Archive for the ‘Başyapıt / Sinema’ Category

bir tony kaye filmi ‘detachment..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“uzun zamandır sinema yazmıyordum.. her zamanki gibi çok film izliyorum fakat yazma fırsatım olmuyor bir türlü.. ama bu sefer yazmak zorunda hissediyorum atlanmaması gereken ‘detachment’ filminin herkesçe izlenmesi için..

son günlerde ülkemizde eğitim sistemiyle ilgili yapılmak istenen değişikliklerle ilgili tartışmaların, kavgaların sıcağında da mutlaka izlenmesi gereken bir film ‘detachment..’

futbol taktiklerinden beter (1+8+4, 4+4+4 vs.) eğitim sistemi tartışmaları zaten yaz boz tahtasına dönmüş eğitim sistemini belirsiz ufuklara doğru götürüyorken ‘american history x’ filminden tanıdığımız yönetmen ‘tony kaye’nin son uzun metrajlı filmiyle daha anlamlı hale geliyor bu abuk sabuk değişiklikler ve tartışmalar..

‘aile kurumu’ ile ‘mecburi eğitim sistemine’ olan nefretim ve karşı duruşumu tasdik eder eleştirel bir film ‘detachment..’

‘american history x’ filminden sonra çektiği filmlerde aynı başarıyı yakalayamayan ‘tony kaye’ bu filmiyle muhteşem bir dönüş yapıyor sinema dünyasına..

ülkemizde gösterime girmesi pek mümkün görünmeyen bu filmi ne yapın edin bence izleyin.. ‘pek sevgili’ festival programlarında yer alıyor mu onu bilmiyorum fakat festival programında varsa biletleri hemen kapın derim..

film albert camus’nun ‘ve aynı anda hiç bu kadar şeyi bir arada ve derinden hissetmemiştim.. kendimi gelecekten ve dünyadan alıkoydum’ sözüyle açılıyor..

‘detachment’ eğitim sistemlerine genel bir bakış açısı sunmuyor, en derin ayrıntılarına girerek eğitimi, öğrencileri, öğretmenleri, velileri ve sistemleri sorguluyor acımasızca..

filmin karamsar ve karanlık havası dışında, ‘tony kaye’nin siyah beyaz görüntüleri yer yer kullanması, yer yer de amatör el kamerası çekimleriyle belgesel bir hava ve bir çürümüşlük hissiyatı katıyor filmine..

oyuncular filmde çok başarılıydı.. en başta ‘piyanist’ten tanıdığımız usta oyuncu ‘adrien broody’nun muhteşem performansı olmak üzere tüm oyuncular döktürmüştü filmde.. ‘adrien brody’den sonra ‘sami gayle’ ve ‘betyy kaye’yi çok beğendim filmde.. onlar dışındaki herkes de muhteşem oynamışlardı. ama ‘adrien’ ve ‘sami’yi ayrı bir yere koyuyorum, hayran kaldım onlara.. yaşayarak oynamak denir bunlara.. bu oyunculukların muhteşem olmasında tabi ki usta yönetmen ‘tony kaye’nin katkısı en üst düzeyde..

filmin kurgusu da mükemmel.. geçmiş zaman görüntüleri ile şimdiki zaman görüntülerinin üstü üste bindirilmeleri hayran kalınan bir çalışma ortaya çıkarmış.. tabi bu arada senaryonun kusursuzluğunu ve filmin tamamı boyunca arkadan gelen müzikleri de unutmamak lazım.. ‘the newton brothers’ imzalı filmin müzikleri filmin etkileyiciliğini daha da yukarılara çıkarıyor.. filmin başında ve içinde yer yer kullanılan animasyonlar da filmin görselliğine ayrı bir renk katmış..

filmin konusuna gelince, ‘henry barthes’ (adrien brody) bir vekil öğretmendir.. ihtiyaç olan okullara geçici görevlerle gider.. idealist bir öğretmendir.. eğitim sistemini kendince değiştirmeye çalışır.. son gittiği okul ise kapatılması düşünülen bir okuldur.. okul müdüresi bunun olmaması için çabalamaktadır.. ‘henry barthes’ geldiği yeni okulda da öğrencileri eğitip dönüştürmeye çalışır..

öğrencileriyle birebir ilgilenir, sıkılmaz, çekinmez bundan.. hatta başka öğretmenlerce bazen yanlış anlaşılır..

okul dışında sokaktaki zor durumdaki insanlara da elini uzatır, yardım etmeye çalışır.. acı çeken insanları görünce hiç çekinmeden ulu orta yerde onlar için ağlar ve yardım etmeye çalışır..

amerikan yaşam biçiminin insanları getirdiği noktaları, kapitalist sistemin açmazlarını çok iyi gören ‘henry barthes’ korkusuzca bu konuların üzerine gider..

geçim derdindeki insanların kişilikleri dışında kendilerini, etlerini dahi satmalarını insanlığına yediremez ‘henry..’

adeta bir peygamber gibidir film boyunca..

sistemle ve sorunlarla boğuşurken kendi özel hayatında yaşadığı sorunlarla da hesaplaşır.. özellikle kendisi küçük bir çocukken ölen annesinin ölümünü devamlı hatırlayarak geçmişe döner ve bir bakımevinde kalan dedesiyle bu ölüm nedeniyle hesaplaşmalara girer..

hayatında bir kadın olmayan ‘henry’ duygusal birlikteliklere adeta kendisini kapamıştır.. ancak yeni geldiği okulda öğretmen ‘sarah’a karşı bir ilgi duyar, karşılıksız da kalmaz.. fakat bu arada sokaklarda fahişelik yaparak geçimini yapan ‘erica’yı (sami gayle) bu hayattan kurtarmak için geçici süre evine alan ‘henry’e ‘erica’ da ilgi duymaya başlar, bir süre sonra bu ilgi karşılıksız bir aşka dönüşür.. lise çağındaki ‘erica’ın aşkına karşılık vermez ‘henry..’ okulda da ilgi gösterdiği ve sorunlarıyla ilgilendiği ‘meredith’ ‘henry’e ilgi duymaya başlar.. bu ilgi de karşılıksız bir aşka dönüşmekle beraber ‘henry’ ne yapacağını şaşırır.. olaylar değişik yönlerde gelişmeye devam eder..

yukarıda da dediğim gibi ‘tony kaye’ ‘american history x’ten sonra pek ses getiremediği filmlerinin ardından muhteşem bir dönüş yapıyor sinema dünyasına.. gittiği festivallerden de bol ödülle dönen ‘detachment’ 2012’de epey ses getireceğe benzer..

bu filmi kaçırmayın mutlaka izleyin derim..”

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘detachment..’

 

yönetmen : tony kaye

senaryo :  carl lund

süre: 97 dakika

müzik : ‘the newton brothers’

oyuncular :

 

adrien brody – henry barthes

marcia gay harden – carol dearden

james caan – charles seaboldt

christina hendricks – sarah madison

lucy liu – dr. doris parker

blythe danner  – perkins

tim blake nelson – wiatt

william petersen -sarge kepler

bryan cranston  – dearden

sami gayle  – erica

betty kaye  –  meredith

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(tony kaye..)

‘ÖZCAN ALPER’in ikinci uzun metrajlı filmi ‘GELECEK UZUN SÜRER’in dvd’si çıktı!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aleyhinde yapılan tüm karalamalara, küçümsemelere rağmen ve sağda solda kendi küçük dünyalarında üç kuruşluk sinema bilgileriyle yapılan haksız eleştirilere, kafalarındaki faşist tohumların etkisiyle arka planda filmi yok saymaya yönelik yapılan gizli kulislere rağmen türkiye sinema tarihinin başyapıtlarından birisi olan büyük usta ‘özcan alper’in ikinci uzun metrajlı filmi ‘gelecek uzun sürer’in dvd’si nihayet çıktı!

sinemada izlenmesi gereken filmlerden olmasına rağmen hem izlemeyenler için hem de tekrar izleyip arşivlerine koymak isteyenler için çok iyi bir fırsat.. ayrıca tüm aylakların desteklemesi gereken bir yapım bu..

büyük ustanın yeni filmlerini sabırsızlıkla beklerken ‘sonbahar’ ve ‘gelecek uzun sürer’le bir süre idare edeceğiz artık.. ayrıca bu eşsiz filmin müziklerini de sabırsızlıkla beklediğimizi yineleyelim..

neyse sizi daha fazla engellemeyelim filmi almaya gitmeniz için.. son olarak tüm film ekibine buradan tekrar teşekkür ediyorum aylak adamız ailesi adına, yüreğinize sağlık, iyi ki varsınız..

yazıyı okuyanlar, haydi şimdi filmi almaya gidelim hep beraber..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sinopsis :

İstanbul’da bir üniversitede müzik araştırmaları yapan Sumru (28), ağıt derlemeleri ile ilgili yaptığı tez çalışması için birkaç aylığına ülkenin güneydoğusuna yolculuğa çıkar. Kısa süreliğine çıktığı bu yolculuk, hayatının en uzun yolculuğuna dönüşür. Bu yolculukta Sumru’nun yolu Diyarbakır sokaklarında korsan DVD satan Ahmet, Diyarbakır’da tek başına kalmış yıkık dökük kilisenin bekçisi olan Antranik amca ve bölgede sürmekte olan ‘adı konulmamış savaşa’ tanıklık eden pek çok karakterle kesişir.

Sumru, üç ay boyunca kaldığı Diyarbakır’da peşinde olduğu ağıtların hikayelerini ararken kendi ertelediği acısıyla da yüzleşir. Diyarbakır’dan Hakkari’de bulunan boşaltılmış bir dağ köyüne doğru yola çıkarken bu tehlikeli yolculuğa anlam veremeyen Ahmet’in “Neden bu köy, orada ne var?” sorularını yanıtsız bırakır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazan ve Yöneten : Özcan Alper

1975’te Artvin’de doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde 1992-1996 arasında Fizik, 1996-2003 arasında Bilim Tarihi okudu. 1996-1999 arasında MKM Sinema Atölyesi’ne, 1999-2001 arasında Nazım Kültür Evi sinema seminerlerine katıldı.

