Archive for the ‘Başyapıt / Sinema’ Category

BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA..

01 Ocak 2010, Cuma

‘yeni yıla girdik.. bugün öğleden sonra normalde pek yapmadığım şekilde, adeta yılların yorgunluğuyla, yatağa uzandım.. öylece elbiselerimle birkaç saat uyuyakalmışım.. gözlerimi açtığımda çok tuhaf hissettim.. deyim yerindeyse, yeni bir algılama biçimine uyanmışım gibi geldi.. öyle güzeldi ki.. sessizliğin içinde gözümün önünde flu bir şekilde hareketsiz duran odamın nesneleri beni sonsuz bir şefkatle kuşatıyor gibiydi.. beynimde farklı bir algılama düzeyinin kapıları aralanmış gibiydi.. bir saat kadar daha orada öylece gözlerim açık olarak yattım.. gözlerim flu kitapların üzerinde öylece dolanırken kitaplardan biri usul usul netleşti.. ne zaman aldığımı ya da oraya nasıl geldiğini bile hatırlamadığım bir kitap adeta bir vahiy gibi varlığını bana gösterdi.. yalçın koç’un yazmış olduğu ‘anadolu mayası’.. yalçın koç yanlış hatırlamıyorsam boğaziçi üniversitesi’nde okurken kendisinden bir iki ders almış olduğum biri.. kitabı öylesine okumaya başladım.. 20 sayfa kadar su gibi okudum.. algılarım o kadar açıktı ki.. bu açıklık hayattan öyle derin bir haz almamı sağlıyordu ki.. yaşadığımız hayat ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, onu algıladığımız oranda onu yaşadığımız gerçeğini derinden duyumsadım.. hayat, kendi irademiz dışında bile değişecek olsa algılama şeklimizin de ona bir şekilde ayak uyduracağını kabul etmek lazım.. hayatın bir şekilde yavaşlaması algılama gücümüzü nasıl da arttırıyor.. çok hızlı yaşadığımız için yaşadığım hiçbir şeyin hazzının layıkıyla duyumsanmaması değil, aynı zamanda acı vermesi gereken bir durumun da daha doğru dürüst varlığını hissettirmeden başka bir olay tarafından unutturulması söz konusu oluyor.. algılarımızın keskinliğini arttırmak için hayatımızın temposunu düşürmemiz gerektiği aşikar.. neden yavaş tempolu filmleri sevdiğim ve böyle filmler yapmak istediğimin nedenleri de buralarda yatıyor zaten.. bugün uyandığımda varlığını hissettiren ruh hali, ancak nazlı bir yavaşlık temposu içinde ortaya çıkabilir çünkü..’

NURİ BİLGE CEYLAN

 

‘BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA, KURGU GÜNLÜĞÜ..’, NURİ BİLGE CEYLAN, ALTYAZI Aylık Sinema Dergisi Yayını, Ekim 2011, 40 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(büyük usta nuri bilge ceylan’ın ‘bir zamanlar anadolu’da filmine sinemada hâlâ gitmeyenler için son günler olabilir çünkü yavaş yavaş gösterildiği sinemalarda gösterimden kalkmaya başladı mesela istanbul’da şu anda sanırım sadece iki sinemada oynuyor.. sinemada izleyin 14 oyuncunun 14’üne birden hayran kalın derim, kaçırmayın.. crockett..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yaşasın sinema..

‘yaşadığımız cinnet ortamında bir gün  bana da sıra gelecek diye beklerken sığınaklarımdan biri olan sinemaya iyice boğdum kendimi.. bu aralar  ‘peter sellers, blake edwards , louis de funes, julio medem, fernando solanas’ üzerine çalışma yaparken bir yandan da deli gibi film izliyorum..

kısa filmler arasında gezinti :

sinema üzerine çalışmalarım sırasında sinema emekçisi bir kardeşim tarafından bana verilen onlarca yeni kısa filme de göz atma fırsatım oldu.. gerçekten çok değişik ve zeka ürünü üretimlere rastladım aralarında.. ama çok kötüleri de vardı.. kamerayı çalıştırıp iki sis, bir ışık ve yürüyen bir insan figürü koyup arka planda da bilinen bir klasik müzik ya da tanınmış film müziği çalınca iyi bir film yapacağını sanan arkadaşlar var.. şevklerini, umutlarını kırmamak için isim vermiyorum.. ama izlediğim kısa filmler arasında bir film var ki onu burada es geçemeyeceğim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu film ‘fırat yavuz’un ‘toros canavarı’ adlı kısa filmi.. gerçekten on numara bir film.. özgün senaryosu, tekniği, kurgusu ile çok çarpıcı bir konuya, çok değişik bir yaklaşım getirmiş fırat yavuz.. benim de bir zamanlar gördüğüm anda irkildiğim ‘toros’ marka otomobillerle ilgili bir film.. camları siyah kaplıysa eğer korkunuza korkular katan arabalar.. 1990’lı yılların adam kaçırma, faili meçhul ve gözaltında kayıplarının büyük çoğunluğunun gerçekleştirildiği araçlar bunlar.. fırat yavuz bu konu üzerinden güzel bir senaryoyla çok özgün bir çalışma yapmış.. kendisini buradan kutlarken aylak adamız olarak teşekkürlerimizi sunuyor ve her zaman takipçisi olarak ürünlerinin arkasında ve destekçisi olduğumuzu belirtiyoruz.. izlediğim kısa filmler arasında anlatmak istediğim başka filmler de var ama onlar başka zamana.. şimdi daha önemli uzun metrajlı filmlere geçelim..

‘press’ :

son süreçte izlediğim filmlerin sayısını hatırlamıyorum ama hepsini isimleriyle, konularıyla hatırladığıma göre hep kaliteli, güzel yapımlar izlemişim..

sinemada izlemeyi kaçırdığım sedat yılmaz’ın ‘press’ini o günleri tekrar yaşayarak izledim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sedat yılmaz 1990’lı yıllarda ‘özgür gündem’ gazetesini baz alarak muhalif gazeteci olmanın sonuçlarını yaşananlardan, gerçek olaylardan kesitler sunarak çok güzel bir iş çıkarmış bence.. oyuncuları öncelikle tebrik etmek istiyorum.. en ufak rolde bile özenle çalışıldığı görülüyor.. birçoğunu daha önceki kazım öz’ün ‘bahoz’ filminden de hatırlıyoruz.. ‘özgür gündem’ gazetesinin diyarbakır bürosunda çalışan 7 kişinin başından geçenleri anlatan sedat yılmaz o günlerin ortamını sinemanın kullanabildiği tüm imkanlarından faydalanarak anlatmaya çalışmış..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kaybedilen, infaz edilen, işkenceler, tehditlerle yıldırılmaya çalışılan, hapislerde çürütülen gazeteciler, gazete dağıtımcıları, gazete bayilerinin hayatlarından kesitler filmin her saniyesinde teker teker kalbinizin ortasına bir kor gibi düşüveriyor.. filmi izledikten bir süre sonra filmle ilgili eleştirileri  okudum.. yine bazıları acımasızca infaz etmiş filmi.. üzüldüm.. oturdukları yerden o kadar kolay harcıyorlar ki harcanan emekleri, alın terini inanamıyorum.. ‘sedat yılmaz’a da buradan teşekkür ediyorum bu cesur ve özgün filmi için.. kendisinin yeni üretimlerini sabırsızlıkla bekliyoruz..

‘behzat ç. – seni kalbime gömdüm..’ :

onlarca filmin arasından bu yazıda değinmeden geçemeyeceğim bir film daha var : ‘behzat ç. – seni kalbime gömdüm..’ bu filme daha sonra ayrıntılı bir şekilde değineceğim fakat burada birkaç cümle de olsa değinmek istiyorum çünkü filmin de, ekibin de üzerine o kadar gidiliyor ki bu aralar artık yapılan eleştirileri aklım almıyor.. elbirliğiyle yok etmeye çalışıyorlar ‘behzat ç.’ karakterini.. çünkü türkiye televizyon tarihinde daha önce yaratılamamış, daha doğrusu yaratmaya cesaret edilememiş bir karakter çıkartıldı ortaya.. hele filmin yapımcılarının inisiyatifinde olan ‘van depremine ilk günlük hasılat yardımı vakasından’ yola çıkarak öyle bir yüklendiler ki ‘behzat ç.’ye dedim bu sefer nefesini keserler yapımın..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hele hele bu eleştiriler arasında sol çevrelerden bazı dergilerde ‘behzat ç’nin neden polat alemdar ve deli yürekten farkı yoktur’ gibi yazıları okuyunca kafayı yiyorum.. ya arkadaş yazılarınızı vaktimi harcayarak okuyorum, sonra dönüp tekrar okuyorum,  tekrar ve tekrar.. inanamıyorum.. dizinin bir iki bölümünü izleyerek ya da yarım yamalak izleyerek eleştiri yapıyorsunuz.. 38 bölüm ve bir sinema filmi çekilen bir yapımı iki bilgi kırıntısı ve kulaktan dolma bilgilerle yerin dibine gömüyorsunuz.. yüzlerce insanın emeğini hiçe sayıyorsunuz.. nasıl bu kadar pervasız olabiliyorsunuz anlamıyorum.. daha önce bunu kendinden menkul özgürlük anlayışları olan bir sol çevrenin yayın organında ‘kaan arslanoğlu’ usta yapmıştı.. ‘behzat ç.’ konulu yazısına karşı yazdığım eleştiri yorumunu nedense yazının altına koyma yürekliliğini ne kendisi ne yayın organı gösteremedi.. ve bu yazısına kadar sayın ‘kaan arslanoğlu’nu o kadar sevip, eserlerini (hem kitaplarını, hem blogundaki, hem de değişik yayınlardaki yazılarını) merakla takip etmeme rağmen bu yazısı ve yorum yazıma karşı verdiği tepkiyle yıkıldım.. sayın kaan arslanoğlu ne farkınız kaldı diğer düdük çalınca hizaya giren medya mensuplarından.. hala bir özür bekliyorum.. ama önce yazısından dolayı ‘behzat ç.’ ekibinden.. kaan arslanoğlu bu yazısında iki, yada üç bölümünü izlediğini beyan ettikten sonra veryansın ediyor diziye..

