Archive for the ‘Başyapıt / Sinema’ Category

Eski Koltuklar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘sabah beş gibiydi sanırım uyandığımda.. uykusuzluğa mahkumum.. ortalama üç, üç bucuk saat bölük pörçük uyurum herkes bilir..

uyandım.. açık olan televizyonu kapadım.. bilgisayarı açtım, gittim mide hapımı içtim.. maillere bakayım dedim.. onlarca mail arasında okuduğum ilk mail ‘tanju berk’ adlı kardeşimizin oldu.. kısa filmlerinden birini izlememizi, yorum yapmamızı istiyordu : eski koltuklar..

okur okumaz diğer mailleri okumadan ‘eski koltuklar’ filmini açtım..

izledim..

dann diye bir kaya düştü üzerime, daha da derine gömüldüm..

uzandığım yerden bir kez daha basla tuşuna bastım..

izledim..

tekrar izledim..

filmin esinlenildiği sevgili ersin karabulut’un çizgi öyküsünü hatırlamaya çalıştım.. sonra tekrar döndüm filmi izledim..

her izleyişimde on iki kusur dakikalık filme daha da bağlandım.. oyunculuklar çok başarılıydı.. kurgu çok güzeldi.. tek takıldığım filmin başlangıç jeneriğiydi.. daha iyi olabilirdi diye düşündüm.. onun dışında on numara bir film çıkarmış tanju kardeşimiz ve ekibi..

filmin konusundan sadece biraz kesit vereyim.. dünyada hayat zor koşullarda yaşanmaktadır.. devletler nüfus planlaması kapsamında ya da belki de ekonomik nedenlerle (zaten ikisi birbirini direk etkiler) artık ailelerden doğuracakları her çocuk ve öngörecekleri yaşam biçimi ve süresi için yaşam vergisi almaktadır.. işte filmdeki çiftimiz ellerindeki kısıtlı imkanlarla bir çocuk sahibi olmaya karar verirler.. küçük erhan’ımız doğar ve film akar..

ben hiçbir zaman roman, çizgi öykü filanın aslıyla çekilen filmi ya da çizgi filmi, animeyi vs karşılaştırmam , karşılaştırma zevzekliğinde bulunmam.. çünkü roman, hikaye veya çizgi öykü ayrı anlatım tarzları olan ayrı ayrı sanat dalları.. ayrıca her insanin düşünme, hayal etme tarzı farklıdır.. kaldı ki herhangi bir filmi çekenle, izleyen her kişinin bazen anladıkları da farklı olabiliyor izlediklerinde.. örneğin edebiyattan benim ecinnilere bakış açımla sizlerinki veya bir başkasının ki bambaşka olur değil mi.. bu yüzden ‘germinal’in filmine küfür edenlerle aşağılayanlara, ‘anayurt oteli’ için ‘ııhıh olmamış’, ‘gölgesizler’ için ‘çok yavan kalmış’ diyenlere sadece gülümsüyorum..

tanju kardeşimizin ellerine, beynine, yüreğine sağlık bize bu filmi kazandırdığı için.. bence bu sene izlediğim en güzel yapımlardan birisi.. tüm ekibinin yüreklerine sağlık.. ‘erhan’ adlı küçük çocuğu oynayan ‘bertan demet ceylan’ gerçekten müthiş bir oyunculuk çıkarmış.. sanki ‘truffaut’ ustamın filmlerinden çıkmış gelmiş gibiydi.. diğer oyunculuklar da iyiydi.. anne ve nüfus memurunu oynayan arkadaşlarımız da gerçekten yaşayarak oynamışlar rollerini.. memur rolündeki ‘beyti engin’ büyük oyuncudur benim gözümde her zaman..  anne rolündeki ‘gökcan gökmen’ de etkileyici bir oyun çıkarmış her şeyiyle hissetmiş ve hissettirmiş rolünü.. baba rolündeki ‘hakan ka’ ise her zamanki gibi oyunculuğunu döktürmüş.. ama anne karakteri daha baskın çıkmış filmin havasını yansıtmada..

kısa film yürek, cesaret isteyen bir alan.. tanju kardeşimiz ekibiyle birlikte çok iyi bir iş çıkarmış.. bize bu filmi haber verdiği için de kendisine teşekkür ederiz.. inanın nereye yetişeceğimizi bilmiyoruz.. bazen bazı yerlere ulaşmamız mümkün olmuyor fakat böyle güzel insanlar bize haber verince nokta atışı yapıp güzel keşiflerde bulunup değerlendirmelerde bulunuyoruz..

ersin karabulut’un öyküsünün de tabii ki ayrı bir etkileyiciliği, özgünlüğü var.. öyküye ve filme abartı ya da fantezi diyenlere sadece dünyaya bakmalarını istiyorum.. cinnet bir dünyada yaşıyoruz.. dünya top yekun bir cinnet hali yaşıyor.. ne ersin’in öyküsü ne de tanju’nun filmi abartıdır..

‘çocuğunuzun son kullanma tarihini kendinizin belirlediği bir dünya’ tasviri abartı mı sizce.. hayır.. bu film dünyaya güzel bir ayna tutuyor..

sadece size birkaç örnek vereyim, kusarak kendinize gelin ve tanju’nun filmini tekrar izleyin..

sadece üç dört haberden örneklerim.. yakın zamanlara ait.. birincisi adana’nın bir ilçesinden.. daha geçen hafta gazete ve televizyon haberlerine konu olan bir olay.. sulama yapan bazı tarım işçileri bir borudan su gelmediğini fark edince yaklaşık on santim çapındaki boruyu tıkandıklarına inandıkları yerden kesiyorlar..

ve ne mi görüyorlar : yeni doğmuş bir bebek cesedi..

kustunuz mu..

ben yazarken de kustum..

gün içinde her aklıma gelişinde de içimde kabaran bir öfkeyle kusuyorum.. nasıl bir şeyler yiyebilecek misiniz uzun bir süre.. bu olayı unutabilecek misiniz.. dileyene haberin linklerini gönderebilirim gerçekliğiyle yüzleşmek isteyen varsa..

evet bu yeni doğmuş bebeyi o sulama borusuna atanlar aramızda yaşayan yaratıklar.. tüylerim diken diken oluyor olay ve gazetedeki fotoğraf aklıma geldikçe..

sarı bir boru..

küçücük..

ah bebem seni oraya nasıl atarlar..

nasıl yürekleri var bu yaratıkların.. hiç mi sızlamaz.. hiç mi yanmaz..

insanlığın iflas ettiğinin en büyük delili oldun sen bebem..

seni oraya atanların yatacak toprağı olmaz umarım..

ikinci olay ise hatırladığım kadarıyla istanbul’da meydana geliyor.. hani eskiden insanlar bebeklerini cami avlusuna bırakırlardı ya.. ya da evlerin kapılarına bırakıp zile basıp kaçarlardı.. ama istanbul’da bazı mahluklar yeni doğmuş bir bebeyi bir çantanın içine koyup bir arabanın altına koymuşlar.. arabanın gariban sahibi gelmiş ters taraftan kapısını açmış, çalıştırmış ve hareket edince bir şeyin üzerinden geçtiğini fark etmiş.. inmiş, durmuş, çantayı açıp bakmış ve yığılıp kalmış açtığı çantanın içindekini görünce..

ölün be insanlık ölün..

gözlerinizden fışkırmıyor mu yaşlar bunları okuyunca ya da duyunca..