2008’de yönettiği ilk uzun metrajlı filmi “Sonbahar” Türkiye ve dünyada 60’tan fazla festivalde gösterildi, 33 ödül kazandı. 2009’da Avrupa Film Akademisi Avrupa Keşfi ödülüne aday gösterildi. “Gelecek Uzun Sürer” Özcan Alper’in ikinci uzun metrajlı filmi.

Oyuncular :

Gaye Gürsel  : Sumru

1980’de İzmir’de doğdu. 2002 yılında İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesinden mezun olduktan sonra Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde oyunculuk eğitimi aldı. Birçok reklam ve dizide rol aldı. “Gelecek Uzun Sürer” başrollerini oynadığı ilk sinema filmidir.

Durukan Ordu : Ahmet

1973’te Akşehir’de doğdu. Hacettepe üniversitesi Ankara Devlet Tiyatrosu’nda eğitim aldıktan sonra Trabzon Devlet Tiyatrosu ve Ankara Devlet Tiyatrosunda bir çok oyunda başroller de oynayan Durukan Ordu, 2005-2009 yılları arasında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde “Temel Oyunculuk” dersleri verdi. Halen Ankara devlet tiyatrosunda oyunculuğuna devam eden Ordu’nun, “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

Sarkis Seropyan : Anto Dayı

1935’te İstanbul’da doğdu. 90’lı yılların sonunda gazeteciliğe başlayan Seropyan , Agos gazetesinin kurucularından ve yazarlarından. Halen Agos gazetesinde yazarlık yapıyor. Daha önce oyunculuk yapmadı. Bir çok kitap yazdı ve çeviriler yaptır. “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

Osman Karakoç : Harun

1983 yılında Eskişehir’de doğdu. Bilkent Üniversitesi Kimya bölümü öğrencisiyken üniversitenin tiyatro topluluğuna katılması ile tiyatro hayatı başladı ve buadaki öğrenimine son vererek Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro bölümünü kazandı. Bir çok oyunda rol alan Karakoç, Tv dizilerinde rol alan ve halen eğitimini sürdürmekte olan Osman Karakoç’un “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

 

Senaryo ve Yönetmen : Özcan Alper

Yapımcılar : Ersin Çelik, Soner Alper

Uygulayıcı Yapımcı : Cihan Aslı Filiz

Ortak Yapımcılar : Guillaume de Seille, Titus Kreyenberg

Görüntü Yönetmeni : Feza Çaldıran

Ses : Mohammed Mokhtary

Özgün Müzik : Mustafa Biber

Sanat Yönetmeni  : Tolunay Türköz

Kurgu : Ayhan Ergürsel, Thomas Balkenhol, Özcan Alper, Umut

Sakallıoğlu

Işık Şefi : Engin Altıntaş

Yardımcı Yönetmen : Lusin Dink

Cast

Sumru – Gaye Gürsel

Ahmet – Durukan Ordu

Antranik – Sarkis Seropyan

Harun – Osman Karakoç

Leyla – Güllü Özalp Ulusoy

Kuto – Erdal Kırık

Senaryo Danışmanı : Thomas Balkenhol

Senaryoya Katkıda Bulunanlar : Hüseyin Kuzu, Orhan Eskiköy,

Murat Boyacıoğlu

Prodüksiyon Amiri : Yusuf Deniz Çinibulak

Set Amiri : Altan Çakmak

Yönetmen Yardımcıları : Hamdi Akyol , Özgür Doğan

Prodüksiyon ve Laboratuar Koordinasyon : Selim Güntürkün

Van ve Diyarbakır Yapım Yardımcıları : Reşat Ayaz,  Cengiz Toprak

1. Kamera Asistanı : Mansour Zohouri

2. Kamera Asistanı : Uğur Şapaloğlu

3. Kamera Asistanı : Kerem Arıca

Işık Asistanları : Yavuz Ustabaş, Şafak Kibar, Kenan Seçkin

Boom Operatörü : Ali Reza Karimi

Sanat Yönetmeni Yardımcıları : Arif Seletli, Racia Kaya, Aziz İnce

Set Asistanı : Emre Selçik

Panter Operatörü : Rasim Kurtulan

Panter Asistanı : İsmail Ay, Hamza Şahin

Stedicam Operatörü : Hakan Tezer

Runners : Hasan İnce,  Sezai Bulut

Ulaştırma : Fethi Gümüş, Musa Dağlı, Selahattin Aksoy, Cebrail

Dağlı, Abdullah Akyıldız

Set Fotoğrafçısı : Hüsamettin Bahçe, Ziynet Özen

Cast Ajansı : Renda Güner Casting

Cast Sorumlusu : Hülya Çelen

Cast Asistanı : Demet Koç

Radyo Haberleri Kayıt : Açık Radyo – Didem Gençtürk

Radyo Anonsu : Murat Utku

Grafik Tasarım : Sera Dink

Çeviriler : Caroline Riera-Darsalia, Lucy Wood, Lidya Bulte,  Uwe

Fiedeldei,  Berkcan Navarro

 

Katıldığı Festivaller ve Ödüller :

Festivaller :

2012,22-30 Mart] 19. Uluslararası Febiofest Film Festivali Prag(Çek Cumhuriyeti) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012, 9-18-25 Mart] 16. Sofya Uluslararası Film Festivali (Bulgaristan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012, 24 Şubat-4 Mart] 40.Uluslararası Belgrad Film Festivali (Sırbistan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012,14-21 Şubat] 19. Vesoul Asya Fillmleri Festivali(FICA)(Fransa) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012,  41. Rotterdam Uluslararası Film Festivali (Hollanda): Parlak Gelecek Seçkisi

2011 , 16. Kerala Uluslararası Film Festivali(Hindistan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2011, 2. Malatya Uluslararası Film Festivali: Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması

2011, 18. ,Adana  Altın Koza Film Festivali, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması

2011, 36. Toronto Uluslararası Film Festivali, Çağdaş Dünya Sineması Seçkisi

 

Ödüller :

2012, 19. Vesoul Asya Fillmleri Festivali(FICA)(Fransa)

Özel Mansiyon Ödülü

2011 , 16. Kerala Uluslararası Film Festivali(Hindistan): FIBRESCI (Uluslararası Sinema Yazarları Birliği) En İyi Film

2011, 2. Malatya Uluslararası Film Festivali: En İyi Film Ödülü, En İyi Yönetmen Ödülü, En İyi Müzik Ödülü

2011, 18. Adana Altın Koza Uluslararası Film Festivali: Yılmaz Güney Ödülü

Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) En İyi Film Ödülü : En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü(Durukan Ordu), En İyi Müzik Ödülü(Mustafa Biber)

(filmle ilgili tüm bilgiler, fotoğraflar filmin resmi sitesi : http://www.gelecekuzunsurer.com/ dan alınmıştır.. daha fazla bilgi için buraya bakınız..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

her dönemin faşizmine karşı : romanıyla : ‘Z.. ÖLÜMSÜZ..’ – VASSILI VASSILIKOS.., filmiyle : COSTA GAVRAS, müziğiyle : MIKIS THEODORAKIS..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“akşamın başta gelen konuşmacısı, tarım bakanı, pas hastalığıyla mücadele konulu konuşmasını tamamlamak üzereyken general saatine baktı :

-sonuç olarak konuşmamızı şöyle özetleyebiliriz : bağlara sıvı halindeki bakır sülfat püskürtmekle pas hastalığının önüne geçilebilir.. en bilinen terkipler de bordaux ve burgonya karışımı adı verilen, sıvı halindeki ilaçlardır.. ikinci karışım, adını hazırlandığı bölgeden, burgonya’dan alır.. burası aynı zamanda, gerçek bir ün kazanmış şarapların çıktığı bölgedir.. bordaux karışımı ise, sönmemiş kireç katılarak hafifletilmiş yüzde iki ya da iç oranındaki bakır sülfattan meydana gelir.. birinci karışım ikincisinden, sönmemiş kirecin yerine bakır karbonat konmasıyla ayrılır.. bu çok bilinen karışımlara çeşitli jelatinimsi maddelerin katılmasıyla yağmur suyundan eriyip gitmeleri önlenir..

özel kalem müdürünün bir hademeyle yolladığı bulanık sudan bir bardak içip (bu 22 mayıs 1963 günü, bir haftadan beri devam eden sıcak, ağzını iyice kurutup sözlerini anlaşılmaz hale getirebilirdi) sözlerine devam etti :

‘yine aynı hastalığı önlemek için, bakır tuzlarından yapılan toz halindeki ilaçlardan yararlanılır ki, bunlar çok daha kullanışlıdır.. bu ilaçlar, özel tulumbalarla yılda üç kere püskürtülür.. ilk püskürtme, filizler on iki ile on beş santim yükseldiği sıra; ikincisi çiçeklenmeden az önce ya da hemen sonra, üçüncüsü de ikincisinden bir ay sonra yapılır.. ama yağmurlu geçen yıllarda ya da rutubetli bölgelerde püskürtme işlemi sık sık tekrarlanmalıdır..

çoğunluk vali ve jandarma komutanlarının doldurduğu salondaki dinleyiciler uyuklamaya başlamışlardır.. iyi adamdı şu tarım bakanı ama, konuşma yeteneğini ilk kez deneyden geçiriyordu sanki! her şeyden önce dili bilim adamı diliydi.. hem pas hastalığıyla kim ilgilenirdir? bakan, makedonya ve özellikle bu toplantının yapıldığı selanik şehrinde bağların, kendi seçim bölgesi peloponez’deki kadar önemli yeri olmadığını unutmuştu sanki.. burada en önemli tarım ürünü tütündü ve bakan bu konuya değinmemişti bile.. oysa hepsi, alınacak tedbiri biliyordu.. pas hastalığından anlamazlardır ama kendi il ya da ilçe merkezlerine bağlı köylerde doğrudan doğruya doğu ülkelerinden gelme bir hastalığın söz konusu olduğunu yaymış, sözlerine inanan pek çok köylü çıktığından, komünizmle mücadelede başarı sağlama olanakları iyiden iyiye artmıştı.. ne yazık ki, tüm köylüler sözlerini dinlemiyorlardı.. yine de çürütülmez bir kanıt vardı ellerinde : tarlalara yayılıp ürünü mahveden pas hastalığı komünizmle aynı zamanda ortaya çıkmıştı.. aynı yaştaydılar.. uçaklarda attırdıkları beyannamelerde –bu uçakları, tütün tarlalarına ilaç püskürtmekte kullansalar daha iyi ederlerdi ya- kocaman kırmızı harflerle, pas hastalığının bir komünist hastalığı olduğu belirtilmekteydi..

