Archive for the ‘Başyapıt / Sinema’ Category

hiçbir zaman güncelliğini yitirmeyecek filmler – 1 : ZÜBÜK..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hiçbir zaman güncelliğini

yitirmeyecek filmler – 1 : ZÜBÜK..

‘- hükümet kurulamıyor , partiler aralarında anlaşamadı..

 
– hükümetin kurulma ihtimali belirdi.. destek partisinden ibrahim zübükzade huzur partisine transfer olacak..
– ibrahim zübükzade ‘ağırlığımca para verseler partimden ayrılmam’ diyor..

 
– ibrahim zübükzade ‘bakanlık verirlerse huzur partisini desteklerim’ dedi..

 
– ibrahim zübükzade kimliği belirsiz kişiler tarafından kaçırıldı..

 
– ibrahim zübükzade destek partisinden istifa etti.. huzur partisi hükümeti kuracak.. zübükzade ‘milletimin menfaati için icap ederse on kere istifa ederim’ diyor..

 
– hükümet kuruldu.. son günlerin olaylı adamı ibrahim zübükzade ‘fuzuli işler bakanı’ oldu..

 
– fuzuli işler bakanı ibrahim zübükzade için muhalefet gensoru verdi.. ibrahim zübükzade ‘alnım açık , kimseye hesap vermek mecburiyetinde değilim’ dedi..

 
– hükümet güvenoyu alamadı ve düştü.. ibrahim zübükzade için verilen gensorunun oylamasında huzur partisi güvensizlik oyu aldı.. başbakan istifasını verdi..

 
– ibrahim zübükzade huzur partisinden ihraç edildi.. ibrahim zübükzade ‘ben de gidecek başka bir parti bulurum’ diyor..

 
– ibrahim zübükzade’nin dokunulmazlığı kaldırılıyor.. büyük millet meclisi tahkikat komisyonu tahkikata başladı.. ibrahim zübükzade ‘dünyada zübük bir tek ben miyim.. neden benimle uğraşıyorlar’ dedi..

 
– zübükzade efsanesi sona erdi.. ibrahim zübükzade büyük millet meclisi’nden ihraç edildi..’

  

 

 

 

 

 

 

 

‘sevgili vatandaşlar , değerli din kardeşlerim istibdat dönemi bitiyor.. devlet baskısı şunun bunun baskısı yok.. vergi yok.. ne var peki.. artık demokrasi var..  aç gözünü , doldur keseni.. demokrasi geliyor..  demokrasi partimizle geliyor..

demokrasi ne demek sayın hemşerilerim.. demokrasi öyle bir şeydir ki ‘dadından yinmez..’ anladınız di mi..’

 

 

 

 

 

 

 

 

‘turizm ne demek.. turizm elin cıbıl cıbıldak gavurlarını evimize sokmak demek.. turizm ahlaksızlık demek.. turizm alafranga kenef demek.. biz alafranga kenef istemiyoruz.. önce manevi kalkınma istiyoruz arkadaşlar.. kalkınacaaz ve de… hep birlikte kalkınacaz arkadaşlar..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘- sen gene ucuz kurtulmuşsun nuri.. on bin lirayla yakanı kurtarmışsın
– yalnız paramı ya kalayladığımız onca kap kaçak nolacak.. ulan kalaylarım kalaylarım bitmez.. meğer it oğlu it bütün mahallenin kap kaçağını kalaylatıp parasını kendi alırmış..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘zübük : burhan bey burhan bey.. müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz.. bunlar hep ‘gomünist’ oyunları.. beyefendi şunu bil ; kasabamıza memleketimizin en büyük camisi inşa edilecektir.. ve de buna hiç bir kuvvet engel olamayacaktır..

burhan : ulan zübük ömründe bir kez olsun şu camiye hiç yolun düştü mü..

zübük : biz elhamdülillah müslümanız.. beş vakte beş daha katıp namazımızı evimizde kılarız.. müslüman kardeşlerim buna şahittir..

burhan : duydunuz; namaz evde de kılınır arkadaşlar.. ama çocuklar evde okuyamaz..

halk : susturun şu münafığı..

zübük : size söz veriyorum; kanım pahasına da olsa camii-i şerifi inşaa edeceğim..

halk : yaşaaaa..’ 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmin Künyesi :

‘ZÜBÜK..’

ESER : AZİZ NESİN

YÖNETMEN : KARTAL TİBET

SENARYOLAŞTIRAN : ATIF YILMAZ..

OYNAYANLAR : KEMAL SUNAL , NEVRA SEREZLİ , ALİ ŞEN , KADİR SAVUN

MÜZİK : ESİN ENGİN

YAPIM YILI : 1980

                                             

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çoğunluk’tan yola çıkarak fütursuzca sayıklamalar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : truffaut..)

 

 

 

 

‘çoğunluk’tan yola çıkarak fütursuzca sayıklamalar..

‘iş yerim kadıköy’ün en büyük sinemasının karşısında.. aynı sokakta.. kapısından sinemanın içine girebilmem için aradaki beş metrelik yolu on – on iki adımda geçmem yeterli.. ama en son ne zaman sinemaya gittiğimi sorarsanız size iki seneden fazla diyeceğim ve beni kınayıp güzelce yuhlayacaksınız eminim.. günde ortalama iki üç film izleyen birisiyim ben.. sinema benim hayatım.. hayattaki hayallerim ve umutlarım sadece sinemayla ilgili diyeceğim ama ‘o en büyük hayale’ haksızlık edeceğim..

ama o büyük hayalim dışındaki tüm hayallerim gerçekten sinemayla ilgili.. bunlar dışındaki her şey yaşandı bitti.. çiğneyip geçtiler öbür hayallerimi , umutlarımı.. hem de vahşice , utanmazca ezdiler geçtiler kahkahalar atarak..

hayatımın en zor günlerini geçirdiğim yıllardan birinde ‘mirza’ ağam ‘truffaut’dan bahsetti.. ilk anlattığı filmi ‘jules ve jim’di.. o zamanlar böyle imkanımız yoktu ‘mirza’yla ikimizin.. istediğimiz her filme ulaşamazdık , bulamazdık hemen.. bu yüzden  birbirimize anlatırdık izlediğimiz filmleri.. onun izlemediklerini ben , benim izlemediklerimi o anlatırdı bana..  anlatırken birbirimize filmleri , izlemeden hayallerimizde canlandırırdık sahneleri.. izlemediğimiz filmler bizi heyecanlandırır , duygulandırırdı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

işte mirza ‘jules ve jim’i ilk anlattığında nasıl etkilenmiştim anlatamam.. ‘mirza’dan ayrıldıktan sonra eve gittim , yatağıma uzanıp saatlerce köprü sahnesini hayal ettim değişik şekillerde..

düşünün oyuncuları tanımıyorum , bilmiyorum ama ben sahneleri , planları kafamda canlandırıyorum..

 

 

 

 

 

 

 

 

sonra yıllar geçti imkanlar çoğaldı , ben yavaş yavaş truffaut külliyatını topladım.. ve o deryadan ilk ‘jules ve jim’i izledim..

hayallerimde yüzlerce defa canlandırdığım filmle karşılaşmak ne müthiş bir duyguydu.. ve köprü sahnesi geldiğinde ‘catherine’ adlı karakteri oynayan ‘jeanne moreau’ kendisine aşık iki erkeğin gözleri önünde kendisini koşarak köprünün korkuluklarından attığında kalbim duracak sandım.. izlemeyenler için devamını anlatmayayım.. ama o sahnede ben gözlerimde yaşlarla mirza’ya ulaşmak istedim.. mirza o sırada yurt dışındaydı.. keşke onunla izleyebilseydim bu sahneyi.. aklıma mirza’nın kulaklarıma eğilerek sessizce atlama anını söyleyişi geldi.. duygulandım yine..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sinema , müzik ufkumun gelişmesinde ‘mirza’nın ve hayatımın direği kardeşim ‘fran(sı)z’ın büyük katkısı var.. onlar olmasaydı bu kadar geniş bakamazdım , bu kadar özgür ve pervasız olmazdım bu alanlarda.. yüreklerine sağlık..

neyse işte ‘sinema’ hayatımın tam ortasına böyle oturdu.. ama ben sinemayı sinemada doğru dürüst izlemedim.. izleyemiyorum da.. o kalabalık , saçma sapan koltuklarda izleyemiyorum.. arkamda en duygusal sahnelerde bile çatur çutur mısır patlağı yiyip en acıklı yerde kahkahalar atan insanları boğazlamak geliyor içimden çünkü.. başımdan geçen bir olaydır , reis çelik üstadın çektiği fakat ne yazık ki kötü bir film olan deniz gezmişlerle ilgili filmi ben kadıköy’ün ufak salonlarından birinde tesadüf eseri deniz gezmiş’in babasıyla birlikte izlemiştim.. o kadar kötü bir film olmasına rağmen ve bu filmden önce filme karşı tavır koyan ‘deniz’in babası idam sahnesinde gözyaşlarına boğularak salondan çıkarılırken bazı mahlukatlar anlamadığım şekilde gülüyorlardı.. tiksindim.. sinema salonları beni darlandırıyor , boğuyor.. belki bir gün barışırım sinema salonlarıyla..

neyse işte son yıların en iyi yerli yapımlarından olan ‘çoğunluk’u ben yine sinemada izleyememiştim.. iki üç ay önce dvdsi çıkınca aldım evde izledim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çoğunluk’ hakkında abuk sabuk yazanlar , konuşanlar olmuştu.. filmi izledikten sonra üzüldüm , tüm böyle yazıp konuşanlar sinirlerimi bozdular.. nasıl böyle pervasızca ahkam kesip bir filmi eleştirip , yok sayabilirler anlamıyorum..

bildiğim tek şey korktuklarıdır.. korktular çünkü kendilerine yöneltilmiş aynada kendilerini gördüler..

o filmdekiler biziz aslında , hepimiziz.. en solcuyum ya da entelektüelim ya da aydınım ya da ilericiyim , liberalim , özgürlükçüyüm veya en iyi benim , en iyi insanım ben diyen de , hepimiz hepimiz işte o filmdeydik , hepimiz.. en gericisinden en ilericisine bizdik o filmdekiler.. o aile bizim ailemizdi..