ya el insaf kardeşim.. türkiye televizyon tarihinde hangi yapım daha önce gözaltında kayıplardan, hrant dink cinayetine, devlet kurumlarındaki değişik illegal derin yapıların örgütlenmesinden, kot işçilerinin yakalandığı silikosiz hastalığına, derin devlet yapılanmalarının işlediği cinayetler, suikastlardan ve daha birçok el yakan, yaşam söndüren, cesaret isteyen konulara kadar işlemiş, deşifre etmiştir söyler misiniz..

eleştirmek çok basit : dizinin birkaç bölümünü izle.. ‘behzat ç.’ iki tokat atıyor, bir iki küfür çakıyor, bir iki bayanı öpüyor diye vay efendim faşist polis tiplemesini halka benimsetiyor, sevdiriyor.. ya arkadaşım ne yapsalardı dövmeyen, sövmeyen, sevmeyen, öpmeyen bir polis tiplemesi koysalardı bu sefer de hiç gerçekçi değil diyecektiniz.. ne yapsınlar yani nasıl bir şey istiyorsunuz anlamıyorum.. ortaya karışık mı.. ‘stockholm sendromu’ tanısı koyan bile oldu ‘behzat ç.’ karakterinin sevilmesine (özellikle de sol düşünceye inanan insanlar arasında) neden olarak..

geçenlerde yine agora yayınevinin çıkardığı ve devamlı takip ettiğim ‘mesele’ dergisinden bir arkadaş yerden yere vurmuş diziyi.. ve yine doğru dürüst izlemeden kıymış, biçmiş bütün yapıma.. ve eklemiş ‘deli yürekten ve polat alemdardan farkı yok..’ yok canım, yok ya bana kalırsa kanuniden de, bihterden de, difteriden de, depremden de farkı yok dizinin.. derhal yayından kaldırılmalı.. cümbür cemaat ‘arka sokaklar’ dizisini izlemeli herkes.. kusuruna bakmayın siz behzat’ın..

ya insaf edin diyorum tekrar.. beğenirsiniz beğenmezsiniz ama bu bir edebi eserin ekrana uyarlanmış hali.. sizin keyfinize, politik görüşlerinize göre şekillenecek değil.. ve okuyan, eleştiren (ama öyle bir iki yaprak çevirerek, bir iki bölüm izleyerek değil tüm eseri okuyarak, yapımı görerek, izleyerek  eleştiren) kitleler zaten kitaba da, diziye de, filme de yeterince destek ve yapıcı eleştiri getiriyorlar rahat olun.. sizin yüzlerce insanın emeğini bir iki bölüm izleyerek yok saydığınız ve acımadan yerin dibine batırdığınız dizinin her bölümü 90’lı yılların kayıplarını, yargısız infazlarını dile getirmeye devam edecek ve birilerini rahatsız etmeye devam edecek..

‘behzat ç. seni kalbime gömdüm’ filmine gelince diziden dolayı filmden bayağı bir beklentiye girdi insanlar.. polisiye bir hikayeden bir sinema şaheseri çıkmasını umanlar dizinin uzun ve sinemasal öğelerle desteklenmiş bir halini görünce hayal kırıklığına uğradılar.. ne bekliyordunuz.. bir ‘tarantino’ filmi mi.. ‘behzat ç.’ dizisinden elbette farkı olmayacaktı.. sadece tek bir hikaye ekseninde biçimlenen uzun bir sinema filmi..

hayır filme yapıcı eleştiriler gelse deseler ki filmdeki konuya yedirilmiş ‘araba reklamı’ çok sırıtmış ve rahatsız etmiş dense, sahneler arası geçişlerde kopukluklar var, bazıları çok acemice olmuş dense yanmayacağım ama yok, yapıcı tek bir eleştiri yok..

şimdi de bazıları seyirci sayısından vurmaya çalışıyor filmi.. yok efendim beklenenin çok altında kalmış.. 500 bin kişiye yakın kişi izlemiş şimdilik filmi, belki daha fazla.. daha ne istiyorsunuz.. aylarca reklamı yapılan abuk sabuk komedi filmlerine mi yetişmeliydi rakam.. neymiş ‘anadolu kartalları’ filmine geçilmiş gişede.. tüh be yazık yenildik desenize, nasıl da yendiler bizi tühhhhhhhhhhhh.. gülüyorum be kardeşim bu eleştirilere..

filmi ayrı ayrı zamanlarda iki kere izledim, ‘behzat ç.’ yine aynı.. kaldığı yerden devam ediyor.. bu sefer ‘red kit’ adlı karakterin işlediği cinayetleri çözmeye çalışıyor.. seksenli yıllarda anne babası ve kız kardeşi derin devletçe infaz edilen ‘red kit’ pervasızca intikam peşinde koşuyor, behzat ve ekibi de onu yakalamaya çalışıyor.. film konusuyla zaten ilgi çekici.. oyunculuk üst düzeyde.. ekibin olağan kadrosu yine işlerini çok iyi yapmış.. ama bu filmde ‘kolsuz ahmet- süleyman’ karakterini canlandıran ve birçok dizi ve sinema filminden tanıdığımız (özellikle serdar akar’ın ‘bar’da filminden) ‘hakan boyav’ filme esas itici gücü veren karakter olmuş..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

açık söyleyeyim filmin konusunda ‘behzat ç.’den sonraki en önemli karakter olan ‘tardu flordun’un canlandırdığı  ‘red kit’ karakteri ‘kolsuz ahmet-süleyman’ karakterinin çok çok gerisinde kalmış.. ‘hakan boyav’ı tebrik ediyorum performansından ötürü..

filmde rahatsız olduğum, eksik gördüğüm birçok yer var, başka bir yazıda daha ayrıntılı yazacağım.. ama en büyük eksiklik diziye büyük katkı veren ‘cem kısmet-pilli bebek’ müziklerinin filmde pek kullanılmamış olmasıydı.. bence görsel etkiyi daha fazla arttırırdı pilli bebek müzikleri daha fazla kullanılmış olsaydı..

ama yukarıda da yazdım beni en çok rahatsız eden ‘harun’ karakterinin cinayet şubeye verilen yeni arabalarla ilgili çok uzun ‘sponsor reklamı repliğiydi’.. filmin ekibini ve yapımcısını uyarmak istiyorum : filmler, diziler içine yedirilmiş sponsor reklamları bazen çok kötü etki yapıp, yıpratıcı olabiliyor, seyirciye itici geliyor.. filmden çıktık reklamlara geçtik sandım tıpkı filmdeki bu araba reklamında olduğu gibi.. en sevdiğim tiplemelerden olan ‘harun’ karakterine neredeyse gıcık olacaktım.. bitmek bilmedi arabayı övüş sahnesi.. neyse ‘angaralılara’ burada ara vereyim daha anlatacak çok film var.. bir iki cümle dedim sayfa oldu..

‘gelecek uzun sürer’ :

gelelim ‘gelecek uzun sürer’e.. fransız komünist düşünür ‘althusser’in ünlü kitabıyla aynı ismi taşısa da kendine özgü, bir hikayeler bileşkesi olan bir film ‘gelecek uzun sürer’..

türkiye sinemasına ilk uzun metrajlı filmi ‘sonbahar’la çok şey katan genç yönetmen ‘özcan alper’ ikinci uzun metrajlı çalışmasında ülkemizin doğusunda 30 yıldır süren savaşa, kürt sorununa ve ülkemiz genelinde kaybedilmiş, infaz edilmiş 17500 insana kamerasını çevirmiş bu sefer..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yer yer belgesel görüntülerle ve gerçek karakterlerin röportajlarıyla desteklenmiş film bir tren yolculuğu sahnesiyle açılıyor.. baş karakterimiz ‘sumru’ (gaye gürsel) sevgilisi ‘harun’un kendisinden ayrılıp dağa gitmesinin ardından ülkenin değişik yerlerine yöresel ağıtları toplamaya gider.. etnomüzikologdur ‘sumru’.. sıra ülkenin doğusuna gelmiştir.. kendisi karadenizli olan ‘sumru’ annesinin tüm uyarısına rağmen diyarbakır’a doğru yola çıkar.. tren diyarbakır garında durduğu andan itibaren apayrı bir dünyaya adım atar ‘sumru’.. bir nevi ‘acının kalbine’, acının olağanlaşıp, cisimleştiği yere gelmiştir ‘sumru’.. çeşitli kanallar ve tanıdıkları aracılığıyla daha önce tesadüfen diyarbakır  sokaklarında karşılaştığı bir sinema sevdalısı ‘ahmet’ (durukan ordu) ile irtibata geçer.. ‘ahmet’in elinde yıllar önce topladıkları ve çektikleri belgesel görüntüler vardır.. bir yandan bu görüntüler üzerinde çalışıp bir yandan da yakınlarını kaybeden kişilerle birebir görüşmeler yapan ‘sumru’ya, ‘ahmet’ bir yakınlık duymaya başlar ve olaylar gelişir.. ‘sumru’nun yolculuğu aslında bir nevi kendi ağıtına yolculuktur..