‘patron’un bu çok parlak bilimsel incelemesini, yalnız, kuzey yunanistan bakanlığı tarım servisinde görevli müdürler büyük bir ilgi ve dikkatle dinliyorlardı..

-püskürtme sırasında yaprakların ilaçla sıvanmasına dikkat edilmelidir.. püskürtme, hastalığı önleyici nitelikte olmakla birlikte hiçbir zaman da ihmal edilmemelidir. baylar, pas hastalığıyla mücadelede izlenecek yollarla ilgili konuşmama burada son verirken, konuşmam boyunca gösterdiğiniz ilgiye candan teşekkürlerimi sunarım..

tek tük akış sesleri duyuldu ve bakan kürsüden indi..

general yerinden kalktı.. konuşmacının, dinleyiciler arasında yerini, almasını bekledikten sonra, sırtı kürsüye dönük, çoğu kabak kafalı ve şişko, vali ya da emri altındaki jandarma subayı olan kalabalığın küçük bir bölümünü, tarım kesiminde görevli müdürleri hiçe sayarak şunları söyledi :

-sayın bakanın büyük ilgiyle izlenen sözlerine ben de birkaç şey katmak istiyorum.. ben, içimizdeki pas hastalığından, komünizmden söz edeceğim.. kuzey yunanistan jandarma kuvvetlerinin başkomutanı sıfatıyla siz, devlet hizmetindeki yüksek memurlara, ülkemizi kırıp geçirmekte olan ideolojik pas hastalığını anlatmak, benim için çok güç ele geçen bir fırsattır..

şahsen komünistlere hiçbir düşmanlığım yok.. her zaman onlara acımışımdır.. onları hep, hristiyan –elen uygarlığımızın doğru yolundan sağmış, yolunu kaybetmiş zavallılar olarak görmüşümdür.. her zaman da onlara yardım etmek, yol göstermek ve milliyetçiliğin doğru yoluna sokmak için çalışmışımdır.. hepimiz çok iyi biliriz ki, yunanistan ve komünizm, özü itibarıyla birbirleriyle uyuşamayan iki kavramdır..

pas hastalığı gibi komünizm de, baş vermeden ezilmelidir.. pas hastalığı gibi komünizm de, çeşitli asalak unsurların yol açtığı mariz bir şeydir.. bağlara, üç ayrı devrede ilaç püskürtmekle pas hastalığının önüne geçildiği gibi, komünizmi önleyici bir takım ilaçların da insanlara püskürtülmesi zorunludur.. bu yönde, okullar ilk dönemi teşkile derler.. sayın bakanın kullandığı terimlere başvurmak gerekirse, bu dönem filizler daha on iki ya da on beş santimi bulmamıştır.. ikinci püskürtme dönemi –jandarma kuvvetlerinin yıllardan beri başında bulunmanın bana sağladığı tecrübelere dayanarak, bu dönemin en güç dönem olduğunu söyleyebilirim- çiçek açmadan kısa bir süre önce ya da sonrasına rastlar.. söz konusu, bir takım sorunları bulunan öğrenciler, işçiler ve gençlerdir.. bu ikinci püskürtme işlemi başarılı sonuç verirse, pas-komuna hastalığının, yıkıcı eylemiyle elen özgürlüğünün ağacına yayılıp onu soldurması, imkansız demesek de çok güçtür.. üçüncü ve son püskürtmenin bir ay sonra yapılması gerektiğini sayın bakandan öğrendik.. bir aylık sürenin yerine beş yıllık bir süre koyun, bu kuralın söz konusu durumda geçerli olduğunu görürsünüz..

vardığımız sonuç şu : bu yöntemle, yunan toprağının verimli tarlaları hep sağlam meyve verecek çağımızın komünizm ve pas gibi iki önemli hastalığı da, bir daha ortaya çıkmamak üzere  yenilecektir.. hepinize, gerek pas hastalığı ve gerek komünizmle mücadele gibi bu oldukça güç işte cesaret vermek için söyleyeceklerim bu kadar..’

generalin söylevi bir alkış tufanıyla karşılandı.. toplantı sona erdi.. büyük bir düzenle, valiler, komutanlar, bakanlık müsteşarları yerlerinden kalktılar, sigaralarını yaktılar, gerindiler ve üstlerinin ardından dışarı çıkmaya hazırlandılar..”

 

VASSILI VASSILIKOS

 

‘ÖLÜMSÜZ..’ , VASSILI VASSILIKOS, Çeviri : AYDIN EMEÇ, E Yayınları, Şubat 1970, 420 Sayfa..

Filmi : ‘Z.. ÖLÜMSÜZ..’ , Yönetmen : COSTA GAVRAS, Senaryo : Vassili Vasssilikos’tan uyarlayan Jorge Semprun ve Costa Gavras, Oyuncular : Yves Montand, Jean-Louis Trintignant, Irene Papas, Jacques Perrin, Müzik : Mikis Theodorakis, 1969..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ZENNE..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘dürüstlük bazen öldürür..’

 

‘zenne’ adlı filmle ilgili aylardır yazılan çizilenleri okuyorduk.. gösterime girmesini sabırsızlıkla  beklediğim filmlerden birisiydi.. olumlu olumsuz bir sürü yazı yazıldı film hakkında, tehdit boyutuna varan saldırılar da vardı.. daha gösterime girmeden infaz edilen bir film..

bir haftayı geçen hastalığım bir yandan, babamın üç gündür hastanede olması bir yandan hüzün ve üzüntü boğuluyordum günlerdir.. üstüne üstlük hastayım diye uzun alkolsüz günler.. bari bir iki yudum bir şey içebilseydim üzerimdeki moral bozukluğunu bir ölçüde az hasarla atlatabilirdim.. ama nerde.. varsa yoksa antibiyotik yutmaya devam.. neyse ki öksürüğüm kesildi.. babam da bugün yarın hastaneden çıkacak, bakalım artık ben de bugün yarın babamın hastaneden çıkışını antibiyotiğe rağmen kutlarım bir kadeh ‘arak’ parlatarak..

işte böyle bir ruh hali içindeyken dün akşam ‘zenne’yi izleme fırsatı buldum.. keşke dün izlemeseydim.. sıfır olan moralim uzun bir süre geri gelmeyecek şekilde yok oldu.. çünkü anlatılan hikayeler ve film insanı bir açıdan büyük bir umutsuzluğa sürüklüyordu.. ama tek bir cümle ile özetlemek gerekirse film mükemmel bir film ve mutlaka izlenip desteklenmesi gereken bir başyapıt.. çok etkilendim..

filmden sonra sabaha kadar huzursuz bir şekilde gözlerim dolu dolu, içim buruk, tek başıma oturdum.. bir şeyler yazmak istedim ama elim varmadı ‘ahmet yıldız’ı, ‘can’ı, ‘cihan’ı, ‘sevgi’yi ve filmdeki tüm karakterleri düşünmekten..

film 2008 yılında öz babası tarafından eşcinsel olduğu için öldürülen ‘ahmet yıldız’ın gerçek hayat hikayesinden esinlenerek kurgulanmış bir senaryodan yola çıkıyor ve ona ithaf ediliyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(2008 yılında katledilen ve katili hala yakalanmayan AHMET YILDIZ..)

 

tesadüf eseri karşılaşıp tanışan urfalı ‘ahmet’, zenne ‘can’ ve bir süreliğine istanbul’da yaşayan alman fotoğrafçı ‘daniel’in hikayelerini anlatılırken bir yandan da alt öyküler de mevcut filmde.. 99 dakika içinde o kadar hayat hikayesi ve toplumsal sorun öyle bir sadelik ve büyük bir başarı ile anlatılıyor ki filmin bir saniyesi için bile fazlalık diyemiyorsunuz..

askerlik problemi olan ‘can’ hayatını fal bakarak kazanırken bir yandan da ücretsiz olarak çok sevdiği ‘zenne’ sanatını çeşitli gece kulüplerinde icra ederek dans etmektedir.. ‘ahmet’ urfalıdır, muhafazakar bir ailesi vardır ve kız kardeşiyle birlikte istanbul’da yaşamakta ve üniversiteyi bitirmeye çalışmaktadır.. ‘daniel’ ise başarılı bir fotoğrafçıdır.. dünyanın belalı bölgelerine giderek fotoğraflar çekmektedir.. en son gittiği bölge afganistan’dır.. ‘afganistan’da yaşadığı üzücü bir olaydan sonra ‘istanbul’a gelmiş ve geçici süre burada yaşamaya ve dinlenmeye karar vermiştir.. birbiriyle alakası olmayan üç insanın yolları bir gün tesadüf eseri kesişir ve olaylar gelişir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

herkes sadece ‘ahmet yıldız’ın hayatının anlatıldığı bir film olarak düşünüyor bu filmi.. ancak 99 dakikalık bu filmde bu toprakların hemen hemen bütün sorunlarına değiniliyor ve çarpıcı şekilde bu sorunların yol açtığı olaylar anlatılıyor..

film hoşgörünün ismi ‘mevlana’nın ‘kendi kanında dans et / özgürleşince dans et..’ dizeleriyle açılıyor.. ‘dürüstlük bazen öldürür’ sloganını kullanıyor film.. bu slogan belki cinsel kimlikler için gerici bir ifade olarak adlandırılabilir ancak öyle değil kesinlikle.. sadece film özelinde kullanılan ve ‘ahmet yıldız’ın katledilmesine yönelik üzüntülerin bir ifadesi bu slogan..

ayrıca ‘zenne’ türkiye sinemasında yapılmış bence en antimilitarist film.. hem ‘ahmet’in hem de ‘can’ın askerlik sorunu vardır.. ikisi de askere gitmek istememektedir.. ancak önlerindeki tek çözüm mide bulandırıcı bir şekilde özel hayatlarının devlet adına görevli insanların önüne konulmasıdır.. askerlikten muaf olabilmelerini sağlayacak raporu alabilmek için özel hayatlarına ve cinsel tercihlerine dair heyete sunmaları gereken bazı özel fotoğraflar vardır.. ikisi de bir tercih yapmak zorundadırlar.. üzerlerindeki ailevi ve toplumsal baskılar yanında bir de askerlik meselesiyle uğraşmaktadırlar..