ölün ve terk edin bu dünyayı ey ruhsuz vicdansız insanlık..

geberin..

son ses ‘andrea bauer’ çalıyor.. çellonun telleri titrerken ruhum tepeden tırnağa korkuyor.. kendim için değil korkum, gözlerimden yaşlar fışkırırken tüm bebekler ve çocuklar için korkuyorum..

ey insanlar uzak durun çocuklardan..

uzak durun..

uzak..

daha fazla anlatacaktım ama ben de hal kalmadı yazarken..

yazarken yıkıldım tekrar tekrar..

nasıl vicdansızlıktır bu kardeşim.. bana kim anlatmak ister.. faşizmin her türlüsüyle yeniden cirit atmaya başladığı bugünlerde tanju berk’in kısa filmi bizlere ayna tutuyor.. kafalarınızı sabitleyip ekrandan gözünüzü kaçırmadan ve gözlerinizi kapatmadan izleyin ‘eski koltuklar’ filmini.. yüreğiniz yetiyorsa.. ha sakın yanlış anlamayın filmde kan vahşet bir şey yok.. ilginç bir öykü.. güzel bir kurgu.. güzel oyunculuklar ve işte ‘eski koltuklar..’

filmi youtube’dan izleyebilirsiniz, youtube’un arama motoruna ‘eski koltuklar’ ve ‘tanju berk’ yazarsanız filme ulaşabilirsiniz.. ayrıca aynı yerden tanju berk’in diğer kısa filmi ‘inside the door’ filmini de izledim.. bence güzel bir korku gerilim filminin öncülü olmuş film.. vaktiniz varsa bu kısa filmi de izleyin.. tanju berk’in ilerde çekeceği güzel filmlerin sinyallerini veriyor bu filmler.. tekrar kendisine ve ekibine teşekkür ediyoruz.. yüreklerine sağlık..

aynanızla kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ESKİ KOLTUKLAR.. 

 

Eser : ERSİN KARABULUT

 

Yönetmen : TANJU BERK

 

Uyarlama Senaryo : TANJU BERK

 

Yapımcı : TANJU BERK , İSMET ÇAYLI

 

Görüntü Yönetmeni : SERDAR ÜNLÜTÜRK

 

Uygulayıcı Yapımcı :  NAFİZ ÇAYLI, ASLI BERK

 

Oyuncular :

 

Küçük Çocuk Erhan : BERTAN DEMET CEYLAN

 

Anne : GÖKCAN GÖKMEN

 

Baba : HAKAN KA

 

Memur : BEYTİ ENGİN

 

Öğretmen : MEHMET ÇAYLI

 

Sanat Yönetmeni : HÜLYA KELEŞ

 

Ses : BAYCAN AKÇAYÜZ

 

Işık : KUBİLAY ÖZOĞLU, NEJAT UĞURLU

 

Müzik : YİĞİT DENİZCİ

 

Kurgu : ŞENNUR BAYKUT

 

Prodüksiyon : ÇAĞKAN ÇAYLI ,  MUSTAFA ACAR

 

Afiş Tasarım : ÖZKAN ALGÜL

 

Makyöz : AZNİV SIRMA  VARJABEFYAN

 

Kamera Asistanı : FIRAT ÖZBİR, CUMHUR AKSU

 

Set Fotoğrafları : ÖZKAN ALGÜL

 

Çeviri : EDA ÇAYLI

 

Işık Kamyonu : İSMAİL SÜRMELİ

 

Jeneratör :  ATİLLA ŞENGÜL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Acı çekmiş hiç kimse , artık eskisi gibi değildir..’ – Cesare PAVESE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

a short film about love nedense bazı filmleri orijinal isimleriyle değil de benim aklıma yerleştiği imgeleşmiş  türkçe  ismiyle söylemeyi , seslenmeyi  seviyorum..

 aşk üzerine kısa bir film.. evet benim filmimin adı bu…

krzysztof kieslowski‘nin en çok sevdiğim filmlerinden biri… yine istanbul’un o en çok sevdiğim beyoğlu sinemalarında izlediğim günlerden kalan bir hediye..  aralıklı olarak yıllar içinde toplamda 8-10 kere seyretmişliğim var sanırım.. yine de ilk defa  görüyormuş gibi heyecanlanırım.. müziği içimi yakar.. oradaki aşkın acemiliği , naifliği , masumiyeti içimi yakar.. benim filmlerimden biridir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TOMEK .. çocuksu masumiyeti , cesareti , alınganlığı , aşkla çarpan yüreği ve aşkı için yaptıkları.. gülümsüyorum.. ve kendisinden yaş olarak çokça büyük olan bir kadına olan sevgisi , onun yanındaki acemiliği.. ve bizi hiçbir çıkmaza , sorgulamaya , eleştiriye sokmadan , sadece oradaki masum aşkı görmemizi sağlayan  Kieslowski.. çok naif ve bir o kadar da etkili bir filme imza atmış.. aşk üzerine çekilmiş en etkili filmlerden biri..    

ve filmin sonunda yaşanan şey.. aşkın tam kendisiydi.. aşkta roller her an değişebilir.. güçler değişebilir..  evet burada da kadının genç adamın yerini alması.. rollerin değişmesi.. artık genç adamın hayallerinin , kadının hayalleri olması.. yazarken bile yüzümü gülümseten..  aşk üzerine kısa bir film.. her aşk zaten kısa değil midir aslında.. biz çekiştirdikçe çekiştirir , anlamlar yükler , ağlar , zırlar bitmesin diye hep geriye dönüp dönüp baştan almaz mıyız.. ah keşke aşk karşısında biraz gücümüz olsa da onu kaldığı , zorlandığı yerde bırakabilsek.. aşk aşk olarak kalabilse..  biz de biz olarak kalabilsek.. çünkü  acı insanı büyüttüğü , olgunlaştırdığı kadar insanın içinden çok şeyi de alıp götürür.. asla eskisi gibi olamazsınız.. çoğunlukla  ezicidir.. çünkü ateş etrafındaki yakabileceği herşeyi yaktıktan sonra ancak söner..

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sen ne büyüksün Kieslowski.. yönetmenim.. polonyalı deha yönetmen.. bir yorumda rastlamıştım.. bana göre de kaderciliği işler  filmlerinde.. onun filmlerini izlerken kutsal bir resmi geçit vardır gözünüzün önünde.. az ışıklı , soluk renkli , hüzünlü , alaycı tavırlı filmlerini izledikten sonra bir daha aynı olmak imkansız..  küçülür , ufalır ,  sadeleşir , eşit olursunuz…

ve yönetmenin fransız devriminin üç düşüncesi olan özgürlük , eşitlik ve kardeşliğin günümüzdeki anlamlarını sorguladığı , 

üç renk üçlemesinin mavi’ si…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ve yine Juliette Binoche  evet Julie‘nin yaşadığı trajedi , bunalımları , yalnızlık duygusu , çaresizliği , yaşam ile ölüm arasında gidip gelmesi , gidenin ve geri gelmeyecek olanın ardından yaşananlar , Presnier‘in etkileyici müziği..

bugün sabahtan beri aralıklarla  dinlediğim  koma hivron.. ve en sevdiğim şarkılarından :

‘bablisok..’

Hüzünlerimin acısını
Yakınlaştırıyor bana yine
Gönlüm acılar nehri
Hüznüm sen, sevincim sen
Bazen gözlerin
Bazen de rüzgarlar
Öldürüyor beni

Sabah erkenden gönlümün misafiri
Hüzün ..
Gönlümün kıyısında
Umutlar coştu yine
Bazen gözlerin
Bazen de rüzgarlar
Öldürüyor beni..

ve bazen  içimizi kaplayan  iyi duygulara rağmen.. neden bazen bir el uzanır sanki içinizi sıkar ve sıkar ve kurtulamazsınız.. keşke hiç bir şeyi hatırlamasak bazen..

bazen.. daha fazla hatırlamamak için  o anda

hiçbir şey olmak istersiniz..