‘özcan alper’ ilk filminin büyük başarısının baskısının, ağırlığının altında ‘gelecek uzun sürer’e başlamıştı.. uzun ve yorucu ön çalışmalar, hazırlıklar yapan, özellikle karakteri canlandıracak oyuncular bazında çok titiz çalışan ve karakterleri kimin canlandıracağını seçtikten sonra onları uzun bir eğitim sürecinden geçiren ‘özcan alper’ bu filminde de karakterler üzerine çok çalıştığını açıkça hissettiriyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

edebiyatı ve özellikle de şiiri filmlerinin her saniyesine katıp işleyen ‘özcan alper’ bu filminde de aynı şekilde yola çıkmış, şiirsel dilinden ödün vermemiş.. ilk filminde ‘sergey yesenin’in dizeleri, ‘çehov’un ‘vanya dayı’sı anılırken, ‘gelecek uzun sürer’de ‘andrey voznesenski’nin ‘oza’ kitabı ve şiiri seyirciyi filmin değişik yerlerinde selamlıyor ve sarsıyor.. 

karakterlerden özellikle ‘sumru’ karakteri ilk film ‘sonbahar’ın ‘yusuf’una çok yaklaşmış.. ‘gaye gürsel’i bu ilk sinema deneyimdeki oyunculuğundan dolayı kutlamak istiyorum.. diyalogların pek fazla olmadığı, genelde görüntünün, mimiklerin, duyguların ön plana çıktığı senaryolar oyunculuk açısından çok zordur.. ama özellikle ‘gaye gürsel’ başarıyla vermiş bu sınavı..

‘ahmet’ karakterini canlandıran ‘durukan ordu’ da ilk filminde elinden geleni yapmaya çalışmış.. onun da üstlendiği karakter gerçekten zor bir karakter.. zaman zaman bazı yerlerde takıldığı ve yetersiz kaldığı görülse de sırf ‘fransız yeni dalgası akımının’ unutulmaz filmlerinden ‘godard’ın ‘a bout de souffle’ (serseri aşıklar – breathless) filminde ‘jean-paul belmondo’nun canlandırdığı ‘michel’ tiplemesine gönderme yaptığı sahnelerde döktürdüğü için bile teşekkür etmek gerekir kendisine.. ‘durukan ordu’nun oyunculuğu da gelecek için umut vaat ediyor..

cemaatini sürgünlerle, katliamlarla kaybetmiş ama o toprakların altında yatan kemikleri terk edip gidemeyen diyarbakır ermeni kilisesinin papazını canlandıran ‘sarkis seropyan’ın anlattıkları ve annesinin söylediği ağıt gerçekten yürekleri yakıyor.. hele virane kilisenin bahçesine yağmur yağarken annesinin ağıdını ‘sumru’yla beraber dinledikleri sahne sinemamızın unutulmaz sahnelerinden birisi olacaktır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sevgili erdal kırık’ın canlandırdığı ‘kuto’ karakteri de on numara.. beki sahneleri daha fazla olsaydı filme daha fazla şey katardı.. ‘erdal kırık’ oynadığı üç sahnede de döktürmüş.. hele büyük usta angelopoulos’un filmini ‘ahmet’le birlikte izlerken söyledikleri böyle yürek yakan bir filmde seyirciye bir an olsun nefes aldırıyor..

filmi üç kere izledim gösterime girdiği andan itibaren.. bu kadar güncel ve can alıcı konusunun olduğu bir filmin gişesinin düşük olmasını insan anlayamıyor.. üstelik ilk filminde türkiye sinemasına bir başyapıt kazandırmış ‘özcan alper’in filmi bu.. hele konusunun yakıcılığı, güncelliği karşısında daha da şaşırıyor insan.. üç izleyişimin birisinde iki kişi, birisinde dört kişiydik sinemada.. neyse ki üçüncü izleyişimde yüze yakın koltuk doluydu..

filmin müzikleri de yine özenli bir çalışmanın ürünü.. hele final sahnesindeki ağıt belli ki yine ince bir çalışma sonucu seçilmiş..

filmdeki çekimler ve görüntüler yine ‘sonbahar’ filmindeki görsel başarıyı aratmıyor.. ‘özcan alper’ burada döktürmüş her zaman ki gibi.. yukarıda da bahsettiğim kilisedeki ağıt dinleme sahnesi, filmin girişindeki ve finalindeki atların sahneleri ve bir kayıp yakınının ‘biz kemiklerimizi istiyoruz’ dediği sahneler sinema tarihinde unutulmayacak sahneler olacak..

bir de ana hikayenin içine yedirilmiş yan hikayeler filmin içeriğini, anlatım gücünü daha da kuvvetlendirmiş..

‘sonbahar’dan beri yakından takip ettiğim ‘özcan alper’ çok birikimli bir insan olduğu kadar son derece de mütevazi birisi.. her filminde kendisinin de bir öğrenim ve keşif sürecinden geçtiğini söyleyen ‘özcan alper’ ülkemiz sinemasında iki filmde kendine has bir sinema dili oluşturan ve kendi sinema dili olan nadir yönetmenlerimizden birisi.. kendisine ve filmin tüm ekibine bu özenli çalışmadan dolayı sonsuz teşekkürlerimizi sunarken yüreklerine sağlık diyoruz.. bu filmi sakın dvdsi çıksın diye beklemeyin sinemada izleyin, kaçırmayın derim..

‘bir zamanlar anadolu’da’ :

yazı çok uzadı belki ama son olarak da her zaman çok saygı duyup, filmlerine taptığım ‘nuri bilge ceylan’nın ‘bir zamanlar anadolu’da’ filmine değinmek istiyorum..

ben masalsı anlatıları çok severim.. bir hikayesi olan ve bu hikayenin gerçek hayatla birebir örtüşebileceği kurmacalara bayılırım..

teknik olarak çok büyük aksaklıklarının olduğu ‘nuri bilge’nin bu filmi yine de sinema dünyamıza kazandırılmış başarılı bir çalışma..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kurgusunda, sahneler arası geçişlerde ve makyajda büyük problemlerin olmasına rağmen filmde en başta senaryo ve oyunculuk en üst düzeyde.. kamerası da her zaman çok güçlü olan ve muhteşem görüntülerle hikayeyi desteklemiş, güzel bir yapım çıkarmış ‘nuri bilge ceylan’..

özellikle ‘yılmaz erdoğan’ canlandırdığı ‘komiser naci’ karakteri ile oyunculuğun ve kendi oyunculuğunun doruğuna çıkmış..

‘katil kenan’ı canlandıran ‘fırat tanış’ adım adım sinema dünyasının unutulmazları arasına  adını yazdırmaya başlıyor.. özellikle yakın plan çekimlerde ‘fırat tanış’ı izlerken ürperdim.. bir karakter nasıl canlandırılır öğrenmek isteyenler ‘yılmaz erdoğan ve fırat tanış’ı dikkatle izlesin.. sanırsın ‘yılmaz erdoğan’ kırk yıllık komiser..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘savcı nusret’i oynayan ‘taner birsel’ her zaman ki oyunculuğunu konuşturmuş yine.. ancak özellikle ‘savcı nusret’in yüz makyajındaki yüzdeki kalıcı yara ya da hastalık izleri çok kötüydü.. sanki bir günlük zaman dilimi içinde yara bir artıyor, bir azalıyordu.. kaçırdığım veya anlamadığım bir nokta mı diye düşündüm, izleyen arkadaşlarıma sorduğumda onlar da makyajda hatalar olduğunu söylediler..

diğer karakterlerden ‘doktor cemal’i canlandıran ‘muhammet uzuner’, ‘arap ali’yi canlandıran ‘ahmet mümtaz taylan’ ile aslında doktorluk da yapan ve filmde anlatılan hikayenin de sahibi olan ‘köy muhtarı’nı canlandıran tecrübeli oyuncu ‘ercan kesal’ın oyunculuklarını da anmadan geçemeyeceğim burada.. hepsine sonsuz teşekkürler.. çok zorlu bir hikayenin çekimi sürecinde gerçekten muazzam oyunculuklar çıkarmışlar..  filmin en önemli gücü oyunculuk ve karakterlerin bu sert hikayenin içine sizi çekip alması..

anlatılan ise ‘bir zamanlar anadolu’da gerçekleşen ve anadolu’da her gün karşılaşılabilecek adli bir olayın ekseninde yurdumuz insanın derinliklerine doğru bir kazı.. belki de filmin en önemli sahnesinde olduğu gibi yurdumuz insanının detaylı bir otopsisi.. kurgudaki ve makyajdaki aksaklıklar da olmasaydı ne iyi olurdu diyesi geliyor insanın ama filmi düşündükçe unutmaya başlıyor insan o aksaklıkları..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu filmi kaç kere izlediğimi bu kez söylemeyeceğim ama sizlere ‘gelecek uzun sürer’ gibi lütfen gösterimden kalkmadan bu filmi de sinemada izleyin diyeceğim.. kaçırırsanız çok şey kaybetmiş olacaksınız bilesiniz.. son anlattığım iki filmle ilgili çok şeyler yazacağım daha çünkü sürekli bahsedilmeyi hakkeden ve kendilerinden bahsettirecek gücü olan filmler bunlar..

neyse bugünlük yeter sanırım sinema lafazanlığı.. sevgili ‘fran(sı)z’a da buradan selam çakıp yaşasın edebiyat, yaşasın sinema diyorum..

sinemayla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

‘Özcan Alper’in ‘GELECEK UZUN SÜRER’ine bir değil bin selam ve ‘Andrey Voznesenski’nin ‘OZA..’sından bir bölüm..

‘OZA’

 

XIV

 

selam oza, evde, geceleyin

ya da uzakta bir yerde, neresi olursa olsun,

havlarken köpekler, yalarken kendi gözyaşlarını

senin soluğundur duyduğum ses

selam oza!