‘daniel’ ise tanıştığı zenne ‘can’ın fotoğraflarını çekmek istemektedir.. ancak kendisine ‘ahmet’in gösterdiği ilgi de karşılıksız kalmaz ve o da ‘ahmet’e aşık olur..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin ana öyküsünün dışında alt öyküler de vardır.. örneğin can’ın aynı evde birlikte yaşadığı eski ‘gurbetçi’ teyzesinin trajik hayatı, yine ‘can’ın babasının güneydoğuda yaşanan savaşta ölen bir binbaşı olması ve abisin de yine güneydoğu’da savaşmış ama yaşadıkları nedeniyle savaş travması sonucu alkolik olup, psikolojisi bozulan eski bir asker olması ve bunların yanında bu iki çocuğunu kaybetmek istemeyen anneleri.. ‘can’ ve ‘cihan’ı kaybetmemek için elinden geleni yapan annelerinin öyküsü gerçekten çok etkileyiciydi.. oğlu ‘can’ı askere göndermemek için elinden geleni yapan ve militarizm ile askerlik vazifesini sorgulayan annenin ellerine sarılıp öpmek istedim filmi izlerken.. söylediği her cümle annelik içgüdüsüyle söylenmiş cümleler değil aslında, her insanın söylemesi gereken insan olmanın gerektirdiği bir görev.. ancak annelikten kaynaklanan duygularla bu cümleler daha da etkileyici olarak dile getirilmiş..

filmde hesaplaşılan devlet, askerlik kurumu, töre ve hep dile getirdiğim gibi çökmüş ve çürümüş aile kurumu tamamen deşifre ediliyor.. toplumsal sorunlarımızın temel köklerine iniliyor filmde.. birbirimizi ‘ötekileştirmemizi’ isteyen devlet ya da toplumsal yapı ne derseniz diyin onun ipliğini pazara çıkaran bir film bu..

herkes ‘zenne’ isminden yola çıkarak bir ‘öteki’nin hayatından, sorunlarından kesitler izleyeceğimizi düşünüyor.. ancak anlatılanlar bizim hikayemiz, hepimizin hikayesi.. değinilmeyen bir sorun yok filmde.. cinsel ayrımcılıklardan, mecburi askerlik görevine, ekonomik sorunlara, dünyayı saran vahşi savaşlardan, çocuk ölümlerine, çökmüş aile yapısından muhafazakar toplum yapısına, töre saçmalıklarından gulyabani gibi tepemizde dikilen eli sopalı devlet aygıtına ve bu toprakların doğusunda otuz yıldır yaşanan savaşa ve onun yarattığı toplumsal ve bireysel travmalara kadar her şey anlatılıyor..

filmdeki oyunculuklar kadar, senaryo, kurgu ve müzikler de mükemmel.. filmde zerre kadar yapmacık bir sahne ya da rol göremeyeceğiniz gibi, saçma veya fazlalık bir yeri yok.. özellikle başrollerdeki kerem can (can), erkan avcı (ahmet), giovanni arvaneh (daniel), can’ın annesini canlandıran tilbe saran (sevgi) ve can’ın abisini canlandıran tolga tekin (cihan)’in performansları en üst seviyede.. açık söyleyeyim ayrım yapmak istemiyorum fakat beni en çok etkileyenler ‘can’ı oynayan kerem can, yine ‘can’ın annesi rolündeki tilbe saran ve abisi ‘cihan’ rolündeki tolga tekin’di.. filmde oynamamışlar sanki yaşamışlar..

aslında bir belgesel olarak yapılması düşünülen proje daha sonra sinema filmine dönüşmüş ve proje hayata geçirilmiş.. küçük bir anektod olarak şunu da belirteyim ‘zenne’ filmi kurumsal olarak sadece ‘hollanda kraliyeti’nin istanbul başkonsolosluğundan’ destek alabilmiş.. bu da ayrı bir üzüntü verici ayrıntı..

bu başyapıtın yönetmenleri ‘m. caner alper’ ve ‘mehmet binay’ın şahsında filmin tüm ekibine buradan aylak adamız ailesi olarak sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.. film birçok festivalden ödüllerle döndü ve festivallere katılmaya devam ediyor.. ancak bu ödüllerin yanı sıra filme yönelik karalama kampanyası ve tehditler de gerici, faşist çevrelerden yoğun bir şekilde devam ediyor.. ‘sapıkların filmi’ diye bazı basın organlarında film infaz ediliyor..

bu saldırılara karşı destek olabilmek ve film ekibini ilerdeki projeleri için cesaretlendirip destek olabilmek için herkese bu filmi aynı zamanda kendisi için mutlaka izlemesi gerektiğini söylüyorum, tavsiye etmiyorum, önermiyorum, izlemezseniz eksik kalırsınız diyorum..

bu ülkenin ‘eşcinsellik hastalıktır’ diyen bakanların normal karşılanıp, övüldüğü bir ülke olmaması için ve birbirimizi ‘ötekileştirme’ projelerine karşı durabilmemiz için bu filmi izlememiz ve destek olmamız gerekiyor..

bu filmle ilgili ve katili halen yakalanmamış ‘ahmet yıldız’la ilgili çok şey yazmamız gerekiyor, bu bizim insanlık görevimiz.. ben en azından kendi adıma daha çok şey yazacağım bu filmle ilgili diyorum..

film boyunca gözlerimin dolmasına yol açan ve içimi acıtan bu başyapıtı bizlere kazandıran tüm film ekibine tekrar sonsuz teşekkürlerimi sunuyor, yüreklerine sağlık diyor ve önlerinde saygıyla eğiliyorum..      

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ZENNE..’

 

Yönetmen : M. Caner Alper, Mehmet Binay

Senaryo : M Caner Alper

Oyuncular : Kerem Can Ccan)

Erkan Avcı (Ahmet)

Giovanni Arvaneh (Daniel)

Rüçhan Çalışkur (Kezban)

Tilbe Saran (Sevgi)

Ünal Silver (Yılmaz)

Görüntü Yönetmeni : Norayr Kasper

Kurgu : Jasmin Guso

2011, 99 dakika..

‘ELENA..’ – Andrei Zvyagintsev

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘dönüş (2003), sürgün (2007)’ filmlerinden tanıdığım ‘andrei zvyagintsev’in en son filminden yine dört sene sonra çektiği ‘elena’yı (2011) izleme şansına sonunda sahip oldum..

‘dönüş’ü ilk izlediğimde müthiş etkilenmiştim.. eski rus yönetmenleri andıran tarzıyla ‘tarkovski’ye bile benzetilen ‘andrei zvyagintsev’in bence kendine özgü bir sinema dili vardı ve her yeni filmiyle bu dili geliştiriyordu..

benim gibi muhakkak aranızda sevdiğiniz yönetmenlerin yeni filmlerini sabırsızlıkla bekleyenler vardır.. benimkilerin arasında  ‘andrei zvyagintsev’ en başlarda gelir.. üstelik ‘andrei zvyagintsev’in uzun aralıklarla film çekmesi nedeniyle de bu sabırsızlık ve bekleyiş bazen umutsuzluğa da dönüşür..

‘dönüş’ ve ‘sürgün’ filmleriyle doğaya ve taşraya kamerasını çevirmişken insanlar arasındaki iletişimsizliğin vardığı boyutları, yabancılaşmanın, umutsuzluğun ulaştığı boyutları da irdeleyip anlatan ve ayrıca sevgi, fedakarlık, yalnızlık, ihtiras gibi insani duygu ve tepkiler ile aile kurumunun çürümüşlüğüne değinen, ancak bunlarla ilgili çözümleri cevapsız bırakarak seyirciyi kafasında sorularla salondan çıkaran ‘andrei zvyagintsev’ son filmi ‘elena’da da yine aynı yolu izleyerek aynı problemler çerçevesinde bu kez kamerasını şehir yaşamına çevirmiş..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : andrei zvyagintsev)

 

filmin konusuna gelince, ‘elena’ emekli bir hemşiredir.. on yıl önce zengin ‘vladamir’ ile çalıştığı hastanede tanışan ‘elena’ bir süre sonra onun evinde çalışmaya başlar.. on yıllık ilişkilerinin son iki yılında da resmi olarak evlenmişlerdir.. ancak bu evlilik duygusallıktan uzak ve her anı tamamen planlı, programlı bir ilişkidir.. bu durum da arada duyguya dayanmayan tamamen karşılıklı çıkarlar üzerine kurulu satranç tahtasındaki hamlelere benzer bir evlilik ortaya çıkarır..

zengin ‘vladamir’in daha önceki evliliğinden olan kızı ‘katherine’ hayattaki tek yakınıdır.. ‘elena’nın ise evli bir oğlu vardır.. bu oğlu işsizdir ancak geçindirmek zorunda olduğu bir ailesi ve iki çocuğu vardır.. çocuklardan birisi askerlik çağına gelmiş lise öğrencisidir.. askere gitmemesi için üniversiteye kayıt yaptırması ve bunun için de yüklü bir para gerekmektedir.. bu para bulunmazsa askere gidecektir.. ancak ‘elena’nın ve diğerlerinin tek korkusu o sırada süren osetya savaşında cepheye gönderilmesidir.. ‘elena’ bu kadar duyarlı olmasına rağmen ne torunu ne de oğlu ‘elena’yı hiç düşünmemektedir.. oğlunu ve ailesini hep arayıp soran ve onların yanına giden hep ‘elena’dır.. yanlarına her gidişinde bir miktar para ve marketten  alışveriş yapıp yiyecek içecek götürür..