‘TAFLAN..’

Yazıyorum: Ey , sen , acı. Peki sonra ? ” / “Artık sabahı da kaplıyor acı.”

Cesare PAVESE….

Route Irish.. – KEN LOACH

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ken loach yine yapmış yapacağını.. ‘route irish – tehlikeli yol’ filminde her zaman ki akıcılığını ve kendini seyrettirme başarısını yakalıyor usta yönetmen.. güncel siyasal konulardan , çok vurucu hikayeler çıkarmayı her zaman başaran ustamız , 2010 yapımı son filminde bu kez kamerasını ırak ekseninde yaşanan kirli emperyalist savaşın işgalci ülkelerin kendi topraklarına yansımalarından yola çıkıyor.. çok uluslu şirketlerin kar eksenli ve insana yaşam şansı tanımayan artık apaçık olmuş planlarını gözler önüne seriyor..

liverpool da yaşayan ‘fergus’ ve ‘frankie’ birbirlerini çok seven , çocukluktan beri birlikte büyüyüp , değişik işlerde çalışan iki arkadaştır.. değişik ülkelerde geçen askerlik maceralarından sonra şimdi ise uluslararası özel şirketlerin ırak’ta iş yapan çalışanlarını , bazen de oralara giden patronlarını korumakla görevli paralı asker olmuşlardır özel bir güvenlik şirketinde.. ayrıca gerektiğinde bu şirketlerin önüne çıkan engelleri illegal yollarla ya da ayan beyan herkesin önünde ortadan kaldırıp yok etmektedirler.. bu paralı asker gurubundan bazıları çoğu zaman delirmiş kovboylar gibi ırak kentlerini hallaç pamuğu gibi atmaktadırlar.. önlerine geleni vuran , öldüren , sakat bırakan bu paralı askerler öyle ki bazen kendi arkadaşları tarafından bile tepkiyle karşılanmaktadır..

‘fergus’ , ‘franki’den önce ırak’a gitmiş ve orada çalışmaktadır.. çok para ve güzel yaşam hayalleriyle bu tehlikeli işe girmiştir. ingiltere’ye bir iş için döndüğünde ‘fergus’ , ‘frankie’ye de mutlaka kendisiyle ırak’a gitmesi için teklif yapar.. kazandığı miktar çok caziptir.. bunu ‘frankie’ye söyleyince ‘frankie’ düşünmeden ırak’a gitmeyi kabul eder.. bir nevi ırak’a gitmesine durup dururken ‘fergus’ sebep olur..

ikisi birlikte ırak’ta kelle koltukta para kazanmaya çalışırlar.. ‘fergus’un ingiltere’deki bir tatili sırasında ‘frankie’ şüpheli bir şekilde ırak’ın bağdat kentinde yeşil bölge olarak adlandırılan bölgeye çok yakın ‘route irish’ adlı bir yolda öldürülür..

‘fergus’ bu ölümü şüpheli bulur çünkü arkadaşı böyle bir pusuya düşecek kadar tecrübesiz değildir.. ‘fergus’ bu ölümün arkasında dönen olayları ve sorumluları bulmak için canı pahasına mücadele etmeye başlar.. bu sırada tanıştığı ıraklı sanatçı harim (kuzey ıraklı kürt sanatçı talip resul canlandırıyor bu karakteri) kendisine çok yardım eder.. yavaş yavaş sır perdesini aralayan ‘fergus’ bu sırada ‘frankie’nin kız arkadaşıyla da yakınlaşır..

ken loach yine sıra dışı bir öyküyle karşımızda.. sıradan , klişe senaryolardan her zaman uzak duran ken loach bu sefer savaşın yansımalarını işgalcilerin ülkelerinde kamerasıyla arıyor.. kendisini her zaman izlettirmeyi başaran filmler yapan ve sakin bir tempoyla akıp giden ‘ken loach filmleri’ son iki filmdir (looking for eric ve route irish) tempoyu da hayli yükseltmiş durumda.. ülke ve özgürlük (land and freedom) adlı filminden beri aksiyon ve savaş sahnelerinin en yüksek olduğu filmi bu ken loach’un.. tempolu bir film olmasına rağmen duygusal yönden de kuvvetli bir yapısı var filmin.. sevgi , aşk , dostluk , barış , intikam gibi duygular filmin her anında kendisini hissettiriyor.. en sert sahnelerde bile gözlerinizden yaşlar akabiliyor..

filmin açılışı bana ‘land and freedom’un açılışını andırdı.. vapur sahnelerinin ise duygusal yönden hayli yüksek bir atmosferi ve vuruculuğu vardı..

ken loach usta , benim sinema sevgimi doruğa çıkaran yönetmendir.. ağzım açık izlerim filmlerini.. onlarca kez izlediğim filmlerini sanki ilk defa izliyormuşum gibi izlerim heyecanla..

politik tercihleri nedeniyle bazı sol kesimlerce devamlı mesnetsiz ve sinemasal yönden içi boş iddialarla eleştirilip , yerin dibine batırılsa da ken loach onlara inat her zaman onların ulaşamayacağı kadar yükseklerde ve en iyiler arasında yer aldı ve yer alacak..

stalinist solun karın ağrısı olan ‘land and freedom’ ispanya dramını on yıllar sonra tekrar bu kesimlerin yüzüne vurunca acımadan eleştirilmişti.. ama ken loach , ‘land freedom’dan sonra koparılan fırtınalara , iftiralara , boş eleştirilere aldırmadan film yapmaya devam etti ve her zaman avrupa’nın en iyisi oldu..

işte yine bu filmiyle (route irish) ken loach delirmiş dünyanın insanlığını unutmuş yaşayanlarına nefessiz bırakacak yumrukları salvolar halinde savuruyor..

kanada’nın toronto kentinde ‘route irish’ filminin gösterimi öncesinde yaptığı konuşmada ken loach şöyle diyordu : ‘ırak’taki yasadışı savaş ingiltere ve abd hükümetleri için bir utanç kaynağıdır ve oradaki tüm direnişçiler birer kahramandır.. kanadalılar kesinlikle bu cesur ve prensipli insanlara destek olmakta haklılar..’ işte ken loach bu kadar keskin bir söylemle yine zalimleri teşhir edip , tüm dünyayı mazlumların yanında olmaya çağırmaktadır bu filmiyle..

temposu ve çekimleriyle on numara olan filmde ki oyunculuk da en üst seviyede.. özellikle başroldeki ‘john bishop’ , ‘mark womack’in performansı hayranlık uyandırırken , ıraklı kürt oyuncu ‘talip resul’ oyunculuğunun yanı sıra filmde saz çalıp seslendirdiği şarkıyla da yürekleri dağlıyor..

yönetmen : ken loach

senaryo : paul laverty

müzik : george fenton

görüntü yönetmeni : chris menges

kurgu : jonathan morris

oyuncular : john bishop , mark womack , andrea lowe , trewor williams , stephen lord , talip resul..

yapım yılı : 2010

süre : 109 dakika..

ülkemizde daha önce birkaç film festivalinde gösterilen ‘route irish’ filmi eğer bir değişiklik olmazsa 17 haziran’da türkiye’de sinemalarda gösterime girecek..

kaçırılmaması gereken bir sevgi , dostluk ve kardeşlik destanı olan bu filmi mutlaka izleyin derim.. çıldırmış  dünyada yaşanan katliamlarla , insanlık suçlarıyla tekrar yüzleşmek ve bu yüzleşmeyle birlikte düşen gardımızın üstünden acıyı en çok hissettiğimiz yerlerimize sağlam yumruklar alarak kendimize gelmek ve insan olduğumuzu hatırlamak için güzel bir fırsat..

sinemayla ve gülüşünüzle kalın..’