 

nasıl bilebilirdim, sinik ve gülünç

bir kişi gibi, ürkerek giren bir göle,

gerçekte korku olduğunu aşkın, söyle?

selam oza!

 

ne korkunç, bir başına düşünmek şimdi seni?

daha da korkunç, bir başına değilsen oysa :

şeytan öylesine doyumsuz bir güzellik vermiş ki sana

selam oza!

 

ey insanlar, lokomotifler, mikroplar

gerin kanatlarınızı elinizden geldiğince ona

harcatmam onun dokundurtmam kılına

selam oza!

 

yaşam bir bitki değilse aslında

neden dilimliyor, parçalıyor insanlar onu

selam oza!

ne acı bu denli geç rastlamak sana

ve böylesine erken ayrı kalmak sonunda

 

karşıtlar getiriliyor bir araya

bırak çekeyim kahrını ve acını kendime

çünkü acılı kutbuyum mıknatısın ben,

sense sevinçli. dilerim sonuna dek kalırsın öyle

 

dilerim hiç bilmezsin ne denli hüzünlüyüm

inan, kendimle üzmeyeceğim seni.

inan, ders olamayacak sana ölümüm

inan, yük olmayacağım sana yaşamımla

 

selam oza, dilerim ışıl ışıl kalırsın hep

bir sokak fenerinden sızan bir ışık gibi.

suçlayamam bırakıp gittiğin için beni.

şükür ki girdin yaşamıma

 

selam oza!

 

ANDREY VOZNESENSKI

‘Oza’, ANDREY VOZNESENSKI, Çeviri : MEHMET H. DOĞAN, TURGAY GÖNENÇ, İLERİ Yayınevi, 1992..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmler arasında…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

morfin , alekxey balabanov imzalı 2008 yapımı bir film. filmde 1917’lerde bir kasabada doktorluk yapmaya çalışan ve iyi de başaran michail alexiyevic polykakov’un difteri aşısı sonrası gelişen yan etkiyi iyileştirmek için yaptığı morfine  bağımlı hale gelişiyle süregiden olaylar anlatılmakta. 1. dünya savaşı döneminde insanların morfinin gramı üzerinden yaptıkları kavga da ilgi çekici.  özellikle bir hekim olarak ilgimi çeken film taşrada mesleğini icra eden meslektaşlarımı da (kendim de 2 yıldan uzun süre bulundum) aklıma getirdi.

morfin’de leonid bıchevın tarafından canlandırılan doktor karakteri aslında o dönemde insanların yokluk ortamında ne kadar başarılı olduklarını da gösteriyor.  ancak filmde can alıcı olan, morfinin “kutsal su” modeli vazgeçilemez, kaybedilemez, uğruna adam öldürülebilir “kral”lığının çok güzel bir şekilde işlenmiş olması. freud’un kokainle olan çalışmaları ve insanların serbest olarak kokaini kullandıkları ve tanrı olarak gördükleri  1884’lerin  geçilerek  narkotiklerin yasaklandığı ilk dönemleri çok iyi anlatmış. tabii ki söz konusu senaryonun kaynağı olan büyük yazar bulgakov ‘un kayıt ve günlüklerini de unutmamak lazım…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu arada ‘amarcord’un ikinci yarısını da izleyip filmi tamamladım ve aziz  fellini’nin  müridi olmak gerektiğine kanaat getirdim. yav tabi sinema apayrı bir dünya”  diyen tırnak işareti öncesi dingillere cevap olarak ben ömür boyu fellini dünyasında balon gibi yaşardım demek isterim.

yav nasıl bir iç dünya öngörüsü bu…

adam ufkun sınırsız  kilometrelerce  üzerinde gezmekte….

bu arada nills peter ile karşılaşmakta crockett hazretleri ve  o’nun elini tutarak  “sen bir aşk’sın” deyip birlikte hayal olmakta ufka… demek isterim tabi. 

ulan bu ne ya … ürya mıdır nedir?  … nassı yani ben bedenimden mi ayrıldım.  yok la.. nası yani . nası la.. la .la. la. angaralı nassı da ölmez addam gibi. hatlar karıştı pardon. ne behzat ç’si lan… ve bitiş. 

‘amarcord’un ve tüm dünyanın tüm  negatif eleştirmenlerine bu saptamayı adamak için bu yazıyı tuşladım.

tabii ki tarihimizin en büyük şahidi crockett olaraktan her tür negatif eleştiriye aynı ölçüde cevap vermek üzere dünyada alternatif  film yapabildiğini ya da yapabileceğini iddiaedenşahsiyetin  ayaklarından öpeyim. ama bu “film” olsun.  yani fellini ustayı değerlendirdikleri ufukta bir film olsun ki tohumlarımıza doğru bin yıllarca yaşasın.

‘Fran(sı)z’

‘POST MORTEM – MORG GÖREVLİSİ..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kötü günler geçiriyoruz.. insan olanın acıdan, üzüntüden yıkıldığı günler.. felaketler her şeyin üzerini örtüyor.. felaketler karşısında insanlar (iki üç yaratık dışında) birleşiyor, kardeşleşiyor.. kardeş olabilmek, kardeş kalabilmek için illa hep başımıza belli felaketlerin mi gelmesini beklemeliyiz.. felaket gelmeden başımıza birbirimizi yemeye, birbirimizi yok etmeye devam mı edeceğiz.. farklılıklarımıza neden tahammül edemiyoruz.. ve yönetenler neden hep sadece kendi taraflarının tek haklı olduğunu düşünüp ona göre yönetirler.. bu ülke de her dönem böyle olmuştur.. sadece bu iktidarı suçlamıyorum.. neden suçlu insanlar hep cezasız kalır.. neden 1923 yılından beri hatalı olan kamu görevlisi ya da bakan ya da bilmem kim istifa etmez.. neden onu hep korurlar.. batı ülkelerinde ya da japonya’da böyle mi olur bilmiyorum.. neden onur sıkıntımız var bizim.. onurlu insanlar gibi hatalıyım demeyi neden bilmeyiz.. bu ülke neredeyse felaketler cumhuriyeti adını alacak.. darbeler ülkesi, felaketler ülkesi.. bize benzer ülkeler vardır fakat bizim kadar olanı yoktur eminim..

neyse bize benzer ülkelerden birisi olan şili’den bir film epeydir arşivimde beni bekliyordu : ‘post mortem..’ malesef her zaman film adlarında olan kötü çevriler ya da seçimler diyelim burada da başımıza geliyor.. türkçeye ‘ölüm sonrası’, ‘morg’ ya da ‘otopsi’ diye çevrilse daha iyi olacağı halde filmin adı türkçeye ‘morg görevlisi..’ olarak çevrilmiş.. ne yapalım filmlerin ‘kaderi..’

filmimiz ‘post mortem’ tabi benim iran sinemasından başımı kaldırmamı bekliyordu.. geçenlerde mekanda tek başıma otururken onu araya sıkıştırmaya çalıştım.. geceden kaldığım için sıkı bir kahvaltı yapmaya da çalışıyordum.. neyse film bir başladı, kahvaltı mahvaltı da kalmadı.. şimdiden uyarıyorum, reçete gibi olacak belki ama bu filmi yemek öncesi, yemek sonrası ya da özellikle yemek sırasında izlemeyin.. yan etkileri çok fena.. bulantı, kusma, iştahsızlık, baş dönmesi kesinlikle yapar bu film ona göre ayağınızı denk alın, hatta bugünlerin moda ifadesiyle yazayım ‘haddinizi bilin’ filmi izlerken.. yoksa ne o gün yemek yiyebilirsiniz ne de yediklerinizi midenizde tutabilirsiniz..

film bir zırhlı aracın altına yerleştirilen kameranın verdiği görüntüyle başlıyor.. zırhlı araç hızla boş ve uçuşan çöplerle, kağıtlarla dolu yolda ilerliyor.. zırhlı aracın gürültüsü insanı ürkütüyor ve filmin kara havası hakkında sizi uyarıyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   

 

 

filmimizin kahramanı 55 yaşındaki mario, bir morgda otopsi sekreteri olarak çalışan kendi halinde bekar birisidir.. tek başına yaşayan mario’nun hayatının tek eğlencesi karşı komşusu kabare dansçısı nancy ile ilgili hayaller ve fanteziler kurmaktır.. nancy’nin çalıştığı kabareye sık sık giden mario bir gün yine gittiğinde nancy’nin dansçı kızlar arasında olmadığını fark eder ve hemen kulise iner.. orada kabarenin patronu ile nancy arasında gelişen diyaloga şahit olur.. nancy aşırı zayıflığından dolayı kabareden kovulmuştur.. kabareden birlikte ayrılan mario, nancy’i içinde kaldıkları şilinin o zaman ki özgürlükçü sosyalist başbakanı allende yanlısı bir gösteri arbedesinde kaybeder.. arabadan inen nancy göstericilerin arasına katılır ve kaybolur..