‘çoğunluk’ , türkiye’deki toplumu , katmanlarını ve aile kurumunu en güzel yansıtan , en iyi tahlil eden filmdir türkiye sinemasında yapılmış.. bu benim görüşüm.. beğenen beğenir beğenmeyen kendi görüşünü söyler..

aile kurumunun çöküşünü çok güzel göstermiş ve yansıtmış.. aile kurumunun tıpkı torna tezgahı diye nitelediğim ‘okullara’ , ‘hazırlama okulu’ olduğunu söylerdim ben hep..

aile kurumu aynı zamanda ‘faşizmi’ tekrar tekrar üreten bir kurumdur.. dağıtılması , yok edilmesi gerek çünkü düzeltilemeyecek kadar bitmiş  , çökmüş durumda artık..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çoğunluk’u izlemeye başladığımda suratıma önce bir şamar indi , sonra filmin sonuna kadar beni dövdü , hırpaladı film.. film bittiğinde ağladım..

ben politik sinemanın , politik filmlerin içinde yattım kalktım , en saçma sapan politik filmleri bile sonuna kadar dayandım izledim.. en keskinini de gülümseyerek izledim.. ama ben türkiye sinemasında bu kadar politik bir film izlememiştim.. toplum , birey , aile tahlili en üst düzeydeydi.. ve bunu bağırmadan , çağırmadan , slogan atmadan çok net bir şekilde usulca anlatıyordu yönetmen seren yüce ilk uzun metrajlı filmi olan ‘çoğunluk’ta..

filmin yönetmeninin röportajlarını okudum değişik dergilerde.. çok ilginç tespitleri var gerçekten.. düşüncelerini , kafasındaki hikayeyi çok iyi yansıtmış anladığım kadarıyla..

gerçekten çok başarılı bir yapım.. yabancılaşmayı ve faşizmi  ,  özellikle türkiye’deki aile yapısı bakımından insanların içine yavaş yavaş faşizmin nasıl zerk edildiğini ve aile kurumunun nasıl saçma sapan ve tehlikeli bir kurum olduğunu çok güzel anlatıyor..

faşist bireylerin yetiştiği ve iddia ediyorum hepimizin içine bir şekilde faşist (bu faşizmi sadece milliyetçilik bazında almıyorum , her türlü faşizmi kastediyorum) tohumları bırakan yapı aile kurumudur..

hep yazılarımda alıntı yaparım ingeborg bachman’dan ‘faşizm’le ilgili.. çok güzel tespitler yapar faşizm konusunda : ‘faşizm , atılan ilk bombalarla başlamaz , her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. faşizm , insanlar arasındaki ilişkilerde başlar , iki insan arasındaki ilişkide başlar’ der.. iste seren yüce bir şekilde bunun kökenine inmiş.. ‘aile kurumuna..’

yanlış anlaşılmasın ben kendi ailemi , babamı , annemi , kardeşimi çok seviyorum.. en değerli varlıklarım.. başkalarının da ailelerine duydukları sevgiye saygı duyuyorum.. benim karşı çıktığım ‘aile’ denen yapı..

‘çoğunluk’ta seren çok  iyi bir iş çıkarmış.. kendisini ne kadar kutlasak , övsek az.. filmin başrol oyuncusu ‘bartu’ on numara bir oyunculuk çıkarmış.. settar ustaya zaten diyecek yok.. döktürmüş yine.. ama settar ustanın üzerine yapıştı kaldı bu faşist-gerici baba tiplemesi.. ‘ayrılık’ filminden sonra bir de bu , sevdi galiba bu tiplemeyi.. gülüyorum.. eminim o da gülüyordur..

neyse böylelikle uzun zamandır bahsetmek istediğim ama bir türlü bahsedemediğim ‘çoğunluk’tan böylece bahsetmiş oldum bir iki cümle de olsa.. hala ‘çoğunluk’u izlemeyenleriniz yüreğiniz varsa ‘aynaya’ bakabilmek için hemen izleyim derim..

bitirirken bugün arayıp soran tüm dostlara , kardeşlerime çok teşekkür ederim..

öncelikle gece 00.01’de yeni günün ilk saniyelerinde uyumayıp o  anı bekleyip doğum günümü ilk kutlayan canom ‘ümo’ya , binlerce kilometre ötede olmasına rağmen hep yanımda olan ve benim her şeyim ‘kardeşime’ , reis’e , ciğerim’e , gürselime , halo’ya , abidin dayıya , memo’ya , sarıya , ters’e , bana sabahtan beri bin kere dinlediğim ve mekandaki herkesin beğendiği bir şarkıyı hediye eden ‘lucy in thea sky’a , ‘bulut’a , aramıza bugün ilk yazısıyla yeni katılan ‘‘ibn-i zerâbî’ye (aramıza katılan yeni aylak olarak kendisine hoş geldin diyorum) ve ayrıca özür dileyerek şu anda isimlerini hatırlayamadığım beni bugün unutmayan herkese çok teşekkür ediyorum.. iyi ki varsınız..

son olarak güzel bir haber de canımız ‘nazmi kırık’ abimizden vereyim : ‘mina helin..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘mina helin’ , ‘güneşimiz’ ve ‘roza lavin’imizden ‘en genç aylaklık bayrağını’ devraldı.. nazmi abimizin ‘mina helin’ adlı bebeği dünyaya merhaba dedi.. nazmi abimize , eşine ve ‘mina helin’e bir ömür boyu sağlık mutluluk diliyorum..

ayrıca unuttuğumuz sanılmasın.. dereler durmaz akar , aşar tüm engelleri mahirce ve denizlere ulaşır.. selam olsun dünyanın en güzel insanlarına.. onları unutmadık unutmayacağız.. ritsos’un şiirinden bir bölümle onları anıyoruz :

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘onlar el sıkıştıklarında , bütün insanlık için parlar güneş..

onlar gülümsediklerinde , küçük bir kırlangıç fırlar gür sakallarından..

onlar uyuduklarında , on iki yıldız düşer boş ceplerinden..

onlar öldüklerinde , onların bayrakları ve davullarıyla yokuşu tırmanır hayat..’

yannis ritsos (yunanlıların öyküsü şiirinden..)

gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

kıldan tüyden sayıklamalar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 (resim : edvard munch , SCREAM..)

 

 

kıldan tüyden sayıklamalar.. 

‘hepimiz bazen sıkıldığımızda saçma sapan abuk sabuk şeyler yaparız değil mi.. neden yaptığımız o anda belki meçhuldür.. bir içgüdü , bir refleks belki bir anlık öfke.. ben bu duyguyu beş altı senede bir dinlendirmek için bıyıklarımı kestiğimde yaşarım.. ne alaka demeyin çok alakası var.. bıyık kesmek uzun saçı kesmek gibi çok zordur , düşündürür insanı uzun uzun.. makası alırsın eline saatlerce düşünürsün kessem mi kesmesem mi diye aynaya bakarak.. çünkü bıyık , saçınız gibi sizinle özdeşlemiştir.. ama kesmek gerekir bazen dinlendirmek için ve yine de el makasa ya da makineye gitmez..

ben lise ikinci sınıfın yaz tatilinde ilk defa bıyık bırakmıştım.. herkes dalga geçmişti.. ben de onlarla dalga geçmiştim.. bir de bıyık pistir diye bir safsata vardır.. evet pistir bakmazsan bıyığa pis olur.. ama kafanıza her gün tonlarca jöleyi , briyantini boca edip pisliğin dumanın tozun toprağın , egzoz dumanının içinde dolaşırsınız.. ne olduğunu bilmediğiniz kimyasalları sıkarsınız ya da sürersiniz parfüm , bakım kremi vs diye.. onlar pis değildir ama bıyık nedense hep pistir..

valla bıyık çok temizdir ve güzeldir.. bir kere her gün belki sekiz on kere kere yıkanırlar bol sabun ve suyla.. sonra da  tararsınız.. gülmeyin.. hele bazı yaşlı amcalar , dedeler bir de nerden bulurlar bilmem güçlendirmek için kremler filan sürerler , ben hiç kullanmadım krem mrem.. kim bilir belki çok yaşlanınca mecbur kalıyorlar.. bıyık temizdir , elimizden ağzımızdan daha temizdir ,  abartma değil 19 senedir bıyıklı birisinin söyledikleri bunlar..

hele bıyıkla bira içmek ne büyük zevktir.. yazık bayanlar bu zevki hiç tadamayacaklar.. gülüyorum şimdi kahkahalarla..

lise iki de yaz tatili bitip okul başlayınca bıyıklarımı kestiğimde moralim çok bozulmuştu.. tam da yeni oturmuştu bıyıklarım kestiğimde.. ilk kestiğim günlerde nasıl da yağıyordum hep nefret ettiğim eğitim sistemine.. okullardan ve eğitimden nefret ediyorum.. bence torna tezgahları daha az şekilcidir eğitim sisteminden ve okullardan.. ne vardı yani bıyıkla okula gitsem ne olurdu ki.. kime ne zararı var iki parça kıl , tüyün..

neyse ki son sınıfa geçmiştim.. liseyi üniversiteye gitmek için ya da iş hayatına atılmak için bitirmiyordum sanki bıyık bırakma özgürlüğü içindi tüm yaşananlar.. erkekler için konuşuyorum çoğu okul bitsin üniversite başlasın hemen saç uzatacağım hayalindedir.. hiç hayatımda saçımı uzatmadım , uzatmakta istemedim.. hep kısacık kestiririm saçlarımı.. neden bilmiyorum öyle seviyorum.. çünkü berber koltukları ayrı bir hikaye konusu benim için.. berber dükkanlarını ve berber koltuklarını tam bir işkence yeri olarak görürüm.. o koltuğa oturmamla kalkmam arasındaki süre bana yıllar gibi geliyor.. hele o berberlerin özenmeleri , saçma sapan şeylere takmaları of of..

keşke saçım hiç uzamasa ya da bir makine icat etseler biz kafamızı soksak böyle anında içinden kafamız tıraşlı çıksa.. oh ne güzel olurdu..

ya nerde böyle icatlar.. saçma sapan şeyler icat ediyorlar mesela ‘cep telefonu’ gibi.. yazı biraz uzayacak belki fakat biraz da cep telefonu konusunda yağayım sağa sola , kime değerse artık..