‘elena’ torununun üniversite sorununu çözmek için zengin kocası ‘vladamir’den yardım ister ancak ‘vladamir’ kabul etmez, ‘elena’nın oğlunun eskiden aldığı borçları bile ödemediğini, bir asalak gibi yaşadığını, derhal bir iş bulup çalışması gerektiğini ve oğlunun eğitim sorununu kendisinin çözmesi gerektiğini söyler.. umutsuzluğa kapılan ‘elena’ ne yapacağını şaşırır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘vladamir’ sahip olduğu zenginlikle günlük yaşantısını tek düze ve asosyal bir varlık olarak kimseye bulaşmadan sürdürmeye devam eder.. kızı bile kendisini görmeye gelmez.. sabah kahvaltısını ettikten sonra sporunu yapmaya lüks arabasıyla gider, sonra eve gelir televizyon karşısına oturup göbeğini kaşımaya başlar.. hayat böyle devam eder gider..

ancak bir gün yüzerken kalp kriz geçiren ‘vladamir’ sonunun yaklaştığını düşünüp bir vasiyet yazmaya karar verir.. bu vasiyette ‘elena’ya sadece aylık olarak ödenecek bir maaş bırakacağını, geri kalan tüm mirasını kızına bırakacağını evde sadece ‘elena’ varken söyler ve kendisinden kağıt kalem ister.. o sırada sadece oğlunun ve ailesinin geleceğini düşünen ‘elena’ bu vasiyete karşı bir çözüm düşünür.. çünkü yasal olarak hakkı olan eşinin mirasının yarısını almak varken sadece bir maaşa talim edecek ve oğlunun maddi problemlerini de  çözemeyecektir.. ‘elena’ tecrübelerini kullanarak tüm sorunlara kesin bir çözüm bulmaya karar verir.. bu karar hayatının en önemli kararıdır.. tereddüt etse de ve üzülse de planı uygulamaya başlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin bu kırılış anından sonra olaylar arka arkaya gelişir..

‘andrei zvyagintsev’ tüm filmlerinde olduğu gibi bu filminde de seyircinin gözüne gözüne soktuğu insanların arasındaki yabancılaşmayı ve aile kurumunun çürümüşlüğünü bu filmde seyirciyi rahatsız edecek şekilde işler..

filmde ayrıca sosyal adalet ve siyasal gidişat hakkında da değinmeler var.. ‘vladamir’in lüks arabasıyla giderken tulumlu ve baretli bir işçi grubunun yolu geçişi sırasında mecburen durup beklediği sahne, yine ‘vladamir’in karısıyla tartışırken ‘siz fakirlerin inandığı incil’ diye karısı ‘elena’yla dalga geçtiği sahne ve ‘vladimir’in devamlı televizyondan maç ya da eğlence programları izlerken ‘elena’nın kendi odasında sosyal içerikli programlar ya da haber bültenlerini izlediği sahneler gibi özenle filme yedirilmiş sahneler de ‘andrei zvyagintsev’in ince mesajları olarak algılanabilir..

yabancılaşmanın sebeplerinden en önemlisinin anlamlı bir şekilde anlatıldığı ve filmde devamlı tekrar edilen sahne ise evdeki ‘televizyonların’ karşısında insanların hipnotize olmuş şekilde oturdukları sahneler.. öyle ki hem ‘elena’nın hem de oğlunun yaşadığı evlerde herkesin odasında bir televizyon, mutfaklarda da ayrı bir televizyon bulunmaktadır.. neredeyse banyo ve tuvalette bile televizyon izleyecek bir toplum tasviri yapılıyor filmde.. hoş bu pek de ütopik ya da imkansız değil, kaldı ki ülkemizde örneklerini artık görüyoruz.. istanbul-ankara arası yol yapanlar bilirler, devasa büyüklükte yeni bir dinlenme tesisinin erkekler tuvaletindeki elliye yakın pisuvarın her birinde istediğiniz haber ya da müzik kanalını izleyebileceğiniz lcd ekranlar dizilmiş durumda.. yani artık tuvalette bile beyin yıkamadan kaçış yok kimseye.. beyninizi 24 saat etki altında bırakmak ve yönetmek için çaba sarf ediyor kapitalizm..

neyse filme geri dönecek olursak son olarak şunu söyleyeyim son yıllarda izlediğim en şiirsel filmlerden birisi olan ‘torino atı’na abuk sabuk eleştiride bulunup saçmalayan arkadaşlarıma önerim şu : ‘torino atı’ adlı  filme katlanamadıysanız bu filme sakın gitmeyin ya da izlemeyin çünkü sakince ama suratımıza şamar ata ata bizlere yaşadığımız hayatı gösteriyor bu film..

ilk iki filminden tek farkı ‘andrei zvyagintsev’in güvendiği ve devamlı başrolde oynattığı ‘konstantin lavronenko’nun bu filmde olmayışı.. ‘konstantin lavronenko’ 2007’de cannes film festivalinde ‘sürgün’ filmindeki performansıyla en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görülmüştü.. 

artık 2015’i bekleyelim çünkü sanrım usta bir sonra ki filmini yine dört yıllık periyodunu tamamladıktan sonra çeker.. ne yapalım üç başyapıtıyla idare edeceğiz dört sene..

sinemayla ve gülüşünüzle kalın..’

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ELENA..’

‘Yönetmen: Andrei Zvyagintsev

Senaryo : Oleg Negin

Oyuncular: Yelena Lyadova,

Nadezhda Markina,

Aleksev Rozin,

Andrey Smirnov

Rusya, 2011

35 mm, Renkli, 109 dakika..’

“soluk alıp verir gibi çekerim : sonsuzluk ve bir gün..”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

gabrielle schulz : son filminiz “sonsuzluk ve bir gün” daha öncekilerden daha duygusal ve şahsi.. bu film bir otobiyografi mi..

theo angelopoulos : benim bütün filmlerim biyografimin ve hayatımın birer parçası ve ifadesidir.. deneyimlerim ve gördüğüm rüyalar.. bazıları zihni meşgalelerime, bazıları gerçek hayatımdaki olaylara daha yakındır.. orada burada okuduğum sözcükler ve cümleler vardır.. “sonsuzluk ve bir gün”, öteki filmlerimden daha fazla otobiyografik değildir ama, düşüncelerimden çok duygularımı ifade ettiği için daha şahsidir.. son filmlerim hep yaratma sürecindeki oyuncular ve krizler üzerine olduğundan otobiyografik yanı daha ağır basmaktadır.. eğer ısrar edecek olursanız, “megalexandros”tan sonra ve “kitara’ya yolculuk”la başlayan bütün filmlerimin belli bir derecede otobiyografik olduğunu söyleyebilirim.. aslında yaptığım altı filmi iki ayrı üçlü olarak ayırıyorum.. benim için “kitara’ya yolculuk” tarihin suskunluğu’dur.. “arıcı” sevginin suskunluğu, “sisli manzara” ise tanrı’nın suskunluğu’dur.. “sisli manzara”da küçük çocuk, ablasına, “sınırların anlamı nedir..” diye sorar.. ondan sonraki üç filmde onun sorusuna bir cevap bulmaya çalıştım.. “leyleğin adımı” ülkeleri ve insanları ayıran coğrafi sınırlarla ilgilidir.. “ulysses’in bakışı” insan vizyonunun sınırlarından, hatta kısıtlamalarından söz eder.. “sonsuzluk ve bir gün” hayat ile ölüm arasındaki sınırları tartışır..

gabrielle schulz : bu filminizin kahramanı şair “alexander” derin bir kriz içindedir.. bütün ömrünü geçirdiği deniz kıyısındaki evinden ayrılmak zorundadır.. ağır hastadır ve ertesi gün ameliyat olmak üzere gireceği hastaneden sağ çıkamayacağını bilmektedir.. bu durumdayken küçük arnavut çocuğuna rastlar ve onunla birlikte hayatının önemli anlarında bir yolculuğa çıkar.. bize “alexander’ın iç çatışmasını anlatabilir misiniz..

theo angelopoulos : filmin tümü zaman içinde, günümüzde ve geçmişte sürekli bir yolculuktur.. gerçek ile hayal arasında kesin sınırlar yoktur.. “alexander”ın yolculuğu gerçekte başlar.. çocuğu, çocukları zengin ailelere satan bir çetenin pençesinden kurtarır.. ancak zamanda belli bir noktaya kadar yolculuk, içsel bir yolculuktur.. örneğin, ikisi birlikte arnavutluk sınırına vardıklarında.. sizler içindeki sahneyi hatırlarsınız; tel örgüye asılı insanlar vardır.. kuşkusuz sınır öyle değildir.. bu olaylar ve görüntüler sadece “alexander”ın hayalindedir.. bu bir hayaldir.. tehdit edici dikenli teliyle sınır “alexander”ın içindedir.. çocuk sadece onun iç çatışmasıyla yüz yüze gelmesine yardımcı olur; ona hayatının önemli anlarında yolculuğa çıkması, ölmüş karısı “anna”yla mutlu anlarını hatırlaması için bir sebep verir..

gabrielle schulz : bir monologda “alexander”, “hiçbir şeyi tamamlamamış olmaktan pişmanım” der.. bu monologda kendimizden mi söz ediyordunuz..

theo angelopoulos : hiçbir şeyi istediğim şekilde bitiremediğimi itiraf ederim.. hep fiziksel ve duygusal engeller, beni tam bir tatmine erişmekten alıkoyan engeller olmuştur.. yüzeysel bir bakışla, “alexander” hiçbir şeyi tamamına erdiremeyen bir insana benzemektedir, ancak kendi içine bakmaya başladığında, hedeflerinin hep elde ettiği sonuçlardan büyük olduğunu görür.. ben de kendi payıma aynı şeyi söyleyebilirim..

gabrielle schulz : daha önce bu filmin hayat ile ölüm arasındaki sınırlar hakkında olduğunu söylediniz.. ama aynı şey “arıcı” için de söylenebilir..

theo angelopoulos : aynı şey değil.. “arıcı”da kahraman ölmeye karar verir.. “sonsuzluk ve bir gün”de “alexander”, ölümü aşmasına izin verecek bir köprü bulmayı umar ve bu köprünün kendisi yaşasa da yaşamasa da onu canlı tutacak sözcükler olduğuna inanır..