mario hayatına devam eder.. akşamları bir yandan sabahtan akşama kadar katıldığı otopsilerle ilgili el yazısıyla tuttuğu tutanakları daktiloya çekerken bir yandan nancy’nin evini gözlemeye devam eder.. mario’nun hayatı bundan ibarettir.. otopsilerde önünde her gün insan bedenleri kesilirken, soluduğu ölü bedenlerin kokusundan mario’nun ruhu da, rengi de tıpkı ölü bedenler gibi bembeyazdır.. dış dünyaya, politik gelişmelere duvar gibi duyarsız gibi görünmekle beraber aslında çevresini çok iyi gözlemlemektedir.. sabahın başlamasıyla ölü bedenleri kesen personeller öğle yemeklerinde toplu halde iştahla yemeklerini yerken mario, nancy gibi iştahsızlaşır.. güncel politik gelişmelerden, yaklaşan darbenin ayak seslerinden bahseden personel profesörler dahil birden gaza gelip hep bir ağızdan vietnamlı devrimci ho chi minh için yazılmış marşları söylerler.. mario sadece boş, donuk gözlerle iş arkadaşlarını izler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bağıra çağıra geliyorum diyen darbe sonunda 11 eylül günü tüm vahşetiyle gelir.. mario tankların sokaklarda yürüdüğü sıralarda her şeyden habersiz banyosunda kulakları tıkalı halde banyo yapmaktadır.. oysa o sırada nancy’nin evine baskın yapılır.. aynı zamanda solcuların devamlı bir araya gelip toplantı yaptığı ev bombalarla, tüfeklerle yerle bir edilir.. banyodan çıkan mario pencereden nancy’nin evinin halini görür ve hemen nancy’nin evine koşar.. sokaklar bomboş ve ölüm sessizliği vardır.. nancy’nin evinde nancy’nin yaralı köpeği dışında kimse yoktur.. köpeği alan mario hemen evine döner.. kendi arabasını nancy için kabarenin sahibine nancy’nin kabareye dönmesinin diyeti olarak veren mario nancy’nin abisinin arabasıyla köpekle beraber işe gider.. iş yerinin önü bu sefer çok kalabalıktır.. yakınlarından haber almak isteyen bir sürü kadın kapının önünde beklemektedir.. içeriye çantayla köpeği sokan mario içerideki rütbeli, rütbesiz onlarca askerler birlikte koridorların bir sürü cesetle dolu olduğunu görür.. önce gizlice içeriye soktuğu nancy’nin yaralı köpeğini tedavi etmeye çalışır.. yaralarına pansuman yapar. sonra yanında çalıştığı profesörün yanına giderken çalıştıkları kurumun yönetimini devralan asker bozuntusuyla karşılaşır.. donuk bir sesle askerin ağzından ‘bugünlerde çok çalışmanız gerekecek ve bu kurumun bir şekilde çok çalışmasını sağlayacağım’ lafı çıkar yılan tıslaması şeklinde..

ve mario’nun hayatı tam bir kabusa dönüşür.. bir yandan nancy’nin ailesiyle birlikte ortadan kaybolması ve bir yandan da otopsi için getirilen katledilmiş binlerce ölü bedenin otopsisiyle boğuşmaları mario’nun hayatını çekilmez hale getirir.. otopsilerin usulü bile değişmiştir.. cesetlerin sadece isimlerini, yaşlarını ve üzerlerinde kaç kurşun deliği olduğunu küçük kağıtlara yazmaları emredilir.. iş arkadaşları arasında isyan edenler en sert şekilde ölümle korkutularak tehdit edilir postallı şerefsizler tarafından..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir gün eve döndüğünde mario’nun yanındaki köpek birden nancy’nin evine koşar, evin müştemilatına doğru giden köpeğin peşinden giden mario kapıyı açtığında orada saklanan nancy ve nancy’nin kaçamak yaptığı solcu arkadaşını yan yana  görür.. günlerdir ölü bedenler arasında nancy’den bir iz arayan mario hem sevinç hem de hayal kırıklığını bir arada yaşar.. ilk şoku atlatan mario, nancy ve arkadaşına her gün yemek, haber ve istedikleri şeyleri getirir..

bir gün nancy’nin babasını da morga gelen cesetler arasında gören mario şaşkınlığını atlatamadan gizli bir görevle üç kişilik ekip halinde başka bir mekanda özel bir otopsiye askerler tarafından götürüleceklerini öğrenir.. ve esas filmimiz orada başlar..

gittikleri mekanda girdikleri salonda darbeyi yapan  ‘pinoche’ şerefsizi dahil tüm askeri erkan hazırdır.. otopsi grubunun bayan elemanı otopsi aletlerini yavaş yavaş çıkarırken kamera üzeri açılan cesede yönelir ve ekrana darbeyle devrilen özgürlükçü, sosyalist başbakan ‘salvador allende’nin tanınmaz haldeki bedeni gelir.. ülkesinin tam bağımsızlığı ve özgürlüğü için politikalar uygulamaya çalışırken darbeyle devrilen ve akabinde başkanlık sarayında şüpheli bir şekilde ölen salvador allende tüm heybetiyle vicdansız askeri heyetin önünde yatmaktadır.. üç kişilik otopsi ekibi değişik duygular içinde ne yapacaklarını şaşırırlar ve ilk tepkiyi duygusuz, ruhsuz olarak görünen mario verir.. önüne konulan daktiloyla yazamadığını söyler ve yerine bir asker emirle oturtulur.. mario donuk gözlerle otopsiyi izlemeye devam eder..

dediğim gibi sslında film burada başlar.. gırtlağınıza oturan bir yumruk, gözlerinizden akmaya çalışan gözyaşlarıyla boğuşarak izlemeye çalışırsınız filmi..

2010 yapımı bu filmin ilginç bir yanı da darbe günlerinde intihar ettiği öne sürülen ancak kimi kaynaklarca askerler tarafından katledildiği söylenen salvador allende’nin ölümünden 38 sene sonra 2011 mayısında mezarının açılarak tekrar otopsisinin yapılacağı günlere denk gelmesiydi..

binlerce devrimci ve solcunun katledildiği veya kaybedildiği 11  eylül 1973 şili darbesini bir kez daha lanetlemek ve en önemlisi büyük devlet adamı salvador allende’yi anmak için bu filmi mutlaka izleyin..’

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmin Künyesi :

Yönetmen: Pablo Larraín

Senaryo : Pablo Larraín

Oyuncular: Alfredo Castro, Antonia Zegers, Jaime Vadell

Yapım : Şili-Meksika-Almanya,

Yılı :2010,

Süresi : 98 dakika..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmden replikler :

 

nancy : ne iş yapıyorsun komşu..
mario : memurum..
nancy : peki beni neden buraya getirdin..
mario : hava atmak için..
nancy :  bana niye hava atmak istiyorsun ki..
mario : kişisel sebepler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

nancy : ‘ordu benim babam ve kardeşimden ne istiyor, biz kendi halinde insanlarız..’

 

‘zanan-e bedun-e mardan / erkeksiz kadınlar / women without men..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘iran sineması üzerine yaptığım çalışmalarım da ‘shirin neshat’ eserlerine yeni giriş yaptım.. ve pek bir memnun oldum kendisiyle tanışmaktan.. ‘shirin neshat’ın ilk izlediğim eseri de yine arşivimde uzun süredir bekleyen ‘women without men’ adlı yapımı oldu.. filmin afiş ve kapağı bayağı etkileyici olsa da ben onu arşivimde demlenmeye bırakmıştım.. ve sıra ona geldi.. mekanda tek başıma takıldığım, moralimin sıfır olduğu bir anda izlemeye başladım.. daha ilk sahnelerle ‘munis’ adlı karakterin olağanüstü çekimlerle kendini boşluğa bırakmasıyla ben de kendimi boşluğa bıraktım gözlerimden akan yaşlarla.. iran sineması kadar insan ruhunu sinema perdesine bu kadar güzel yansıtan bir sinema yok yeryüzünde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

oyunculuklarıyla, yönetmenleriyle, müziğiyle, kurgusuyla her şeyiyle bir sarsılmaz kale iran sineması.. bizim ülkemiz gündeminin de ilk sıralarında yer alan ‘kadın’ın ezilmişliği, yok sayılması üzerine bir destan ‘shirin neshat’ın bu çalışması..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(yönetmen : shrin neshat..)

 

hikayemiz 1950’lilerin iran’ında geçiyor.. dört kadının hikayesi var birbiriyle benzeştiği için çakışan.. ha şimdi sadece bu dört kadın mı eziliyor hayır.. hikayemizde bu dört kadın var.. çeşitli sınıflardan gelen dört kadın.. birisi evde zorla evlendirilmeyi bekleyen ve benim oyunculuğuna hayran kaldığım ‘munis’ karakteri.. diğeri kendisini terk eden sanatçı arkadaşından sonra mecburen üst düzey bir generalle evlenen kadın karakterimiz.. bir diğeri ise genelevde çalışan ama yaşadığı hayata bir gün  isyan eden.. bir diğeri ise sevdiği erkeği başkasına kaptırmak üzereyken elinden geleni ardına koymamaya çalışırken başına gelmeyen kalmayan ve bana en itici gelen karakter.. ha neden sadece ‘munis’in ismini verdin diye soracak olursanız ‘munis’ benden torpilli ondan derim..

neyse filmimizin geçtiği 1950’lilerin yaşamsal ve siyasi ortamına bakalım.. o sıralarda iran’ın başbakanı ‘musaddık’tır.. iran petrolünü millileştirmiştir.. bu durumdan rahatsız olan emperyalist ülkeler ‘musaddık’ı devirip eli kanlı şah’ı yine etkin kılmaya çalışmaktadır.. ulusalcılar ve ülkenin solcuları ayaktadır.. her gün ülkenin dört bir yanında başbakan musaddık yanlısı gösteriler yapılmaktadır.. ancak emperyalist ülkelerin gazı verdiği iran ordusu darbe yapmak üzeredir.. eve kapatılmış ve zorla evlendirileceği erkeğini beklemeye zorlanan ‘munis’ evde radyodan gündemi her an takip etmektedir.. bir gün yine heyecanla radyo dinlerken odaya giren abisi radyonun fişini kopartır ve akşam gelecek görücü tayfası için hazır olmasını yoksa bacaklarını kıracağını söyler.. abisiyle sert bir tartışmaya giren ‘munis’ tartışmanın ardından evin çatısına çıkar, kulaklarında çınlayan musaddık yanlısı göstericiklerin sesleri arasında ve gökyüzünde kayan bulutların altında kendini boşluğa bırakır.. ve film burada başlar.. herkesin öldü zannettiği ‘munis’i abisi tam da kendisi evleneceği sırada böyle bir rezaletle düğünü lekelenmesin diye gizlice evinin bahçesine gömer.. üstelik bu duruma şahit olan ve ‘munis’in abisinden hoşlanan munis’in arkadaşı da göz yumar.. ‘munis’in abisi namaz kıldığı yerden kalkar kendisi yüzünden intihar eden kız kardeşini kimse çakmasın diye evlerinin bahçesine gömer.. hepimizin öldü sandığı ‘munis’ kötülere inat en olmayacak zamanda topraktan fışkırır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(munis..)

filmdeki dört karakteri buluşturan şey ise uğradıkları zulümlerden sonra şehrin dışındaki duvarlarla çevrili sislerle örtülü bir bahçe içindeki evdir..

film kadınların her devirde her ortamda nasıl ezildiğine dair çarpıcı gözlemler, tespitler sunuyor.. sağcı, solcu, ulusalcı, gerici, dinci, faşist her yapı ve yönetim içinde kadınların ikinci sınıf vatandaş-birey vs olmadığını çok güzel anlatıyor.. kadın sadece bir araç..

