Archive for the ‘Başyapıt / Sinema’ Category

ÇAKAL

Yeni bir başlangıç gerekiyordu .

Filmin Konusu :

İstanbul’un yoksul mahallelerinden birinde yaşayan Akın’ın hayatı, annesinin ölümüyle şekil değiştirmeye başlar. Çalıştığı marangoz atölyesinden çaldığı parayla yeni bir hayat kurmayı planlarken, sevgilisi Deniz’in bu planı saçma bulup onu terk etmesi, arkadaşı İdris’in yaptığı teklifi kabul etmesine sebep olur. Bu teklif ona yeni bir başlangıç fırsatı sunar.
Kaybedecek hiçbirşeyi olmayan Akın’ın, gerçek dünyadaki umursamaz ve korkusuz duruşu, patronun gözünden kaçmaz. Fakat bu yeni başlangıç yeni düşmanları da beraberinde getirir.
 
Oyuncular :
 
Akın – İsmail Hacıoğlu
Fahrettin – Uğur Polat
Celayir – Erkan Can
Mecit – Naci Taşdöğen
İdris – Çetin Altay
Deniz – Damla Sönmez
 
 
Akın , annesi öldükten sonra çıraklık yaptığı marangoz atölyesinden ustasının parasını çalarak ayrılmıştır . Bombok bir hayatı olan Akın ‘ ın sevdiği kız olan Deniz ‘ e birlikte gidelim buralardan ve yeni bir hayat kuralım diye teklif eder fakat Deniz bu teklifi kabul etmez .
 
Hayat Akın için bundan sonra değişir . Arkadaşı olan İdris ‘ in iş teklifi ile Fahrettin ile tanışır ve yeraltı dünyasına girer . Verilen her işte başarılı olur .
 

Balıkları ve Akvaryumu çok sevmektedir . Çocukluğunu arar ama artık o günlere dönmek zordur onun için . Sonucunda gelişen olaylar için bu filme mutlaka gitmelisiniz ve inanın bana pişman olmayacaksınız .

Film gerçekten son yıllarda izlediğim çok sağlam bir yerli yapım . Burdan senariste ve Yönetmen ‘ e en derin saygı ve selamlarımı sunuyorum .

Son olarak da Sevgili İsmail Hacıoğlu , Türk sinemasında sevdiğim ender aktörlerden birisin , belki bir gün burayı tesadüfen okursun da seninle tanışma fırsatı bulurum .

Filmin resmi internet sitesi : http://www.cakalfilmi.com

BLACKHAWK

13 Gül – Las 13 Rosas

Politik sinemada ya da politik unsurlar barındıran yapımlarda bir ayrım olarak dikkatimi çekiyor; bir türü karakterlerini hayli “içeri”den seçiyor. Derdini tarihimizde, bilincimizde önceden kodlanmış ve her daim yüzümüzü çevirdiğimiz değerlerimiz üzerinden, gerek eleştirisini yaparak gerek destanlaştırarak anlatmaktalar. Bir diğer yaklaşım ise, sinemaya konu politik anları sıradan insanlar üzerinde sıradan olmayan etkilerini merkezleyerek tarif etmek.   

Las 13 Rosas bu açıdan net bir ayrımı tercih etmiyor. Tercih etmiyor çünkü başta söylemek lazım filmin izleyiciye slogan attırmak gibi bir iddiası yok. Öte yandan karakterlerin ortak paydası siyasetle bir biçimiyle ilgili olmaları. Dolayısıyla sokaktaki insandan öte mücadele eden, buna bağlı bedeller ödeyenlerin hikâyesini anlatmayı tercih ediyor. Sokaktaki sıradan “katolik” içinse ayrı bir pencere açtığını teslim etmek gerek.

Senaryo gerçek hayattan uyarlanmış. 1939 İspanyasında geçmekte. İç Savaşta yenilen ilerici güçlerin, Franco’nun başını çektiği Milliyetçi Cephe tarafından, bu kez de intikam ve “hizaya getirme” histerisiyle karşı karşıya kaldıkları dönemi ortaya koymaktadır.

Açıkçası kendi açımdan iki noktada boşluk doldurdu diyebilirim film. İlki; İspanya İç Savaşı’nı, sürecin kendisini gözümüzde ve bilincimizde canlandırma olanağımız olmuştur. Ancak yenilgi sonrasına pek de mercek tutmadığımızı fark ettim. Filmde işin bu tarafı bence hayli başarılı ortaya konuluyor. Bizim coğrafyamızın, esasında belirgin bir mücadelenin yürüdüğü her coğrafyanın tanık olduğu inanılmaz benzerlikleri görmek zor değil.

