsel, Thomas Balkenhol, Özcan Alper, Umut

Sakallıoğlu

Işık Şefi : Engin Altıntaş

Yardımcı Yönetmen : Lusin Dink

Cast

Sumru – Gaye Gürsel

Ahmet – Durukan Ordu

Antranik – Sarkis Seropyan

Harun – Osman Karakoç

Leyla – Güllü Özalp Ulusoy

Kuto – Erdal Kırık

Senaryo Danışmanı : Thomas Balkenhol

Senaryoya Katkıda Bulunanlar : Hüseyin Kuzu, Orhan Eskiköy,

Murat Boyacıoğlu

Prodüksiyon Amiri : Yusuf Deniz Çinibulak

Set Amiri : Altan Çakmak

Yönetmen Yardımcıları : Hamdi Akyol , Özgür Doğan

Prodüksiyon ve Laboratuar Koordinasyon : Selim Güntürkün

Van ve Diyarbakır Yapım Yardımcıları : Reşat Ayaz,  Cengiz Toprak

1. Kamera Asistanı : Mansour Zohouri

2. Kamera Asistanı : Uğur Şapaloğlu

3. Kamera Asistanı : Kerem Arıca

Işık Asistanları : Yavuz Ustabaş, Şafak Kibar, Kenan Seçkin

Boom Operatörü : Ali Reza Karimi

Sanat Yönetmeni Yardımcıları : Arif Seletli, Racia Kaya, Aziz İnce

Set Asistanı : Emre Selçik

Panter Operatörü : Rasim Kurtulan

Panter Asistanı : İsmail Ay, Hamza Şahin

Stedicam Operatörü : Hakan Tezer

Runners : Hasan İnce,  Sezai Bulut

Ulaştırma : Fethi Gümüş, Musa Dağlı, Selahattin Aksoy, Cebrail

Dağlı, Abdullah Akyıldız

Set Fotoğrafçısı : Hüsamettin Bahçe, Ziynet Özen

Cast Ajansı : Renda Güner Casting

Cast Sorumlusu : Hülya Çelen

Cast Asistanı : Demet Koç

Radyo Haberleri Kayıt : Açık Radyo – Didem Gençtürk

Radyo Anonsu : Murat Utku

Grafik Tasarım : Sera Dink

Çeviriler : Caroline Riera-Darsalia, Lucy Wood, Lidya Bulte,  Uwe

Fiedeldei,  Berkcan Navarro

 

Katıldığı Festivaller ve Ödüller :

Festivaller :

2012,22-30 Mart] 19. Uluslararası Febiofest Film Festivali Prag(Çek Cumhuriyeti) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012, 9-18-25 Mart] 16. Sofya Uluslararası Film Festivali (Bulgaristan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012, 24 Şubat-4 Mart] 40.Uluslararası Belgrad Film Festivali (Sırbistan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012,14-21 Şubat] 19. Vesoul Asya Fillmleri Festivali(FICA)(Fransa) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012,  41. Rotterdam Uluslararası Film Festivali (Hollanda): Parlak Gelecek Seçkisi

2011 , 16. Kerala Uluslararası Film Festivali(Hindistan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2011, 2. Malatya Uluslararası Film Festivali: Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması

2011, 18. ,Adana  Altın Koza Film Festivali, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması

2011, 36. Toronto Uluslararası Film Festivali, Çağdaş Dünya Sineması Seçkisi

 

Ödüller :

2012, 19. Vesoul Asya Fillmleri Festivali(FICA)(Fransa)

Özel Mansiyon Ödülü

2011 , 16. Kerala Uluslararası Film Festivali(Hindistan): FIBRESCI (Uluslararası Sinema Yazarları Birliği) En İyi Film

2011, 2. Malatya Uluslararası Film Festivali: En İyi Film Ödülü, En İyi Yönetmen Ödülü, En İyi Müzik Ödülü

2011, 18. Adana Altın Koza Uluslararası Film Festivali: Yılmaz Güney Ödülü

Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) En İyi Film Ödülü : En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü(Durukan Ordu), En İyi Müzik Ödülü(Mustafa Biber)

(filmle ilgili tüm bilgiler, fotoğraflar filmin resmi sitesi : http://www.gelecekuzunsurer.com/ dan alınmıştır.. daha fazla bilgi için buraya bakınız..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘FİLDİŞİ KULENİN DIŞINDA..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“eğer varoluşçu bir durumdan ’gazeteci bir tavırla’ yola çıktıysam, okur beni bağışlasın.. ama farklısını yapmak benim için güç olurdu..

sabahla öğleden sonraki çalışma saatlerimin arasındaki zamanda, ostia’da bir evdeyim.. çevremde gürültü patırtıyla ya da tersine bir sessizlikte denize girenlerin kalabalığı var.. kudurmuşçasına denizdeler..

bana gelince – kendimi baskı laboratuarının sağlıksız karanlığından arıtmakla uğraşıyorum – elimde espresso.. sanki bir kitapmış gibi hemen hemen hepsini okudum..

kalabalığa bakıp kendime soruyorum : ‘cahilleşme sanatında çokça tüketilmiş halk için sıkça sözünü ettiğim bu antopolijik devrim nerede? ve kendimi yanıtlıyorum: ‘işte orada..’ aslında çevremdeki kalabalık, on yıl öncenin halkı değil, olmak istediği ve olmayı bildiği gibi en aşağılık burjuva kalabalığı..

on yıl önce bu kalabalığı severdim; bugünse bana usanç veriyor.. özellikle gençler, beni tiksindiriyor: yeni toplumun onlara sunduğu her şeye karınlarının tok olduğunda inanan bu budala ve kendini beğenmiş gençler: kendilerinin bir de neredeyse saygıya değer örnekler olduklarını sanırlar..

ve ben burada, yalnız, korunmasız, bu kalabalığın ortasına atılmış onun, bir laboratuarındaymışçasına önüme bütün ‘niteliklerini’ seren yaşamına dönüşü olmayan bir biçimde karışmış durumdayım.. hiçbir şey beni ayırmıyor ve hiçbir şey beni korumuyor.. ben bundan önceki dönemde, çok uzun yıllar önce  bu varoluşçu durumun aynısını seçtim ve şimdi kendimi bir devimsizlik içinde buluyorum: çünkü acılar sonuçsuz ve seçeneksizdirler.. diğer yandan fiziksel olarak nerede yaşamalı?

dediğim gibi elimde gazetem; onu inceliyorum ve onda yapay bir şeyler olduğu izlenimine  varıyorum..  ‘beni ilgilendiren konuların aynısını yazan bu insanlar benden ne denli farklılar.. ama bunlar neredeler, nerede yaşıyorlar? ‘beklenmedik bir düşünce, söylenmemiş ve sanırım gayet açıkça sözcükleri önüme seren bir elektrik çarpması gibi: ‘onlar fildişi kulelerde yaşıyorlar..’

espresso’da ‘fildişi kulenin içinde’ olanlara yönelik haberlerin dışında ne bir sayfa, ne bir satır ne de bir sözcük var.. (ama bu büyük olasılıkla hiçbirinde yok.. ne panaroma’da ne mondo’da, ne de günlük haftalık hiçbir gazetenin günlük habere ayrılmış sayfası var..) dikkat ve ilgiye yalnızca ‘fildişi kulenin içinde’ olan biten layıktır: gerisi tümüyle: ayrıntı, sürü, biçimsizlik, ikinci sınıftır..

ve doğal olarak ‘fildişi kulenin içinde’ olan biten: yani egemenlerin ve onlarla birlikte dorukta olanların yaşantısıdır gerçekten önemli olan.. ‘ciddi’ olmak onlarla ilgilenmek demektir.. onların entrikalarını, anlaşmalarını, suikastlarını, talihlerini; ve hatta onların ‘fildişi kule dışındaki’ gerçekliği kavrama biçimlerini: böyle az saygın ve tam da ilgilenilmesi böyle az ‘ciddi’ olsa da, her şey işte bu  can sıkıcı gerçekten kaynaklanmakta..

son iki, üç yıldır ilgilerin doruktaki ünlü kişilerin üzerinde öbekleşmesi bir saplantıya dönüşecek kadar özelleşti.. hiç bu ölçüde olmamıştı..

italyan aydınları her zaman ‘fildişi kulenin içinde’ yaşamışlar; birer dalkavuk olmuşlardır.. ama aynı zamanda halkçıdırlar da, yeni gerçekçi ve bu doğrultuda uç noktada devrimcidirler: bu, onlarda ‘halk’la ilgilenme zorunluluğunu yaratmıştır.. şimdi, eğer ‘halk’la ilgileniyorlarsa; adlarını yanlış anımsamıyorsam bu da hep ‘doxa’ ve ‘pragma’ istatistiklerine göredir.. örneğin: ev kadınlarıyla ilgilenmek yakışık almaz, bunları seçmekle, çok iyi bir dalga geçilme noktasına gelinebilir: oysa ev kadınları, sanıldığı gibi gülünç kişiler değillerdir.. ve aslında espresso ev kadınlarıyla, bu anlaşılması güç, uzak, günlük yaşamın derinliklerinde yitmiş hayvanlarla –ilgilenir- çünkü bir doxa ya da pragma istatistiği, son seçimlerdeki komünist zaferde oyların hatırı sayılır bir önemi olduğunu ortaya çıkarmıştır.. bu ; erkin hiyerarşisinde depremlere neden olmuş, fildişi kuleyi titretmiştir..