‘Crockett..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ikizim’e ve bana ‘muadili olmayan insanlar’ cümlesini yazan’a , kalpleri delen ve ruhları ortadan ikiye yaran bir film önerisi : pelikan kanı..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

açık söyleyeyim günde ortalama dört film izleyen bir yaratığım.. bazen bu sayı yediyi sekizi bulur.. son zamanlarda bu sayı üçlere filan indi saçma sapan yoğun tempodan..

dün oturdum izlemediğim yüzlerce film arasından önce inarritu’nun ‘biutiful’unu izledim.. film gerçekten harikaydı , inarritu yine aynı çizgide sağlam adımlarla ödün vermeden ilerliyor.. ‘javier bardem’ yine olağanüstü oynamıştı.. filmin etkisinden kurtulabilmek için mecburen bir aksiyon filmi seçtim.. fransız sinemasının yükselen değerlerinden ‘roschdy zem’in oynadığı ve sağlam bir aksiyon filmi ‘a bout portant’ı (son nokta) izledim.. gerçekten son yıllarda izlediğim en güzel aksiyon filmlerinden birisiydi.. yönetmen  ‘fred cavaye’ 80 dakika gibi kısa bir sürede o kadar çok şey anlatmış ki filmde hayran kalmamak elde değil.. fred cavaye’nin öğrendiğim kadarıyla yönetmen koltuğunda ikinci uzun metrajlı filmi.. senarist olarak birçok filmde de imzası var.. ‘a bout portant’ konusu özgün ve sıkmadan , klişelerden kaçarak anlatıyor ne demek istediğini..  bu iki filmden sonra filmlerin arasında dönüp dururken ‘pelikan kanı’nı çektim.. belki ‘haryy treadaway’ ile ‘emma booth’un çekicilikleri o filmi seçmem de etkili olmuştu..

 filmi attım makineye , dönmeye başladı..

ve daha başlangıcıyla aldı beni içine doğru..

bazen günde 20 tane film atarım makineye ilk beş dakikasından sonra ‘belki bir dahaki sefere’ arşivine gider çoğu.. çünkü sarmaz bazı filmler sizi.. yorar.. ama bu öyle değildi.. daha ilk saniyeden itibaren sizi kuşatıyor bu film..

mutlaka izlenmesi gerekenlerden ‘pelikan kanı’..

yönetmen ‘karl golden’ gerçekten mükemmel bir iş çıkarmış..

gerçek aşkların , aşıkların , sevginin , fedakarlığın filmi..

sadece gerçek aşıklar sonuna kadar izleyebilir çünkü sadece onların yüreğinin gücü yeter bu filmi izlemeye.. günümüzdeki sahte , günü birlik aşıklara aşklara bir şamar atmıyor , pata küte girişiyor film..

ken loach’un kes (kerkenez) filmi sinemaya aşık olmamda en büyük etkisi olan filmlerden birisidir.. o filmden sonra izlediğim en iyi aşk , sevgi , doğa filmi.. ve de en önemlisi ‘kuşlarla’ , ‘kuşçuluk’la ilgili sağlam bir film.. yolda arabalarıyla giderlerken aniden durup gökte uçan amerikan kerkenezini görüp : ‘amerikan kerkenezi ingiltere’de sadece iki tane görüldü..’ diyip çılgınca sevinen , kendilerinden geçen üç arkadaş..

çok geç izledim ‘pelikan kanı’ filmini.. iki gündür buna yanıyorum..

akışı , oyunculuk kalitesi ve en önemlisi müziğiyle de esir ediyor film sizi..

konusunun özgünlüğü de filmi unutulmayanlar arasına sokacak nedenlerden birisi..

ken loach’un kes’ini izleyenler bir an kendilerini o filmin devamı içinde bulduğunu sanacaklar belki de..

annesinin cenazesinin olduğu gün mezarlıktan çıkar çıkmaz kuş peşine düşen ve stevie için her şeyi yapabilecek bir aşık gencin trajik hikayesi..

pelikanların özelliğidir bilirsiniz belki : canlılar içindeki en fedakar canlıdır.. diğer canlılar için bir an bile tereddüt etmeden , düşünmeden kendilerini feda ederler pelikanlar..

acaba nikko mu yoksa stevie mi kelek atacaktır intihar teşebbüslerinin en ciddisinde , şakası bile olmayanın da.. kim bilir..

benim gibi geç kalmışsanız mutlaka bulun izleyin bu filmi..

gülüşünüzle kalın..

 Crockett..

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

pelikan kanı :

 yönetmen: karl golden
oyuncular: harry treadaway , emma clifford , emma booth , ali craig , arthur darvill , babatunde aleshe , christopher fulford , daniel hawksford..
senaryo: cris cole
görüntü yönetmeni: darran tiernan
müzik: niall byrne
süre: 1 saat 35 dakika , yapım: 2010 – ingiltere..

 filmin konusu :

  ‘nikko (harry treadaway) londra’da yaşayan , bir temizlik şirketinde çalışarak geçimini sağlayan 22 yaşında bir gençtir.. nikko’nun en önemli özelliklerinden birisi de ‘kuş gözlemcisi’ olmasıdır..

inişli çıkışlı duygusal hayatında stevie (emma booth) dışında kimseyi sevmemiş , sevememiştir.. ikisi birlikte intihar etmeyi planlamış , birisi kelek atmıştır.. nikko intihar fikrini tek başına gerçekleştirmeye çalışırken kendi ablasını da yanlışlıkla yaralamıştır.. bu olaydan sonra stevie bir süreliğine yurt dışına gitmiştir..

artık nikko’nun hayatında sadece kuşlar vardır.. kimsenin rekorunu kıramayacağı bir şekilde en çok kuş türünü gören insan olmak için ilki arkadaşıyla birlikte kuşların peşinden elinde kamera ve dürbünleriyle dağ , ova , bayır , park , orman gezerler..

 ve bir gün stevie tekrar karşısına çıkar.. olaylar gelişir..’

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmden Alıntılar ve Replikler :

 ‘ben bir zamanlar bir kızla çıkmıştım ve birlikte kendimizi öldürecektik , sonradan anlaşıldı ki birimiz ciddi değilmiş..’

giriş şarkısından :

 ‘kalbim bir an durunca içinde

çarpmayı reddedince

ayaklarımın altında toprağı hissetmiyorum..

ayaklarımın altında..

yalnız başıma odamda

seni hayal ederken

ah daha ne yapabilirim

hala sana ihtiyacım var

ama şimdi seni istemiyorum’

 ‘bütün kuşçular liste tutar , ingiliz listeleri , ülke listeleri , elle beslenen kuşlar listesi.. benim kendi parti parçam : ‘muzun ucundaki yaban ördeği’ydi.. 200 ve başlangıç seviyesini atlatıyorsun.. 300 ve orada biraz nadidelik var ve eh hiçbirimizin 400’ün  üzerini bulacağını sanmıyordum önceden.. şaka kısmı şu o kuş listene girdiği an değersiz olur..’

 

‘çocuk : neler oluyor..

nikko : bir kuşa bakıyoruz , bir beyaz serçe..

çocuk : onunla ne yapacaksınız , öldürecek misiniz..

nikko : hayır sadece bakmak istiyoruz..

çocuk : niye..

nikko : biz bunu yaparız..

çocuk : amacı nedir..

nikko : amacı yok..’