İkinci olarak İspanya İç Savaşını bu kere kadınların, genç kadınların hayatlarından canlandırma olanağı buluyoruz. Bu kere de onların gözlerinden, yiğitliklerinden, zaaflarından bakıyoruz büyük mücadeleye.

Zamanın mutlak etkisiyle pek çok ayrıntısını hatırlayamayacağım belki bu esaslı yapımın, burası belli. Ancak birkaç şey var ki, muhtemel bu filmle birlikte bilincimde hep canlanacak; çoğu yirmi yaşını görememiş bir düzineden fazla genç kadının coşkularının, dirençlerinin, çocuksu neşelerinin arzuyla kurguladığımız yeni dünyayı ve bu dünyadaki yeni insanı ne güzel de tarif ettiği ve ona nasıl da yakıştığı.

Bir diğeri malum; “Beni suçlu olduğum için öldürmeyecekler. Sadece ölmeye değer bir fikre sahip olduğum için öldürecekler…” alıntısı.

Mahkeme sahnesinde sanıklar avukatının yaptığı “muhteşem!” savunmayı da unutmamak lazım. 

Senaryo, Emilio Martínez Lázaro, Ignacio Martínez de Pisón ve Pedro Costa’ya ait.  Emilio Martínez Lázaro ayni zamanda filmin yönetmenliğini de yapıyor. Film 2008 yılında 13 dalda Goya’ya aday olmuş, 4 dalda kazanmış. Türkiye’de gösterime girmeyen, biraz bu yüzden çok da değerlendirilmemiş filmi bir biçimde edinip izlemek gerekiyor.

Bir yerinde Virtudes başlarına gelenlere bir anlam yüklemek adına; “…bizden sonra geleceklerin bizi hatırlaması gerek.” temennisinde bulunuyor… Kendi payıma söylemeliyim;  isimleri avucumda yazılıdır.  

Salud y viva la República!

SARI

Sonbahar.. – Turabi Tomur

‘filmi izledikten sonra yazılmıştı…

sonbahar

bakışını bulandıran kaçkarların sisi mi

ha düştü ha düşecek havada asılı yağmur

bata çıka geldiğin çıkmazların önünde

gözlerinde beliren ve hiç gitmeyen bir damla gözyaşı

boğazında düğümlenen içli bir ezgi hep kulağındaki

umudun belli belirsiz bir kıvılcım çakıp

sonsuzda yitip gittiği, dipsiz uçurum

yağmur bağırıyor çinko çatının üzerinde, yağmur bağırıyor

sis kapamış bütün yolları, sis, bilinmezin büyülü ülkesi

yokluğa çağırıyor…

turabi tomur  , 11.01.2009..’

(turabi tomur kardeşimizin gönderdiği şiiri kendisine teşekkür ederek sizlerle paylaşıyoruz..)

“Sonbahar”da hüzün ;

Eğer filmi tarif etmek için tek bir kelime kullanmam gerekseydi, bu kelime “hüzün” olurdu.
Bu film kaybedilmiş ideal ve hayaller, kaybedilmiş aşklar, kaybedilmiş hayatlara ilişkin hüznün eşsiz bir tasviri.

Kendinizi bir anda; “ne yazık… ne yazık sosyalizm yürümedi…, ne yazık aşk yetersiz kaldı… ne yazık biz insanlar hayatımızda ne de çok yalnızlığa yürüyoruz (öyle ki etrafımız insanlarla çevrilmişken! – hatta en kötüsü de bu – etrafımız tamamen insanlarla çevrilmişken!)
Bu muhteşem bir film. Böylesi bir prodüksiyonda çay kahve servisi bile yapmış olsaydım hayatım boyunca gurur duyardım.Kırmızıyı, objektifin giderek griye dönüşmesini, kahramanın duygularını tasvirdeki doğal yansıtma yöntemini ( iskeledeki dev dalgaları örneğin… nasıl bir imge!… nasıl bir tasvir!), kadınla erkeğin gözlerindeki çalınmış parıltıyı, gözlerindeki sonbaharı/hüznü… asla unutamam. Senaryo, müzik, oyunculuk, yönetmen, görüntü…görüntü….görüntü… hepsi muhteşemdi.

 Bu güne kadar bu “hüzün” kelimesini duyduğumda aklıma Van Gogh’un aşağıdaki tablosu gelirdi. (Resim öğrenciyken odamın kapısında asılıydı. o zamanlar-ki sanıyorum halen de çokça öyledir- beni cezbeden şeydi hüzün.