‘fanfani’ ya da ‘zaccagnini’ tarihe mal olurken, ev kadınları gündelik habere sıkışıp kalırlar.. ama birincilerle ikinciler arasında derin bir boşluk, büyük bir olasılıkla anlaşılmaz bir diyakroni’ (zamandaşlık) ortaya çıkıyor..

bu boşluk, zamandaşlık neden kaynaklanmaktadır.. neden 1945’ten sonra, hep önemini koruyan gündelik şeyler, bugün bir bataklığa gömülmüş, zihinsel  bir gettoya kapatılmıştır.. tüketimin ilkeleri tarafından telkin edilen tüm olanaklı biçimleriyle  gerçekten  incelenmiş, sömürülmüş, tekelleşmiş, ama resmi tarihle hiçbir ilişkisi olmamış olması, teslim olmamış olması yani anlamlı bir şey mi..

soygunlar, kaçırılmalar, küçük yaştakilerin suç işlemesi, gece sokağa çıkma yasakları, hırsızlıklar, sermayenin yaptırımları, nedensiz adam öldürmeler mantıktan ‘dışlanmış’ bir somutlukta oldukları halde  gene de neden asla bunların arasındaki ilişki gösterilmemişti.. ‘ladispoli’de (ipsiz sapsız takımının tatil yeri) 17 yaşında iki genç, kendi yaşıtları bir diğer genci, kendilerine gereken motosiklet bujilerini vermediği gerekçesiyle tabancayla öldürücü bir biçimde yaraladılar: ve ‘paese sera’ bu gündelik olaya: ‘ladispoli’deki akla sığmazlık’ diyerek başlık atıyor..

bu, belki 65’te mantıkdışı bir şeydi.. oysa bugün normal olandır.. o başlık da : ‘ladispoli’nin olağan halleri’ olmalıydı.. ‘paese sera’daki bu zaman dışılık neyin nesidir.. ‘paese sera’nın muhabirleri roma kenar mahallelerinde silahsız bir on yediliğe rastlamanın bir ‘istisna’ olacağını bilmiyorlar mı.. neden hiçbir gazete ‘tormaroncio’da birkaç gün önce çalıntı bir ‘porsche’ nedeniyle, makineli tüfekle yapılan silahlı çatışmadan söz etmiyor.. neden hiçbir gazete, 15 yaşındaki bir gencin: ‘bir dahaki sefere seni ağzından vuracağım’ diye bağırıp, silahla bacağından vurduğu sporcu gencin yaralarının lafını etmiyor.. söylemek istediğim şu ki: neden basın, büyük kentlerde her gece meydana gelen milyonlarca suçu hasıraltı ediyor (hırsızlık ve yankesicilik de bunlara dahil) ve yalnızca artık sözünü etmemenin olanaksız olduğunu anladığını bunların arasından seçip yazıyor.. ve bunları gerçek boyutları içinde göstermeyip, bunlara kamuoyunu alıştırmaya çalışarak sunmak doğru mu..

dozajı arttırmak ve bir düzen adamı gibi incelemek istemiyorum.. gayet açık ki, ‘ipsiz, sapsız takımı’ ancak kendi temsilcilerinin on yıl öncekine göre insanca bir değişime uğradıkları sürece beni ilgilendirir.. ve bu, ikincil bir olgu değildir.. bu, bir bütün parçasıdır: ev kadınlarının da değişmesini içeren bütünsel bir antropolojik devrimin parçasıdır..

gerçek soru şudur: politik ve toplumsal sorunlarla uğraşanlardaki bu gündelik haber ve us bütünlüğü arasındaki zamandaşsızlığın nedeni nedir ve neden gündelik haberin çevresinde böyle bir ‘olgu bölünmesi’ oluyor..

‘fildişi kulenin dışında’ olan her şey, nitel yani tarihsel olarak, fildişi kulenin içinde’ olandan farklıdır: sonsuzca daha yenidir, hayret uyandırıcı bir biçimde daha üstündür.. işte bu yüzden ‘fildişi kulenin içindeki’ kodamanlar ve onları tanıtanlar –mantıksal olarak onlar da ‘fildişi kulenin içindedir’- bir oyuncu gibi davranıyorlar, gülünçler ve ölümcül, kokuşmuş birer put gibiler. kodamanlar zaten ölmüş sayılırlar –çünkü onları ‘var eden’ güç artık yok: demek ki onların yaşamları kuklaca bir sıçramaymış..

‘fildişi kulenin dışına’ çıkılırken, bu kez de yeni bir ’içeriye’ düşülür; yani tüketiciliğin cezaevine.. bu cezaevinin baş kişileri gençlerdir..

söylemesi garip ama : gerçek şu: kodamanlar, üstlerinde gülünç bir maske gibi sırıtan kleriko- faşist erkleriyle, muhalefettekiler de gelişmecilik ve hoşgörüleriyle, gerçekliğin gerisine bırakıldılar..

ekonomik erkin yeni biçimi (yani artık kilise olmadığı için klerikalist bir parti olmayan hristiyan demokrat partinin – eğer ‘moro’ izin verirse- yeni gerçek ‘ruh’u) büyüme aracılığıyla, aslı olmayan bir ilericilik ve hoşgörü biçimi gerçekleştirdi.. bu sahte ilericilik ve hoşgörünün döneminde doğan ve biçimlenen gençler bu sahteliği (yeni erkin her şeyi mahveden kinimizmi) en korkunç biçimiyle ödemekteler..

işte burada, çevremde; gözlerinde budalaca bir alaycılık, aptalca doygun bir hava, saldırgan ve yargılamaktan uzak bir serserilikle – bir acı olmadığında neredeyse eğiten bir korkuyla, bu hoşgörü yıllarında gerçek bir hoşgörüsüzlüğü yaşıyorlar..

sözünü ettiğim ‘espresso’da ‘moravia’; katil, asi bir oğlu olan, iyi bir babaya, böyle güç bir durumda, ‘oğlunu anlamaya çalışmaktan’ başka bir şey kalmıyor diyerek konuyu noktalıyor.. trajedi yaratmamak, onu öldürmemek, kendini öldürmemek ama onu anlamaya çalışmak! anladıktan sonra ne olacak.. soruyorum kendime; bu görkemli ahlaki liberalizm davranışını yerine getirdikten sonra ne olacak.. tabii ki herhalde ‘moravia’nın burada sözünü ettiği; bunu izleyen bir davranma olasılığını gerektiren, ussal yani batılı bir anlama.. diyelim ki bu baba-böceğini inceleyen bir böcek-bilimci ruhuyla- sonunda oğlunu anlamayı başarsın ve onun bir budala, bir kendini beğenmiş, bir ikircimli, bir saldırgan, bir çalım satıcı, bir suça eğilimli – ya da acınacak biçimde bir duyarlı da –olduğunu anlasın- ne yapmalıydı.. onu anladığı için sevinmeli miydi.. ama buna sevinmek tarafsızlık ve ilgisizlik gerektirir.. bunu niteleyen eyleme geçmektir.. ve bunu yapmaktan hoşlanan bir baba, o gözden düşmüş ‘laios*’ gibi tozun içinde ölü kalmaya yazgılamıştır: başka bir olasılık yoktur.. demek ki anlamak pek bir şey değildir.. tam da sonunda tozların üstünde ölüp kalabilmek için, eyleme geçmek, oğluna saldırmaktan başka bir şeyi içermez.. ben, oğulları gözlemliyorum, onları anlamaya çalışıyorum ve sonunda eyleme geçerek onların hesabına inandığım gerçekliği dile getiriyorum : ‘siz, gündelik olanda yaşıyorsunuz ve bu, gerçek tarihtir – belirlenmiş onaylanmış, konuşulmuş olmasa da – çünkü bizim sıkıntısız tarihimizden çok daha öndedir; çünkü gerçeklik ‘fildişi kulenin dışında’dır; onun yanlı yorumlarında ve daha da kötüsü caydırıcılıklarında değil, gündelik olandadır.. ama bu gündelik olan, sizden değerlerin altüst oluşunu ister, tarafımızdan yaratılan sonuçta, erk, arı üretim ve tüketim nedeniyle sahte bir mutluluktan oluşmuş kültürünü yaratmak için kendinden önceki tüm kültürleri yıkmıştır.. değerlerden yoksun kalış, sizin yön-duygunuzu yitirmenize yol açan ve sizi insancıl olarak alçaltan bir boşluğa attı.. sizin ‘kitle’niz; adına, hiçbir şeyin konuşulamayacağı ‘bir suça eğilimliler kitlesi’dir.. sizin, seçkin çevreden gelme, sütün durumdaki birkaç sosyalist ya da radikal ya da katolik aydınınız: bir yandan umutsuzluğa, bir yandan da konformizme gömülüp kalmıştır.. geleceğe doğru atılan, başından beri –sınıfsal olarak burjuva, arkaik olarak halkçı- kayıp kültürlerden daha ötede olan bir kültürün adına, ‘değişik’ bir kültür için savaşım veren birkaç kişi de komünist gençlerdir.. ama onlar, daha ne kadar bu tanrısallıklarını koruyabilirler ki?” (1 ağustos 1975, ‘corriere della sera’..)

 

PIER PAOLO PASOLINI..

 

(* laios : sophokles’in ‘kral oidipus’ tragedyasına kaynak olarak aldığı efsaneye göre, laios, ikoaste ile evlenir ve bir oğlu olur.. çocuk doğmadan tanrı sözcüsü bu çocuğun laios’a kendini öldüreceğini söyler.. kral çocuk doğar doğmaz bir uşağına verip dağa bıraktırır.. ama tanrı sözü gene de gerçekleşir.. günün birinde laios, delphoi’ye giderken yolda bir yabancıyla kavgaya tutuşur, bu yabancı kendi oğlu oidipus’tur.. oidipus, laios’u öldürür ve thebai’ye vardıktan sonra anası iokaste ile evlenir.. oidipus’un, babasını öldürmek ve anasıyla evlenmekle işlediği, korkunç günah, nasıl haber aldığı ve nasıl cezaya çarptırıldığı oidipus efsanesi ve tragedyasında anlatılmıştır..)

 

‘FİLDİŞİ KULENİN DIŞINDAN..’ , PIER PAOLO PASOLINI, Çeviri : FİLİZ ÖZDEM, BELGE Yayınları, Şubat 1991, 80 Sayfa..