gabrielle schulz : zamanın sizin gözünüzdeki anlamı nedir..

theo angelopoulos : “zaman, bir kumsalda çakıllarla oynayan bir çocuktur..” filmimin karakterleri zaman ve mekân içinde, sanki zaman ve mekân yokmuşçasına yolculuk ederler.. en önemli soru şudur : ‘yarın ne kadar sürecek..’ ve cevap : ‘sonsuzluk ve bir gün..’ talihliysek, bugün yanımızda taşıdığımız geleceğin görüntüsüne ulaşabiliriz..

gabrielle schulz : bu filmdeki rol dağılımı.. “bruno ganz”a nasıl karar verdiniz ve “ahilleas skevis” adındaki çocuğu nasıl buldunuz..

theo angelopoulos : senaryo bittikten sonra aklımda “marcello mastroianni” vardı.. “arıcı”da birlikte çalıştıktan sonra çok yakındık birbirimize.. “ulysses’in bakışı”nda oynayamadığı için düş kırıklığına uğramıştı ve rol için ideal görünüyordu.. italya’da sahnedeyken kendisine rastladığımda sağlığının çok bozuk olduğunu gördüm.. bunu kendisine söyleyemezdim ama sonunda o bana oynayamayacağını söyledi.. bu onu son görüşüm oldu.. kısa süre sonra da öldü.. “ganz”ı paris’te sahnede “ulysses”i oynarken gördüm ve bunun hayırlı bir işaret olduğunu düşündüm.. hele rol için düşündüğüm tipe çok benziyordu.. çocuğa gelince, birlikte çalıştığım insanlara benzer deneyimleri yaşamış birini istediğimi söyledim.. pek çok kişiyi denedik, bir gün “ahilleas” içeri girdi.. o anda aradığım kişiyi, bulduğumu anladım.. gerçekten de kendisi en iyi seçim olmanın yanı sıra bütün film boyunca gerçek bir profesyonel gibi davrandı..

gabrielle schulz : bu filmde “ganz” gibi yunanca konuşmayan ama yunanlı karakterleri oynayan aktörlerle bir sorununuz oluyor mu..

theo angelopoulos : “mastroianni”yle nispeten kolaydı. kendi sesiyle oynamakta ısrar ederdi ve yunanca diyalogları doğru telaffuz etmesini öğrenmişti.. “harvey keitel”la daha güçtü ama “ulysses’in bakışı”ndaki karakterin bir mazereti vardı; uzun yıllar amerika’da kaldığı için çoğunlukla ingilizce konuşabilirdi.. “ganz” çekimde almanca konuştu -en rahat konuştuğu dil odur- , bir yunan aktörüne dublaj yaptırttık.. aslında onun ağzından başkasının sesinin çıktığını duyunca hâlâ huzursuzluk duyarım..

gabrielle schulz : geçmiş filmlerinizin özellikle hatırladığım bir sahnesi var.. “sisli manzara”da küçük kızın, ‘korkuyorum’ demesi.. oğlan ‘korkma, sana bir hikâye anlatacağım’ der.. ‘başlangıçta kaos vardı, sonra ışık karanlığı deldi..’ sis dağılır, ufuk görünür ve çocuklar bir ağacın gövdesine sarılırlar.. filmlerinizle kaosa biraz ışık getirmeye mi çalışıyorsunuz..

theo angelopoulos : evet, film yapma sebebim bu.. ben misyoner değilim.. insanları eğitmek istemiyorum; kaostan aydınlığa giden bir yol bulmak istiyorum.. değerlerin artık var olmadığı karışık bir dünyada.. karışıklık ve yönünü şaşırmışlıkla melankoli el ele gidiyor.. ama insanalar kendilerine hâlâ aynı soruyu soruyorlar.. nereden geldim, nereye gidiyorum.. hayat, ölüm, sevgi, dostluk, gençlik ve yaş hakkında sorular..

sözünü ettiğiniz sahnenin sonu özgün haliyle daha karamsardı.. çocukların sisin içinde kaybolmalarını istiyordum.. ama senaryoyu okuyan kızlarımdan biri, ‘çocukların babaları nerede.. evleri nerede..’ diye sordu.. bunun üzerine daha iyimser bir son yazdım.. iki çocuk yolculuk boyunca kendi dünyalarına inanmayı öğrenirler.. ayrıca, ilk bakışta görülmeyen şeyleri görmeyi de..

her neyse, ben zamanımızın karışıklığından çıkma yolları bulabilmemiz konusunda aynı derecede karamsar ve iyimserim.. ama insanların yeniden hayal kurmayı öğrenmelerini yürekten diliyorum.. hiçbir şey hayallerimizden daha gerçek değildir..

gabrielle schulz : filmlerinizin ana motifi yunanistan kırsalı.. manzaraları bir kadastrocu gibi ölçüyorsunuz âdeta, sonra da anlar aracılığıyla karakterlerinizin duygusal yansımalarını açıklıyorsunuz..

theo angelopoulos : yunanlılar bana çok kere şunu sormuşlardır : bu manzaralarda görülen yerler nerede.. aslında filmlerinde gördüğünüz manzaralar yoktur.. doğru, bazı kısımları gerçektir.. ben yunanistan’ı karış karış dolaştım.. bu yolculuklarda hoşuma giden yerler keşfettim : bir ev, bir sokak, bir tepe, bir köy.. bütün bunları bir kolaj içinde topluyorum.. kimi zaman renkler, kimi zaman biçimler birlikte uyum sağlıyor.. bir bakıma bir ressam gibi görüntü yaratıyorum, böylece hayalimi bir tuvale yansıtıyorum.. ben gerçeği anlattığım iddiasında değilim; kendi hayalimi gerçeğe yansıtıyorum.. sonuç ikisinin arasında bir şey  oluyor.. sürekli olarak kendi kendime sorduğum bir soru var : kişisel deneyimlerimi şiire nasıl dönüştürebilirim..

gabrielle schulz : şiirden söz ettiniz, “sonsuzluk ve bir gün”de on dokuzuncu yüzyıl şairlerinden yunanistan’ı dolaşıp şiirleri için sözcük satın alan “dyonisios solomos”un harika bir hikâyesi var.. bu gerçek bir hikâye mi..

theo angelopoulos : kısmen.. “solomos” büyük bir şairdi, iyonya adalarından bir soylunun oğluydu, zamanında italya kültürünün ve aşağı sınıftan bir kadının etkisi altında kalmıştı.. proleter köklerini kesmek isteyen babası, henüz dokuz-on yaşlarında bir çocukken onu eğitimi için bir italyan manastırına gönderdi.. “solomos” orada yetişti, tam eğitimini tamamlamak üzereyken ve italyanca şiir yazmaya başlamışken yunanlıların türklere karşı ayaklandıklarını duydu.. çocukluğunun anlarını, annesini, annesinin kendisine söylediği şarkıları hatırladı ve yurduna dönüp milli mücadeleye katılmaya başladı.. ancak bir şair olduğu için elinden yazmaktan başka bir şey gelmezdi.. devrimci şiirler, kahramanların ölümlerine ağıtlar yazması, unutulmuş özgürlük imajını canlandırması gerektiğini düşündü.. yunanca’sı çok kıt olduğundan ülkede dolaşıp hiç bilmediği sözcükleri toplayıp defterine yazdı.. gerçek budur işte.. her sözcüğe para  vermesini ben uydurdum.. burada benzetme açıktır.. ana dilimiz, tek gerçek kimlik kartımızdır.. “heidegger”in bir sözü vardır : “tek meskenimiz, dilimizdir..” her sözcük onu kullanana yeni kapılar açar ama o kapıdan geçmek için bedelini ödemeniz gerekir..

gabrielle schulz : filmlerinizin her birinde öne çıkan ve insanın soluğunu kesen tılsımlı, unutulmaz anlar var.. bu filmde, o yağmurlu gecede selanik’teki otobüs yolculuğu..

theo angelopoulos : bu sekans senaryo da çok farklıdır.. perdede gördüğünüz setteki doğaçlamanın sonucudur.. özgün halinde hem görüntü hem de ses olarak da çok gerçekçi bir sekans olacaktı.. ama çekerken buraya zamanın durduğu hissini vermemin daha doğru olacağını düşündüm.. özgün sahnenin değişme sebebi buydu..

gabrielle schulz : filmlerinizde yolculuklar ve eve dönüşler çok sık yer alıyor.. bunların sizin için anlamı nedir..

theo angelopoulos : yolculuk değişiklik, yeni başlangıçlar getirir.. kendinizi daha iyi tanırsınız.. ben yolculuğa çıktığımda iç dünyamda dolaşırım.. yolculuk arzum aynı zamanda dönüş isteğimi de belirtir..

gabrielle schulz : yunanistan sizin yurdunuz mudur.. yoksa kendini bütün ömrünü sürgündeymiş gibi geçirdiğini söyleyen “alexander” gibi mi düşünüyorsunuz..

theo angelopoulos : yunanistan’da hâlâ kendi yurdunu arayan bir yabancı gibi hissediyorum kendimi.. hep bunu hissettim ve sebebini bilmiyorum.. kendi içimde tekrar sınırlar aşıyorum.. ve soru hâlâ aynı : hedefime varana kadar daha kaç sınır aşacağım.. yunanistan’da kendimi yabancı hissetmeme rağmen buradan ayrılamam.. her yerde aynı duygulara kapılacağımdan eminim..

gabrielle schulz : bir keresinde soluk alıp verir gibi film çekiyorum demiştiniz.. nasıl soluk alıp verirsiniz..

theo angelopoulos : film çekerken hiçbir şeyi zorlamam.. zaman mekân, mekâna da zaman katmak için çok uğraşırım.. çekim sırasında soluk alıp vermeye zaman tanırım..

gabrielle schulz : cannes’ın en büyük ödülü altın palmiye’yi neden “ulysses’in bakışı”na değil de, “sonsuzluk ve bir gün”e verdiklerini anlayabiliyor musunuz..

theo angelopoulos : altın palmiye’yi almak bir kadınla buluşmaya benzer.. “ulysses” ile ben randevu yerindeydik, ama palmiye gelmedi.. bu defa herhalde beklemediğim için olacak, geldi işte..