 

“Sonbahar” da artık aynı duygunun güçlü bir temsilcisi. Film tıpkı iyi yazılmış bir şiir gibi dingince akıp gidiyor… tıpkı çölde susuz kalmış küçük prens ve prenseslerin buldukları su kaynağı gibi…

Maria K.

 

Dipnot yerine:

Bir özür…

Bir zamandır gerek Crocket gerek Blackhawk’ın yarı şaka yarı ciddi serzenişlerine muhatabım.

Şikayet konusu “aylakadamiz”a yeterli (vaad edilmiş) katkıyı koymadığımdır.

Haklıdırlar… Sayfayı var etmede gayret ve özverileri anlamlıdır.

Yukarıdaki alıntı ülke dışından naçizane benim çevirimle sayfaya taşınmış bir metindir.

Benim de katkım, şimdilik, sınırötesi aylakadamları bulup sayfamıza taşımak, belki bir derece evrensel  ses katmaya çalışmak olsun.

Bir teşekkür…

Saint-Exupery’nin Küçük Prens’inde,  tilkiyle konuşmasının bir yerinde tilki prense: “… git de güllere bak, seninkinin dünyada tek olduğunu anlayacaksın. Sonra da bana veda etmeye geldiğinde sana bir sır vereceğim…” der.

Ben sonbaharı izledikten sonra çokça bunu düşünmüşümdür. “Sonbahar” gerek derdi, gerek anlatım biçimi gerekse de bilcümle sinematografik nitelendirmeyle eşsiz bir başyapıttır. Ancak bir yerde “bizden”dir. Bizim –yakın- tarihimizde yaramıza basılmış tuzdur. Bunun “dışarıdan” tam olarak paylaşılması pek de mümkün olmamalıdır.

İzleyen kısımda Küçük Prens vedalaşmaya gider ve tilki; “… işte sırrım çok basit. En iyi yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez.”

Belli ki yanılmışım… “bizden” başka görenler de varmış, olacakmış, olacaktır.

Derdimizi dinlediği, derdimizi dillendirdiği ve sesimize ses kattığı için teşekkürler Maria K.

Ευχαριστίες, άνοιξη ελληνικά

Sarı

 

AŞK ÜZERİNE KISA BİR FİLM.. (KROTKI FILM O MILOSCI) – KRYZSZTOF KIESLOWSKI

AŞK ÜZERİNE KISA BİR FİLM.. (KROTKI FILM O MILOSCI) – KRYZSZTOF KIESLOWSKI

‘bu filmi yaparken mesleğimizin saçmalığını kesin bir şekilde anladım.. esasında film , blok apartmanlardan birinin bir katında yaşayan gençle onun karşı bloğunda yaşayan bir kadın hakkındaydı.. seyircinin gözüyle bakarsak ya da senaryoyu okursak , filmi nasıl çekebilirdik.. iki daire –biri adam , diğeri kadın için- ve bir de bir kısım merdiven kiraladık.. bu da her şeyiyle masrafsız bir film demekti.. aslında bu filmi çekmek için on yedi farklı iç mekan kullandık.. bu on yedi iç mekan , iki dairenin karşılıklı olduğu etkisini yaratıyordu.. bir veya iki defa ‘tomek’ ya da ‘magda’ dışarı sokağa çıkar veya postaneye giderler.. dışarı çıktıkları başka sahne yoktu..

bu on yedi iç mekanın biri , yani ‘magda’nın dairesi , varşova’nın yirmi ya da otuz kilometre dışındaki iğrenç prefabrik evlerden biriydi.. tahmin edebileceklerinizin en korkuncu.. kaldırıp bir tarlanın ortasına konmuş kocaman bir taş yığını.. bulduğumuz villanın da bloktakilere benzer camları vardı.. ‘magda’nın dairesini buraya kurduk.. ‘magda’nın dairesi bloklarda değil , varşova’nın 30 kilometre dışında bir villada çekildi..

bu daireyi ‘tomek’in görüş açısından çekebilmek için –iki perspektiften bakıyorduk ; önce ‘tomek’in sonra ‘magda’nın perspektifinden- bir kule inşa ettik , çünkü ‘tomek’ kadından iki kat daha yukarda oturuyordu ve kuleyi ‘tomek’in katından görülen yüksekliği vermek için kullanıyorduk.. ‘tomek’ teleskopla baktığında , biz de ‘magda’nın dairesini görebilmek için aşağıya doğru bakıyorduk.. ayrıca bu iki katlı kule uzun lensle çekim yapıldığında – bazen 300 , bazen de 500 mm.’lik lens kullandık – teleskopla bakılıyormuş izlenimi vermesi için evden yeterince uzakta olmalıydı..