(kitaplığımdan her zamanki gibi malum şekilde kaybolan bu nadide kitaba uzun arayışlarımdan sonra tekrar kavuşmamı sağlayan kadıköy’ün en iyi kitapçısı ‘penguen’ çalışanlarına sonsuz teşekkürlerimi ve sevgilerimi buradan da sunarım.. Crockett..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SİNEMA VE ŞİİR..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“böyle bir başlık altındaki konunun birkaç yönlülüğü yazmaya girişir girişmez ortaya çıkar hemen.. çeşitli görünüşlerle çeşitli evrelerden geçmiş, köklü ve uzun şiir sanatı ile henüz yüzyılını bile bütünlememiş, her geçen gün atılımlar, değişmeler ve sınırsızlıklar içerisinde genç bir sanatın, sinema sanatının ilişkileri, yan yana ya da iç içe düşünülmeleri yeni görüngeler (perspektifler) getirir.. biz buradaki çerçeve içinde sinema ve şiir terimlerini özel herhangi bir anlayışla tanımlamaksızın genel anlamlarıyla geçerli sayarak başlıyoruz..

başlangıcından bu yana, ozanların her ülkede, her yörede sinema sanatıyla bağlantılar kurmaları, öteki sanatçılara göre daha olağan ve doğal gelmiştir.. her ozanın göğüs çekmecesinde araştırılsa birkaç taslak yatmaktadır, bulunabilir.. eldeki belgelerle sinema tarihi açısından bu olgunun gerçekleşmiş örneklerini sergilemeye ufak bir araştırma yeter.. ‘rusya’da ‘mayakovski’nin sinemayla ilgilenişi, dergisinde bu sanata özenle yer verişi, kendi şiirine oradan olanaklar ve biçimler edinmesi açık bir bilinçliliktir.. (‘l. trauberg’ ile ‘g. kozintsev’in ‘feks topluluğu’ olarak yaptıkları, ‘oktiabrina’nın serüvenleri’ (1924) filminde ise ‘mayakovski’ şiirinin öğeleri, devinim ve biçimleri gözle görünürcesinedir..) ‘türkiye’de ‘nâzım hikmet’in sinema çalışmaları önce en azından mutlu bir rastlantı, sonra bilinçlilik. ‘hikayelerin filmini yapmalı.. mesela ‘sabahattin ali’nin hikayelerini.. iki kısımlık filmler.. hikayelerden sonra şiirlerin filmlerini yapmalı’ diyor ‘nâzım hikmet.. ‘halkla en karşı karşıya sanat, bu..’ diyor sinema için..

‘fransa’da ‘jean cocteau’nun, ‘jacques prevert’in başkalarıyla ya da bir başlarına yaptıkları filmler, yazdıkları, katıldıkları senaryolar.. (‘l’eternel retour’ / ‘ebedi dönüş’ (1943), ‘la belle et la bete’ / ‘güzel ve hayvan’ (1946), ‘voyage-surprise’ (1947), ‘orphee’ (1950), ‘le testament d’orphee’ (1960), vb.) ‘gerçeküstücülük’ün sinema sanatına sağladığı, getirdiği olanaklar, çıkış noktaları, uzantılar ve simgeler.. (‘bunuel’in ‘endülüs köpeği’ (1928) – ‘s. dali’ ile – , ‘l’age d’or’ / ‘altın çağ’ (1930), ‘robinson crusoe’ (1952); ‘hitchcock’un ‘spellbound’ / ‘öldüren hatıralar’ (1945), vb.) ve her ülkede bir takım ortaklaşa denemeler ve verimli verimsiz girişimler..

şiirsel bir deyişle, bütün sokak fotoğrafçıları iyi kötü birer ozandır.. tüfekle resim, görüntü avlayanlar da öyle.. çeşitli aygıtları deneyenler, geliştirenler, sinematografı çalıştıranlar, ‘kara maria’ya kapananlar için de ozandırlar diyebiliriz.. ilkin tek makaralık şiirlerle yola çıkıldı.. ‘l. lumiere’ ve  ‘g. melies’ ve öteki öncüler bir garip tutkulu, ozansı kişilerdi; bir kusurdan giderek bir tür, bir sanat türü yaratmışlardır çünkü.. bilerek bilmeyerek, bir  ayrımı yok..

sinemadaki akımlar, dalgalar,  okullar ve görüşler bir bakıma şiir akımlarıdır..  itki şiirden gelsin gelmesin böyledir bu.. sinema başlangıçta bütün sanatların  bir bireşimi sayılırken de, ilkesi rönesans’la ortaya çıkan, son anlatım sınırını ‘barok’ resimde bulan plastik gerçekçiliğin en gelişmiş yönü’ sayılırken de şiir en çok ağırlığını duyuran olmuştur.. ilk elde görüntü kavramı sinema ile şiir sanatının birbiriyle hısımlık kurmasını sağlamaya yetiyor.. geniş bir ortak alan.. yöntemleri arasındaki yakınlıklar, her ikisinin de kendilerine özgü bir dilleri olması.. sinema her şeyden önce bir dil ise, ki öyledir de.. bunları ayakta yazarken sinema ve şiirin ayrı ayrı sanat türleri olduklarını, gereçlerinin de, ortamlarının ve işleyişlerinin de benzemezliklerini unutmuyoruz elbet.. ve özellikle sinema sanatının gitgide bağımsızlaştığını, kendi özgün havasını soluduğunu, zamanını ve yerini bulduğunu biliyoruz.. şimdi birdenbire bir optik kaydırmanın gereği yok. sinema ile şiirin ilintilerini aşarmamalı, abartmamalı öyle.. şiir öteki sanatlara hangi oranda katkıda bulunuyorsa sinemaya da benzer oranda katkıda bulunuyordur.. tabii sinema için dahi aynı durum söz konusu.. ve ozanlarca yadsınamayacağını umarak şunu da yazmalıyım : sinema şiire daha çok etkiyor bugün..

sinemanın birimi olan görüntü nasıl yalnız bir fotoğraf ise, bir başına fotoğraf olmaktan öteye başka bir anlamı yoksa; şiirin birimi olan sözcük de öyledir, onun da şiir olarak bir başına hiçbir anlamı yoktur.. (gerçi kuramsal açıdan sinemada en küçük birim çekim’dir, ama çekim şiirdeki dize’ye bir karşılıktır..) sinemada kavramlar görüntü yoluyla anlatılıyor, şiirde imge yoluyla.. kaldı ki çağdaş şiirin imgeye tanıdığı başatlık ve verdiği görev geçmişlerden daha bir belirlidir, açıktır.. yeni açılımlar, yeni uzanımlar imge yönünden gelişmektedir hep..

sinema içinde bulunduğu sanat büyük ayracının genel ya da özel gidişiyle, eğilimiyle alış-verişler yapar, gelişime katılır.. sinemanın yalnız kendi kanıyla, gereçleriyle beslenmesi varoluşuna aykırı düşer ve tıkanıp kalırdı bir yerde zaten.. tek tek örnekler (‘s. ray’, ‘o. welles’, ‘i. bergman’, ‘m. antonioni’, vb.) bir yana, alman dışavurumculuğu, fransız izlenimciliği, yeni dalgası, bu olguyu, bu çabayı seçik bir biçimde kanıtlarlar.. özellikle ‘gerçeküstücülük’ün sinemanın önemli, bir kısmına kaynaklık ettiğini, sinemaya yeni tin bilimsel ve tin çözümsel araçlar kazandırdığını görmeliyiz.. sinemanın gerçek ozanları, bu uzak ya da yakın ilişkileri sürdüre gelmiş olanlardır.. bilerek isteyerek ozan diyorum ben sinemacılara.. yani yönetmenlere.. örneğin sinema bir sanat türü olarak gerçekleşmeseydi, herhangi bir aksi rastlantıyla gelişmeseydi, bugüne dek yapıtlarını (filmlerini) vermiş bütün bu yaratıcı kişilerin büyük çoğunluğu ozan olurdu.. hiç kuşkunuz olmasın.. alıcı (kamera) yerini kaleme, görüntüler yerlerini sözcüklere ve imgeye bırakacaktı, yani şiire.. ya da hiç değilse düzyazıyı seçerler, yazı makinesinin başına otururlardı.. ‘fellini’ gibi çok sinemacının sinema olmasaydı, ozan (yazar) olacaklarını söylemiş bulunmaları bir yana, sözgelişi ‘visconti’yi kim bir romancı olmanın ötesinde düşünebilir? sözgelişi şu ‘almerayda’nın oğlu ‘j. vigo’ bir ozan değildir de nedir? ‘albert lamorisse’, ‘bunuel’, ‘godard’, ‘resnais’, ‘antonioni’, ‘truffaut’, ‘demy’, ‘dovçenko’..? buradan şuraya geliyorum.. sinema tarihinde, şimdide (ve gelecekte de böyle olacaktır) üç çeşit sinema var; sinema ve şiir görüngesinden bakarken :

a) şiir sinema,

b) şiir-düzyazı sinema,

c) ve düzyazı sinema..

sinema yapıtlarının büyük çoğunluğu düzyazı sinemadır.. anlatımını, kurallarını ve kendince dilini edinmiş bir geleneği vardır ve yeni örnekleriyle sürüp gider.. genel çizgi ve eğilim budur.. ama başyapıtlar, en güzel ürünler bu geleneğe aykırılığın izlerini taşırlar ya da büsbütün karşısına düşmüşlerdir, şiir sinemadırlar.. bir çırpıda ve kesinkes değilse bile insan kendiliğinden şu filmlerin bu ulamlara göre sınıflandırılmasını yapabilir : ‘robinson crusoe, senso, korkunç ivan, la strada, peter pançali, sessizlik, sevgilim hiroşima, potemkin zırhlısı, toprak, lâle sokağı, rashomon, jean d’arc’ın çilesi, los olvidados, altın çağ, roma açık şehir, milano mucizesi..’

şimdi yeni bir oluşumdan da söz açmak gerekiyor.. ‘pier paolo pasolini’nin şiirsel sineması ‘italya’da kuramı ve örnekleriyle yankılar uyandırmaktadır.. ‘j.- l. godard’ı da bir öncü olarak benimseyen ‘marco bellochio, bernardo bertolucci’ gibi genç yönetmenler bu yeni anlayışın filmlerini yapıyorlar.. aynı kuşaktan sayılan ‘romano scavolini, eriprando visconti, ermanno olmi, lina ventmüller, tinto brass’ gibi adların içinde ‘p. p. pasolini’ ile birlikte şiirsel sinemayı geliştiren ‘bernardo bertolucci’ ilgiyi çekiyor.. çift anlamlı bir havayı soluyan filmi başkaldırmadan öncedir.. film yapmak onun için kendi kendini bulabilmenin, kendi üzerine konuşabilmenin bir yoludur..