Theo Angelopoulos

Röportaj : “Theo Angelopoulos” – “Gabrielle Schulz”, Şubat 1999 , Die Zeit..

“THEO ANGELOPOULOS” , Derleyen : “DAN FAINARU”, Çeviri : “MEHMET HARMANCI”, AGORA Yayınevi, Şubat 2006, 199 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘dürtme içimdeki narı.. üstümde beyaz gömlek var..’

“Her şey bitti.. canım artık eskisi gibi yanmıyor.. yok yok yanmıyor.. sadece sıkıldım sanırım son zamanlarda olan bitenlere.. geçer birkaç gün sonra.. geçer.. çünkü bazen acı çekerken bile sevdiğimiz duygular var.. ben artık bazı kişilere, bazı şeylere  ait hiçbir duyguyu sevmiyorum.. beni bırakıp gitsinler artık  o duygular.. yoksa yanıyor mu canım hala.. neden bu tuhaf iç bulantısı.. görmek istemediğim, duymak istemediğim her şey niye bu kadar bana sadık.. beynime üşüşüyor.. kelimeler dilimin ucuna.. kendi kendime söylenmeye başlıyorum..  hatıraların sadece iyi olanları kalsın bana.. diğerleri gitsin.. istemiyorum.. istemiyorum.. ben iyiyim böyle..  bir şarkı dinliyorum. Gripin ..

‘sorma, sorma doldur boğaziçini

sen doldur ben içerim efkarımla kana kana

durma, durma doldur boğaziçini

sen doldur ben içerim yalanlara kana kana

durma, canım cayır cayır yanıyor

söndür yalvarırım durma n’olur durma

 

durma, yağmur durma

sorma, sen de onu sorma’

çok seviyorum bu grubu.. tam gripin gibi.. iyileştirici.. eskiden gripin vardı ağrı kesici kocaman bir şey.. nasıl yutarmışız onu hala aklım almıyor.. hala da var sanırım.. bakkaldan alırdık o zamanlar. Eczanelerde de satılırdı.. ama ben bakkal çağında büyüyen bir çocuğum.. bakkalların, tuhafiyelerin, manav ve kasapların olduğu mahalleydi benim için İstanbul.. dondurma arabaları, yoğurtçular, macuncular, pamuk şekerciler, sütçüler geçer.. sokakta oynar, kırkıncı seslenişte evlere giderdik.. bağırış çığırış.. bizimkiler dindar olmadığı için öyle ezan okununca gel muhabbeti yoktu.. ama biz yine de diğer arkadaşların çoğu çekildiği için ezan okununca eve giderdik.. eskiden daha dayanıklıydık, korkusuzduk.. sokakta kavgayla büyüyen çocuk güçlü olur.. o hesap..  ben ufacık bir çocukken, bizim bakkalda ekmek yoksa koca semti dolanır bulurdum o ekmeği ve eve yetiştirirdim.. hiç korkmazdım o akşam saatlerinde.. bugüne göre daha güvenli olsa bile istanbul’un tehlikeleri hep bakiydi.. kardeşim kaybolmuştu defalarca.. onu ağlaya ağlaya sokaklarda arayışlarım geldi aklıma.. bana emanetti.. annemler fark etmeden bulmam gerekiyordu.. bütün çocuklar seferber olurduk.. en sonunda bir yerlerde bulurduk.. sıpa takılır bir at arabasının arkasına gidermiş.. o zamanlar at arabaları da vardı istanbul’da.. bir keresinde yine takılmış öyle dizleri neredeyse parçalanmıştı.. çok yaramazdı.. sonra büyüdü aslan gibi bir adam oldu.. karşı komşumuzun anneme seslenerek kahvaltıya çağırışları.. şimdiki gibi iki  gün önceden randevulaşma yoktu o zamanlar.. elişini alır, yününü alır komşuya oturmaya giderdin.. ben o zaman  çok mutlu bir çocuktum.. büyüme sancıları hiç yaşamadık biz.. nerde öyle ergenlik falan.. hormonlarımız ne alemdeydi bilmem.. yoktular galiba..  azıcık mızıklan anne ya da baba ağzına çakarlardı bir tane kendine gelirdin.. ne bunalım kalır ne bir şey… bayramlarda kart yazardık birbirimize.. bir çanta dolusu tebrik kartlarım var.. biz telefonun ortalama 10 senede çıktığı bir zamanda büyüdük..

hiç unutmam.. beğendiğimiz çocuklar  vardı.. çocukluk aşkı işte.. o zaman çıkmak derdik sevgili olmaya.. çıktığın var mı ? aynı semtin çocukları olurdu genelde sevgililer o zaman.. arka sokak alt sokak falan.. mahallenin kızları birbirine ıslık çalarak haber verirdi birinin sevgilisi geçince sokaktan.. evet evet aynen öyle.. telefon yoktu kimsede.. o yüzden büyüdüğüm sokağa gittiğimde o görüntü gelir gözümün önüne.. şu an bile gülümsüyorum sevinçle.. ne güzel zamanlardı.. yokluk vardı ama kocaman duygular, ıslığımız, mahalle aşklarımız,  kocaman yürekler ve gerçek insanlar vardı.. incir olduğu zaman herkese dağıtan komşularımız vardı. Akşam çaylarının demlenerek sokakta kapı önünde içildiği muhabbetler vardı..

acılardan haberim yoktu.. sadece okul ve kendi dünyamız vardı.. biz   güçlü çocuklardık.. şimdiki çocuklar gibi kırılgan değildik.. peki ne oldu zamanla bizim bu güçlü çocukluğumuza.. çok sert bir dünyaya büyüdüler.. insanın yok sayıldığı, duyguların kolayca sömürüldüğü, aşkın yalan olduğu, dostlukların, insanların çoğunlukla ikiyüzlü olduğu,  teknolojinin  yalnızlaştırdığı bir yaşama bu saf, masum ve yiğit  çocuklar uyum sağlayamadı.. hayatı bu kadar doyasıya yaşarken yalnızdılar.. dostları varken yalnız hissediyorlardı.. duyguları hep başka bir zamanda kalmış gibiydi.. o yüzden kendimi çok sıkkın hissettiğimde çocukluğumun olduğu anılara uzanırım.. o semtlerden geçerim.. ana rahmi gibidir.. güvenlidir.. ilk doğuş gibidir.. bu bir terapi bana göre..

ama gerçek hayat hep yanı başımızda duruyor işte.. 35 kişinin uluderede bombalanarak öldürülmesi üzerine, canımın çok yanması.. yine sessizliğe gömülmek ve yeni bir anma günü eklenmesi şanlı tarihimize.. bu minvalde aklıma gelen bir film.. basında da işlendi bu film.. yönetmen ‘bahman ghobadi’,  ‘Sarhoş Atlar Zamanı / Zamani Barayé Masti Asbha (2000)..’  hayatta kalma mücadelesi.. kaçakçılık yapılarak yaşama tutunmaya çalışanların hikayesi.. gerçek hayatlar.. ve kaçakçılık öyle illegal bir kelime değil.. söylenip biten bir kelime değildir.. aşkları, yiğitlikleri, efsaneleri, acıları, kahramanlarıyla, kahramanlıklarıyla bambaşka bir dünyadır.. milyon tane film yaparsın.. şiir yazarsın.. şarkı yaparsın..  kaldı ki 100 metre öteye akrabalarına tarlasına geçmeye de kaçak denilen bir coğrafya orası.. ve ben yine filmlerime gömülüyorum.. bazen mutluluk , tamamen insansız olmakta..

çerçöpleri atın.. güzel anılarınızla kalın..”

‘Taflan’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Belinde Diyarbekir kuşağı ..

Zulasında kimbilir hangi hınç, hangi mısra

Yürür namus bildiği yolda…

Yürür yine de yalınayak ve

ayakları yanarak..’

Ahmed Arif

‘esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim..’ – ÖZCAN ALPER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“senaryoyu yazarken tek bir çizgide ilerlemiyorum.. o süreçte çok emek harcıyorum.. filmi yazma ve çekme süreçlerinde ben de öğrenmesem, heyecanlanmasam belki de film yapamam diyebiliyorum kendi kendime döndüğüm zaman.. çünkü sadece setin mekanikleşen bir tarafı var.. bense film yapmak istediğim andan itibaren kendimce alt kazılar dediğim 4-5 katman belirliyorum.. bu hem hikaye, hikayenin geçtiği mekanlar, beslendiğimiz sinema, edebiyat.. bu etkilenmeyi olumlu bir şey olarak görüyorum.. yönetmen görüşünü, hikayenin ilk halini yazdığım zaman rahatlıyorum.. işin temeli çıkmış oluyor.. ondan sonrası emek yoğun bir süreç oluyor.. kentin kendisini de, doğanın kendisini de bir karakter gibi düşünmeyi ifade ediyorum ve bunun üzerine çalışıyorum.. yazma sürecinde o mekanlara ve kente daha çok gidip gelmeye başlıyorum hatta orada yaşamaya başlıyorum.. o kentin görünürdeki hikayelerini değil derinliğini yakalamaya çalışıyorum.. sabah erkenden kalkıp sokaklarında dolaşıyorum, ruhunu yakalamaya çalışıyorum.. ‘sonbahar’da örneğin ‘john berger’in ‘avrupa üçlemesi’ benim için yol gösterici oldu.. ölmekte olan köylülük hakkında yazdıkları.. birinin senden önce yapmak istediğini edebiyatta yaptığını görüyorsun.. ‘john berger’in bunun için çamlıhemşin’de yaşaması gerekmiyor.. alpler’in altındaki fransız köylerinde de aynı şeylerin yaşandığını görüyorsun..