sete gece saat onda giderdik çünkü sessizlik gerekiyordu ve eninde sonunda bu bir gece çekimiydi.. kuleye çıkardık.. ekibin geri kalanı prodüksiyonun kiraladığı civardaki diğer evlere giderlerdi ve witek adamek ve ben , birer şapşal gibi altı yedi saat , gün ağarana kadar kulenin tepesinde çekim yaparken onlar da ya uyur ya da porno film seyrederlerdi.. çok soğuk olurdu , donma noktasının altında..

evle kule arası 60 ya da 70 metre olduğundan , szapolowska’yla mikrofonla haberleşirdik.. mikrofon bendeydi.. szapolowska’nın evde kurulu ses düzeni vardı..

böylece bir hafta boyunca her gece , soğukta ve yalnız – bir de kameramanın asistanıyla benim asistanlarımdan biri olurdu- bu saçma şartlar altında , karanlık bir banliyö bölgesinde çalıştık.. iki katlı bir kulenin tepesindeki iki ahmaktan biri mikrofona şunları tekrarlayıp duruyordu : ‘ o bacağını daha yukarı kaldır.. bacağını aşağı indir.. masaya yaklaş.. hadi , git o kartları al..’ direktifleri sadece prova sırasında verebiliyordum , çünkü çekimi sesli yapıyorduk..

setten yiyecek veya başka bir şey almak için ayrıldığımda , durumun saçmalığı ve anlamsızlığı üstüme geliyordu.. dev bir gökdelen niyetine kullanılan küçük villa ışıl ışıldı , çok açık diyaframlı uzun odaklı objektifler kullandığımızdan , çok ışığa ihtiyacımız vardı.. her şey karanlığa gömülüyken tek ışık saçan yer orasıydı ; etrafta kimsecikler yoktu.. gecenin içinde acayip iki katlı bir kule.. kendimi orada , ‘o bacağını kaldır,’ diye bağırırken görebiliyorum.. tabii mikrofon da doğru dürüst çalışmıyordu ve evdeki sistemden sesim duyulsun diye elimden geldiğince yüksek sesle bağırmak zorunda kalıyordum.. bütün o hafta boyunca mesleğimin aptallığı , saçmalığı ve anlamsızlığını bütün çıplaklığıyla yaşadım..’

‘KIESLOWSKI  KIESLOWSKI’Yİ ANLATIYOR..’ – DANUSIA STOK , Çeviri :  Aslı Kutay Yoviç ,  Agora Kitaplığı , Ekim 2010..

Yorumsuz : ‘BAB’AZİZ , Ruhunu Tefekkür Eden Prens..’ – NACER KHEMIR

BAB’AZİZ , ‘RUHUNU TEFEKKÜR EDEN PRENS..’

BAB’AZIZ , ‘THE PRINCE CONTEMPLATING HIS SOUL..’

‘sevinçli olduğumuz zaman ikimizin birleştiği zamandır.. sen ve ben iki ayrı biçim ama tek bir ruh , sen ve ben..’ – BAB’AZİZ

 

‘ruhunla süpür sevgilinin kapısının önünü.. ancak o aman onun aşkı olursun..’ – BAB’AZİZ

‘bu dünyadaki insanlar mum ateşi önündeki üç kelebek gibidir.. ilki ateşe yaklaşmış ve demiş ki : ben aşkı biliyorum.. ikincisi ateşe yavaşça kanadıyla dokunmuş ve demiş ki : aşkın ateşinin nasıl yaktığını bilirim.. üçüncüsü kendini ateşin ortasına atarak yanarak kül olmuş.. gerçek aşkı işte sadece o kelebek bilir..’ – BAB’AZİZ

‘ölümden kesinlikle çok korkarız.. anne karnında karanlıktaki bebeğe denseydi ki : dışarıda aydınlık bir dünya var , yüksek dağlarla dolu , büyük denizleri olan , dalgalanan düzlükleri olan , çiçekleri açmış güzel bahçeleri olan , dereleri olan , yıldızlarla dolu bir gökyüzü ve alevli güneşi olan ve sen bu mucizelerle yüzleşmek yerine karanlıkla çevrilmiş oturuyorsun.. doğmamış çocuk bu mucizeler hakkında hiçbir şey bilmediği için hiçbirine inanmayacaktır tıpkı bizim ölümü beklediğimiz gibi.. işte bu yüzden ölümden korkarız..’ – BAB’AZİZ