‘munis’ten sonra en etkilendiğim karakter genelevde çalışan ‘zarin’ karakteri.. yabancı bir oyuncunun canlandırdığı ‘zarin’ karakteri genelevden kaçıp önce hamam gider.. burada kadınların şaşkın bakışları arasında derisini parçalayarak ve vücudunun  her tarafını kan içinde bırakarak temizlenip, arınmaya çalışır.. insan olan herkes derisinde ‘zarin’in yaşadığı acıları hissederken kalbinde, beyninde yaşadığı fırtınaları da hissetmesi kaçınılmaz oluyor bu sahnelerde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iran doğumlu ‘shirin neshat’ın yine iranlı yazar  ‘shahrnoush parsipour’un aynı adlı romanını okuduktan sonra mutlaka bunu sinemaya aktarmalıyız diye düşünmesi üzerine ortaya çıkan bir film bu.. filmi birkaç defa izledikten sonra üzerine yaptığım çalışmalarda sağda solda film hakkında yazılıp çizilenleri incelediğimde erkek egemen yazar-çizer takımının nasıl insafsızca eleştirip filmi yerin dibine batırdığını görünce güldüm geçtim.. bu filmi bu kadar acımasız infaz edenlerin iran’da aynı adlı romanı ve filmi yasaklayan erkek egemen molla yönetiminden hiçbir farkı yok benim için.. utanmadan çekinmeden ‘soraaya’yı taşlamak’ filmini yerlere göklere sığdıramayan tayfa bu filmi yerin dibine sokmuş.. şaşırdım.. ‘shrin neshat’ın babasının şah yanlısı olduğu iddia edilerek, shrin neshat’ın feminist olduğu ve soruna sınıfsal bakamadığı iddiasıyla (feminist olmak bile suçmuş öğrendik) bile bu film kötülenmeye çalışılmış.. sadece yazıklar olsun demek bile az geliyor bu duruma..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir kere konu, çekimler, oyunculuk ve her türlü sinemasal kriter açısından üst düzey bir çalışma olan ‘women without men’ filmi ders olarak her sinemacıya izletilmesi gereken bir film.. ve unuttuğumuz insanlığımızı yüzümüze haykıran bir film..

‘shirin neshat’ın tüm çalışmalarında (fotoğraf, sinema vs) olduğu gibi ‘kadınlar’ gözümüzün içine içine dimdik bakıyor.. o bakışlar hepimize suçlu olduğumuzu, utanmamız gerektiğimizi anlatıyor.. ‘cennet anaların ayakları altında’ymış.. bu cümle bile kadınlar için cenneti düşünmeyen, sadece anasına iyi davranan kişinin cennete girebileceğini ama anaların, kadınların cennete giremeyeceğini dolaylı olarak ifade ediyor.. cennette kadının, anaların yeri yok.. kadınlar sadece acı çekmek, analık yapmak için, üremek için varlar.. gerisi hikaye.. olay bu kadar basit.. yüreğiniz yetiyorsa ‘shrin neshat’ın filmlerindeki karakterlerinin, fotoğraflarındaki kadınların gözlerine bakın..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

utanmadan sıkılmadan kalkmışlar bu filmi yerin dibine batırmışlar.. bunuel sinemasından nasiplenmemiş, gerçek-hayal kurgusundan haberleri olmayan kendinden menkul sinemacılar erkek egemen yaşama tarzlarına halel gelmesin diye buyurmuşlar ve infaz etmişler filmi..

‘shrin neshat’ın yaşam hikayesi iran’da başlıyor.. okumak için gittiği amerika’da bulunduğu sıralarda eli kanlı şah devriliyor.. mollalar, stalinist solun her zaman ki basiretsizliğinden yararlanıp iktidara geliyor, iktidara gelir gelmez önce şahı devirirken omuz omuza mücadele verdiği solcuları kesip biçiyorlar.. sonra sıra diğer muhaliflere geliyor.. molla devrimi sırasında yurt dışında bulunan ‘shrin neshat’ ülkesine dönemiyor.. neyse humeyni’nin ölmesinden sonra iran’a dönen ‘shrin neshat’ molla devrimin kadınlar üzerindeki etkisini gözlemleyip, çeşitli araştırma ve çalışmalar yapıyor.. fotoğraf, video, kısa film çalışmalarından yaptığı sergileri iran dışında açan ‘shrin neshat’ 2009 yapımı bu filmiyle zamanın ve mekanın önemli olmadığını, her yerde her zaman kadının ezildiğini ve ezilmeye devam ettiğini bıkmadan usanamadan yine haykırıyor.. anlayana..

insanlığınızla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(ve herkese inat yine filmden aynı kare : MUNİS..)

 

Filmin Künyesi :

Yönetmeni : Shoja Azari, Shirin Neshat

Senaryosu : Shoja Azari, Shirin Neshat, Steven Henry Madoff,

Eser :  Shahrnoush Parsipour

Oyuncular :

Bijan Daneshmand,

Essa Zahir,

Mina Azarian,

Navíd Akhavan,

Orsolya Tóth


Türü : Politik, dram..
Yapım Yılı ve Yapımcı Ülkeler : 2009  Almanya, Avusturya, Fransa

Yapımcısı : Shoja Azari, Peter Hermann
Görüntü Yönetmeni : Martin Gschlacht
Müzikleri : Ryuichi Sakamoto
Süresi : 96 dakika..

900. Yazı ‘Asghar Farhadi’ ve son filmi ‘Bir Ayrılık..’ için..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(asghar farhadi, ‘elly hakkında’nın çekimlerinde..)

 

‘iran sinemasına dalalı epeyi uzun süre oldu.. giren çıkamıyor.. izlemediğim film ve yönetmen kaldı mı diye düşünürken o okyanusun içinde sadece elimin uzanabildiği yerlere ulaşabildiğimi, daha atılacak çok kulaç olduğunu fark ediyorum..

iran sinemasında son yıllarda keşfettiğim yönetmenlerden birisi de ‘asghar farhadi..’ çok geç oldu onunla tanışmamız fakat izlediğim ilk filmi olan ‘elly hakkında’nın ilk sahnelerinden itibaren çarpıp büyülemişti beni..

sağa sola sapmadan, dolambaçlı yollarda izleyiciyi yormadan hayatı olduğu gibi anlatıyor.. küçücük olayların insanların hayatında nasıl büyük olaylara ya da yıkımlara yol açabileceğini işliyor filmlerinde.. ufak bir yalanın, küçük bir ısrarın insanların hayatında geri dönülmez sonuçlara ya da felaketlere neden olduğunu kamerasıyla abartmadan işliyor..

ben açıkçası ‘elly hakkında’yı kaç kere izlediğimi buraya yazsam bazılarınız belki tamam bu adam sıyırmıştı ama artık tam kayışı koparmış diyeceksiniz.. ama bazı filmler vardır insanı kendine bağlar ve her tekrar izlenişinde yeni bir şeyler gösterir ya da sizinle bir gizini daha paylaşır ya işte benim filmlerin bazılarına kafayı takmamın en büyük nedenlerinden birisi de bu..

tabi ‘elly hakkında’yı bu kadar çok izlememin sebeplerinden birisi de ‘golshifteh farahani’nin filmde başrol oynaması ve onun müthiş oyuncuğunun etkisi de var.. herkesin zayıf bir noktası vardır.. benim zayıf noktam da ‘golshifteh farahani’, ne yapayım.. en kötü senaryoyu bile koparıp çok yükseklere çıkarabilecek kadar büyük bir oyuncu kendisi.. güzelliğini konuşmaya bile gerek yok zaten.. bu kadar keskinim ‘golshifteh’ konusunda.. neyse saymadım ama sanırım ‘elly hakkında’yı yirmi seferden fazla izlemişimdir.. belki daha fazla, bilmiyorum.. ve bugün de tekrar izleyebilirim, kim bilir..