özgürlüğün bu biçimde sürdürülmesinde de anlaştıkları için sinema ve şiiri bundan böyle de ilişkiler içinde tasarlayacağız..”

ECE AYHAN..

‘YENİ SİNEMA’ Dergisi, Haziran 1967, sayı : 7, sayfa : 18,19..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘düşlerin tarihi hâlâ yazılmamıştır..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“adorno ve horkheimer’e göre çağdaş toplumlardaki birçok olumsuz yanların çağdaş teknolojinin ve bilimin sonucu olduğunu ileri sürenler, bugünkü teknolojinin ve bilimin çağdaş toplumlar üzerinde güç ve etkinlik kazanmasının temelinde, teknolojinin ve bilimin ardındaki ‘toplumdaki ekonomik üstünlükleri en büyük olanların’ bulunduğuna hiç değinmemektedirler.. oysa, bu noktaya özellikle vurgulamada bulunulmazsa, çağdaş toplumlardaki şeyleşme (insan’ın ve insanal-olan her değerin yalnızca şey ya da nesne’ye ait bir olgu ya da sorun olarak algılanabilmesi) ve şeyselleşme (egemen konumdaki kesimle bağımlı konumdaki kesim arasındaki ilişkilerin, ‘sermaye’ ve ‘ücretli işgücü’ gibi yalnızca ekonomik kategoriler olarak ‘görünen’ ve insanla özünden soyutlanmış kategoriler arasında ilişkiler olarak algılanabilmesi) olgularını anlamak olanaksız kalacaktır.. ayrıca, bunlarla işleyen kültürel hegemonya ve hegemonik ideolojinin nasıl işlerlik kazandığını anlatabilmek de son derce güçleşecektir.. hatta, yapılacak açıklamalar, ortadaki ‘şeyselleşme’ olgusunu daha da mistifiye etmek durumunda kalacaktır.. bu bakımdan, örneğin, çağdaş toplumlardaki hegemonyacı ilişkilerin çağdaş teknolojinin kendi rasyonelinden neş’et ettiğini söylemek, adorno ve horkheimer’e göre, temel nitelikte bir yanlıştır.. çünkü ‘bu teknolojik rasyonel (toplumdaki) egemenlik ve baskının kendi rasyoneldir.. teknolojik rasyonel kendine yabancılaşmış toplumun baskıcı ve zorba doğasıdır..’ çünkü, bu iki düşünüre göre, çağdaş toplumlardaki sorunlar, toplumsal sistemin ‘her şeyi aynı düzeye getirici (her şeyi birbirinin eşitlenebiliri kılan; her şeyi birbiriyle değiştirilebilir kılan) öğesinin (ki, toplumun ekonomik temeldir), otomobilleri, bombaları ve sinema filmlerini kullanarak, kendisinin arttırdığı yanlışta (ki, yanlış, bu iki düşünüre göre, teknoloji ve bilimin kazandığı gelişme potansiyelinin, toplumsal ilişkiler nedeniyle engellenmesi yüzünden teknolojinin hayata ters olan negatif yönde ‘ihkak-ı hakta’ bulunmaya itilmesi) teknolojinin rasyonelinin, (toplumsal hegemonyanın kendi rasyonelinin) kendi gücünü ortaya koymasına dek, her şeyi bir araya getirip (her şeye) birliktelik kazandırmasından’ ileri gelmektedir..

‘her şeyin birbiriyle eşitlenebilir kılınması’ ve ‘her şeyin bir araya getirilerek birliktelik içine sokulması’ ise, adorno ve horkheimer’e göre, işlikteki çalışmanın mantığı ile, işlikteki çalışmanın dışındaki toplumsal yaşamın diğer alanlarındaki mantık arasındaki ayrımların gitgide ortadan kalkması anlamına gelmektedir.. daha açık bir anlatımla, çağdaş insanın çalışma saatleri dışındaki yaşamının tüm alanlarının, işlikteki çalışmanın mantığı tarafından istilâ edilmesi demektir.. incelememizin konusu olan sinema sorunsalı açısından ise, insan ile toplum arasındaki symbiotic ilişkinin, en temelde, üretimin gitgide toplumsallaşması nedeniyle, çağdaş insanı toplumsal sistemin dışında ayrı bir varoluş alanına sahip olmaktan alıkoyması demektir..”

“bugüne kadar ise, benjamin’e göre ‘düşlerin tarihi hâlâ yazılmamıştır..’ tarihin bölümü fantazyalar ve düşler düzeyinde yaşanmakta olduğu halde; özgürleşmemiz ve yabancılaşmadan kurtulmamız, yaşanan bu ‘düşten uyanmaya bağlı olduğu halde’ ayrıca, özgürleştirici bir tarih bilgisi yöntemi, ancak, yaşanan bu düşlerin yorumlanmasının yöntemi olabileceği halde, düşlerimizin ve fantazyalarımızın tarihi hâlâ yazılmamıştır! diyalektik düşünce, bunu da yapabilmelidir! yapabilirse, tarihin her momenti’ni, geçmişi, yaşanan günü ve geleceği bir bütünlüğe kavuşturacak olan yeni bir tarihin oluşumuna yöneltebilecektir.. olağan gibi gösterilen tarih zamanının ‘nasılsa öyle’ denen akışının kesintiye uğratılması için bir başlangıç anına dönüştürebilecektir.. kısacası fantazyalarımızın ve düşlerimizin anlaşılmasına ışık tutmak, ‘doğaya tutsak düşmüşlüğün oluşturduğu doğa-üstü güçlere karşı, tarihsel aydınlanma aracılığıyla, öldürücü bir darbe indirmemizi’ sağlayacaktır.. tarihsel aydınlanmanın organı olan diyalektik düşünce, bu nedenle, fantazyalarımızı aydınlatmayı temel bir görev edinmelidir..

düşlerin, fantazyanın ve tüm bilinçaltının kendisi ve kendini anlatım  biçimleri tarihsel olduğu için, bunlar tarihsel olarak aydınlatılmadıkça ve bunları aydınlatıp kendimize ilişkin bilgilenmişliğimize katmadıkça biz de aydınlanmış olamayız! bağımsız varoluş kazanamaz, tam özne durumuna gelemeyiz! düşlerimizin ve fantazyalarımızın anlamlandırılması ve diyalektik düşünce aracılığı ile yeniden değerlendirilmesi düş’ün uyanık bilinçliliğe aşkınlaştırılması sorunu, benjamin, tarih felsefesi üzerine tezler’inde ayrıntılı olarak işler.. daha önceki çalışmalarında olduğu gibi, bunda da, düşler ve fantazyalarla ilgilenmesinin nedeni, düş gören ve fantezistin, yaşadığı kendi tarih dönemine, zamanına ve gününe ilişkin öğeleri açısından, fantazyasının içeriğini görmesini kolaylaştırmaktır.. bunu yapmak için de, fantezisti ve düş göreni bir birey olarak değil; belirli bir tarih kesintin, belirli bir toplumun, belirli bir kültür yapısının ürünü olarak, yani kişi olarak ele alır.. bu ise, alışılmış kliniksel freudçuluğun geliştirilmesidir.. bireyi aşan boyutlarıyla tüm çağdaş yaşamın görünümlerinin toplumsal ve siyasal düzeyde açıklanmasına yönelen bir bilinçaltı irdelemesidir..”

ÜNSAL OSKAY..

‘Popüler Kültür Açısından ÇAĞDAŞ FANTAZYA, Bilim-kurgu ve Korku Sineması..’ , ÜNSAL OSKAY, DER Yayınları, 310 Sayfa, ‘böyle değerli bir kitapta ne yazık ki basım tarihi yok..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SİNE MASAL DİL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Görüntüden duygu yaratmak sinema sanatının esasıdır. / Hazanavicius

1895’te Lumiere Kardeşler’in gösterdiği kısa filmlerle başlayan sinema serüveninden 1927’ye doğru baktığımızda nelere şahit oluyoruz; Michel Hazanavicius imzalı “Artist” filmiyle bunu bir parça görmek mümkün.

Sesli filmlerin çekilmesi ve ona paralel sessiz sinema döneminin son buluşuyla başlıyor filmimiz. O dönem sinemasında epey popularite sahibi olan Valentin’in parlak kariyer sahneleri, sesli filmlerin çekilmeye başlamasıyla geçmişte kalıyor. Valentin’in bu süreçle mücadeleye girişi, sessiz sinemayı ayakta tutma çabası ve başarısız oluşuna tanık oluyoruz. Valentin hayranı olmanın yanında sesli sinemanın yeni yüzü olan Peppy Miller ise o dönemin yenilik ve güzellik arayışı için cevap oluyor.

Salt karakterler değil, filme bütün olarak baktığımızda 1920 yıllarıyla gayet başarılı örtüşen bir uyarlama. Artist’in 22 karede çekilmesi de döneme ait bir özellik. Konu oldukça tanıdık, zıt durumlar seçilmiş (zengin-fakir), dili oldukça yalın, oyunculuklar abartılı (dönemi yansıtmak adına sanırım) ve efektten yoksun olması bizim nostaljik bir buluşma yaşamamıza neden oluyor.  Teknolojik gelişmelere mesafeli duruşundan dolayı şaşkınlıkla karşılanan yapım; duyguların mimiklerle de oldukça başarılı anlatılabileceğini ve oldukça az altyazı kullanarak dahi filmin derdini gayet iyi ifade edebileceğini de bize gösteriyor.

İzlemek dışında beyazperdeye karşı zaafı olan bizler için bu film bir etüt niyetine denilebilir. Özellikle seyir sonrası bir çok siteyle haşır neşir olmama vesile olması kazanımlarından sadece bir kaçı.  Siyah ve beyazın çekiciliği bir yana nasıl çekildiği gibi kamera arkasına şahit olabilme durumu filme olan ilgimizi ikiye katlıyor. Bu arada şunu da eklemekte fayda var; müzikleri ve dans sahneleri de oldukça başarılı. Çevresindeki her şeyin sese kavuştuğu ama kendi sesinin çıkmadığı “kabus” sahnesi ise büyüleyici.