‘ölüm nasıl olur da başlangıcı olmayan bir şeyin sonu olur..’ – BAB’AZİZ


‘dünyadaki ruhlar kadar , tanrıya giden yol vardır..’ – BAB’AZİZ 

‘sanki suyla temaşa halinde görünmektedir ve suda gördüğü , kendi görüntüsü değildir.. çünkü sadece aşık olmayanlar , kendi yansımalarını görürler..’ – BAB’AZİZ

‘yürümek kafidir sadece yürü.. davet edilenler yollarını bulacaktır..’ – BAB’AZİZ


‘herkes yolunu bulmak için en değerli hediyesini kullanır ; senin için sesindir , şarkı söyle oğlum yol sana görünecektir..’ – BAB’AZİZ

İSHTAR ve BAB’AZİZ arasındaki bir replik :

İSHTAR : ‘BAB’AZİZ ya kaybolursan?’
BAB’AZİZ : ‘ben yolumu bulurum, inancı olanlar asla kaybolmazlar, barış içinde olan kişi asla yolunu kaybetmez..’

‘ümo’ , nazmi kırık ve ve ve binevşa berivan..

‘ümo’.. hayatıma girdiğin güne lanet olsun.. kahkahalarla bunu yazıyorum ve sana küfür ediyorum bir güzel , bilirsin gıyabında ettiğim küfürleri huzurunda da ederim ve büyük sevecenliğinle ‘yarabbi şükür diyerek’ aynı içten küfürleri sen de bana edersin.. ne diyeyim seni bana tanıştırana da sana da………… 

seni tanıştıran zırto zaten hayatımdan çıktı gitti , kurtulduk ama sen kaldın benim-bizim başımıza.. gerçi senden kurtulmak isteyen kim.. sensiz geçen günler boşa geçen anlamsız zaman dilimleriydi be ‘ümo’.. kasıklarım ağrıyor gülmekten bunları yazarken.. senin söyleyişinle ‘seni seviyorum canım benim’ , iyi ki varsın aman unutma bizi.. göbeğim de ağrıyor artık gülmekten..

bu ‘ümo’ hayatıma 1996’da girdi.. hayatıma girdikten bir ay sonra kendi kendini ince bir şekilde davet ettirip kendisiyle birlikte antakya’ya tatile gittik.. tatillerin hastası , kendini davet ettirmenin ustasıdır ‘ümo’..

neyse benden kaynaklanan mallıklardan dolayı bu ‘ümo’yla beş altı ay filan birbirimizi aforoz ettik.. şükür kafamı dinledim biraz.. çünkü günün hangi saati olursa olsun her yerde karşınıza aniden çıkabilir ‘ümo’.. o gün mucize oldu kendisiyle karşılaşamadınız ya da görmediniz mi , kurtuldunuz sanmayın utanmadan , sıkılmadan uyuduğunuzda rüyanıza misafir olur sizi yine yakalar.. o derece bizi sever sağolsun..

bu uzun kafa dinleme ayrılığından sonra dayanamadım koştum kendimi ‘ümo’nun kollarına attım.. affet beni janim dedim.. affetti büyük insan ‘ümo’.. affetti.. gülüyorum yine..

işte ‘ümo’ ile hasret giderir gidermez başladı bombardımana : ‘fransaya , almanyaya gittim , şuraya gittim buraya gittim..’ derken sohbette sıra geldi nazmi kırık’a , ondan bahsetmeye başladı.. ikimizin de çok sevdiği bir oyuncuydu.. ‘ümo’ bensiz geçen günlerinde vaktini nazmi’yle paris’te mi hamburgta mı ne birlikte sohbet ederek , gezerek geçirmiş.. ne yapsın ‘ümo’ dayanamamış bensizliğe atmış kendini gurbet ellere..

sonra nazmi’den bol bol bahsettik.. tabi en çok ‘ümo’ bahsetti.. fırsat vermez ki sizin konuşmanıza..