‘cep telefonu hayat kurtarıyormuş..’ yok ya ne hayat kurtarması cep telefonu yüzünden kaç hayat kararıyor , kaç ailenin ocağına incir ağacı dikiliyor biliyor musunuz.. cep telefonu hırsızlığı , gaspı , gasp amaçlı cinayetler , kıskançlıklar vs vs.. cep telefonu yüzünden bozulan ilişkiler..

‘bana neden çağrı atmadın’ , ‘seni aradım niye cevap vermedin’ , ‘mesajıma niye cevap vermedin’ , ‘bana niye dönmedin’ vs vs.. dön baba dön bu ne yahu..

eskiden cep telefonu mu vardı.. bizim kibrit kutularından ve iplerden yaptığımız telefonlar vardı sadece.. bir de o ahizeli telefonların güzellikleri , şıklıkları vardı..

şimdi nasıl ama herkesin cebinde bir bazen , iki üç telefon.. baz istasyonu gibi geziyor herkes.. neymiş şirket hattıymış ,  özel hatmış , gizli  numaraymış.. ha benim de iki tane var telefonum da , telefondan benim kadar nefret edip , ulaşılamayan insan yoktur.. sonra cep telefonlarının yaydığı radyasyon.. o apayrı bir akıllarla durgunluk verecek konu.. çocuklar artık okuma yazmayı kalemle kağıtla değil cep telefonundan öğreniyorlar..

sonra en önemlisi de insanların özgürlüklerini sıfıra indirişi var cep telefonunun.. en önemlisi de bu.. bu.. bu..

adam arıyor ‘niye telefonun kapalıydı’ diyor ya çıldırıyorum.. ‘sen kimsin la.. sana ne la-n..’ kapatırım kapatırım.. kural mı var.. beğenmezsen beğenme bana ne.. ben böyleyim kardeşim..

belki kenefteyim , belki banyodayım tövbe tövbe.. tutacaksın atacaksın kubura sifonu çekeceksin , kurtulacaksın bu esaretten..

sonra belki ge-ber-mi-şim , toprağın altına boncuk gibi yatırmışlar beni.. açamam telefonu nasıl açayım öbür tarafta.. öbür taraf henüz kapsama alanı dışındaymış.. reklamlarında anayasa , manayasa yapmaya başlayan gsm operatörleri henüz öbür tarafı kapsama alanına alamamışlar kusura bakmayın..

bir de geceleri aranmalar vardır.. tüm gün aramazlar hava kararır , tam böyle günün stresini atmak için gevşemeye çalışıyorsundur zırttttttttt telefon çalar.. nefret ,  nefret , nefret..

bakarım numaraya bakarım , bakarım , bakarım.. düşünürüm yahu arkadaş arayan gündüz niye aramaz.. neden.. tüm güne kıran girmiş sanki.. hele bizi gecenin hangi saati olduğu fark etmez ararlar ya biterim o aramalara..

‘alo arkadaşlarla oturuyorduk da bizim işin bahsi geçti arayalım bir durumu soralım dedik ne alemdeyiz diye..’ o anda ben yağmaya başlarım ‘senin ben işini de..’ neyse boş verin..

hele içki sofralarından sizi ararlar ya aman aman evlere şenlik.. ben karşı tarafın alkollü olduğunu hissedince direk küfür eder kapatırım.. ben ‘aksırıp tıksırıncaya kadar içmeyi’ şiar edinmiş birisi olmama rağmen nefret ederim böyle rakı masalarına meze olmaktan..

sonra bir de gece yarıları abuk sabuk mesajlar atılır size.. uykularınızı kaçıracak cinsinden.. onlara direk telefon açar yağarım zaten..

daha fazla uzatmayayım telefon hikayesini bir anımla bitireyim bu bahsi.. ben üniversite yıllarım sırasında bir yandan çalışıp işi öğrenmeye çalışırken yanında çalıştığım adam bana bir telefon vermişti , ilk çıkan cep telefonu markasından.. yaklaşık bir , bir buçuk kilo ağırlığında , telsiz gibi.. sanırım şimdi tarih oldu o marka.. o telefon abartısız evdeki ahizeli telefonlar kadar ağır ve ‘tır dorsesi’ gibiydi.. güvenlik kapılarından geçerken polisler ya da güvenlikçiler kafa bulurlardı : ‘adam öldürür bu beyefendi , silahtan tehlikeli , almasak mı içeri girerken bu telefonu’ diye.. o telefondan bir sene de zor kurtulmuştum , bayram etmiştim kurtulduğumda..

nereden nereye geldik neyse işte bu cep telefonu icat edilmeyeydi de berberler yerine bir makine icat etselerdi kafamızı içine sokup bir dakikada tıraşımızı olsaydık ne olurdu sanki..

işte ben de böyle bir berber , saç kesme fobisi ve yanlış anlaşılmasın sadece kendim için uzun saç nefreti olan bir çatlağım.. hadi çık çıkabilirsen işin içinden..

benim 1989’dan beri berberim aynı adam.. lisede bir arkadaşım orayı tavsiye etmişti.. ben de hep oraya gittim şimdiye kadar.. beni , ne istediğimi bilen tanıyan birisi bu ustamız.. az laf çok hızlı iş istiyorum.. ama nerede..

saçımın çoğu yerini makineyle aldırmama rağmen bir saç tıraşı bir buçuk saat sürer mi kardeşim.. deliriyorum , her defasında on kere kalp krizi geçirir gibi oluyorum.. bayılacakmış gibi hissediyorum kendimi.. hele yazları.. of of..

bir de gözlerini kapatamazsın hiç berberde.. hep tetikte olacaksın.. seni yirmi senedir tanısa bile bir abuk sabukluk yapar hemen bıyığınıza ya da saç şeklinize kendi kafasına göre el atar.. değişiklik yapmak ister.. hele bıyığıma dokunduklarında deliririm.. bir de tutarlar kulağınızdaki , yanağınızdaki , burnunuzdaki kılınızı tüyünüzü çakmakla yakmaya kalkarlar psikopat gibi ,  delirmemek elde değil..

bıraksana kardeşim ben maymundan geliyorum , bırak kulağımdaki kılı tüyü.. vardır bir hikmeti o tüylerin ne yakıyorsun.. sen saça bak saça.. olmazsa bir ara geleceğim sana bir ağda yap kafama komple , yüzüver tüm kılları tüyleri sana da bir daha iş kalmasın yahu.. delirtmeyin beni..

 ama eminim ben yaşlılığımda delireceğim bu berber meselesi yüzünden , öyle görünüyor.. alakası pek yok ama dün gece yarısından sonra romain gavras’ın (costa gavras’ın kendisi gibi yönetmen olan oğlu) ilk uzun metrajlı filmi ‘notre jour viendra’yı izledim.. başrolde en sevdiğim yabancı erkek oyuncu ‘vincent cassel’ oynuyordu.. cassel sevgimi , itiraf ediyorum ‘aşkımı’ anlatırım bir gün..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse bu vincent cassel son iki üç filmdir bayağı bir kıllı tüylü bir şeydi , saç sakal birbirine karışmış şekilde boy gösteriyordu..

en son aronofsky’nin siyah kuğusunda portman’a eşlik etmişti.. orada yine saçlar uzundu.. halbuki cassel hep kısa saçın hastasıdır benim gibi..

ancak dün izlediğim romain gavras’ın ‘notre jour viendra’ filminde saç sakal birbirine girmiş bir  psikanalisti oynuyordu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘patrick’ adlı bu adam aynı zamanda yön-len-di-ri-le-bi-lir ve yön-len-di-re-bi-lir bir sosyopattır..

cassel yine bu karakteri canlandırırken on numara bir oyunculuk çıkarıyordu..

ırkçılığın kıçına tekme atan , attıkça da coşan coşturan bir film bu.. aidiyet kavramını sorgulayan , bireyselleşme mücadelesinde yaşanan savaşları da derinlemesine inceleyen nihilist ve anarşist öğelerin doruğa çıktığı bir yol filmi bu.. filmin çok sarsıcı anları var.. izlerken pataklandığınızda anlarsınız..

‘gaspar noe’ ve ‘haneke’den sonra tokat atan , sarsan , tartaklayan filmler yapan biri daha sinema dünyasına girdi ya romain gavras’la birlikte aman da ne güzel oldu.. çoğalın çoğalın.. tokatlayın insanları kendilerine getirene kadar.. 

konuya döneyim işte dünkü filmin ikinci bölümünde , ben ‘delirme evresi’ diyorum bu bölüme – bazıları isyan evresi diyor (isyan , delirmeyle birlikte olur , delirmezsen isyan edemezsin , delilik güzelliktir bir gün insanlık bunu anlayacak) – işte orada cassel öyle bir halde ekrana yansıyor ki saç , sakal , kaşlar kesilmiş halde bir anda ortaya çıkıyor.. dehşete düştüm.. beş on dakika sonra patrick’in himayesine aldığı ‘remy’ adlı gencin delirme sahnesinde ‘remy’nin eline jileti alıp saçlarını ve kafasındaki kılı tüyü kesmesi sahnesi vardı ki işte korkarım gözlerimden yaşların aktığı o sahnedeki gibi ben de bir gün öyle yapacağım bu berber işkencesinden kurtulmak için..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

türkçesi ‘bizim de günümüz gelecek’ olan film mutlaka izlenmesi gereken filmlerden birisi olacak sinema tarihinde.. cassel ise yine en büyük oyuncu olduğunu ispatlıyor bu filmiyle..

ha bu arada filmi ‘ümo’ da izleyecek.. ‘ümo’ eminim gelip kafama kakacak filmi ama umurumda değil.. sinemaya bakış , hayata bakış gibidir.. değişir kişiden kişiye göre..

neyse efendim esas konumuza tekrar giriyorum.. (bu arada çaktırmayın esas konumuz neydi iki saattir onu düşünüyorum..)