‘bir artı bir , bir eder mi..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bir artı bir , bir eder mi..’

 son zamanlarda izlediğim filmler o kadar iyi filmler oluyorlar ki acaba diyorum sinema sanatı çok mu gelişti ve sadece iyi yönetmenler ve iyi yapıtlar mı fırsat buluyor kendilerine diyorum kendi kendime ya da tesadüf oluyor hep güzel ve sağlam filmlere denk geliyorum.. bilmiyorum artık..

uzun zaman önce ismini duyduğum ancak beş altı gün önce izleyebildiğim ‘incendies – içimdeki yangın’ adlı müthiş ve müthiş olduğu kadar sarsıcı bir filmin etkisindeyim günlerdir.. ilk izlemeye başladığımda yarısında bıraktım , dayanamadım çünkü.. ezildim ağırlığı altında.. ancak kırkıncı dakikalarındaki bir sahnede nefesimin kesildiğini hissettim , kapattım filmi ve dışarı attım kendimi.. geceleyin tekrar başladım izlemeye..

izledim.. izledim.. boğazım kurudu , göğsüm daraldı , kalbim yerinden fırlayacakmış gibi oldu.. hele filmin doruğa ulaştığı sahnelerden birisi var ki orada başrol oyuncusuyla gırtlağımdan çığlık , nefes karışımı bir ses çıktı.. kalbim o anda durdu belki de..

çok hikayeler , yaşanmışlıklar dinledim , okudum , izledim , gördüm , yaşadım.. ama böylesine bir acıya , trajediye rastlamadım.. acı , ızdırap , zulüm , işkence , savaş , ayrılık , aşk , düşmanlık.. bir filmde bu kadar hikaye nasıl anlatılır demeyin ve cesaretinizi toplayıp bu filmle yüzleşin..

fazla bir şey yazmayacağım film hakkında şimdilik.. içimde büyüteceğim bu filmi ve bir gün yazacağım..

‘içimdeki yangın – incendies..’

yönetmen  denis villeneuve , lübnan asıllı quebec’li yazar ‘wajdi mouavad’ın aynı adlı oyunundan uyarlanan bu filmde başrolleri ‘lubna azabal , mélissa désormeaux-poulin , maxim gaudette’ oynuyor..

ortadoğudan bir hikaye.. geçmiş ve şimdiki zamanda bir arayış hikayesi..

‘jeanne ve simon marwan’ kardeşler anneleri ‘nawal marwan’ın ölümünden sonra hem annelerinin son vasiyetlerini yerine getirmek hem de kendi köklerini araştırmak üzere ortadoğu’ya doğru yola çıkarlar..

izlerken insan olduğumdan utandım.. utanıyorum.. ve utanacağım..

geçmeyecek , silinmeyecek , unutulmayacak bir utanç..

insan olma utancı..

‘bir artı bir , bir eder mi..’ – bu replik ve günlerdir içimde kendime ve tüm dünyaya , tüm insanlığa karşı kabaran bir kusma isteği.. bunu bile beceremiyorum içime kusuyorum ve düşünürken diyorum ki insan kökü kurutulması gereken bir canlı..

kendimizi ne güzel avutuyoruz ve ne güzel oynuyoruz rollerimizi..

insanlık yarılmış , çatlamış , insanlık kör bir bıçak gibi  kendisinin üzerine çökmüş kendi kendini boğazlıyor..

aynalara bakamıyorum artık..

kusma hissi başımı döndürüyor..

bir artı bir , bir eder mi..

Crockett..

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmden unutulmaz replikler :

 

‘şemseddin : – nihad yetenekli bir çocuktu.. kısa zamanda müthiş bir savaşçı oldu.. fakat annesini bulmak istedi.. aylarca onu aradı.. sonra nihad ne gördü veya ne ne duydu bilmiyorum.. o sıralar yaşanan deli bir savaştı.. bir süre sonra beni görmeye geldi.. bendne şehitlik için izin istedi.. böylece arayıp da bulamadığı annesi her yerde , ülkenin bütün duvarlarında nihad’ın resmini görebilecekti..’ 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘simon : – bir artı bir iki eder..

jeanne : – ne..

simon : – bir artı bir iki eder , bir etmez..

jeanne : – hey ateşin var..

simon : jeanne.. bir artı bir , bir eder mi..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HAVA DÖNDÜ İŞÇİDEN, İŞÇİDEN ESİYOR YEL

6. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali “1 Mayıs”ta İstanbul, Ankara ve İzmir’de başlayacak.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tüm filmlerde olduğu gibi, 2 Mayıs 2011 Pazartesi günü İTÜ Maçka’da gerçekleşecek açılışta  Bandista’nın şarkılarına eşlik ederek katılmakta ücretsiz.

Festivalle ilgili siteye girip kitapçığını indirebilmek ve işçiye dair filmleri festival öncesi tarayabilmek mümkün.

Türkiye Gazeteciler Sendikası, Kazım Koyuncu Kültür Merkezi, Fransız Kültür Merkezi, SES Ankara Şube’si festivali destekleyen bir çok kuruluştan yalnızca bir kaçı…

Gürül gürül akan bu hayatta bilinci açığa çıkarmak ve işçilerle buluşmak için yapılacak en güzel şey 1-8 mayıs tarihleri çerçevesinde bu festivale katılımdır.

İyi seyirler…

‘HERDEM’

Bu yol hakikate çıkar mı bayım?

“Linha de Passe” (Geçiş Çizgisi), 2008 yılı Brezilya yapımı bir film. Filmin başrol oyuncusu Sandra Corveloni, bu filmedeki rolü ile, 2008 Cannes Film Festivali’nde, en iyi kadın oyuncu ödülünü almış. Film, Brezilya’nın Sao Paulo şehrinde geçiyor. Sanayi şehri olan Sao Paulo, nüfusunun çokluğu ile Güney Amerika’nın en büyük kenti. Ancak mesele bu değil, daha fazlası için google’a girilebilir. Asıl mesele, filme konu olan ana-reis ailenin, Sao Paulo’nun kenar mahallelerinden birinde yaşamaları ve basbayağı yoksulluk/yoksunluk içinde olmaları. Anne Cleuza’un farklı yaşlarda ve farklı erkeklerden olma 4 oğlu var. Beşinci çocuğuna hamile olan anne, kentin iyi semtlerinden birinde oturan, üst-orta sınıf bir ailenin hizmetçisi. Her gün, güneş ile beraber şehrin eteklerinde bulunan gece-kondusundan çıkıp, şehrin merkezine doğru yolculuk yapıyor. Cleuza için emeğin yeniden üretimi, kurulu bir saat gibi, mevcut sosyal sınıflar arasında, günlük sert iniş-çıkışlar ve merkezden çevreye geldiğinde, evine girmeden önce, köşedeki barda bir-iki bira içerek, futbol konuşmak demek.