(nazmi kırık..)

nazmi kırık’ın oyunculuğunu ilk yeşim ustaoğlu’nun ‘güneşe yolculuk’ filminde görmüştüm.. hayran kalmıştım doğallığına.. sonra değişik filmlerde oynadı.. ben de nazmi’nin en çok yer ettiği , unutamadığım filmleri ‘güneşe yolculuk’ ile kazım öz’ün ‘fotoğraf’ ve yüksel yavuz’un ‘küçük özgürlük’ filmleriydi.. hele ‘fotoğraf’.. neyse başka bir gün ‘fotoğraf’ı ve kazım öz üstadı anlatırım..

kusursuz bir oyunculuk yeteneği var nazmi kırık’ın.. ama sonra mecburi yurtdışı yaşamı olmuş sanırım ve bu yüzden biraz uzak kaldık ustadan..

‘ümo’ sohbetimiz sırasında ‘dur sana nazmi’nin oynadığı kısa filmlerden birisini izleteyim’ diyerek geleceğin kesinlikle büyük yönetmenlerinden birisi olacağını düşündüğüm kürt yönetmen ‘binevşa berivan’ın senaryosunu yazıp , yönettiği 2009 yapımı  ‘phone story’ – ‘bir telefon hikayesi’ filmini açtı.. yaklaşık 16 dakikalık bir kısa film olan ‘phone story’de nazmi kırık’ın yanı sıra hevi dilara ve nicole valberg’de oynuyor..

bu 16 dakikalık film de nazmi’nin oyunculuğuna bir kez daha hayran kalırken esas ‘binevşa berivan’ın eşsiz filmine tutuldum kaldım.. arka arkaya kaç defa izledim bilmiyorum.. sıkıntı bastığı anda hemen açıp filmi ve nazmi’yi izliyorum ilaç niyetine.. hiç sıkılmıyorsunuz defalarca izleseniz de.. kısacık filmde dünyaları anlatmış sanki ‘binevşa berivan..’ 

(binevşa berivan..)

filmin konusu ise kısaca şudur : brüksel’de yaşayan kürt göçmen ‘memo’ (nazmi kırık) bir telefoncu dükkanı işletmektedir.. meraklı yapısı ve yalnızlığı onu müşterilerinin yaptığı telefon görüşmelerini dinlemeye yönlendirir.. özellikle de güzeller güzeli ‘leyla’nın (hevi dilara) telefonlarını..

(leyla : hevi dilara..)

o kadar yoğun bir film ki film bittikten sonra 16 dakika değilde 160 dakikalık uzun bir film izlemiş gibi dolu dolu oluyorsunuz.. tabi ciwan haco’nun eşsiz ‘yade’ şarkısının da etkisi var sanırım filmin etkileyiciliğinde.. filmin bu derece yoğun ve dolu dolu olmasına rağmen akıcılığı da üst düzeyde..

filmi izlerken ya da aklıma geldiğinde ‘binevşa berivan’ keşke bu filmin uzun versiyonunu nazmi kırık ve diğer oyuncularla birlikte bir daha çekse diyorum kendi kendime..

(nazmi kırık..)

film de beni en çok duygulandıran ve güldüren sahne şuydu : ‘memo’ , ‘leyla’ ile annesinin telefon görüşmesini gizlice dinlerken ‘leyla’nın oturum izni alabilmek için evlenmeyi düşündüğü adamlardan birisi için ‘zaten saddam hüseyin gibi iğrenç bir bıyığı’ vardı dediğini duyunca kendi palabıyıklarını acımadan keser.. ‘memo’nun byıklarını kestikten sonra ki hali , etrafın tepkisi , ‘leyla’nın bıyıksız halini fark etmesini isteyişi vs. vs. vs..

ben bulun bir yerden izleyin diyorum.. dolu dolu bir kısa film.. işte oyunculuk budur , işte senaryo budur , işte kurgu budur , işte yönetmenlik budur , işte sinema budur.. elinize , aklınıza , yüreğinize sağlık üstadlar..

gördüğünüz gibi hayatınızda ‘ümo’ varsa susmak bilmeyen çenesinin yanında güzel kalbi ve böyle güzel sürprizleri de var.. ‘ümo’ seni seviyorum canım benim.. beni kızdırma bir daha ‘küs-türt-tüüüüüüür-me’ beni.. şaka şaka cano.. 

Crockett..

Çizgili Pijamalı Çocuk – The Boy in the Striped Pyjamas

Bu filmi geçenlerde internette bişeyler ararken tesadüfen görmüştüm hemen Saygıdeğer büyüğüm kadim dostum Crockett ‘ e sordum bu film sende varmı diye kendisinin dev film arşivini bildiğimden ilk ona sorarım . Bu film kendisinde vardı hemen aldım filmi kendisinden ve izlemeye koyuldum çok duygulandım çok üzüldüm .