işte uzun uzun 19 senelik ‘bıyıklı’ ben , geçen ay saatlerce düşünerek geçtim aynanın karşısına elimde makas uğraştım durdum kesebilmek için bıyığı.. en son yedi sene önce dinlendirmiştim sanırım.. kesemedim.. gittim uzandım..

birden aklıma iki sene önce izlediğim yine bir fransız filmi olan yönetmen emmanuel carrere’nin ‘la moustache’ (bıyık) adlı filmi geldi.. onu izleyeyim biraz belki ilham gelir gider kesebilirim sonra bıyığımı dedim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse benim çok sevdiğim ama yine ‘ümo’ ve diğer bazı arkadaşların ‘bu ne lan , film mi bu’ diye sert tepki verebileceği güzel bir psikolojik gerilim film ‘la moustache’..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

başrollerinde ise gözlerine aşık olduğum , kendisine ise uzun süre vurulduğum ‘emmanuelle devos’un ve ‘vincent lindon’un başrollerinde oynadığı 2005 yapımı bir film bu.. filmdeki baş karakter ‘marc thiriez’ adeta kendisiyle özdeşleşmiş olan , yıllardır hiç kesmediği bıyığını kesmeye karar veren başarılı bir mimardır.. karısı ve arkadaşları kendisindeki bu değişikliği fark etmediklerinde , kendisini kendi akıl sağlığından bile şüphe eder hale getiren bir girdabın içinde bulur kahramanımız.. ‘marc’ özenle planlanmış bir komplonun kurbanı mıdır yoksa dünya da korkunç değişiklikler mi olmaktadır.. cevaplarını filmin ilerleyen sahnelerinde belki bulabileceğiniz sürükleyici bir gerilim filmi bu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hele bir vapur iskelesi sahnesi vardır ki dakikalar boyunca aynı sahne tekrar eder.. bir an kendinizi o vapur iskelesinin içinde sanırsınız.. o kadar özdeşleşirsiniz o sahneyle.. ben yeter bitsin diye neredeyse bağıracaktım o sahnede..

işte ben filmi tekrar koydum , izlemeye başladım.. hayran hayran bir süre ‘emmanuel devos’un gözlerinde kaldım , izledim , durdurdum filmi gözlerinde , sonra başlatıp tekrar izledim.. birazını izlerim diyordum sonra film aldı gene izletti kendini sonuna kadar..

film bittiğinde makası bırakıp kalktım bir hışımla elektrikli sakal makinesini çalıştırıp bıyığın dibine vurdum.. kendimi şekilden şekle soktum bıyığımı keserken.. içim kan ağlarken bir yandan da eğleniyordum..

ve işte bitmişti işkence.. gözlerimden bir damla yaş döküldü.. kestiğim anda özledim bıyığımı.. filmdeki gibi garip bir adam oluverdim o anda.. fakat yanımda ‘emmanuel devos’ yoktu , tek farkım buydu.. gülüyorum yine..

bıyıksız halimi ilk gören annem oldu bir çığlık attı , ‘oğlum ne yaptın’ diye bağırdı.. ‘sakin ol’ dedim ‘kökü bende , dinlendirmek için kestim..’ ‘bir sorun mu var’ dedi hemen.. ‘evet bir sorun var.. sorun hayat , sorun nefes almak’ diye bağırarak söylemek istedim ama anneme kıyamam , onun suçu yok hayatın böyle iğrenç , tekdüze , saçma sapan olmasından.. içimden bağırdım hayata..

sonra babam gördü , gülümsedi o da ‘hayırdır’ dedi.. ‘hayır hayır’ dedim.. beraber güldük..

sabah ‘ciğerim’ arabada yanıma oturduğu anda öyle bir kahkahayla çığlık attı ki ben de dikiz aynasına bakarak kahkaha attım..

sonra pirimiz ‘halo dayı’ gördü arabaya bindiğinde , ‘bu ne müdür , hayırdır niye kestin’ diye sordu.. ‘seni daha güzel öpebilmek için’ dedim , dediğim anda okkalı bir küfür savurdu öksürüklere boğularak gülerken..

ama hemen özledim bıyığımı ve kestiğim günden beri sakalımı kesmedim yine bıyık bırakabilmek için..

bıyık bir yaşam tarzı.. alışan onsuz yapamıyor.. zaten beyazlayınca keseceğiz.. ki sakala bıyığa ak düşmeye başlayalı çok oldu.. bari bırakın bizi kınamayı da bıyığımızı sakalımızı özgürce bırakalım be yahu.. ben bazen espri yaparım ‘ciğerim top sakallı , ben de bıyıklı doğmuşuz’ diye.. gerçekten bizi kimse bıyıksız , sakalsız bilmez , tanımaz..

ha bugün epeyi sayıkladım burada ama size tavsiyem yukarıdaki filmleri bulun izleyin.. ‘saçma film ,  böyle film mi olur lan’ diyin ama izleyin sonlarına kadar.

hadi size kıldan , tüyden bir film daha söyleyip sizi gene gıcık edeyim diyorum yunan bir yönetmenin filmi var onu da bulun izleyin.. değişik , değişik olduğu kadar da rutinin dışında bambaşka bir aşk hikayesi izleyin diyecektim ki vazgeçtim yine gıcıklık yapıp.. sonra anlatırım..

bu arada ‘aylak adamız’ benim tabirimle kelimelerle dövüşülen insanların pek birbirini tanımadığı bir çeşit ‘dövüş kulübü’ haline gelmeye başladı.. bu çok sevindirici.. herkes bilsin ki  yazarların çoğunu görmedik , sesini duymadık ve tanımıyoruz.. burası insanların kelimeleriyle hayatla ‘dövüştüğü’ ve yalnızlıklarını , umutlarını , acılarını , sevinçlerini , öfkelerini ve paylaşmak istediği şeyleri paylaştığı bir sahneye dönüşmeye başladı.. ne güzel.. ayrıca ‘lucy in the sky’dan sonra aramıza katılan  ‘ciğerim’e ve ‘bulut’a hoş geldin diyorum buradan.. ve sırada gelecek olanlara hazırlanın , sürprizler devam edecek..

bitirirken yukarıda o kadar anlattık hadi bari romain gavras’ın ‘notre jour viendra – bizim de günümüz gelecek’ adlı filminden bir replikle bitireyim :  ‘hareketlerim, davranışlarım sizi rahatsız mı ediyor.. güzel.. onları daha fazla yapacağım.. böylece nihayet olmam gereken kişiye dönüşebilirim.. ve bu nefrete , bu utanca rağmen beni olduğum gibi seveceksiniz..’

gülüşünüzle ve sinemayla kalın..’

Crockett..

 

 

‘ümo , reis , nazmi , asghar farhadi ve golshifteh farahani..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ümo , reis , nazmi , asghar farhadi

 ve golshifteh farahani..’

hayata yetişmek mümkün değil.. sinemanın hızına da.. tıpkı diğer sanat dallarındaki gibi..

iran sineması ise bir derya.. nereden başladım onu bile hatırlamıyorum ama kiarostami ve furuğ ile daldığım iran deryasına arkamdan cevo’nun tekmesiyle tepetaklak yuvarlandım , boğuldum.. elime nerede ne geçerse hepsini aldım.. bir film canavarı gibi tükettim.. cevo’yla majidi’nin ya da kiarostami’nin filmlerinin herhangi bir sahnesi için saatlerce konuşurduk.. onu yakalayan bırakmayan yerler beni de yakalıyordu.. sonra o gitti o kara şehirlerden birine , ben burada kaldım bir başıma deryanın içinde..

ara ara gelir cevo bende ne varsa alır gider.. geçenlerde geldiğinde tarumar edip arşivimi gitti yine.. sonra bir gün mesaj attı asghar farhadi’nin ‘about elly’sini izledin mi diye.. henüz izlemedim dedim.. o sıralarda asghar farhadi yeni filmiyle berlin’de en iyi film altın ayı ödülünü almıştı ve oyuncularda diğer ödülleri toplamıştı.. cevo hemen izle dedi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ben de kaç aydır beklettiğim filmi o gece uykum gelmesine rağmen geç vakitte attım makineye izlemeye başladım.. filmin başlamasıyla uzandığım yerden kalktım kendimden geçercesine dikkatle izlemeye başladım.. belki de filmin içinde kayboldum gittim.. zaten ilk sahnelerle birlikte ‘golshifteh farahani’ ile karşılaşmam benim dikkat kesilmeme yetti arttı bile.. ilk hangi filmde görmüştüm onu bilmiyorum ama elime onun oynadığı bulabildiğim tüm filmleri almıştım.. bu filmde oynadığını nasıl bilmiyordum ve nasıl atlamışım hala hayret ediyorum..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

golshifteh farahani , iran sinemasının yetiştirdiği çok güzel ve yetenekli oyunculardan birisi.. nacer khemir’in bab’aziz’ini izleyen onu oradaki ‘noor’ rolünden mutlaka hatırlar.. nasıl unutulur ki o masalsı güzellik..

sonra kiarostami’nin shrin’in de o sinema salonundaki onlarca iranlı güzelliğin yüzlerinde kamera dolaşırken onun yüzü hemen nasıl da kendini fark ettiriyordu..

bahman’ın ‘half moon’ filminde oynarken de döktürüyordu..

hollywood sinemasının son yıllarda yetiştirdiği en iyi oyunculardan birisi olan leonardo dicaprio ile oynadığı ve emperyalist ajanların fink attığı ortadoğu ülkelerinde geçen dolapları ‘belli bir açıdan’ güzel anlatan ‘body of lies’ filminde yine   ‘golshifteh farahani’ oyunculuğunu ve güzelliğini konuşturuyordu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bazen düşünüyorum  golshifteh farahani’nin sadece bir filmde görünmesi bile o filmi güzel yapabilir mi diye..

neyse golshifteh farahani’nin başrolde oynadığı ‘about elly’ adlı film insanı sarsacak kadar etkileyici bir film..