 Film sıradan insanların, sıradan hayatlarını anlatıyor; ancak hayatlarına temas ederken mübalağa veya olduğundan trajik gösterme gibi tekniklere başvurulmamış. Bu nedenle, filmi izlerken, sık sık kendimi antropolog Oscar Lewis’in, “The Culture of Poverty” (Fakirlik Kültürü) mefhumuyla sahaya çıkmış bir sosyal araştırmacı gibi hissettim. Lewis’in, Meksika ve Sao Paulo’nun kenar mahallelerinden ailelerle yaptığı derinlemesine görüşmelerinden ve katılımcı gözlem yoluyla elde ettiği verileri üzerine kurduğu nosyonu, 1960’larda akademik alanda, yoksulluk tartışmalarında oldukça geniş bir yer tutmuştu. Sonrasında ise, yoksulluğun müsebbibi olarak kurbanın suçlanması (Blaming the victim) veya kuşaklararası geçiş özelliği taşıyan maddi yaşam biçiminden, bir kültür olarak bahsedilmesinin mümkün olup olmadığı türünden tartışmalarla, sosyal bilimin arşivlerine kaldırılmıştı. Ancak bugün, bilhassa Avrupa’da hem akademide hem de siyasette popülerleşen, “sosyal dışlanma” kavramı, yeni yoksulluk yaklaşımının temel unsurlarından biri olarak kabul ediliyor. Sosyal dışlanma, kuşaklararası geçiş özelliğine sahip yoksulluğu yoksunluk olarak ele alıyor. Bunu ilk defa bugünün teorisyenleri söylemiyor elbette. Tanım-tespitin babası,  bir antropolog olan Lewis’dir. Sosyo-ekonomik bir olgu olan yoksulluğun, kuşaktan kuşağa aktarıldığını ve bu bağlamda bir kültür olarak da ele alınabileceğini söyleyen ilk defa kendisi olmuştur. Neyse… Bana ilginç gelen nokta ise, filmdeki ailenin yaşantısının, davranış örüntülerinin vs. Lewis’in “fakirlik kültürü”nün içerdiği önermelerle birebir örtüşmesi oldu. Şimdi ben bu iki noktadan hareketle, Sao Paulo’nun kenar mahallelerinde yaşayan çoğunluğun yaşamlarının benzer örüntülere sahip olduğunu iddia edebilir miyim? Yönetmenin, senaristin ve antropologun oraya has “gerçeklik” hususunda sundukları verilerin uyuşması, bana oranın ve mekânsal olarak oraya ait her bir çoğulluğun gerçekliğini yeterince açık etmiş midir? Her şey mümkün…

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmden kalanlar:

–          Tıpkı sabah duası veya namazı gibi bir ritüel formunda, annenin, her sabah mutfağının tıkalı lavabosunu dolduran pis suyu temizlemek için lavaboyu açmaya çalışması. Sonrasında ise, üst-orta sınıf ailenin, tıkanmayan lavabolu lüks banyosunu temizlemeye gitmesi.

–          Çocuklardan her birinin farklı bir çıkışı, içinde bulundukları çukurdan yırtma yolunu zorlaması. Birincisi, yaşı geçmesine rağmen, iyi bir futbol takımına seçilmeyi zorluyor; ikincisi, kolay yoldan para kazanmayı deniyor (Motosikletle, kırmızı ışıkta bekleyen arabaların yanlarında duruyorlar. Arkadaki arkadaşı, belirledikleri arabanın camını kırıyor ve çantayı alıp kaçıyorlar.); üçüncüsü ise benzincide pompacılık yapıyor; mahalledeki kiliseye devam ediyor ve İsa’ya tutunarak, nesnel koşullarının sert ve soğuk etkisini uyuşturmaya çalışıyor ve son olarak, annenin beraber olduğu bir otobüs şoföründen olan en küçük oğlan, bütün gün otobüslerde vakit geçirerek, kendisi gibi siyah tenli babasını arıyor.

–          Anne, bir gün hizmetçilik yaptığı evde ütü yaparken, evin oğlunun pantolonunun cebinde 20 Peso buluyor. Evin hanımına, parayı bulduğunu söylemeden önce, bir sigara yakıp, bir süreliğine, bir yandan eliyle buruşmuş paraları düzeltirken, diğer yandan paraya yönelmiş uzun bir dalgınlık yapıyor. 20 Peso evin oğlu için, cepte unutulmuş az bir para, ancak bizim oğlanların annesi için, akşam yemeğini zahmetsiz çıkarmak demek.

–          Arabalardan çanta çalarak, derdi maişetini savan oğlanın, bir gün işleri yolunda gitmiyor. Bir dizi aksilik sonrası, bir adama silahını doğrultuyor ve adama cipini o dur deyinceye kadar sürmesini söylüyor. Açık bir arazide duruyorlar, cipin sahibi oğlanın yüzüne bakmadan, ne istiyorsa almasını ve onu öldürmemesini yalvarıyor, tıpkı eliyle tepesine üşüşmüş bir sineği savar gibi. Bizim oğlan, tetiği doğrultuyor ve “bak” diyor, “yüzüme bak.” Göz göze geliyorlar… Bu genel bir tutum herhalde, nedense, farklı sosyo-ekonomik gerçeklikler bir arada bulunmak durumunda kaldıklarında, “üsttekiler” ısrarla “alttakileri” yok sayma, görmezden gelme veya bir masa ya da bir sandalye gibi araçsallaştırma eğiliminde oluyorlar. Sonra, sınıfı yukarı doğru atlayan çoğunluk da, bir zamanlar olduğu şeye karşı aynı kayıtsızlığı gösteriyor. Peki ya, bir gün o üsttekiler, alttakilerin yaşam alanlarında sıkışıp kalırlarsa ne olur, hem de şöyle dört başı mağrur bir gettoda? Dogville bu, ister üst ister alt fark etmez, her kesimden sınırsız ve sayısız müdavimi vardır ve elbette, faşizmle, yalan ve sahte ile beslenir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

–          Son olarak ise, benzincide pompacılık yapan, İsa-sever oğlanın hali. Başta, pompacı oğlan kendisine, olumsuz ve kısıtlayıcı nesnel koşullarına karşı bir dayanak noktası olması umuduyla, merkezin ve egemenin kilisesinin İsa’sına sığınıyor. Yoksulluğunu üzerinden, zenginleşerek çıkarmak gibi açık bir niyet yok ortada. Daha çok, “Din, halkın afyonudur.” önermesi tecelli ediyor. Sonra, ne olursa oluyor, bizim oğlan bakıyor, engelli bir kadın, bir ayin sırasında, “İsa’nın mucizesi” olarak yürümesi telkin edilirken mesela, yürüyemiyor. Rahip, hemen “inanç” diyor, “yeterince inanmamız lazım.” Yok ya, hadi bakalım, kurbanı suçlama mekanizması burada da devreye giriyor. Ya bana inanmayan İsa’nın kendisiyse ya da İsa ile benim aramda, bu şekilde formüle edilen bir ilişki yoksa aslında… Ve siz sayın bayım/rahip, merkezden/egemenden beslenen söyleminizle, bana gerçek yaşam koşullarımla veya gerçeklikle aramdaki ilişkiye dair yanlış/çarpıtılmış bir tasavvuru dayatıyorsanız, hem farkında olmaksızınolarak hem de sürekli olarak “hakikat” sözcüğünüzle ruhumu iğdiş ederek? Neyse… Pompacı oğlan, bu arada parasını çalan kardeşi, parasını kardeşine çaldırdığına inanmayan patronunun onu işten kovması ile kırılma noktasına ulaşıyor ve bunu patronunu döverek deklare ediyor. Günün sonunda “yolu kaybediyor”; ertesi günün sabahında, yolu tekrar kilisenin İsa’sı ile kesişiyor ve topluca iştirak edilen nehirde vaftiz eyleminden sonra cemaatten kopuyor. O bir gecenin sonunda, pompacı oğlan aydınlanıyor, kafası karışık ama olsun. Tek başına ağaçların arasında, patika yolu takip ederken, “Yürü, sadece yürü” diye tekrarlıyor kendi kendine, tıpkı Bab’Aziz gibi, çünkü henüz bilmiyor: “Yürü! Yürüyenler yollarını bulacaktır. Sadece yolda olmak yeterlidir!”