Bruno 8 yaşında bir çocuktur. Tüm çocuklar gibi arkadaş düşkünü ve oyun oynama canlısıdır . Bruno ‘ nun babası askerdir . Bir gün görevi gereği başka bir yere tayini çıkar ve bruno arkadaşlarından ayrılmak zorunda kalır ve bunu istemeyerek de olsa yapmak zorundadır . Yeni taşındıkları yerde ise bruno’nun hiç arkadaşı yoktur . Shmuel dışında …

Bruno evlerinin biraz uzağında bir çiftlik olduğunu görür lakin bu bir çiftlik değil bir yahudi kampıdır . Ve burada herkes çizgili pijamalıdır . Kendisi gibi 8 yaşında olan Shmuel ile arkadaş olur . Evden gizlice kaçıp ona yemek götürür . Bir gün Shmuel ‘ in babasını bulamadığını söyler Bruno ‘ ya ve Bruno da ona yardım etmek ister .

Bir gün Bruno tekrar evden kaçar ve tel örgülerin altını kazarak diğer tarafa geçer ve Shmuel ona kendi giydiği pijamadan getirir . Birlikte Shmuel ‘ in babasını aramak için Yahudi kampına girer . İki arkadaşın filmin sonunda yaşadıklarıysa İrlandalı yazar John Boyne’nun Nazi komutanı babaya verdiği çok acı bir ders niteliğinde. Yürek burkan, hayır hayır ne olur böyle bitmesin diye içinizden belki de yalvardığınız ve en nihayetinde gözünüzden birkaç damla yaşın akmasına engel olamadığınız bir hazin son.

BLACKHAWK

White Dog – Beyaz Köpek 1982

Julié yolda giderken arabasıyla bir köpeğe çarpar ve onu veterinere götürerek iyileştirir . Veteriner bu köpeğin çok yaşlı bir alman çoban köpeği olduğunu söyler ve onu hayvan barınağına götürmesini söyler . Julié onu evine alır ve bir gece evine bir adam girer Julié ‘ ye tecavüz etmek isterken köpek Julié ‘ yi kurtarır . Bu olay Julié ‘ nin köpeği çok sevmesine ve ona bağlanmasına yol açar .

Ama büyük bir sorun vardır . Köpek eski sahibi tarafından zencilere karşı saldırmak için eğitilmiştir . Her gördüğü zenciye saldırmaktadır . Julié bu olayı çözmek için onu hayvanları eğiten bir yere götürür ve burada Keys ile tanışır . Keys bu işi gurur meselesi yapmıştır ve köpeği zencilere karşı bir ölüm makinası olmaması için eğitmeyi kabul eder .

Keys yaklaşık 5 haftalık bir eğitim uygulamaktadır köpeğe ve son deneme için Julié ‘ yi çağırır .  Son bir deneme yapacaklardır köpeğin iyişeşip iyileşmediğini görmek için . Sonunda ne mi oluyor ?  Orası Süpriz olsun kendinize  bir güzellik yapın bu filmi bir yerden bulup mutlaka izleyin . 1982 yapımı olan bu film bir çok ülkede gösterime girmemiş ve girdiği yerlerde bile çok az vizyonda kalmış . Film Romain Gary ‘ in romanından esinlenmiş . Bu güzel filmi bana veren sevgili Crockett ‘ e teşekkürlerimle …

BLACKHAWK

‘çünkü bürokrasi , bütün diktatörlüklerin temel dayanağıdır..’ – MARCO BECHIS

MARCO BECHIS – SIRRI SÜREYYA ÖNDER Söyleşisinden :

‘filmde gördüğümüz gibi olimpo garajı şehrin göbeğinde.. küçücük kapısının önünden her gün rutin günlük yaşantısını sürdüren sıradan insanların ellerinde alışveriş fileleri ya da bebek arabalarıyla anne babaların geçip gittiği bir caddeye açılıyor..

tabi olimpo garajı yeraltında.. üstelik kent merkezinde.. zaten buenos aires’in merkezi ve her semti böyle yer altı gözaltı ve işkence merkezleriyle doluydu.. daha sonra bütün arjantin’de bu işkencehanelerden en az 350 tane olduğu öğrenildi.. ayrıca ülkenin güney bölgelerinde çok özel hapishaneler inşa edilmişti.. arjantin ordusu , cuntası , şili’de olduğu gibi yakalananların hepsini bir stadyuma doldurmadı.. dolayısıyla , şili’deki gibi her şey herkesin gözleri önünde yürütülmedi..

arjantin cuntasının arzusu insanları gerçekten kaybetmekti.. onun için bütün operasyonları gizlice yeraltında sürdürüyorlardı.. bu aynı zamanda ortalığa daha sinsi bir korku atmosferinin hakim olmasına yol açıyordu tabii..’