insan bir an nereye gidiyor , ne anlatacak bu film bize derken o monoton akış birden arka arkaya sarsıcı olaylarla bambaşka bir seyir izlemeye başlıyor.. filmin tek kusuru var kamera bazı yerlerde aksıyor.. kameranın piri cevo daha iyi anlatır bu konuyu.. belki bir gün kim bilir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin konusundan da kısaca bahsedeyim : ahmad yıllar sonra iran’a döner.. arkadaşları onun için deniz kenarında bir gezi düzenlemeye karar verir.. evli olanlar aileleriyle , bekarlar tek başlarına geziye katılır.. sepideh (golshifteh farahani) çocuğunun öğretmeni elly’i de (taraneh alidoosti) bu geziye davet eder.. elly , o sırada nişanlısıyla sorunlar yaşamaktadır ve bu gezi kafasını dinlemek için iyi bir fırsattır.. gezi sırasında spontane şekilde ahmad’ın diğer arkadaşları -en başta da sepideh- ikisi de bekar olan elly ve ahmad’ı birbirlerine yakıştırır.. elly durumu fark ettiğinde mahcup olur ve oradan ayrılmak ister ama sepideh kesinlikle bırakmaz , gitmemesi için eşyalarını saklar.. işte olaylar bundan sonra bambaşka boyutlara ulaşır.. bundan sonrasını anlatmıyorum çünkü insanı derinden sarsacak kadar etkileyici bir akışı ve sonu var filmin..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

cevo’nun deyimiyle ‘iranlılar biliyor sinemayı..’ ne kadar da doğru , haklı bir cümle..

bu film bittikten sonra sabaha kadar uyuyamadım.. tekrar başa döndüm tekrar izledim.. milyonlarca dolar harcayarak , abartılı bütçelerle saçma sapan harcamalarla film yapmaya gerek olmadığını , çok sade ve hayatın içinden filmlerin nasıl yapılabileceğini asghar farhadi çok güzel göstermiş filminde..

bağırmadan çağırmadan iran özelinde kadın erkek ilişkilerinin nerelere vardığını da gözler önüne seriyor filmde..

benim gibi saçma sapan sebeplerle hala izleyemediyseniz bu filmi bulun izleyin.. ve siz de yüreğinize iran’ı ve isterseniz golshifteh farahani’yi koyun..

ben böyle etkilendiğim zamanlarda hemen yazmam filmler yada kitaplar filan hakkında.. beklerim bir süre.. o film ya da kitap filan demlenir içimde.. tekrar izlerim , tekrar okurum.. içinde yaşarım o filmleri ya da kitapları.. o eserin kahramanları beni görmezler ama ben yanlarında sessizce izlerim onları..

sabaha kadar uyamayan ben filmin ya da golshifteh farahani’nin sarhoşluğuyla tıngır mıngır mekana geldim öğlene doğru.. o gün hiçbir şey yapmak istemiyordum.. sonra mekanda birden kimse kalmadı , tek başıma kaldım.. bir süre filmle ilgili yazıları , eleştirileri bulup , okudum.. sonra açtım mekanda izledim filmi bir süre..

filmi izlerken reis geldi önce , sonra da ümo’yu çağırdık.. reis’le nedense ilk aklımıza gelen kişi ümo oluyor.. ümo’da hemen koşa koşa geldi..

ben içimde about elly’nin sarsıntıları demlenmeye başladık.. üç kişi oradan buradan konuşurken konu döndü dolaştı nazmi kırık’a geldi.. ümo ‘la votka limon’u izlemiş miydin’ diye sordu.. evet izlemez miyim , çok sevmiştim.. hem ben votka limon’u da çok severim bilirsin dedim..

‘ya onu bırak.. nazmi , hüner salim’in yeni filminde oynamış geçenlerde’ dedi.. vay dedim nazmi abim gene oyunculuğunu konuşturmuştur.. ümo dur arayalım dedi nazmi’yi ne zaman gelecekmiş öğrenelim.. aradı nazmi’yle sırasıyla konuştuk ümo , ben , reis.. baba dedik ne zaman geliyorsun.. özledik seni.. evet hiç tanımadığım nazmi abimi yıllardır görmüyormuşum gibi özlemiştim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

nazmi ‘az kaldı geliyorum.. yakın zamanda bir film vardı hüner’in onda bir rolümüz vardı oynadık , şimdi özel bir durumum var , onu da atlatınca yanınızdayım’ dedi.. çok sevindik.. ne kadar gelmesini istediğimizi gelince benim ve ümo’nun gözlerinden anlayacaktır..

neyse telefonu kapattık üç aylak , nazmiden , sinemadan bahsederken ben de bir yandan hüner salim’in son filmine bakıyordum internetten.. o anda sustum kaldım durgunlaştım filmin adını okuyunca : ‘si tu meurs, je te tue’ (eğer ölürsen, seni öldürürüm..)

çok etkileyici bir isim derken oyuncu kadrosuna bakıyordum ki ilk başta isim olarak golshifteh farahani’yi görünce çığlık attım..

vay dedim nazmi abim , golshifteh farahani’yle oynamış bu filmde.. reisle ümo şaşırdı.. ilk başlarda hatırlamadılar golshifteh farahani’yi.. onlara resimlerini gösterince ve filmlerini sayınca hatırladılar , bilmez miyiz dediler o güzelliği..

filmi o kadar merak ettim ki.. hemen fragmanını açtım izledim.. bir bıyık hastası olan ve yirmi yıldır bıyıklı olan ben diyorum ki bıyığın uçları hariç nazmi abime bıyık pek yakışmış , güldürdü bizi.. hele fragmanda nazmi abimin söylediği türkü yıkıp geçti bizi , hem de bir kez daha hayran bıraktı oyunculuğuna o kısacık fragmanda.. golshifteh farahani ise o fragmanda tüm güzelliğiyle güneş gibi yakıyordu.. filmin merkezinin  golshifteh farahani olduğu fragmanda açıkça anlaşılıyordu.. defalarca seyrettik..

sonra ümo aynı nazmi abim gibi türküyü söyleyince gülmekten yerlere yattık.. nazmi abim binlerce kilometre uzakta olsa bile sımsıcak oyunculuğu ve o güzel yüreğiyle gecemizi aydınlatmıştı.. ah nazmi abim ah , senin gibi insanlara ne kadar ihtiyacı var bu ülkenin bilemezsin.. senin kıymetini bilmeyenlere yazıklar olsun ne diyeyim daha fazla ağır yazmak istemiyorum kalemin ucu kayar gider çünkü çok doluyum..

neyse işte o gece biz nazmi abimiz’de yanımızdayken yükümüzü yeterince alıp dağıldık evlerimize..

ben eve gittim önce half moon’u sonra bab’azizi , kazım öz’ün fotoğraf’ını , sonra yeşim ustaoğlu’nun ‘güneşe yolculuk’unu ve en son da ‘about elly’i tekrar koyup bazı sahnelerini izledim günün ilk ışıklarına kadar..

sonra ‘ikizim’ , ben sensizliğin dipsiz kuyusunda boğulurken kendimi tüm ağırlığımla suyun en dibine ulaşmak üzere bıraktım bir daha hiç uyanmamak dileğiyle about elly’de geçen şu cümleyle :

‘kötü bir son , sonsuz bir umutsuzluktan daha iyidir..’ (about elly..)

 

Crockett..

Max: “You are my best friend. You are my only friend.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Max: “You are my best friend. You are my only friend.”

Geçenlerde bir arkadaşım gündem yorgunu ruh halimi görüp elime bir film tutuşturdu. “Seyret mutlaka. Tam senlik” dedi. Çok sevdiğimiz hareketler bunlar. Birileri halimizden anlasın, Hızır gibi yetişsin, reçete yazar gibi film önersin, kitap önersin, şarkı göndersin. Sonra o kitaplar, filmler, şarkılar bünyeye iyi gelsin, iyileştirsin, sarıp sarmalasın. Bayılırım. Neyse. Bu muazzam görevi başarıyla üstlenen arkadaşımın elime tutuşturduğu DVD’nin kapağına şöyle bir baktım. Film göründüğü kadarıyla tam benlik gerçekten. 2009 yapımı stop-motion bir film. Kapakta siyah beyaz bir görsel. Eskimiş döşemenin üzerinde, tam pencerenin önünde bir sandalye, bir de masa. Masada daktilo. Daktilonun başında, kafasında kapaktaki tek renkli şey olan kırmızı ponponuyla üzgün suratlı bir adam. Öylece durup elimdeki DVD kutusuna bakarken hissettiğim -abartmayı severim- ilk bakışta aşk gibi bir şey. Filmde kırmızı bir ponpon var, daktilo var, üzgün suratlı bir adam var, eskimiş döşemeler var; üstelik stop-motion. Sevmemem ihtimal dahilinde değil. Nasıl olmuş da ıskalamışım bunca zaman, bilinmez. Galiba; kitaplar, filmler ve bazen de şarkılar herkesler tarafından senden çok önce tüketilip eskiyip gündemden düşse de, senin hayatına girmek için sırasını bekliyor. Sanki yolunuz kesişmeden önce senin onlar için bir hazırlanman gerekiyor. Öyle herhangi bir zamanda çıkmıyorlar karşına. Gerekirse uzun zaman bir şekilde senden saklanmayı başarıp hayatının tam “cuk oturdu” denecek yerinde bir anda pıt diye beliriveriyorlar. Şimdi durup hayatımdaki olaylarla eşzamanlı okuduğum kitapları, seyrettiğim filmleri düşünüyorum da, gayet anlamlı bir teori bu. Hatta kesin öyle. (Mesela Ezginin Günlüğü’nü çok severim. Hüsnü Arkan’ın yeni ‘solo’ albümünden piyasaya çıktıktan çok sonra haberim oldu. Ama öyle bir anda dinledim ki albümün ilk şarkısını, ne erken ne geç. Tam bana bir Hüsnü Arkan şarkısından başka bir şeyin iyi gelmeyeceği sırada. Kusursuz senaryoları severim.) Neyse.