Herdem

 

 

 

 

 

 

 

 

 

her dönemin faşizmine karşı : romanıyla : ‘Z.. ÖLÜMSÜZ..’ – VASSILI VASSILIKOS.., filmiyle : COSTA GAVRAS, müziğiyle : MIKIS THEODORAKIS..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“akşamın başta gelen konuşmacısı, tarım bakanı, pas hastalığıyla mücadele konulu konuşmasını tamamlamak üzereyken general saatine baktı :

-sonuç olarak konuşmamızı şöyle özetleyebiliriz : bağlara sıvı halindeki bakır sülfat püskürtmekle pas hastalığının önüne geçilebilir.. en bilinen terkipler de bordaux ve burgonya karışımı adı verilen, sıvı halindeki ilaçlardır.. ikinci karışım, adını hazırlandığı bölgeden, burgonya’dan alır.. burası aynı zamanda, gerçek bir ün kazanmış şarapların çıktığı bölgedir.. bordaux karışımı ise, sönmemiş kireç katılarak hafifletilmiş yüzde iki ya da iç oranındaki bakır sülfattan meydana gelir.. birinci karışım ikincisinden, sönmemiş kirecin yerine bakır karbonat konmasıyla ayrılır.. bu çok bilinen karışımlara çeşitli jelatinimsi maddelerin katılmasıyla yağmur suyundan eriyip gitmeleri önlenir..

özel kalem müdürünün bir hademeyle yolladığı bulanık sudan bir bardak içip (bu 22 mayıs 1963 günü, bir haftadan beri devam eden sıcak, ağzını iyice kurutup sözlerini anlaşılmaz hale getirebilirdi) sözlerine devam etti :

‘yine aynı hastalığı önlemek için, bakır tuzlarından yapılan toz halindeki ilaçlardan yararlanılır ki, bunlar çok daha kullanışlıdır.. bu ilaçlar, özel tulumbalarla yılda üç kere püskürtülür.. ilk püskürtme, filizler on iki ile on beş santim yükseldiği sıra; ikincisi çiçeklenmeden az önce ya da hemen sonra, üçüncüsü de ikincisinden bir ay sonra yapılır.. ama yağmurlu geçen yıllarda ya da rutubetli bölgelerde püskürtme işlemi sık sık tekrarlanmalıdır..

çoğunluk vali ve jandarma komutanlarının doldurduğu salondaki dinleyiciler uyuklamaya başlamışlardır.. iyi adamdı şu tarım bakanı ama, konuşma yeteneğini ilk kez deneyden geçiriyordu sanki! her şeyden önce dili bilim adamı diliydi.. hem pas hastalığıyla kim ilgilenirdir? bakan, makedonya ve özellikle bu toplantının yapıldığı selanik şehrinde bağların, kendi seçim bölgesi peloponez’deki kadar önemli yeri olmadığını unutmuştu sanki.. burada en önemli tarım ürünü tütündü ve bakan bu konuya değinmemişti bile.. oysa hepsi, alınacak tedbiri biliyordu.. pas hastalığından anlamazlardır ama kendi il ya da ilçe merkezlerine bağlı köylerde doğrudan doğruya doğu ülkelerinden gelme bir hastalığın söz konusu olduğunu yaymış, sözlerine inanan pek çok köylü çıktığından, komünizmle mücadelede başarı sağlama olanakları iyiden iyiye artmıştı.. ne yazık ki, tüm köylüler sözlerini dinlemiyorlardı.. yine de çürütülmez bir kanıt vardı ellerinde : tarlalara yayılıp ürünü mahveden pas hastalığı komünizmle aynı zamanda ortaya çıkmıştı.. aynı yaştaydılar.. uçaklarda attırdıkları beyannamelerde –bu uçakları, tütün tarlalarına ilaç püskürtmekte kullansalar daha iyi ederlerdi ya- kocaman kırmızı harflerle, pas hastalığının bir komünist hastalığı olduğu belirtilmekteydi..

‘patron’un bu çok parlak bilimsel incelemesini, yalnız, kuzey yunanistan bakanlığı tarım servisinde görevli müdürler büyük bir ilgi ve dikkatle dinliyorlardı..

-püskürtme sırasında yaprakların ilaçla sıvanmasına dikkat edilmelidir.. püskürtme, hastalığı önleyici nitelikte olmakla birlikte hiçbir zaman da ihmal edilmemelidir. baylar, pas hastalığıyla mücadelede izlenecek yollarla ilgili konuşmama burada son verirken, konuşmam boyunca gösterdiğiniz ilgiye candan teşekkürlerimi sunarım..

tek tük akış sesleri duyuldu ve bakan kürsüden indi..

general yerinden kalktı.. konuşmacının, dinleyiciler arasında yerini, almasını bekledikten sonra, sırtı kürsüye dönük, çoğu kabak kafalı ve şişko, vali ya da emri altındaki jandarma subayı olan kalabalığın küçük bir bölümünü, tarım kesiminde görevli müdürleri hiçe sayarak şunları söyledi :

-sayın bakanın büyük ilgiyle izlenen sözlerine ben de birkaç şey katmak istiyorum.. ben, içimizdeki pas hastalığından, komünizmden söz edeceğim.. kuzey yunanistan jandarma kuvvetlerinin başkomutanı sıfatıyla siz, devlet hizmetindeki yüksek memurlara, ülkemizi kırıp geçirmekte olan ideolojik pas hastalığını anlatmak, benim için çok güç ele geçen bir fırsattır..

şahsen komünistlere hiçbir düşmanlığım yok.. her zaman onlara acımışımdır.. onları hep, hristiyan –elen uygarlığımızın doğru yolundan sağmış, yolunu kaybetmiş zavallılar olarak görmüşümdür.. her zaman da onlara yardım etmek, yol göstermek ve milliyetçiliğin doğru yoluna sokmak için çalışmışımdır.. hepimiz çok iyi biliriz ki, yunanistan ve komünizm, özü itibarıyla birbirleriyle uyuşamayan iki kavramdır..

pas hastalığı gibi komünizm de, baş vermeden ezilmelidir.. pas hastalığı gibi komünizm de, çeşitli asalak unsurların yol açtığı mariz bir şeydir.. bağlara, üç ayrı devrede ilaç püskürtmekle pas hastalığının önüne geçildiği gibi, komünizmi önleyici bir takım ilaçların da insanlara püskürtülmesi zorunludur.. bu yönde, okullar ilk dönemi teşkile derler.. sayın bakanın kullandığı terimlere başvurmak gerekirse, bu dönem filizler daha on iki ya da on beş santimi bulmamıştır.. ikinci püskürtme dönemi –jandarma kuvvetlerinin yıllardan beri başında bulunmanın bana sağladığı tecrübelere dayanarak, bu dönemin en güç dönem olduğunu söyleyebilirim- çiçek açmadan kısa bir süre önce ya da sonrasına rastlar.. söz konusu, bir takım sorunları bulunan öğrenciler, işçiler ve gençlerdir.. bu ikinci püskürtme işlemi başarılı sonuç verirse, pas-komuna hastalığının, yıkıcı eylemiyle elen özgürlüğünün ağacına yayılıp onu soldurması, imkansız demesek de çok güçtür.. üçüncü ve son püskürtmenin bir ay sonra yapılması gerektiğini sayın bakandan öğrendik.. bir aylık sürenin yerine beş yıllık bir süre koyun, bu kuralın söz konusu durumda geçerli olduğunu görürsünüz..

vardığımız sonuç şu : bu yöntemle, yunan toprağının verimli tarlaları hep sağlam meyve verecek çağımızın komünizm ve pas gibi iki önemli hastalığı da, bir daha ortaya çıkmamak üzere  yenilecektir.. hepinize, gerek pas hastalığı ve gerek komünizmle mücadele gibi bu oldukça güç işte cesaret vermek için söyleyeceklerim bu kadar..’

generalin söylevi bir alkış tufanıyla karşılandı.. toplantı sona erdi.. büyük bir düzenle, valiler, komutanlar, bakanlık müsteşarları yerlerinden kalktılar, sigaralarını yaktılar, gerindiler ve üstlerinin ardından dışarı çıkmaya hazırlandılar..”

 

VASSILI VASSILIKOS

 

‘ÖLÜMSÜZ..’ , VASSILI VASSILIKOS, Çeviri : AYDIN EMEÇ, E Yayınları, Şubat 1970, 420 Sayfa..

Filmi : ‘Z.. ÖLÜMSÜZ..’ , Yönetmen : COSTA GAVRAS, Senaryo : Vassili Vasssilikos’tan uyarlayan Jorge Semprun ve Costa Gavras, Oyuncular : Yves Montand, Jean-Louis Trintignant, Irene Papas, Jacques Perrin, Müzik : Mikis Theodorakis, 1969..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘şiirsellik peşinde koşma.. şiirsellik kendiliğinden, bağlantılardan içeri sızar..’ – ROBERT BRESSON

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘hiçbir insan gözünün yakalayamadığı , hiçbir kalemin, fırçanın kaydedemediği şeyi kameran, ne olduğunu bilmeden yakalar ve bir makinenin titiz kayıtsızlığıyla kaydeder..’

ROBERT BRESSON..

 

gerçek..

akla ulaşan gerçek çoktan gerçek olmaktan çıkmıştır.. fazla düşünen, fazla zeki gözlerimiz..

iki tür gerçek vardır : 1- kameranın olduğu gibi kaydettiği kaba gerçek, 2- belleğimizin ve yanlış hesapların çarpıttığı, gerçek adını verdiğimiz gerçek..

sorun.. gördüğün şeyi, senin onu gördüğün gibi görmeyen bir makine aracılığıyla göstermek.

( ve duyduğun şeyi, senin onu duyduğun gibi duymayan bir makine aracılığıyla duyurmak..)

kendini kontrol etmeden yapılan şey, modellerinin aktif (kimyasal) ilkesi..

tam yerinde bağlantıların olması ucuz görüntülerin ortaya çıkmasını engeller.. bağlantılar ne kadar yeniyse, güzellik duygusu da o kadar canlı olur..

sağduyu sahibi olmak (algılamada kesinlik..)