 Bu filmin ardından, Kurosawa’nın “Rashomon”unu ve Sidney Lumet’nin “12 Angry Men”ini (12 Kızgın Adam) izledim. Böylelikle bir kez daha gördüm ki, sevdiklerim bizzat gerçeklik, gerçeklik eleştirisi ve gerçekliğin sorgulanması üzerine olanlar. Her iki filmden de kalan şu ki, gerçek ya da gerçeklik dediğimiz, nereden bakıyorsak oraya göre değişiyor, tıpkı Marx’ın sözü gibi: “Bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür.” Ammawelakin nereden bakarsak bakalım yine de biz onu kuşatamıyoruz, tıpkı “12 Kızgın Adam” filmindeki Henry Fonda’nın oynadığı karakterin ağzından döküldüğü gibi: “Olayı nereye çekerseniz çekin, önyargı gerçeği hep saklar. Gerçek ne sahiden bilmiyorum? Kimsenin gerçekten bilebileceğini de sanmıyorum.” Sonu olmasa da, durum hep bilinemezlikten yana olsa da, yapılabilecek tek şey, gerçekle aramızda her ne var ise, önyargı, çıkar, kabul, acı vs. yıkarak yürümeye devam etmektir belki de. Belki de, Rashomon’daki siyah cüppeli karakterin dediği gibi: “Hayır, ben insanlığa inanıyorum. Dünyanın cehenneme dönmesini istemiyorum.” Son iyi insan da yeryüzünden silininceye dek, insanlığa olan inancı diri tutmaya çalışmaktır. Bilmem, belki de?

 ‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İÇİNDEN İSTANBUL GEÇEN FİLMLER 2 (Zamanda Sürgün)

Hırsız/ 1965
İzmir’de Tariş fabrikalarında muhasebecilik yapan Osman Türker’in (Sadri Alışık) İstanbul’a ilk geldiğinde Sultanahmet silüeti önünde sigara içtiği sahne dikkate değerdir.

 

 

 

 

 

 

 

Sevmek Zamanı / 1965
Büyükada, Belgrat ormanı ve Maslak’ın 65 yılındaki görüntüsüyle karşılaşmanın bizi şaşırtacağını söylemeliyim.

Bir insan bir resme aşık olabilir mi?
Aşk bazen, hayalini kurduğumuz ama gerçeğine dokunamadığız bir resimdir belki de.
Uzun vakitler sinemalarda gösterilme şansına erişememiş, başlı başına bir yazı konusu olabilecek Metin Erksan yönetmenliğindeki filmden bir alıntı yapmak isterim;

“Sen dostlukların, aşkların kolay mı kurulduğunu, kolay mı sürdürüldüğünü sanıyorsun? Resminle aramda ne kadar uzun zamanlar geçti. İlk karşılaşmamızı dün gibi hatırlarım. Birden bana iyilikle, sevgiyle bakan bir yüz gördüm. Elbiselerim eskiydi, kirliydim, sakallarım uzamıştı. İnanamadım… O insanca bakışı bir daha göremem diye bir daha resme bakmaktan korkuyordum. İkinci kere zorlukla baktım resmine. Gene iyilik, gene sevgi vardı gözlerinde.” – Boyacı Halil

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ah Güzel İstanbul / 1966
 1970’lerin gecekondulu, dolmuşlu, işportalı şehrine geçişi yaşayan İstanbul’u izliyoruz perdede.
Garip bir tadı vardır bu filmi izlemenin, eskimeyen bi tad. Bogaziçi vardır fonda.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Balatlı Arif / 1967
Balat’taki çekimlerinde semt sakinlerinin de yer aldığı filmin diğer mekanı Arif’in (Yılmaz Güney) at arabası ile turladığı Karaköy’dür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vesikalı Yarim / 1968
Kahramanlarımız gibi İstanbul’da sessizdir filmde. Yönetmen Ömer Lütfi Akad’ın “Filmi izleyin, dokunuyorsa size, kalbinize o kadarla yetinin” dediği film Yeşilçam’ın en duygulu yapımları arasındadır. En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Portakal alan yapımda Beyoğlu’nun arka sokaklarıyla yüzleşiriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

Katip (Üsküdar’a Giderken) / 1968
Konusu, mekanları, kostümleri ile tam bir İstanbul filmidir. Filmde çokca kullanılan diğer bir mekanda Beylerbeyi Sarayı’dır. Üsküdar’da ise eski Osmanlıca levhalar dikkatimizi çeker.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ah Müjgan Ah / 1970
Mutlu sonla bitmeyen en gerçekçi, samimi türk filmlerinden biridir.Başrolde İstanbul’un yanısıra sınıf atlama özlemi gibi alt metinlerde işlenmiştir. Müjgan ve Hüsnü’nün hikayesi, Sadri Alışık’ın bir başyapıtıdır. Ah Güzel İstanbul bu filmin başka bir versiyonu gibidir. Sevmeyen yok gibidir bu filmi. Anımsatmak niyetine;
“param olsaydı aşkım kalırdı
seve seve yanımda benimle yaşardı.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘HERDEM’

İKİ BACAKLI AT (TWO LEGGED HORSE / ASBE DU-PA..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİ BACAKLI AT (TWO LEGGED HORSE / ASBE DU-PA..)

 ‘iranlı başarılı genç bayan yönetmen samira makhmalbaf’ın iki bacaklı atı’nı izlemeyen var mı aranızda hala.. tabi bu filmi izlemek biraz güçlü bir kalp ve sağlam bir psikolojik yapı gerektiriyor.. sizi yıkıcak kadar sert , acı dolu ve umutsuz bir film..

dün ulus baker’in yazılarını okurken samira makhmalbaf’tan bahsedince ‘iran sineması’ üzerine olan bir yazısında açtım dvdyi tekrar izledim filmi..

filmi sanki ilk defa izliyormuşum gibi etkiledi yine..

iran sineması filmlerinin eskimezliğini bir türlü anlayamıyorum işte bu yüzden.. kaç kere izlersen izle herhangi bir iran filmini sanki ilk defa izliyormuşsun gibi çiviliyor perdenin karşısına seni..

değindiği konulardan mı  , oyuncuların kabiliyeti mi , yönetmenlerin başarısı mı , iran’daki politik baskı ve şiddet mi ya da iran’ın suyundan mı bilmiyorum , bulamıyorum bunun cevabını.. aklım hiç kavrayamıyor bazı şeyleri.. bir ülke sinemasının bu kadar sarsıcı ve güçlü olmasının sebebi nedir.. anlayan varsa anlatsın , yazsın , öğretsin bana lütfen..

kötü bir film izleyemeyecek miyim ben bu ülke sinemasında.. var mı kötü film.. izleyeniniz oldu mu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yönetmen samira makhmalbaf’ın ‘iki bacaklı at’ filminin senaryosu da kendisi gibi ünlü bir iranlı yönetmen olan babası ‘mohsen makhmalbaf’a ait..

samira makhmalbaf bu filmi nasıl çekmeye karar verdiğini ve çekerken neler yaşadığını şöyle anlatıyor bir röportajında : ‘bir sabah babam elinde bu filmin senaryosuyla geldi , oku ve istersen filmini yap dedi.. senaryoyu okudum ve şok oldum.. neden bu kadar acı, öfke dolu , şiddet dolu ve umutsuz bir senaryo diye sorduğumda babam şöyle cevap verdi ‘iran’da yaşıyoruz ve bu güç politik sosyal durum içinde benden daha farklı nasıl bir senaryo bekleyebilirsin ki..’

daha sonra günlerce kabuslar yaşadım bu senaryo ile.. sabahları gözlerimi açtığımda ise hala beynimde ‘iki bacaklı at’ın kabusu devam ediyordu.. bir sabah uyandım ve kendime haykırdım görmüyor musun çevrendeki tüm atları ve onların sırtındaki sürücüleri ve karar verdim bu filmi yapmaya..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

makhmalbaf şöyle devam ediyor filmini anlatırken : ‘film afganistan’da çekildi.. orada yaptığımız araştırmalar sonucu oradan yerel çocukları seçip onlarla birlikte çalıştık.. filmdeki bacaklarını kaybetmiş olan çocuk gerçekten savaşta bacaklarını kaybetmiş bir çocuk.. diğeri ise yoksulluk içinde araba yıkayarak geçimini sağlayayan bir genç çocuk.. tüm afganlı çocuklar gibi çok yoksul ve perişan bir yaşamları içinde türlü çileler içinde yaşıyorlar.. filmde rol yapmıyorlar belki fakat hayatlarından kesitler ortaya koyup , filmde yaşıyorlar adeta..’

filmin konusu gerçekten çok etkileyici.. bize nasıl iki bacaklı atlar olduğumuzu gösteren , suratımıza haykıran bir film.. çoğumuz sırtımızdaki sürücüleri bile göremiyoruz , farkına varmıyoruz.. oysa filmde en azından ‘mirvais’ adlı delikanlı sırtındaki ‘sahibini’ görüyor , onunla güçte olsa konuşuyor..