DVD’nin devir tesliminden sonra pek sevgili arkadaşımın o anki hayat senaryoma uygun gördüğü filmi seyretmek için derhal gerekli ortamı hazırladım ve kucakta kedi “play”e tıklayıp Mary & Max’in tuhaf ama güzelliğini tuhaflığından alan dünyasına dalıverdim. İlk bakışta karanlık, soluk renkli bir dünya burası. Filmin içine girip hem Mary’yi hem Max’i şefkatle bağrıma basıp “korkmayın ben varım” demek istediğim sahnelerle, dev puntolarla duvarlara yazmak istediğim repliklerle, ağlasam mı gülsem mi bilemediğim, en sonunda ağlamaya karar verip lakin kendimi bir anda kahkaha atarken bulduğum naifliklerle dolu, karanlığa rağmen ponponların kırmızı olduğu bir dünya. Biraz içine girince karanlığın sanki hafifçe aralanıp ışığa yol veren siyah perdeler gibi aralandığı. Alabildiğine hüzünlü. Hani hüznün hapı olsa içsek, ancak öyle hissedeceğimiz. Öyle yoğun, öyle katışıksız. Alabildiğine umut dolu. Hani umut bir ruh hali değil masa gibi sandalye gibi dokunabildiğin “gerçek” bir şeymiş gibi. Filmde aklımı çelen çok şey var. Kalbimi çalan. Ama benim gibi bir mektupsever için bunların en başında Max’in ve Mary’nin birbirleriyle mektuplar üzerinden konuşmaları geliyor. Film zaten bu birbirinden alakasız dünyalarda yaşayan ama aslında hayatın aynı köşelerinden gol yemiş iki insanın birbirlerine yazdıkları çocuksu olsa da gayet ciddi, yer yer eğlenceli, yer yer iç buran mektuplar üzerinden ilerliyor. Mary & Max’i seyredin muhakkak. Eğer hala yolunuz kesişmediyse bu filmle, bu yazı size vesile olsun. Gündem yorgunu kalplerinize iyi gelir bu film. Onları alır pamuklara sarar, öpüp koklar, pışpışlar. Bakarsın iyileştirir.

“lucy in the sky”

THE LIFE OF DAVID GALE…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

THE LIFE OF DAVID GALE…

 

 Tür : Gerilim , Dram

Yönetmen : Alan Parker

Senaryo : Charles Randoph

Görüntü Yönetmeni : Michael Seresin

Müzik : Alex Parker, Jake Parker

Yapım : 2003, ABD, 130 dk.

 

Oyuncular : Kevin Spacey (Dr David Gale), Kate Winslet (Elizabeth Bloom), Laura Linney (Constance Hallaway), Gabriel Mann (Zack), Matt Craven (Dusty), Rhona Mitra (Berlin), Leon Rippy (Braxton Belyeu), Jim Beayer (Duke Grover)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Türkçeye yaşamla ölüm arasında diye çevrilen 2003 yapımı unutulmuş bir film The Life of David Gale. Ölüm cezasına karşı olan ve kaldırılması için çaba gösteren çılgın bir profesör, David Gale günün birinde idam cezasına çarptırılır ve suçu kendisi gibi idam cezasına karşı olan meslektaşı Constance e tecavüz ederek öldürmektir !!!

 

Konusu bir kaç cümleyle anlatılabilecek ama hissettirdiklerini bir ömür boyu yaşayacağınız bir film…

Sinemada adını merak edip küt diye girdiğim ama asla günlerce düşünmekten uyuyamayacağım bir film olacağını tahmin etmediğim enteresan bir direnişin öyküsü…

 

Filmi izledikten sonra vay anasını diyeceğiniz hatta üşenmeyip uzun bir “tarihte başkaldırılar” araştırması yapacağınız şahane bir film.

 

Profesör David Gale’in dersinden bir sahne :

 

“Fanteziler gerçekdışı olmak zorundadır. Çünkü istediğiniz şeyi elde ettiğiniz anda, artık onu istememeye başlarsınız. İsteğin devam edebilmesi için, objesinin sürekli olarak eksik olması gerekir. İstediğiniz o şey değil, onun fantezisidir. İstek çılgınca fantezileri destekler…

‘Sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalini kurarken gerçekten mutlu oluruz ’ derken Pascal’ın anlatmak istediği de buydu. Bugün geldi. Bu nedenle ‘avlanmak, öldürmekten daha zevklidir’ ya da ‘ne dilediğine dikkat et’ deriz . Ona sahip olacağın için değil; ona sahip olduğun zaman artık onu istemeyeceğin için.

İstekleriniz doğrultusunda yaşamak sizi asla mutlu etmez. Gerçek anlamda insan olmak demek, fikirler ve idealler için yaşamak demektir. Hayatınızı istediklerinizin ne kadarını elde ettiğinizle değil, yaşadığınız samimiyet, şefkat ve özveri anlarıyla ölçmek demektir. Çünkü sonunda kendi hayatlarımızı önemli kılmanın tek yolu diğer insanların yaşamlarına değer vermektir.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Not: film bittikten sonra çok düşündüm acaba şimdiye kadar gördüklerimin ne kadarını doğru anladım diye ve hala düşünüyorum. Muhtemelen her yeni gün yanlış algılarıma bir yenisi ekleniyor…

 

İdam cezası olmayan bir ülkede yaşasak da kimi için idam , özgürlüğünün elinden alınmasıdır !! özgür ol(a)mayanlar bunu anlayamazlar tabi…

 

‘TERS

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İÇİMDEKİ DENİZ

İÇİMDEKİ DENİZ

Aylak Adamız’ı bir arkadaşım sayesinde tanıdım. Bana bu siteye istediğimi yazabileceğimi, sınırların ve duvarların olmadığını söyledi. Ben de günlerdir sınırsız ve duvarsız nasıl olunur onu hatırlamaya çalışıyorum. Sanırım bunu unutmuş olmanın, belki de kelimenin tam anlamıyla hiç yaşamamış olmanın verdiği eziklikle başladım. Ve yine geçenlerde yaptığım bir film muhabbetinden yola çıkarak İçimdeki Deniz’i benim içimdeki denizlerle birleştirip yazacağım. Daha önce yazılmış olma ihtimalini göze alarak…

Film sadece Ramon Sampedro’nun hikayesi değil aslında. Çok daha karmaşık bir konu olan yaşamama hakkının hikayesi. Filmi hep duyup ta ancak bu yaşında izleyebilmiş olan ben ise bu karmaşık dediğim hikayeden epeyce etkilendim. Hikayeye geri dönersek; 25 yaşındayken bir kaza geçirir Ramon. Yüksek bir yerden denize atlar ve bel kemiği kırılır. Artık Ramon’un boynundan aşağısı tutmuyordur, artık iyileşmesi imkansızdır… Olay buraya kadar trajik bir yaşam hikayesi gibi görünmekte. İspanyol yönetmen Alejandro Amenábar tarafından Ramon Sampedro’nun gerçek yaşam hikayesini anlattığı kitabından sinemaya aktarılması daha da etkili yapıyor olayları. ‘Hep böyle bir film yapma hayali kurdum’ diyor yönetmen. İnsanın hayallerine kavuşmasının zor olduğu şu hayatta büyük şans…

30 yıl yatakta geçirilen zaman artık Ramon’a ağır gelmektedir. Ülkesinde yasal olmayan ötenazi hakkını yasallaştırmak için hukuk mücadelesine başlar. Fakat bu mücadeleye birçok kişi anlam verememektedir. Hatta bazen izlerken benim de anlam veremediğim çok an oldu. Ramon’un bir oda içine sıkışmış hayatı çoğu kere ölümü anlamlandırsa da hayatına giren insanlar, ailesi ve yazmaya olan tutkusu onu her an hayata bağlamalıymış gibi geliyor insana. Ramon’un odasından taşan hayalleri vardır. Acıtan hayaller bunlar. Çoğu kez ayağa kalkıp gerilerek pencereden havalanmasıyla başlayan(ki bu belki de bir çoğumuzun zamanında hayal ettiği bir şeydi) daha sonra engin bir denizin kıyısında son bulan hayaller… Ama bu gerçeğe her dönüşte onun hayatla bağını bir kez daha koparıyor. Ölmek istemesini anlayamayan çevrelerden biri de kilise. Hatta bu anlama kabızı kişilerin Ramon’un ailesini sevgisizlikle suçlamalarına kadar varıyor. Filmin bir diğer güzelliği de Ramon’un ölümü istemesinde mistik bir beklentisinin olmaması. Bu film karamsar ve ölüme sürüklenen çaresiz birinin hikayesinden öte, yaşamın ona vermediği özgürlüğü ölümle bulabileceğine inanan, bir o kadar da yaşamı sevebilen bir adamı anlatır. Bu filmi izlediğinizde ölümün soğukluğunu hafiflemiş, yaşama da bir o kadar ısınmış bulacaksınız kendinizi. En azından benim hissettiğim buydu.

‘Biçimsiz ve bozulmuş bir bedenin bekçisi olan bir insan için, yani benim için, saygınlık nedir? Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi, yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum.’ [Ramon Sampedro]

KEVOK

‘FRANÇOIS TRUFFAUT’ , Derleyen : RONALD BERGAN..

‘ben hep  aşk hakkında filmler yapıyorum ; başka konular ilgimi çekmiyor çünkü , sadece hislere ilgi duyuyorum.. bir de çocukların o büyülü dünyası.. nitekim aşk hakkında kafamda 30 film var ; bunların hepsini çekmeyi amaçlıyorum.. aşk ; bu büyük insani motor özellik , tek ortak paydamızdır.. örneğin kwai köprüsü’nü on yönetmene verseniz , elinizde aynısından on ayrı film olur.. ama bir aşk hikayesini on farklı yönetmene verseniz , birbirinden farklı on film görürsünüz.. çünkü her yönetmen filmine kendinden çok şey koyacaktır ; çünkü aşktan bahsetmek daha büyük yetenek ister ve insanı sırf bir hikaye anlatma çerçevesinin ötesine geçmeye zorlar.. hem hayatta insanın başına gelen karşılaşmalar o kadar gizemlidir ki , bunu yansıtmayı başarmak o kadar zordur ki ; benim merakımı gidermeye yeter.. dolayısıyla benim çoğu filmimin konusu dünyanın en sıradan bu olayıdır : o adam , o kadın ve öteki..’