 

müzik üzerine..

müzik eşlik etmek, desteklemek ya da güçlendirmek için kullanılmamalı.. hiç müzik kullanılmamalı.. (tabii, gözle görülen aletlerin çaldığı müzik hariç..)

sesler müziğe dönüşmeli..

çekim.. beklenmedik şeylerin hepsini, sen gizlice bekliyor olmalısın.

hemen altını kaz. başka yerlere yönelme.. nesnelerin altında, daha da altında yatan şey..

hareketsizlik ve sessizlikte aktarılabilecek her şeyi en sonuna kadar kullandığından emin ol.

modellerinde, tuhaflıkları ve bilinemezlikleriyle var olduklarının kanıtını bul.

güzel film, kafanda sinematograf hakkında yüce düşünceler uyandıran filmdir..

görüntünün mutlak değeri yoktur. görüntülerle seslerin gücü ve değeri senin onları nasıl kullandığına bağlıdır.

model. sorguya çekilir (ona yaptırdığın hareketlerle, söylettiğin sözlerle).. yanıtı (yanıt vermeyi reddetmemişse) senin çoğu zaman fark etmediğin ancak kameranın kaydettiği yanıttır. senin sonradan inceleyeceğin yanıt.

hakiki ve sahte üzerine..

hakikiyle sahtenin karışımı, sahteyi verir (fotoğrafa alınmış tiyatro ya da sinema).. sahte katıksız olduğunda, hakikiyi verebilir (tiyatro)..

hakikiyle sahtenin karışımında, hakiki sahteyi öne çıkarır, sahte hakikiye inanmamızı engeller.. hakiki bir fırtınaya yakalanmış, hakiki bir geminin güvertesinde, batmaktan korkuyormuş gibi yapan bir oyuncu gördüğümüzde, ne oyuncuya inanırız, ne gemiye, ne de fırtınaya..”

ROBERT BRESSON..

‘SİNEMATOGRAF ÜZERİNE NOTLAR..’,  ROBERT BRESSON, Çeviri : NİLÜFER GÜNGÖRMÜŞ, NİSAN Yayınları, Şubat 1992, 125 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘TEHLİKELİ İLİŞKİ / A DANGEROUS METHOD..’ – DAVID CRONENBERG

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kanadalı usta yönetmen ‘david cronenberg’in izlediğim ilk filmi ‘the fly’ (sinek- 1986) adlı filmiydi.. bilim-kurgu tarzında fantastik bir gerilim filmiydi.. uçuk kaçık olmasının yanında insan psikolojisini de ele alan etkileyici bir filmdi.. daha sonra ‘dead ringers’ (ölü ikizler-1988) filmini izledim..’jeremy irons’un başrolde oynadığı yine uçuk kaçık bir filmdi.. bu filmler 80’li yılların filmi olmasına rağmen izlememiz 90’lı yılların ortasını bulmuştu..  daha sonra eski filmlerinden ‘the scanners’ ve ‘videodrome’ ve ‘the brood’ elime geçti.. artık yavaş yavaş bir ‘david cronenberg’ hastalığı başlamıştı ruhumda.. filmleri karanlık, sert filmlerdi.. ona bağlandığım ve artık benliğimde silinmez yer edinmesine sebep olan filmi ise 1991 yapımı ‘william s. burroughs’un kült romanı ‘naked lunch’ (çıplak şölen)’dan uyarlanan aynı adlı filmiydi.. filmde çizdiği dünya, romanın dünyasına çok yaklaşmıştı.. kurduğu karakterler, madde kullanımından doğan halüsinasyonlar, krizler o kadar iyi sinema diline uyarlanmıştı ki hayran kalmamak elde değildi..

daha sonra en çok bilinen ve ‘cronenberg’ adının sinema tarihine silinmez şekilde yazılmasını sağlayan kült filmi ‘crash’ (çarpışma – 1996)’ı izleme fırsatım oldu.. gerçekten yine insan ruhunun karanlık dehlizlerinde dolaşan bir filmdi.. insan ruhunun açmazları, çatışmaları, toplumsal baskıları, cinsel saplantıları, bitmez tükenmek bilmeyen arzular, hışlar, kıskançlıklar, şiddet bağımlılığı vs işleniyordu filmde.. aslında bu başlıklar ‘david cronenberg’in sinema dilinin ana başlıklarıydı.. oluşturduğu sinema dilinin kelimeleriydi..

‘çarpışma’dan sonra ise ‘existenz’ (varoluş – 1999) geldi.. ama onda sonra gelen filmi beni en çok derinden etkileyen filmiydi :  ‘spider’ (örümcek).. ‘spider,’ ‘cronenberg’in filmografisinde kendi imkanlarıyla, kısıtlı maddi olanaklarla çektiği ve başrolünde usta oyuncu ‘ralph fiennes’in mükemmel bir performans sergilediği ve de bence ‘cronenberg’in en iyi filmiydi.. bu film hep elimin altında olan ve sıklıkla izlediğim filmlerden birisi haline geldi..    filmin kurgusu,  ‘ralph fiennes’ın adeta yaşayarak oynaması filmin karanlık, kafkaesk havası filmi başyapıt haline getirmişti.. ancak nedense hak ettiği değer verilmedi bu filme..

 ‘spider’dan sonra ‘a history of violence’ (2005) ve ‘eastern promises’ (2007) geldi.. bu iki film de iyi filmlerdi ama bence ne ‘spider’dan ne de ‘çarpışma’dan iyi değillerdi.. ‘dead ringers’ ve ‘the fly’a ancak yaklaşan filmlerdi.. ama yere göğe sığdırılamadı bu filmler.. bu filmlerin en önemli yanı bu filmlerde başrolde oynayan ‘viggo mortensen’in üstün performansıydı..

2007’deki ‘eastern promises’ filminden sonra uzun bir sessizlik dönemi geçiren ‘david cronenberg’in, ‘sigmund freud’ ve öğrencisi ‘carl jung’un arasında geçen olayları anlatan bir filme başladığını duyduğumda çok heyecanlanmıştım.. psikanalizin kurucusu ‘freud’ ve en yakın dostu ve yardımcısı ‘jung’un ilişkisi, dostlukları, sonra aralarının bozulup küsmeleri ve bu ilişki sırasında ‘sabina spielrein’ın adlı kadının ortaya çıkıp bu ilişkiyi etkilemesi.. tüm bunların işlendiği bir film olacaktı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘freud’ ile ‘jung’ arasında neredeyse baba-oğul ilişkisine varan bir yakınlık varken ‘jung’un hastası olarak zürih’teki kliniğine büyük krizler geçirirken getirilen ‘sabina spilrein’ın önce ‘jung’un hayatına girmesi, onun aile yaşamını etkilemesi, daha sonra bunun viyana’da yaşayan ‘freud’un kulağına kadar gitmesi ve bu ilişkinin de yansımaları sonucu ikilinin arasının bozulması.. ‘sabina spielrein’ gerçekten ilginç birisi.. ‘jung’un hastası olan ‘spielrein’, iyileşme döneminde önce ‘jung’un asistanı olmuş daha sonra eğitimini tamamlayarak kendisi de bir psikanalist olmuş birisi.. gençlik yıllarında histeri teşhisi konulmuş ve çocukluğunda babasının gördüğü şiddetten dolayı rahatsızlandığı tedavi sürecinde ortaya çıkmış ‘spielrein’ aynı zamanda çok zeki ve hırslı bir kadındır ki kısa sürede dünyanın ilk kadın psikanalistlerinden birisi olur ve şizofreni ile çocuk psikolojisi üzerine uzmanlaşır.. zengin bir kadın olan ‘emma jung’ ile evli olan ‘carl jung’, çok önemli olan hasta – doktor ilişkisinin gerektirdiği meslek etiği sınırını aşarak hastası ‘spielrein’ ile tutkulu ve cinselliğin ağır bastığı bir ilişki yaşar.. ‘jung’un yanında yetişen ‘spielrien’ bir süre sonra ‘viyana’da ‘freud’un yanında çalışmaya başlar.. film bu üçlü arasındaki ilişkileri anlatan ve daha çok sanırım tarihte pek önem verilmeyen ve es geçilen ‘sabina spielrein’ın yaşamına odaklanmış bir hikaye örgüsüne sahip.. sabina spielrein ismi freud ile jung’un arasındaki mektuplaşmalarının ortaya çıkmasıyla duyulmuş ve araştırma konusu olmuştur.. bu araştırmaların sonunda ‘spielrein’ın, ‘freud’ ve ‘jung’un araştırmalarında ve oluşturdukları kuramlarda çok önemli bir yere sahip olduğu ortaya çıkmıştır..

filmde artık ‘cronenberg’ filmlerinin gediklisi olmuş ‘viggo mortensen’ ‘freud’u canlandırıyor.. ‘eastern promises’teki ‘viggo mortensen’ bir de burada ‘freud’u canlandıran ‘viggo mortensen’e bakıyorsunuz ve ister istemez bu adam o adam mı deyip hayran kalıyorsunuz bu oyuncunun yeteneğine.. ‘carl jung’u ise yine usta bir oyuncu canlandırmış : ‘michael fassbender..’