ödüller benim için bir anlam ifade etmez ama ifade edenler için yazalım  ‘elly hakkında’ filmiyle berlin film festivalinde en iyi yönetmen ödülünü 2009’da kazanan ‘asghar farhadi’ bu sene de ‘bir ayrılık’ filmiyle berlin film festivalinde altın ayı ödülünü aldı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

gelelim filme.. ‘simin’, kocası ‘nadir’ ile birlikte küçük kızları ‘termeh’i de alıp onun eğitimi için yurtdışına gitmeye karar vermişlerdir.. ancak ‘nadir’, babasının alzheimer hastalığı artınca onu bırakıp yurtdışına gidemeyeceğini anlar ve bu nedenle karısı ‘simin’le aralarında başlayan tartışmalar boşanma aşamasına kadar gelir..

filmimiz de zaten mahkemede boşanma davasında tarafların birbirini suçlaması ve kendilerini savunma sahneleriyle başlar..

kamera yargıç konumundadır.. böylelikle  yönetmen filmin başlamasıyla birlikte seyirciyi yargıç konumuna koyar.. seyirci yargıç konumunda iken artık bir soru bombardımanına tutulmaya başlar.. arka arkaya yağan sorular karşısında seyirci yargıç konumunda kim haklı diye karar vermeye çalışır.. çünkü seyirci filmin kahramanlarından daha fazla şey bilmektedir.. ‘simin’ mi haklı ‘nadir’ mi, yoksa ‘nadir’in babasına bakması için işe aldığı bakıcı ‘raziye’ mi.. ya da ‘raziye’ mi yoksa  kocası mı.. ve hepsinin arasında haklı olan kim.. bir açıdan bakıldığında ‘simin’ ve ‘nadir’in kızları ‘termeh’ de bizim açımızdan olaylara bakmaktadır.. kendisi için yurtdışına gitmek isteyen annesi ‘simin’ mi yoksa yurtdışına gitmekten vazgeçen  babası ‘nadir’ mi.. bakıcı ‘raziye’ ile babası ‘nadir’ arasında olan tartışma sonucu ortaya çıkan felakette kim haklı, babası mı yoksa bakıcı ‘raziye’ mi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bizim gibi aynı sorularla karşı karşıya kalan 11 yaşındaki ‘termeh’ çoğu sahnede bizim gibi kitlenip kalmaktadır.. burada bir şeye daha değinmek istiyorum, iran sinemasının itici motor güçlerinden birisi de hemen her filmde ki çocuk oyuncuların müthiş oyunculukları ve başarısıdır.. özellikle majidi, panahi ve kiarostami filmlerinde bu çok açıktır.. çocuk oyuncular filmlere oyunculuklarıyla çok şey katmakta iran sinemasında.. ancak bu filmde ki ‘termeh’ karakterini canlandıran ‘sarina farhadi’ bana biraz tutuk geldi.. onun sahneleri filmin kilit sahnelerinden olmasına rağmen film bazen o sahnelerde sanki takılıp kalıyor, film ağırlaşıyordu.. örneğin yine aynı filmdeki bakıcı ‘raziye’nin küçük kızını oynayan çocuk oyuncu harika bir oyun sergiliyor.. bilmiyorum belki ben yanılıyorum ya da ‘termeh’ karakterini ben çözememişimdir..

‘asghar farhadi’ sineması, yalın anlatımı esnasında olaylara ezilenler yönünden bakması da filmlerine değişik bir boyut katıyor ve anlatımını güçlendiriyor.. ezilenler dememin sebebi şu, sadece sınıfsal açıdan bakmıyor problemlere.. sınıfsal baskılar dışında kadın-erkek eşitliği, baskıcı rejimlerin insanlar üzerindeki dini, ulusal baskıları gibi konulara da çok güzel yaklaşıyor.. ajitatif söylem yerine yalın, net bir şekilde sorunu, eşitsizliği, baskıyı size gösteriyor ve ne yapmalı diye soruyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

örneğin filmin en vurucu sahnelerinden birinde olan bakıcı ‘raziye’nin baktığı ‘nadir’in çok yaşlı  babasının altını kirletmesi üzerine ‘raziye’nin tıpkı bizde olduğu gibi ‘alo fetva’ benzeri bir hattı arayarak mollanın tekinden bu yaşlı adamın altını temizlemesinde dini bir sakınca var mı yok mu diye soruyor.. artık çocuğa dönüşmüş bir ihtiyarın altını temizlemek için ‘raziye’ üzerindeki müthiş dini baskı nedeniyle mollanın tekini arayıp ondan izin almak gereğini duyuyor.. mollanın şu cümlesi insanın kanını beynine sıçratıyor : ‘yaşlı adamın altını değiştirmenin acil bir gerekliliği var mı..’ yani ‘nadir’in babası ihtiyar amcamız saatlerce üzerindeki idrarıyla kirlenmiş elbiseleriyle oğlunun işten gelmesini bekleyemez mi acaba diye soruluyor.. temizlik imandan gelir biliriz biz ama molla efendi, çocuğa dönüşmüş ve çoğu hareket yetisini kaybetmiş ihtiyarın altının temizlenmesinin acil olup olmadığını sorguluyor.. alacaksın o molla ve onun gibi düşünen zatı muhteremleri foseptik çukurunun yanına bağlayacaksın, ayakları o çukurun içinde bir gün değil sadece iki saat oturtacaksın bakalım ne düşünecekler.. ya da ellerini kollarını bağlayarak günlerce kendi pislikleri içinde kalmalarını sağlayacaksın ki belki insanlıklarını hatırlarlar.. en insani olayda bile dini, milliyetçi ya da baskıcı bir unsurun devreye girip insanlığa ket vurmasına neden izin veriyor insanlar hiç anlamıyorum..

‘simin’ ile ‘nadir’in boşanmasında da aynı problemler ortaya çıkıyor.. hakime, kızı ‘termeh’in daha iyi şartlarda, daha iyi bir eğitim alması için yurtdışına gitmek istediğini söyleyen ‘simin’e hemen hakim çıkışır ve ne demek istediğini sorar, yoksa iran kötü bir ülke midir, yaşam şartları kötü müdür, yönetim kötü müdür.. en ufak bir muhalif sese izin yoktur, devleti ilgilendirmeyen bir boşanma davasında bile devlet höt zöt eder, sopayı gösterir hemen..

asghar farhadi’nin ‘elly hakkında’ adlı filminde özelikle kadın-erkek eşitliği bakımından yaşanan problemler nakış gibi işlenerek anlatılmıştı.. ve tipik asghar farhadi filminin özelliği olan olay örgüsünün gelip bir yerde tıkanmasıyla devreye giren şiddet sorunları kendince bastırmaya başlıyordu.. ‘elly hakkında’ adlı filmde başlarda laylaylom eğlenen dört beş çiftimizin bir olay nedeniyle aralarında başlayan gerginlikler erkeğin kadına şiddetiyle hemen sonuçlanmıştır..

yine ‘bir ayrılık’ filminde bakıcı ‘raziye’ evindeki maddi sorunlar nedeniyle kocasından gizlice ‘nadir’in babasına parayla bakmaya başlar.. evinin geçimine katkı sağlamak, kocasının alacaklıları karşısında biraz evini rahatlatmak isteyen ‘raziye’nin kocası bu durumu öğrenir öğrenmez ‘raziye’ye şiddet uygulamaya başlar.. ‘raziye’nin suçu kocasından gizli çalışması değildir, ‘raziye’nin suçu bir erkeğe bakmasıdır.. hem de bu erkek, artık bir çocuktan daha bakıma muhtaç, hareket yetilerini yitirmiş bir insandır.. ama aslında ‘raziye’nin yaşaması, nefes alması suçtur.. filmde ‘raziye’ hem kocasından şiddet gördüğü gibi bir de ‘nadir’in bir anlık öfkesinin sonucu ‘nadir’den de şiddet görür ve hayatında büyük bir kayıp yaşar..

işte hem iran özelinde hem dünya genelinde toplumsal sorunlarımızı sade, yormayan bir dille anlatan ve genellikle filmlerinde müzik öğesinin pek bulunmadığı asghar farhadi yine bize ders niteliğinde bir film sunuyor.. usta yönetmenliğinin yanı sıra başrol oyuncuları   ‘peyman moaadi’ (nadir), ‘leila hatami’ (simin) ve ‘sareh bayat’ın (raziye) oyunculukları da filmi bir başyapıt olma yolunda yukarılara taşıyor.. özelikle ‘nadir’ rolündeki ‘peyman moaadi’nin oyunculuğunu takip ediyorum birkaç filmden beri.. hep yükselen bir grafiği var.. en son ‘elly hakkında’ filminde onu izlemiştim.. burada oyunculuğunu daha da üst seviyelere çıkarmış durumda.. sanırım ‘golshifteh’ gibi onu da vazgeçilmezlerim arasına koyacağım yakında..

123 dakikalık uzun ama su gibi akan bu filmi mutlaka izleyin derim ve bulabiliyorsanız ‘asghar farhadi’nin diğer filmlerini da bulup izleyin.. yoksa çok şeyden mahrum kalacaksınız bilmiş olun..

gülüşünüzle kalın..’

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmin Künyesi :

 

Yönetmen : Asghar Farhadi

Senaryo : Asghar Farhadi

Oyuncular :

Peyman Moaadi – Nadir

Leila Hatami – Simin

Sareh Bayat – Raziye

Shahab Hosseini – Hoca

Sarina Farhadi – Termeh

İran – 2011 –  Farsça

123 Dakika..

 

EN GÜZEL RENK HENÜZ GÖRÜLMEMİŞ RENKTİR / Nazım’a nazire

Sinemanın büyüklüğünü idrak ettiğim yapımların başında gelir Majid Majidi’nin Cennetin Rengi adlı dramatik hikayesi.  