 

FRANÇOIS TRUFFAUT

‘hayatımda düzensiz hayat süren o kadar çok örnek vardı ki , kendi kendime yetişkinlerin canlarının istediğini yapan , ama bu yüzden kendilerine ceza kesilmeyen insanlar olduğunu söyledim : bunu söylediğimden beri de değişmedim ; anti-sosyal olmamın sebebi bu.. etrafımdakilerin gönül meselelerine çok duyarlıydım , çiftlere , zinaya ;  bu yüzden madame bovary’yi okuduğumda onunla aramda tam bir özdeşlik kurdum , onun para sorunları vardı , benim de öyleydi ; gizlice aşığıyla buluşuyordu , ben de gizlice sinemaya gidiyordum.. filmlerimde insanları korkunç sıkıntılar içinde gösterme hevesini bana veren de bu ; çünkü kendim hem imkansız durumlara sokma eğilimine hem de bu durumlarda korkunç acılar çekme kapasitesine sahibim ; hitchkok’u sevmemin asıl sebebi de buradan kaynaklanıyor , çünkü gerilim korkunç bir hastalık..’

 

FRANÇOIS TRUFFAUT

 

‘FRANÇOIS TRUFFAUT’ , Derleyen : RONALD BERGAN , Çeviri : EBRU KILIÇ , AGORA  Kitaplığı , Aralık 2010..

‘truffaut’nun hayatımın en büyük takıntısı olduğunu çevremdeki herkes bilir.. onu çok geç keşfetmiştim.. geç bir karşılaşma oldu ama hayatımın vazgeçilmezlerinden birisi oldu hemen.. zaman geçti ve tanrım demeye başladım ona..

400 fırça darbesi.. kaç defa seyrettim bilmiyorum.. her izleyişimde daha da sevdim o filmi.. sonra yüce truffaut’nun kulluğuna , müritliğine yakışabilmek için onu herkese tanıtmaya , anlatmaya ve filmlerini vermeye başladım.. hayatımda en çok hediye verdiğim şeyler kitap olarak ‘aylak adam’ , film olarak da ‘400 fırça darbesi’ ve ‘sonbahar’dır.. gençlere , dostlarıma , yeni tanıştığım insanlara bunlardan birisini mutlaka veririm ve böylece vücutlarına sinema ve aylaklık zehrini yollarım..

godard’ı ondan önce tanımış olmama rağmen truffaut , godard’ın önüne geçti hemen.. godard da benim için o kadar önemli ve vazgeçilmezdi ki ilk başlarda godard’dan daha çok sevdiğimi kendime itiraf edemiyordum ama sonra godard da anlayışla karşıladı beni ve ikinci olmayı kabul ederek beni de rahatlattı bu zor sıralama tercihimde.. kopuyorum bunları yazarken ama gerçekler bunlar ne yapayım , benim ‘ucube’ dünyamın gerçekleri..

her neyse keşiften sonra tanrım truffaut’yla ilgili ne kadar kaynak , belge , dergi , yazı varsa toplamaya çalıştım.. türkçede pek kaynak bulamasam da izini sürdüm truffaut’nun her yerde.. her zaman sinemayla ilgili ya da fransa’yla ilgili kitaplarda isim indekslerini açıp onun ismine bakıp varsa ilk onunla ilgili bölümlerini okurum.. hastalık o derece ilerlemiş durumda anlayacağınız..

daha önce artı bir kitaplıktan kapsamlı bir ‘yeni dalga’ kitabı çıkmıştı.. yeni dalganın en büyük dalgası da bence ‘truffaut’dur.. o kitap benim başucu kitabım oldu..

dün reis’le kitap ve film avında kadıköy’ün en büyük kitapçılarından birinde aylaklık yaparken birden sıkıntı bastı.. çıkmak istedim ama reis o sırada dergi reyonunda oyalanıyor ben de onu bekliyordum.. sonra adım gibi ezbere bildiğim kitapçıda sinema kitaplarının olduğu bölüme yakın olduğumu fark edince bir bakayım , kitap mıncıklayayım bari dedim.. ayaklarımı sürüyerek oraya gittim ki ne göreyim – la la la la bu ne , truffaut ile ilgili kitap çıkmış la.. asık suratım gülümseyip nasıl da neşelendim anlatamam , reis gördü.. hemen kaptım kitabı kasaya koştum.. agora kitaplığı ‘ronald bergan’ın derlediği bu kitabı ‘ebru kılıç’ın güzel çevirisiyle bizlere ulaştırmış.. ‘ronald bergan’a da , agora kitaplığı yöneticilerine de , ebru kılıç’a da emekleri için sonsuz teşekkürler.. dünden bu yana kitabı tarumar ettim , gerçekten çok güzel bir çalışma.. truffaut’nun özellikle kendi hayatı ile godard ve hitchkok başta olmak üzere diğer yönetmenlerle ilgili değerlendirmelerini okumak için kaçırılmayacak bir kitap.. tükenmeden hemen alın çünkü ben hepsini alabilirim..’

 

Crockett..

‘sol eli başımın altında olsun , sağ da beni kucaklasın..’ – REHA ERDEM

‘düşüncem , sanat görüşüm bu.. sadece sinemada değil , resimde , edebiyatta , her alanda gündelik gerçek denilen şeyin yeniden insanların önüne sunulması bir haz kaynağı.. fakat bunu biraz şaşırttığınızda , bugünden alıp şöyle değil de böyle koyduğunuzda , mesele gerçek olmaktan çıkıp başka bir şey haline geliyor.. bence sanat dediğimiz şey o dekalajda , gerçekle gerçek olmayanın arasındaki yerde de değil , o kayışta , kayıpta.. ya da felsefe.. bunlar hep birbirine karışan şeyler diye düşünüyorum.. bir anlam yarattığında , bir anlam bütününü işaret ettiğinde , beni çevirttiriyor.. sinema , özellikle siyasi sinema denilen şey en anlaşılacak , en kaba , en kötü şey olarak düşünülüyor.. o zamanlar şuna pankart göstermeyelim , buna imza , diye tartışırdık.. sonra görüşlerim çok daha ileri gitti.. gerçek bir devrimci , gerçek bir siyasi film zihinleri allak bullak eder.. yoksa içinde devrim lafları , devrim hikayeleri olan ya da bir devrimcinin kahramanlık hikayesini anlatan bir film değildir.. ondan da zevk alabilirsiniz ama bunun hiçbir anlamı yoktur..’ 

‘ben de filmlerimin çok politik olduğunu düşünüyorum.. çünkü kendim gündelik politikayla değil ama politik düşünüyorum.. bir insanın babasına isyanı kadar politik bir şey var mı.. babasına isyan edemeyen adamların yüzünden buraya geldik.. eskişehir üniversitesinde ‘korkuyorum anne gibi filmler yapıyorsun , hayat böyle mi’ diye sormuşlardı.. evet hayat hakikaten öyle.. babasını anlayamamış , babasının altında ezilmiş adama rütbeleri takarsan herkesten babasının intikamını alıyor.. etrafına zarar veren biri oluyor.. belki zarar da vermiyor ama çocuğunu sevmiyor , kötülük dediğimiz şeye düşüyor..’

‘zaman zaman bazı isimler söylüyorlar , okuyorum , yok deyip bildiklerime dönüyorum.. dünyada okuduklarım dön dolaş gene dostoyevski.. on beş yıldır yeni şair okumuş değilim.. okuyorum da işte.. ahmet’e soruyorum.. çok fazla giremiyorum , orada da eskiye dönüyorum.. edip cansever , turgut uyar , o kuşağı çok seviyorum ve hala okuyorum.. ismet bey’in şiiri zaten çok üst bir şey.. ahmet güntan’da kaldım modern şiirde..’ 

REHA ERDEM..

Daha fazlası için ‘REHA ERDEM SÖYLEŞİSİ , FAYRAP Dergisi , Temmuz 2010’ , Söyleşiyi Yapanlar : MESUT BOSTAN , ALİ AKYURT

..

‘sol eli başımın altında olsun , sağ da beni kucaklasın..’ – REHA ERDEM (Korkuyorum Anne , Kosmos filmlerindeki ortak replik..)

‘müzik özgürlüktür..’

‘son zamanlarda devamlı iran’la ilgili sanatsal üretimlerden bahsetmemden dolayı bazı arkadaşlar iran’la kafayı bozduğumu düşünmeye başladılar.. ama gerçek şu ki ortadoğu coğrafyasında insanların bu kadar baskı altında olmalarına rağmen bu kadar kaliteli ve güzel sanatsal üretimler yaptıkları devamlı bahsedilecek başka bir ülke yok..

‘furuğ ferruhzad’ , ‘sadık hidayet’le başlayan ve ‘kiarostami’ , ‘majidi’yle devam eden iran’ı keşif maceram son iki yıldır yoğunlaştı.. burada dikkatimi çeken bir olay olarak şunu söylemek istiyorum tanıdığım veya eserlerini incelediğim insanların yarısından fazlası iran’la ilgili sanatsal üretimlere girişi furuğ ferruhzad’la yapıyorlar ve kiarostami’yle daha derinlere dalıyorlar.. iran’da yapılan geçmişteki üretimlerle , yeni üretilenlere yetişip okumak, izlemek ,  dinlemek ve bu deryayı bitirmek mümkün değil.. bugün sadece bir isim ve iki filmiyle beraber kendi yaşadığı trajediden bahsedeceğim kısaca size..

ustamız ‘sarhoş atlar zamanı’ ve ‘kaplumbağalar da uçar’ adlı filmlerinden tanıdığımız iranlı kürt yönetmen : ‘bahman ghobadi’..

mutlaka izlemenizi istediğim iki filmi ise : ‘half moon (2006)’ ve ‘no one knows about persian cats.. (2009)’

iki aydır bahman ghobadi’yle yatıp kalkıyorum.. ondan kurtulabildiğim zaman onu ve tüm filmlerini uzun uzun yazacağım.. benden başka yazmak isteyen olursa ya da yazan olursa daha da mutlu olurum.. çünkü çok sevdiğim sanat eserlerinden başkalarının da benzer hazları almasından ve onlarla ilgili yazılanları okumaktan çok mutlu oluyorum..

her neyse tırıvırıya dalmayalım.. ikisi de müzikle nefes alan insanların hikayelerini anlatan ‘half moon’ ve ‘no one knows about persian cats..’ filmlerini mutlaka bulup izleyin..  her filmi izledikten sonra eminim ‘yaşasın müzik , yaşasın özgürlük’ diye haykırmak için kendinizi tutamayacaksınız..