‘sabina spielrein’ı ise ‘keira knightley’ canlandırmış.. filmi izlemeden önce onunla ilgili o kadar kötü eleştiriler okumuştum ki neredeyse şartlanmış olarak filmi izlemeye başladım ancak ‘keira knightley’ın performansı en üst düzeydeydi, kendisini ilk defa izliyordum ve hayran kalmıştım.. filmi taşıyan oyuncusu kendisiydi.. hele filmin başında ve filmin devamında yaşadığı histeri atakları sırasında sergilediği performans hayranlık uyandırıcı.. bazı çekemeyenler onun hakkında filmde iğreti durmuş, oynayamamış demişlerdi.. filmi izledikten sonra şaştım kaldım.. aynı filmi izlemedik mi ya da oyunculuk daha nasıl olabilir diye uzun süre düşündüm..   ‘keira knightley’in hakkını teslim etmek lazım, bence bu performansıyla hem tüm bayan oyunculara ders niteliğinde performans sergilemiş hem de 2012’de verilecek tüm ödüller layıktır kendisi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin sürprizlerinden ve bence fazla önem verilmemesi nedeniyle filmin eksikliklerinden  birisi de filmin bir bölümünde yer alan ‘otto gross’ rolündeki ‘vincent cassel’in müthiş oyunculuğu.. ‘vincent cassel’i, usta yönetmen ve oyuncu kassovitz’in ‘la haine’ (protesto- nefret)  filminden beri tanırım, yeni filmlerini hep sabırsızlıkla beklerim.. onun her zaman bende ayrı bir yeri  vardır ancak bu filmde yer aldığı kısa süre içerisinde gösterdiği oyunculukla hayranlığımı bir kez daha kazandı.. bu filme ivme kazandırıp daha da etkileyici kılanlardan birisi de ‘vincent cassel..’ bir zamanların ünlü psikanalistlerinden birisi olan ‘otto gross’ anarşist düşünceli avusturyalı hedonist bir bohemdir.. babası tarafından akıl hastası olduğu gerekçesiyle ‘freud’un aracılığıyla ‘jung’un kliniğine zorla gönderilir.. ancak ‘jung’un hastası olmaktan çok ‘jung’u dönüştüren ve ‘jung’un bastırmış olduğu duyguları, istekleri ortaya çıkarmasına yardımcı olmuş birisidir.. tek eşliliğe inanmayan ve yaşadığı sayısız ilişkiden de doyuma ulaşamayan birisidir ‘otto gross..’ ‘jung’un yanında bir süre kaldıktan sonra alıp başını yeni maceralara doğru kaçıp gider.. ‘freud’, ‘otto gross’un kaçtığını öğrenince hem ‘jung’a kızar hem de üzülür.. ‘kropotkin, nietzsche ve kafka’ gibi düşünürlerin büyük etkisinde kalmış ‘otto gross’ yine tarih sahnesinde pek önem verilmemiş kokainman, ayyaş birisi olarak görülmüştür.. halbuki ‘spielrein’ gibi incelenmesi gereken şahsiyetlerden birisidir.. ‘vincent cassel’ bu filmde ‘otto gross’u canlandırması tekli edildiğinde çok heyecanlanmış ve seve seve teklifi kabul etmiştir.. zaten filmde sergilediği performansla ne kadar isteyerek ve severek bu rolü canlandırdığını görüyorsunuz.. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filme geri dönersek bu film ‘david cronenberg’in en iyi filmlerine yaklaşan bir film değil kesinlikle.. bunu peşin peşin yazayım da sonra bir hayal kırıklığı yaşamasın kimse.. ‘cronenberg’in  diğer filmlerinin karanlık, şiddet dolu ortamlarına karşın bu film bembeyaz, parlak, aydınlık bir atmosferin hakim olduğu ve tertemiz bir hijyen bir dünyanın sunulduğu bir film.. tabii bu film ‘cronenberg’in diğer filmlerinin aksine bir dönemsel film.. ‘spider’ ile ‘naked lunch’ hariç diğer filmleri genelde günümüzde ya da zaman kavramının pek önemli olmadığı filmlerdi.. oysa bu film 1900’lü yılların başında ‘freud-jung-spielrein’ üçlüsü arasında başlayan ve ‘otto gross’un da bu ilişkiye dahil olmasıyla birlikte daha da karmaşık bir hal alan ilişkiyi konu alan bir dönem filmi.. diğer karmaşık, karanlık ‘cronenberg’ filmlerine karşın bu film oldukça yalın ve sade bir film..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin senaryosu ‘john kerr’in ‘a most dangerous method’ (çok tehlikeli bir yöntem) adlı romanından uyarlanmış.. christopher hampton tarafından senaryolaştırılan ama önce tiyatroya uyarlanmış, sonra da ‘cronenberg’ ve ‘hampton’ tarafından sinemaya kazandırılmıştır.. filmin adının ‘a dangerous method’ yani ‘tehlikeli yöntem’ olmasına rağmen yine ülkemizin garabetlerinden birisi olan film adlarının abuk sabuk türkçeye çevrilmesinden nasibini almış ve ‘tehlikeli ilişki’ olarak vizyona girmiştir.. 

büyük beklentilere girmeden izlemeniz gereken bir film bu.. en azından ‘cronenberg’in dilindeki değişikliği görmek için bile izlenebilir.. tabii ‘keira knightley’ ve ‘vincent cassel’in muhteşem oyunculuklarını izleme fırsatının yanında ‘viggo mortensen’ hayranlarının da kaçırmaması gereken bir film aynı zamanda.. psikoloji ve psikanalizle ilgilenenler içinse mutlaka izlenmesi gereken bir yapım..

performansı hakkında o kadar yazdık çizdik, o halde bu yazıyı da filmde ‘otto gross’u canlandıran ‘vincent cassel’in repliğiyle bitirelim :

‘hiçbir zaman hiçbir şeyi bastırma..’

Crockett..

“soluk alıp verir gibi çekerim : sonsuzluk ve bir gün..”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

gabrielle schulz : son filminiz “sonsuzluk ve bir gün” daha öncekilerden daha duygusal ve şahsi.. bu film bir otobiyografi mi..

theo angelopoulos : benim bütün filmlerim biyografimin ve hayatımın birer parçası ve ifadesidir.. deneyimlerim ve gördüğüm rüyalar.. bazıları zihni meşgalelerime, bazıları gerçek hayatımdaki olaylara daha yakındır.. orada burada okuduğum sözcükler ve cümleler vardır.. “sonsuzluk ve bir gün”, öteki filmlerimden daha fazla otobiyografik değildir ama, düşüncelerimden çok duygularımı ifade ettiği için daha şahsidir.. son filmlerim hep yaratma sürecindeki oyuncular ve krizler üzerine olduğundan otobiyografik yanı daha ağır basmaktadır.. eğer ısrar edecek olursanız, “megalexandros”tan sonra ve “kitara’ya yolculuk”la başlayan bütün filmlerimin belli bir derecede otobiyografik olduğunu söyleyebilirim.. aslında yaptığım altı filmi iki ayrı üçlü olarak ayırıyorum.. benim için “kitara’ya yolculuk” tarihin suskunluğu’dur.. “arıcı” sevginin suskunluğu, “sisli manzara” ise tanrı’nın suskunluğu’dur.. “sisli manzara”da küçük çocuk, ablasına, “sınırların anlamı nedir..” diye sorar.. ondan sonraki üç filmde onun sorusuna bir cevap bulmaya çalıştım.. “leyleğin adımı” ülkeleri ve insanları ayıran coğrafi sınırlarla ilgilidir.. “ulysses’in bakışı” insan vizyonunun sınırlarından, hatta kısıtlamalarından söz eder.. “sonsuzluk ve bir gün” hayat ile ölüm arasındaki sınırları tartışır..

gabrielle schulz : bu filminizin kahramanı şair “alexander” derin bir kriz içindedir.. bütün ömrünü geçirdiği deniz kıyısındaki evinden ayrılmak zorundadır.. ağır hastadır ve ertesi gün ameliyat olmak üzere gireceği hastaneden sağ çıkamayacağını bilmektedir.. bu durumdayken küçük arnavut çocuğuna rastlar ve onunla birlikte hayatının önemli anlarında bir yolculuğa çıkar.. bize “alexander’ın iç çatışmasını anlatabilir misiniz..

theo angelopoulos : filmin tümü zaman içinde, günümüzde ve geçmişte sürekli bir yolculuktur.. gerçek ile hayal arasında kesin sınırlar yoktur.. “alexander”ın yolculuğu gerçekte başlar.. çocuğu, çocukları zengin ailelere satan bir çetenin pençesinden kurtarır.. ancak zamanda belli bir noktaya kadar yolculuk, içsel bir yolculuktur.. örneğin, ikisi birlikte arnavutluk sınırına vardıklarında.. sizler içindeki sahneyi hatırlarsınız; tel örgüye asılı insanlar vardır.. kuşkusuz sınır öyle değildir.. bu olaylar ve görüntüler sadece “alexander”ın hayalindedir.. bu bir hayaldir.. tehdit edici dikenli teliyle sınır “alexander”ın içindedir.. çocuk sadece onun iç çatışmasıyla yüz yüze gelmesine yardımcı olur; ona hayatının önemli anlarında yolculuğa çıkması, ölmüş karısı “anna”yla mutlu anlarını hatırlaması için bir sebep verir..

gabrielle schulz : bir monologda “alexander”, “hiçbir şeyi tamamlamamış olmaktan pişmanım” der.. bu monologda kendimizden mi söz ediyordunuz..

theo angelopoulos : hiçbir şeyi istediğim şekilde bitiremediğimi itiraf ederim.. hep fiziksel ve duygusal engeller, beni tam bir tatmine erişmekten alıkoyan engeller olmuştur.. yüzeysel bir bakışla, “alexander” hiçbir şeyi tamamına erdiremeyen bir insana benzemektedir, ancak kendi içine bakmaya başladığında, hedeflerinin hep elde ettiği sonuçlardan büyük olduğunu görür.. ben de kendi payıma aynı şeyi söyleyebilirim..

gabrielle schulz : daha önce bu filmin hayat ile ölüm arasındaki sınırlar hakkında olduğunu söylediniz.. ama aynı şey “arıcı” için de söylenebilir..

theo angelopoulos : aynı şey değil.. “arıcı”da kahraman ölmeye karar verir.. “sonsuzluk ve bir gün”de “alexander”, ölümü aşmasına izin verecek bir köprü bulmayı umar ve bu köprünün kendisi yaşasa da yaşamasa da onu canlı tutacak sözcükler olduğuna inanır..

gabrielle schulz : zamanın sizin gözünüzdeki anlamı nedir..

theo angelopoulos : “zaman, bir kumsalda çakıllarla oynayan bir çocuktur..” filmimin karakterleri zaman ve mekân içinde, sanki zaman ve mekân yokmuşçasına yolculuk ederler.. en önemli soru şudur : ‘yarın ne kadar sürecek..’ ve cevap : ‘sonsuzluk ve bir gün..’ talihliysek, bugün yanımızda taşıdığımız geleceğin görüntüsüne ulaşabiliriz..