‘mirvais’ yoksulluk içinde eski bir tuğla fabrikasının bacalarının kalıntıları içerisinde yaşamaktadır.. ne annesi ne babası ne bir akrabası vardır.. yaşlı bir adamın meydanda ‘günde bir dolar para kazanmak isteyen beni takip etsin’ diye çığırtkanlık yapması üzerine adamın peşinden diğer onlarca çocuk gibi koşar.. bir evin avlusuna girer çocuklar.. orada kendilerini işe girebilmek için zor bir sınav beklemektedir.. verilecek iş savaşta annesini ve kendi bacaklarını kaybetmiş on yaşında bir çocuğu sırtında okula getirip götürmek ve ona diğer ihtiyaçlarında yardımcı olmaktır.. ancak işe girmeye çalışan çocuklar içindekli en hızlı koşanı ve çocuğun en çok rahat edeceği birisi olacaktır.. ‘sahip’ konumundaki çocuk sırasıyla işe girmek isteyen çocukların sırtına oturur.. kimisi yavaştır , kimisinin de kemikleri ona yaslanırken rahatsız eder.. sonra sıra birden ‘mirvais’e gelir.. konuşma güçlüğüne sahip ‘mirvais’ çok hızlı koşmakta ve ‘sahip’ onun sırıtında çok rahattır.. böylece işe ‘mirvais’ alınır ve film işte orada başlar.. iki çocuk arasındaki sahip-at ilişkisi ilerleyen süreçte film , dehşet ve acı sahnelerin yaşanacağı ve insanlığımızdan utanacağımız , kendimizi sorgulayacağımız ve arkamızı dönüp kendi sırtımızda kimin olup olmadığına bakmak zorunda kalacağımız boyuta taşınıyor.. hele bir sahne vardı ki orada kalbime çakıldı tüm çiviler her izleyişimde.. film boyunca  ‘mirvais’in çektiği tüm acıları , umutsuzluğunu sonuna kadar hissettim , yaşadım..

yukarıda da yazdım eğer hala izlemediyseniz bu filmi ve yüreğiniz yetiyorsa ‘aynaya bakmaya’ bulun ve izleyin samira makhmalbaf’ın 2008 yapımı bu filmini.. ve filmde oynayan erkek çocuklar ‘ziya mirza mohamad’ ve ‘haron ahad’ ve kız çocuğu oynayan ‘gol-ghotai’nin oyunculukları karşısında ise ne kadar şaşırsanız az olacak..

 filmle ilgili çok önemli bir anekdot anlatarak yönetmen samira ve babası mohsen makhmalbaf’a saygılarımızı sunalım..

bu iki usta binbir zorluk , engel ve yoksulluk altında bu filmi çekmeye çalışırken filmin çekildiği mekanlardan bir tanesinde çekimler sırasında etraftaki çatılardan birinden setin ortasına bir bomba atılarak saldırı düzenleniyor..

saldırıda oyunculardan bazıları yaralanırken , çekimlerde kullanılan at ve eşeklerden bir kısmı can veriyordu..

savaş kurbanı bir çocuğun yine savaş kurbanı bir çocuğu canlandırdığı filmin setine bombalı bir saldırı.. ne kadar acı değil mi..

saldırının direk ‘makhmalbaf’ ailesini hedef aldığı çok açıkça biliniyordu.. sinemanın güçlü dilinden korkan , beyinsiz , örümcek kafalı savaş bezirganı kan içicilerin bu saldırısına rağmen yönetmen samira makhmalbaf ve babası hayatları pahasına korkmadan filmi tamamlayıp bizlere kazandırdılar.. filmi izlemeden sadece bunun için bile bu iki sinema ve sanat insanına ne kadar saygı duysak ve  teşekkür etsek azdır..

hepiniz sinemayla ve gülüşünüzle kalın.. ha arada sırtınızı kontrol etmeyi de unutmayın..’

 Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

EN GÜZEL ÇOCUK…

 

 

 

 

 

(Fotoğraf: “Babam İş Gezisinde” filminden.)

 

 

 

EN GÜZEL ÇOCUK…

 Saat: 01:13 / Film Sonrası…

çingenelerin beyaz perde faslı diyince aklıma ilk ve tek gelen isim Emir Kusturica’dır. 7/24 sinema yada kitapla geçen günlerimde iki gündür emir kusturica filmleriyle haşır neşirim. Dün “Ak Kedi Kara Kedi” filmini ne kadar kahkahalarla karşılamışsam , Babam İş Gezisinde bir o kadar hüzünlendirdi beni. Çocuk gözüyle anlatılan filmlerde ilk sıraya bu filmi koyuyorum. gözlerim hala yanıyor…

Kız arkadaşının hastalığından kaynaklı vedalaşmak durumunda kaldıkları gecede arabanın önündeki diyalogları , babası ile annesi tartışırken koşarak annesine sarıldığı an , uyur gezerlik maceralarında bakalım nereye gidiyoruz diye beni merakta koyan uyku seremonileri…

Çok sevdim ben Malik’i. Onunla beraber camekandan satın almayı planladığımız topa bakmayı hayal ettim ya da şiir okuyamamasından sonraki omzuna yaslandığı kişi olmayı… Ve kocası için bir çok şeyi göze alan anneyi de. sanırım uzun süre hafızamda yer edecek bu film. gözlerinizi kapatıp müziklerine de verebilirsiniz kendinizi…

Şöyle bir karıştırırken gördüm ki Cannes’te Altın Palmiye ödülüne layık görülmesine de hiç şaşırmadım. Bu arada yapmam gereken açıkçası yoluna koymalıyım dediğim bir şeyi hatırlattı bana…

Ak Kedi Kara Kedi ise eğlenceli, hayatı hafife alan ve bir romanda adı gecen kahramanlarmış gibi duran çingenelerin öyküsü. Aklımda deniz ortasında sahilden ısmarlanan dondurmayı getiren gencin çabası , düğünleri şenliğe dönen insanlar , kaçan gelin , sevinen damat , ölüp dirilen dedeler , boka düşen çirkin adam ve mutlu son… (Kedilerle hiç aram yoktur, sevmem ama bu filmde hiç de sevimsiz gelmedi siyah-beyaz çiftimiz bana.)

Kusturica ne kadar mizaha vursa da işi, çocuk gözüyle bakıp yumuşatmaya çabasına girse de bende derin izler bırakan bir adam. Üniversite yıllarımda izlediğim Çingeneler Zamanı’nın bazı kareleri hala aklımdadır örneğin.

İyi ki varsın sinema ve Kusturica.. Çoğalttı beni.

 

‘HERDEM’