‘half moon’ adlı filmde ‘kak mamo’ , iran ve ırak kürtlerinin yanı sıra dünyaca da tanınan meşhur bir besteci ve müzik adamıdır.. iran ile ırak arasındaki yıllardır süren sorunlar sebebiyle bir türlü gidemediği ırak’a , saddam hüseyin’in devrilmesiyle sonunda konser vermeye gidebilecektir. uzun bir bekleyişten sonra ırak’a gitmesi için izin de çıkar.. konsere oğullarım adını taktığı diğer müzisyenlerle beraber gidecektir.. kak mamo’nun vize almasından sonra bir nevi menejeri gibi olan ve horoz dövüşüyle geçimini sağlayan ‘kako’ya haber verir ve kako bir servis otobüsü ayarlar bu zorlu yolculuk için.. otobüsün karşılığında her şeyi olan tüm dövüş horozlarını feda eden kako yola koyulur..

kako yolda önce kak mamo’nun oğullarını toplamaya başlar değişik şehirlerde.. kak mamo’yu da aldıktan sonra zorlu konser macerası tam anlamıyla başlar.. kimi zaman acıklı kimi zaman komik sahnelerin birbirini takip ettiği filmde arka fonda çalan müziklerle gözlerinizden yaşlar akarken takip eden sahneyle bazen kahkahaya boğulacaksınız..

yukarıdaki fotoğraflarda bazı oyuncuları ve sahneleri görülen ‘no one knows about persian cats’ filminde ise genel olarak iran’da müzikle uğraşan insanların karşılaştığı zorluklar ‘negar ve ashkan’ın çevresinde gelişen olaylarla anlatılıyor.. müziklerini daha özgür ortamda yapabilmek için yurt dışına çıkmaya karar veren negar ve ashkan bir müzik stüdyosunda nader’le tanışırlar.. nader bu ikilinin müziklerini dinlediğinde kulaklarına inanamaz.. nader , ashkan ve negar’a ‘tamam sizlere yurtdışına çıkabilmeniz için gereken her yardımı yapacağım ama lütfen iran’da da hem kendiniz hem hem aileniz için bir konser verip öyle yurtdışına gidin’ der.. nader kahramanlarımıza konser için her türlü izni alacağını , konser yeri de bulacağını ve istedikleri orkestra için çeşitli müzisyenlerle tanıştıracağını söyler.. ve müzik için her şeylerini vermeye hazır bu üçlünün macerası başlar.. tamamen gerçek olaylardan senaryosu kurulan bu film bahman ghobadi’nin bence doruğa ulaştığı filmidir.. slogan atmadan , abartmadan , irrite etmeden ve mesaj verme kaygısı olmadan en sert şekilde nasıl politik film yapılacağını çok güzel gösteriyor ghobadi bu filmiyle.. çekim tarzıyla da doğallığı yakalayan filmin müziklerini adım gibi eminim hemen arayıp bulmak isteyeceksiniz.. indie-rock’tan , heavy metal’e ve rap müziğine  kadar uzanan bir müzik dünyasında dolaşırken iran’da yapılan müziğe ve müzik için her şeyi yapan , her türlü baskı ve cezayı göze alan sanatçılara hayran kalacaksınız..

half moon’da ‘kak mamo’nun zorluklarla geçen masalsı serüveni ile ‘no one knows about persian cats’de ‘negar , ashkan ve nader’in trajik hikayeleri neden ısrarla iran dediğimi biraz olsun açıklayacaktır..

son olarak half moon’da ‘kak mamo’ ile ‘şoför kako’ ve persian cats’de ‘nader’ karakterlerini oynayan oyuncuların performanslarına lütfen dikkat edin izlerken diyorum..

üreten , kendileri ve toplumları için bir şeyler yapamaya çalışan tüm insanların başına geri kalmış , baskıcı sistemlerde neler geliyorsa yani tıpkı cafer panahi’nin başına ne gelmişse benzer şeyler bahman ghobadi’nin başına da geçen sene geldi.. yönetmenlik hayatı boyunca devlet yardımlarından yaralanamayan bahman ghobadi film çekmek için evindeki eşyaları satan bir sinema sevdalısı.. her türlü zorluk ve baskıya katlanan bahman ghobadi’nin başına en kötü şey geçen sene geliyor ve bahman ghobadi’nin can yoldaşı , sevgilisi japon asıllı amerikalı gazeteci ‘roxana saberi’ 2010’nun ocak ayında iran aleyhine casusluk suçlamasıyla tutuklanıp sekiz yıl hapis cezasına çarptırılıyor.. uzun süre olayın şokunu üzerinden atamayan bahman ghobadi tüm dünya kamuoyuna seslendiği acıyla gözyaşıyla dolu bir mektupla bu sessizliğini  bozdu.. akabinde 2010’nun mayıs ayında temyiz duruşmasıyla roxana saberi serbest bırakılmıştı.. roxana saberi için internette milyon tane abuk subuk yorumda bulabilirsiniz.. ama bahman ghobadi’nin yüreğinin kapılarını açmış olduğu bir insandan zarar gelmeyeceğine adım gibi eminim..    

her şey için yüreğine sağlık bahman ghobadi.. iyi ki varsın..

gülüşünüzle kalın aylaklar..’

Crockett..

‘no one knows about persian cats filmini internette paylaşım ortamlarında  paylaşıyorum çünkü iran’da sinemada gösterilmesi yasak.. istediğiniz kadar paylaşın.. yalnız iki şey istiyorum , birincisi büyükçe bir ekranda iyi bir ses sistemiyle izleyin , ikincisi paylaşıyorum çünkü filmde anlattığım gibi çocuklar var ya onlar gibilerini gördüğünüzde lütfen ellerinden tutun.. çünkü iran’ın kurtuluşu onların elinde, sanatçıların elinde.’ – BAHMAN GHOBADI

BAHMAN GHOBADI’nin ROXANA SABERI için yazmış olduğu mektup..

‘amerikan pasaportlu iranlı sevgilim roxana saberi için,
şimdiye kadar sessiz kaldıysam, bu o’nun iyiliği içindi. eğer bugün konuşuyorsam, bu yine o’nun iyiliği için.
o benim dostum, nişanlım, yoldaşım… her zaman hayran olduğum, zeki ve yetenekli genç bir kadın.
31 ocak günüydü. doğum günüm olan gün. o sabah, beraber dışarıya çıkmayı planladığımızdan beni alacağını söylemek için aradı. hiç gelmedi. cep telefonunu aradım, ancak kapalıydı ve 2-3 gün boyunca ona ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. evine gittim ve anahtarlarımız birbirimizde olduğu için evine girdim, fakat orada da yoktu. iki gün sonra telefon etti ve “beni affet canım; zahedan’a gitmek zorunda kaldım,” dedi.
sinirlendim, neden bana hiçbir şey söylememişti ki? ona inanmadığımı söyledim, ancak o yineledi: “beni affet canım, gitmek zorundaydım”. sonra, hat kesildi. tekrar araması için bekledim. aramadı.
zahedan’a gitmek için yola çıktım. her otelde o’nu aradım, ancak ismini duyan olmamıştı. 10 gün boyunca, babasından tutuklandığını öğreninceye kadar, binlerce kara düşünce gelip geçti aklımdan. bunun bir şaka olduğunu varsaydım.
bunun bir yanlış anlaşılma olduğunu ve birkaç gün içinde salıverileceğini düşündüm. ancak günler geçti ve ondan tek bir haber bile almadım. endişelenmeye başladım ve ne olduğunu idrak edinceye kadar yardım için mümkün olan her kapıyı çalmaya başladım. ve şimdi kalbim acıyla dolu. çünkü onu iran’da kalmaya teşvik eden bendim. ve şimdi onun için hiçbir şey yapamıyorum. roxana, iran’ı terk etmek istiyordu. bunu ben engelledim.
ilişkimizin başında, birleşik amerika’ya dönmek istiyordu. oraya beraber gidelim istiyordu. ancak ben yeni filmim bitinceye kadar kalması konusunda ısrar ettim.
burada kalabileceği ve buna bütünüyle dayanabileceği ölçüde, filmim bitinceye ve beraberce buradan gidinceye kadar; yazdığı kitap onu içine çekmişti.
roxana’nın kitabı iran’a bir övgüydü. kitabının müsveddeleri duruyor ve elbette bir gün yayınlanacak ve bizler de bunu göreceğiz. fakat neden kimse bir şey söylemedi? onunla konuşan, çalışan, oturup sohbet eden ve ne kadar suçsuz olduğunu bilen onca kişi…
bu mektubu o’nun için endişelendiğimden yazıyorum. sağlığından endişeliyim. sürekli ağladığını ve bunalmış olduğunu duydum.
roxana çok hassas biridir. yemeğine dokunmayı reddedecek kadar…
mektubum devlet adamlarına, politikacılara ve yardım etmek için herhangi bir şey yapabilecek herkese seslenen çaresiz bir haykırış…
okyanusun ta diğer ucundan, amerikalılar onun hapsedilmesini protesto ettiler, çünkü o bir amerikan vatandaşı. fakat ben “hayır” diyorum, o bir iranlı, ve o, iran’ı seviyor. size yalvarıyorum, gitmesine izin verin! onu politik oyunlarınızın ortasına atmamanızı rica ediyorum!
roxana siyasi oyunlarınızda yer almak için çok zayıf ve saf. davasında benim de bulunmama, babası ve nazik annesiyle beraber yanı başında oturmama, suçsuz ve ayıpsız olduğuna tanıklık etmeme izin verin.
yine de, serbest bırakılacağı konusunda iyimserim ve yargının, davanın bir sonraki aşamasında iptal edileceğini kesinkes umut ediyorum.
benim japon gözlü, amerikan vatandaşı, iranlı sevgilim hapiste. utanç duyuyorum! utanç duymalıyız!’
BAHMAN GHOBADI