gabrielle schulz : bu filmdeki rol dağılımı.. “bruno ganz”a nasıl karar verdiniz ve “ahilleas skevis” adındaki çocuğu nasıl buldunuz..

theo angelopoulos : senaryo bittikten sonra aklımda “marcello mastroianni” vardı.. “arıcı”da birlikte çalıştıktan sonra çok yakındık birbirimize.. “ulysses’in bakışı”nda oynayamadığı için düş kırıklığına uğramıştı ve rol için ideal görünüyordu.. italya’da sahnedeyken kendisine rastladığımda sağlığının çok bozuk olduğunu gördüm.. bunu kendisine söyleyemezdim ama sonunda o bana oynayamayacağını söyledi.. bu onu son görüşüm oldu.. kısa süre sonra da öldü.. “ganz”ı paris’te sahnede “ulysses”i oynarken gördüm ve bunun hayırlı bir işaret olduğunu düşündüm.. hele rol için düşündüğüm tipe çok benziyordu.. çocuğa gelince, birlikte çalıştığım insanlara benzer deneyimleri yaşamış birini istediğimi söyledim.. pek çok kişiyi denedik, bir gün “ahilleas” içeri girdi.. o anda aradığım kişiyi, bulduğumu anladım.. gerçekten de kendisi en iyi seçim olmanın yanı sıra bütün film boyunca gerçek bir profesyonel gibi davrandı..

gabrielle schulz : bu filmde “ganz” gibi yunanca konuşmayan ama yunanlı karakterleri oynayan aktörlerle bir sorununuz oluyor mu..

theo angelopoulos : “mastroianni”yle nispeten kolaydı. kendi sesiyle oynamakta ısrar ederdi ve yunanca diyalogları doğru telaffuz etmesini öğrenmişti.. “harvey keitel”la daha güçtü ama “ulysses’in bakışı”ndaki karakterin bir mazereti vardı; uzun yıllar amerika’da kaldığı için çoğunlukla ingilizce konuşabilirdi.. “ganz” çekimde almanca konuştu -en rahat konuştuğu dil odur- , bir yunan aktörüne dublaj yaptırttık.. aslında onun ağzından başkasının sesinin çıktığını duyunca hâlâ huzursuzluk duyarım..

gabrielle schulz : geçmiş filmlerinizin özellikle hatırladığım bir sahnesi var.. “sisli manzara”da küçük kızın, ‘korkuyorum’ demesi.. oğlan ‘korkma, sana bir hikâye anlatacağım’ der.. ‘başlangıçta kaos vardı, sonra ışık karanlığı deldi..’ sis dağılır, ufuk görünür ve çocuklar bir ağacın gövdesine sarılırlar.. filmlerinizle kaosa biraz ışık getirmeye mi çalışıyorsunuz..

theo angelopoulos : evet, film yapma sebebim bu.. ben misyoner değilim.. insanları eğitmek istemiyorum; kaostan aydınlığa giden bir yol bulmak istiyorum.. değerlerin artık var olmadığı karışık bir dünyada.. karışıklık ve yönünü şaşırmışlıkla melankoli el ele gidiyor.. ama insanalar kendilerine hâlâ aynı soruyu soruyorlar.. nereden geldim, nereye gidiyorum.. hayat, ölüm, sevgi, dostluk, gençlik ve yaş hakkında sorular..

sözünü ettiğiniz sahnenin sonu özgün haliyle daha karamsardı.. çocukların sisin içinde kaybolmalarını istiyordum.. ama senaryoyu okuyan kızlarımdan biri, ‘çocukların babaları nerede.. evleri nerede..’ diye sordu.. bunun üzerine daha iyimser bir son yazdım.. iki çocuk yolculuk boyunca kendi dünyalarına inanmayı öğrenirler.. ayrıca, ilk bakışta görülmeyen şeyleri görmeyi de..

her neyse, ben zamanımızın karışıklığından çıkma yolları bulabilmemiz konusunda aynı derecede karamsar ve iyimserim.. ama insanların yeniden hayal kurmayı öğrenmelerini yürekten diliyorum.. hiçbir şey hayallerimizden daha gerçek değildir..

gabrielle schulz : filmlerinizin ana motifi yunanistan kırsalı.. manzaraları bir kadastrocu gibi ölçüyorsunuz âdeta, sonra da anlar aracılığıyla karakterlerinizin duygusal yansımalarını açıklıyorsunuz..

theo angelopoulos : yunanlılar bana çok kere şunu sormuşlardır : bu manzaralarda görülen yerler nerede.. aslında filmlerinde gördüğünüz manzaralar yoktur.. doğru, bazı kısımları gerçektir.. ben yunanistan’ı karış karış dolaştım.. bu yolculuklarda hoşuma giden yerler keşfettim : bir ev, bir sokak, bir tepe, bir köy.. bütün bunları bir kolaj içinde topluyorum.. kimi zaman renkler, kimi zaman biçimler birlikte uyum sağlıyor.. bir bakıma bir ressam gibi görüntü yaratıyorum, böylece hayalimi bir tuvale yansıtıyorum.. ben gerçeği anlattığım iddiasında değilim; kendi hayalimi gerçeğe yansıtıyorum.. sonuç ikisinin arasında bir şey  oluyor.. sürekli olarak kendi kendime sorduğum bir soru var : kişisel deneyimlerimi şiire nasıl dönüştürebilirim..

gabrielle schulz : şiirden söz ettiniz, “sonsuzluk ve bir gün”de on dokuzuncu yüzyıl şairlerinden yunanistan’ı dolaşıp şiirleri için sözcük satın alan “dyonisios solomos”un harika bir hikâyesi var.. bu gerçek bir hikâye mi..

theo angelopoulos : kısmen.. “solomos” büyük bir şairdi, iyonya adalarından bir soylunun oğluydu, zamanında italya kültürünün ve aşağı sınıftan bir kadının etkisi altında kalmıştı.. proleter köklerini kesmek isteyen babası, henüz dokuz-on yaşlarında bir çocukken onu eğitimi için bir italyan manastırına gönderdi.. “solomos” orada yetişti, tam eğitimini tamamlamak üzereyken ve italyanca şiir yazmaya başlamışken yunanlıların türklere karşı ayaklandıklarını duydu.. çocukluğunun anlarını, annesini, annesinin kendisine söylediği şarkıları hatırladı ve yurduna dönüp milli mücadeleye katılmaya başladı.. ancak bir şair olduğu için elinden yazmaktan başka bir şey gelmezdi.. devrimci şiirler, kahramanların ölümlerine ağıtlar yazması, unutulmuş özgürlük imajını canlandırması gerektiğini düşündü.. yunanca’sı çok kıt olduğundan ülkede dolaşıp hiç bilmediği sözcükleri toplayıp defterine yazdı.. gerçek budur işte.. her sözcüğe para  vermesini ben uydurdum.. burada benzetme açıktır.. ana dilimiz, tek gerçek kimlik kartımızdır.. “heidegger”in bir sözü vardır : “tek meskenimiz, dilimizdir..” her sözcük onu kullanana yeni kapılar açar ama o kapıdan geçmek için bedelini ödemeniz gerekir..

gabrielle schulz : filmlerinizin her birinde öne çıkan ve insanın soluğunu kesen tılsımlı, unutulmaz anlar var.. bu filmde, o yağmurlu gecede selanik’teki otobüs yolculuğu..

theo angelopoulos : bu sekans senaryo da çok farklıdır.. perdede gördüğünüz setteki doğaçlamanın sonucudur.. özgün halinde hem görüntü hem de ses olarak da çok gerçekçi bir sekans olacaktı.. ama çekerken buraya zamanın durduğu hissini vermemin daha doğru olacağını düşündüm.. özgün sahnenin değişme sebebi buydu..

gabrielle schulz : filmlerinizde yolculuklar ve eve dönüşler çok sık yer alıyor.. bunların sizin için anlamı nedir..

theo angelopoulos : yolculuk değişiklik, yeni başlangıçlar getirir.. kendinizi daha iyi tanırsınız.. ben yolculuğa çıktığımda iç dünyamda dolaşırım.. yolculuk arzum aynı zamanda dönüş isteğimi de belirtir..

gabrielle schulz : yunanistan sizin yurdunuz mudur.. yoksa kendini bütün ömrünü sürgündeymiş gibi geçirdiğini söyleyen “alexander” gibi mi düşünüyorsunuz..

theo angelopoulos : yunanistan’da hâlâ kendi yurdunu arayan bir yabancı gibi hissediyorum kendimi.. hep bunu hissettim ve sebebini bilmiyorum.. kendi içimde tekrar sınırlar aşıyorum.. ve soru hâlâ aynı : hedefime varana kadar daha kaç sınır aşacağım.. yunanistan’da kendimi yabancı hissetmeme rağmen buradan ayrılamam.. her yerde aynı duygulara kapılacağımdan eminim..

gabrielle schulz : bir keresinde soluk alıp verir gibi film çekiyorum demiştiniz.. nasıl soluk alıp verirsiniz..

theo angelopoulos : film çekerken hiçbir şeyi zorlamam.. zaman mekân, mekâna da zaman katmak için çok uğraşırım.. çekim sırasında soluk alıp vermeye zaman tanırım..

gabrielle schulz : cannes’ın en büyük ödülü altın palmiye’yi neden “ulysses’in bakışı”na değil de, “sonsuzluk ve bir gün”e verdiklerini anlayabiliyor musunuz..

theo angelopoulos : altın palmiye’yi almak bir kadınla buluşmaya benzer.. “ulysses” ile ben randevu yerindeydik, ama palmiye gelmedi.. bu defa herhalde beklemediğim için olacak, geldi işte..

Theo Angelopoulos

Röportaj : “Theo Angelopoulos” – “Gabrielle Schulz”, Şubat 1999 , Die Zeit..

“THEO ANGELOPOULOS” , Derleyen : “DAN FAINARU”, Çeviri : “MEHMET HARMANCI”, AGORA Yayınevi, Şubat 2006, 199 sayfa..