‘her filmde seyircinin filmle kurduğu bir bağ vardır.. beni en çok etkileyen ve herhalde hikayeyi gerçek kılan en önemli bölümlerden birisi , maria’nın kendisini denize atan uçağa bindirilmeden önce , işkencecisinin refakatinde şehrinden içinde dolaşırken salıncağa binmesi.. bunu baskı altında tutulan bir kişinin çocukluğa dönme sendromu olarak mı yorumlamalıyız..

sanıyorum , sorduğunuz düzlemde bir cevabım yok.. hatta daha pratik bir durum söz konusuydu.. filmin yapımcısı bize bir armağan kabilinden bir gün daha çekim hakkı tanımıştı , biz de o gün içerisinde bu çekimleri yaptık.. dolayısıyla senaryoda var olan bir bölüm değildi ; fikir doğaçlama olarak çıktı..

bazen , bilinçli olarak düşünmeden de attığınız adımlarla filminiz belirli kavşaklardan dönmüş olur.. bazen eksiltir , bazen çoğaltırsınız ; önemli olan , eklenen ya da çıkarılan bölümlerin filmin genel izleğine nasıl bir katkıda bulunduğudur..’

‘garage olimpo’nun verdiği mesajlardan birisi , direnme hakkının meşruluğu, doğruluğu , vazgeçilmezliği.. öyle ki , film en başında bir suikast hazırlığıyla , bir adamın yatağının altına bomba yerleştirilmesiyle başlıyor.. seyirci ilk başta bu sahneyi yadırgayabilecek bir havadayken , aynı bölümü filmin sonunda tekrarladığında seyirciler olarak tek tek hepimizin bombayı kendimizin patlatmak istediğimiz bir duygu halinde oluyoruz..

filmde neyi anlatmak istediğimi şöyle toparlayabilirim : ana karakterimiz bir ilkokul öğretmeniydi.. okuma yazma bilmeyen sıradan insanlara gönüllü olarak da yardımcı oluyordu.. üst kademelerde yer alan biri değil , sosyal hizmet alanında katkıda bulunan biriydi..

öbür taraftan gerilla mücadelesi yürüten kişiler vardı.. gerçi onlar arasında da arkadaşlarım , yoldaşlarım vardı , ama ben tam anlamıyla onların safında yer almadım.. fikirlerim itibariyle onlardan ayrılıyordum..

ikinci dünya savaşı dönemini düşünün.. nasıl öldürülen 1 almana karşılık naziler onlarca kişiyi öldürerek misillemede bulunuyorlarsa daha düşük ölçekte buna benzer bir durum arjantin’deki mücadele için de geçerlilik taşıyordu.. üstelik eninde sonunda gerillaların düzenlediği eylemlerin bedellerini bir noktaya gelince maria gibi en düşük seviyelerde mücadele eden insanlar ödeyeceklerdi..

böyle düşünüyordum.. onlar zaten bedel ödeyeceklerdi , fakat saldırgan eylemler tabandaki insanların daha kolay devre dışı bırakılması gibi bir sonuç doğuruyordu..’

‘bu filmi nasıl yapmam gerektiğini düşünürken godard’ın ‘siyasal film yapmanıza gerek yok , bütün filmleri siyasal bir yorumla çekebilirsiniz’ düşüncesinden yola çıktım.. dolayısıyla böyle bir hikayeye siyasal bir boyut katmanın tek ve en doğru yolu , filme yerlilerin kendilerini ve hikayelerini dahil etmekti..’

‘benim gözümde siyasal sinema ‘dil’den ibarettir.. içerik çok da önemli değildir.. bağlam ile konunun çok da çakışması gerekmez..’

‘bizim filmdeki bu tür diyaloglara da başvurarak asıl teşhir etmek istediğimiz yan bürokrasin betimlenmesiydi.. çünkü bürokrasi , bütün diktatörlüklerin temel dayanağıdır.. ve bürokrasi normal insanlardan oluşur.. canavarlar sadece amerikan filmlerinde görülür..’

MARCO BECHIS – SIRRI SÜREYYA ÖNDER Söyleşisinden..

Daha fazlası için MESELE KİTAP DERGİSİ’nin MAYIS 2010 – SAYI :41’i edinmeniz gerekecek..