Doğuştan görme engelli bir çocuk olan Muhammed, körler okulunda yatılı olarak okumaktadır. Yaz tatili nedeniyle çocuklar evlerine dağılır. Hiç istemediği halde babası onu alır ve köylerine götürür. Yeni bir evlilik arefesinde olan baba engelli bir çocuğun bu evliliğe engel teşkil ettiğini düşünmekte ve ondan kurtulmaya çalışmaktadır. Yol boyu vicdanı arasında gider gelir. Nehir kenarında verilen molada onu nehire atabileceği yönünde fikirler uyandıracak kadar acımasız görünmektedir. Bu teklifini Muhammed’in çok iyi anlaştığı ninesine açar. Onun kör bir marangozun yanında çalışmasının iyi olacağını söyler. Ninesi bu teklifin daha çok kendisi için iyi olacağı yönünde cevap vererek gerçek niyeti yüksek sesle dillendirir. Vicdanı ile babalık duygusu arasında gidip gelen adamın psikolojisini en iyi nehir kenarında traş olduğu sahnede, kırık aynadan kendine baktığı sahne verir.

Bizlerin fark edemediği doğaya ait bir çok detayı bize gösteren bir çocuktur Muhammed. İsmi gibi çok iyidir, yücedir. bu isim ona sanki bu nedenle verilmiştir.

Tahran şehrinin gri binalarından uzandığımız köy yolunda filmin başka bir boyuta geçtiğini hissederiz. Otobüste giderken rüzgarı yakalamaya çalışan Muhammed’in, tarlada başaklarla ilişkisi, nehir kenarında taşlarla oynarken okuduğu sesler bize gösteriyor ki (dua gibi), görmek için bakmak yeterli değildir.  Filmi bütünleyen müzikleri de Mohsen  Namjoo’ya ait olduğunu ekleyelim.

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘SOUND OF NOISE : music for one city and six drummers..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘günlerdir canım sıkkın, nefes almak istemiyorum.. saçma sapan gündemlerin içinde saçma sapan problemlerle uğraşıyorum senin yalnızlığında, yok sayışlarında, bir görünüp bir kaybolmalarında ve terk etmişliğinde ‘ikizim..’

siteye yazmak istiyorum ama yazamıyorum.. içimdeki kabaran öfke, stres, kırılmışlığım, yok sayılmışlığım artık son safhasına gelmiş durumda..

şu tatil gelse de bir iki hafta dinlenmeye teşebbüs etsem diye artık saat dakika sayıyorum..

işte bu süreçte geçen gün zorla elime tutuşturulan bir filmle karşılaştım ve bir süre nefes alıp, kafamı dağıttım : ‘sound of noise..’

gece yarısı yine kafam on milyon şekilde eve gittiğimde izlemek istemedim önce filmi.. bir an önce sızmak istiyordum çünkü biliyordum ki iki saat sonra kalkacağım ve bir daha hiç uyuyamayacağım sabaha kadar.. iki saatlik uykuma yatarken filmi de çalıştırdım yanı başımda oynasın, mırıldansın diye.. gözlüklerimi çıkarmadan ilk beş dakikayı izleyeyim dedim uykum belki daha çabuk gelir diye.. ama uykum geleceğine koşa koşa kaçtı.. film aldı esir etti beni.. iskandinav sinemasına son yıllarda fena şekilde tutulmuştum zaten.. bu film doruk noktası oldu benim için.. içinde müzik olan, müzikle ilgili filmleri çok severim.. hele biraz da hayatla iç içe olursa bayılırım bu filmlere.. işte bu film hem hayatla iç içe ve hem de düzene başkaldırı niteliğinde bir film..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

müzisyen bir aileden gelen terörle mücadele biriminde çalışan polis memuru ‘amadeus warnebring’ bir ‘tahta kulaktır..’ yani müzik kulağı yoktur, hiçbir müzik aleti çalamadığı gibi aynı zamanda müzikten nefret de etmektedir.. dedesi, babası, annesi değişik aletler çalan ya da orkestra şefliği yapan bir ailedir.. şimdi de küçük kardeşi büyük bir orkestra şefi olmuştur.. ama polis memuru warnebring bu aileden hiç nasiplenmemiştir..

işin ilginç yanı şimdi müzikal bir soruşturmayla karşı karşıyadır.. filmin geçtiği şehri ve insanları adeta bir orkestra gibi kullanan altı kişilik bir eylemci grubu vardır.. onlar için hayatın her öğesi bir müzik aletidir.. en akıl almaz şeylerle bile müzik yapmaya çalışırlar.. hayata, düzene karşı tepkilerini ‘bir kent ve altı davulcu için müzik’ şeklindeki bir eylem programıyla gerçekleştireceklerdir..

birinci eylem ses getirecek birisini kaçırarak onun üzerinde müzik yapmaktır.. evet bir insan bedeni.. bunu bir hastanede gerçekleştirmeye karar verirler..

ikinci eylem ise paraya karşı tepkilerini ortaya koymak için bir bankada içeridekileri rehin alarak bankanın içindeki aletlerle müzik yapmaktır..

üçüncüsü ise polis warnebring’in kardeşinin vereceği konser sırasında konser salonunun önünde akla hayale gelmeyecek aletlerle müzik yapmaktır..

ve sonuncu eylem ise sürpriz olsun sizlere.. her eylemde şaşkınlığım arttıkça ağzım, gözlerim açık kalıyordu kocaman kocaman hayretler içinde.. son eylemi yaparlarken artık koptum, çüşş dedim yuh dedim, sonra saygı duydum, taptım bu altı kişilik gruba.. bu eylem listesini filmdeki ingilizce versiyonuyla da yazayım içimde kalmasın..

music for one city and six drummers : 

1- doctor, doctor, gimme gas (in my ass)..

2- money 4 u honey..

3- fuck the music.. kill! kill!

4- electric love..

filmdeki müzikler, özelikle bateri soloları dehşetti.. kendimden geçtim filmi izlerken.. sonra bir daha, sonra bir daha.. sanırım onu bulduk.. uzun bir film de değil.. 98 dakikada sıkmadan kasmadan anlatacağını güzelce anlatıyor.. oyunculuklar da harika.. yönetmen ve senaristlerin de önünde saygıyla eğiliyorum.. çok özgün bir film ortaya çıkarmışlar..

film sanırım 29 temmuz’da gösterime girecek tekrar.. kaçırmayın derim izleyin ve ve ve sevdiklerinize, çevrenizdekilere izlettirin iyilik, güzellik yapmış olursunuz insanlığa..  pişman olmayacaksınız ve kendinizin de tahta kulak olup olmadığınızı sorgulayacaksınız..

müzikle ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Sound of Noise.. – Yaşamın Ritmi..’ 

Yönetmen: Ola Simonsson, Johannes Stjärne Nilsson

Senaryo: Ola Simonsson, Johannes Stjärne Nilsson, Jim Birmant

Oyuncular: Sanna Persson, Magnus Börjeson, Bengt Nilsson, Marcus Boij, Fredrik Myhr, Anders Vestergard, Johannes Björk, Sven Ahlström, Ralph Carlsson, Paula McManus

Müzik: Magnus Börjeson, Fred Avril, Six Drummers

Görüntü Yönetmeni: Charlotta Tengroth

Ülke: Fransa, İsveç

Yıl: 2011

Aldığı Ödüller :

2010 Cannes Altın Ray–Genç Eleştirmenler Ödülü
2010 Austin Fantastic Fest. En İyi Film (Fantastik)
2010 Sitges Mansiyon
2010 Varşova Özgür Ruh Ödülü

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘FRANÇOIS TRUFFAUT..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kariyerinize bir eleştirmen olarak başladınız.. bunun bir yönetmen olarak sizin üzerinizdeki etkisi nasıl oldu?

bunu söylemek zor, çünkü insan filmlere yönetmen olduğunda başka, eleştirmen olduğunda başka bir gözle bakıyor.. mesela ‘yurttaş kane’i her zaman sevmiş olsam da, kariyerimin farklı aşamalarında farklı biçimlerde sevdim.. onu eleştirmenken izlediğimde, özellikle hikayenin anlatılış biçimine hayran olmuştum: bütün karakterlerle görüşen kişiyi görmemize nadiren izin verilmesi, kronolojiye saygı gösterilmemiş olması, bunun gibi şeylere.. yönetmen olarak izlediğimdeyse beni daha çok teknik ilgilendiriyordu : bütün sahneler tek bir seferde çekilmiş, ters kesim kullanılmamıştı; birçok sahnede görüntüden önce müziği duyuyordunuz; bu, orson welles’in radyo eğitimini yansıtıyordu, vs.. sıradan bir izleyici gibi davranınca insan filmleri uyuşturucu gibi kullanır; hareketten büyülenir ve analiz etmeye çalışmaz.. öte yandan , bir eleştirmen (özellikle de benim gibi haftalık bir dergi için çalışan eleştirmen) on beş satırda filmlerin özetini yazmak zorundadır.. bu da insanı bir filmin yapısını anlamaya ve beğenisini akılcılaştırmaya zorlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

özellikle hayran olduğunuz ya da bir yönetmen olarak özellikle yararlı bulduğunuz eleştirmenler var mı?

hiçbir yönetmen eleştirmenlerden hazzetmez, ona karşı ne kadar nazik olurlarsa olsunlar.. her zaman kendisi hakkında söylediklerinin yeterli olmadığını, ilginç bir tarzda hoş bir şeyler söylemediğini ya da söyleyebilecekleri bütün hoş şeyleri başka yönetmenler hakkında söylediklerini düşünür.. ben bir zamanlar eleştirmen olduğumdan, sanırım eleştirmenlere karşı başka yönetmenler kadar husumet duymuyorum.. yine de eleştiriyi filmlerimin kabulünde etkili olan bir unsurdan fazlası olarak düşünmedim hiç.. halkın tutumu, tanıtım malzemesi, gala sonrası reklamlar, bütün bunlar eleştirmenler kadar önemlidir..’

‘FRANÇOIS TRUFFAUT..’ , Derleyen : RONALD BERGAN, Çeviri: EBRU KILIÇ, AGORA Yayınevi, Aralık 2010, 210 Sayfa..