..

filmi büyük bir ev olarak düşünmüştüm.. bana bunu hatırlatan ‘tül akbal’ın kitabı oldu sanırım.. bizim çamlıhemşin’deki evleri düşünün.. odaların açıldığı ortadaki odaya ‘hayat’ denir bizim orada.. orta kısım geniştir, odalar ise dar olur.. ‘sonbahar’daki ‘yusuf’un odası çok küçüktü örneğin, bir usta bulup büyütmek zorunda kaldık.. yine de bir hapishane hücresinden daha büyük olmadı.. düşündüğüm şuydu : bir sorun çıkıyor bir odayı kapatıyorsun, türkiye de böyle.. bir süre sonra bir yaşam alanı kalmıyor.. ev ve oda konusu üzerine düşünmüştüm.. kendi yaşam alanını da yok ediyorsun aslında..

yası nasıl tutacağız meselesi aslında.. ağıtlar da bunun bir parçası.. türkiye’de aslında etnomüzikoloji diye bir bölüm yok.. antropologlar ilgileniyor..

buradaki esas sorun ülkenin kendisinin aslında bir kayıplar ülkesine dönüşmesi ama bununla nasıl baş edilecek,  yası nasıl tutulacak belli değil.. o yüzden ‘john berger’in ‘efendilerin’ sözünü kullandım ve ’musa anter toplumsal hafıza merkezi’ni kurdum filmde.. bütün otuz yılda çok ağır koşullar yaşanırken bir arşiv tutulmamıştı aslında.. tabi 1,5 milyon ermeni’nin öldüğüne resimlerini görünce mi inanacaklar.. esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim.. filmin bir yerinde, filmin kendisi de sadece kayıt altına almayı amaçlıyor, sadece bunu yapsa yeter dedim.. o yüzden kayıplarla ilgili kayıtları uzun uzun çektik..

film esnasında onlarca kişiyle kayıt yaptık.. bir kopyasını bir kurum olsa da versek diye düşündüm.. ama orada fark ettim ki , ağıtlar, dengbejler de bu hafızanın korunmasını sağlıyor.. yaşar kemal ağıtların bir direniş biçimi olduğunu da söylüyor.. başka kültürlerle de karşılaştırıyor.. faili meçhul cinayetlerde kaybedilen insanların fotoğrafının üzerine bir tülbent örtülüyor evlerde.. ölüm yaşanmıyor, kabullenilemiyor.. bu durumda ciddi travmalar yaratıyor.. bir mezarı olsa her şeyi affedecek hale geliyor kadınlar.. o mezara gidebilse neredeyse yarı yarıya bağışlayacaklar..”

YENİ FİLM Dergisi’nden SERAY GENÇ ve YUSUF GÜVEN’in ÖZCAN ALPER’le yaptıkları röportajdan bir bölüm..

Röportajın tamamı için ‘YENİ FİLM DERGİSİ..’, Sayı 24, Kasım 2011,  Sayfa 14, 15, 16, 17, 18, 19..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Doğan Ergül’ün ‘UNUTU’ şiiri ve Majid Majidi’nin ‘BARAN’ filmi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

UNUTU

 

unuttum seni

senden dönen işaretini aşkın

 

adını duyduğumda seğiren ellerimle kaldım

 

kaldım ve unuttum

ormanları, çıplak dağlarını, ezilmiş yeşili, kokunu

yamaçlarında hayvanların saklandığı vadini…

 

bana vaat-edilen yaşamı usul usul unuttum

 

unut dedin unuttum adımı

yılları saydım unuttum

artık bir ölüm biçimidir adımız…

 

hiç görüşmemiş olmak nasıldır unuttum

 

köprülerde

köprülerden akan incelmiş sularda

akşamda yoksul bir telaş

 

suskun

deniz fenerini, balıkçı kayıklarını

rıhtımlarının usta kedilerini unuttum

hiç öpmemiş gibiyim çürümüş bir bankta dudakları mor bir

kadını

 

bana uzanan ellerini, yaşamı telaşı gibi bitmeyen yollar,

otobüsleri

bir koltukta geçirdiğim uzun geceleri unuttum

unuttum neresiydi gece geçtiğim dünya

eteğini rüzgara dolayan kadınımın yüzünü küçücük ellerini

 

dünyanın beni unuttuğunu unuttum

 

yağmurlu bir günde bir patikayı yürüdüğümüzü..

 

omuzlarında taşıdığın karaları, su yollarını

ayaklarının bıraktığı çukurlara dolduğumu

oradan baktığım dünyayı unutmadan unuttum..

 

DOĞAN ERGÜL

 

‘UYKULU YAĞMUR..’ , DOĞAN ERGÜL, Yitik Ülke Yayınları, Haziran 2007, 56 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“doğan ergül 20 mart 1968’de kars’ın arpaçay ilçesinde dünyaya gelmiş.. yıldız üniversitesi, mimarlık fakültesi şehir ve bölge planlama bölümünden 1992 yılında mezun olan doğan ergül’ün şiirleri çeşitli dergilerde yayınlanmıştır.. ilk şiir kitabı olan ‘aşkın ve suların öğleni’ adlı kitabı 2005 yılında babil yayınları’ndan çıkmıştır.. genç bir yaşta yakalandığı kanser hastalığı sonucu 2 haziran 2007’de istanbul’da vefat etmiştir.. ikinci şiir kitabı olan ‘uykulu yağmur’ kitabı vefat ettiği haziran ayında yitik ülke yayınlarından çıkmıştır..

geçenlerde mekanda demlenirken masanın üzerinde duran kitapların arasından ‘uykulu yağmur’ kitabını çekip ‘unutu’ şiirini okumaya başlayınca şirin sonuna doğru birden kafamda şimşekler çaktı.. ‘doğan ergül’ün bu güzel şiirinin ‘ayaklarının bıraktığı çukurlara dolduğumu’ dizesi birden aklıma büyük usta ‘majid majidi’nin 2001 yılı yapımı ‘baran’ adlı başyapıtının final sahnesini getirdi.. bu filmi izleyenler bilir filmin son sahnesi veda anıdır.. ‘lateef’, sevdiği ‘baran’ı bir bilinmeze doğru uğurlarken yağmur yağmaya başlar.. sevdiği ‘baran’ın lastik ayakkabısı çamurlu yolda derin izler bırakır ve o izlere yağmur suları dolmaya başlar.. işte ben o sahneyi hiç unutamam.. ‘ankaralı cevo’yla kaç kere o sahneyi oturup konuştuk hatırlamıyorum.. ‘majidi’nin sinema dehasının farkına vardığım birçok sahneden birisidir o.. sinemada şiirin izidir işte bu sahne.. ve bu sahneye yıllar sonra ben ‘doğan ergül’ün 2007 basımı ‘uykulu yağmur’ kitabında rastlamış oldum.. ‘doğan ergül’ün büyülü şiir dünyasında ‘majid majidi’nin izine rastlamak beni daha da duygulandırdı ve şiirlerini başka gözle okumaya başladım.. ‘doğan ergül’ün sinemayla çok  ilgilendiğini sonradan öğrendim. ve belli ki ‘majidi’nin bu filmi ‘doğan ergül’ü de çok etkilemişti.. çok erken yaşta kaybettiğimiz bu değerli şairimizi saygıyla bu vesileyle anıyoruz burada..

şiirle ve sinemayla kalın..”

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(majid majidi’nin ‘baran’ filmindeki yazıya konu sahne..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Torino Atı’ filminden..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“hiç ‘palinkam’ kalmadı da.. bir şişe verebilir misiniz.. fırtına her tarafı darmaduman etti.. mahvoldu diyorum.. çünkü her şey yıkık dökük hale getirildi.. her şey bozulmuş durumda.. ama her şeyin yıkık dökük ve bozulmuş hale getirildiğini söyleyebilirim.. çünkü bu sözde ‘masum insan yardımı’ denilen şeyden meydana gelen alelade bir afet değil.. tam aksine tüm bunlar insanın kendi hükmünü kendi benliğinden önde tutması ile alakalı.. tabii bu işte tanrının da bir parmağı yok değil.. biraz cüretkar olmak gerekirse bu işte bizzat yer alıyor ve bizzat rol aldığı şeyse hayal edebileceğin en korkunç oluşumlardan birisi..

çünkü anlayacağın dünyanın çivisi çıkmış durumda.. bu sebeple söylediklerimin pek de ehemmiyeti yok çünkü her şeyin yozlaşması onların bunları elde etmesi ile alakalı..

her şeyi sinsice ve gizli kapaklı bir mücadele neticesinde elde ettiklerinden  her şeyin ayarını bozmuş durumdalar..

çünkü neye dokunurlarsa, ki her şeye dokunuyorlar, anında kurutuyorlar..

son zafere kadar işler bu şekildeydi.. muzaffer bitişe kadar..

elde etme, yozlaştırma.. yozlaştırma, ele geçirme..

ya da eğer istersen farklı bir şekilde ifade edebilirim : dokunma, yozlaştırma ve akabinde de ele geçirme ya da dokunma, elde etme ve neticesinde de yozlaştırma..

asırlardır bu şekilde devam ediyor..

sürer, sürer ve sürer..

sadece bu, bazen gizli gizli, bazen kaba bir şekilde, arada sırada usul usul, arada da vahşice.. tek değişmeyen şey bunun durmadan devam ettiği..

lakin sadece tek bir şekilde pusuda bekleyip saldıran bir sıçan gibi çünkü bu mükemmel zafer için önemli olan başka bir şey de diğer tarafın  her şey mükemmel, yer yer harika ve soyluca olsa da başka türden bir kavga içine bulaşmaması.. başka türden bir mücadele olmamalı.. bir tarafın aniden ortadan kaybolması yani o mükemmelliğin, harikalığın ve soyluluğun ortadan kaybolması..

böylece şimdiye dek hep pusu kurarak saldıran bu kazananlar dünyaya hükmeder.. ve insanların onlardan saklayabilecekleri şeyler için en ufak köşe bucak kalmaz.. çünkü ellerini uzattıkları şeyi bir şekilde elde ederler.. ulaşamayacaklarını düşündüğümüz şeyler bile –ama ulaşırlar- en sonunda onların olur.. çünkü gökyüzü ve tüm hayallerimiz zaten halihazırda onlarındır.. o kısır döngü, doğa, bitmez sessizlik, ölümsüzlük bile onların elinde anlıyor musun..  her şey ama her şey sonsuza dek uçup gitmiş durumda.. o birçok soylu, harika ve mükemmel şey sadece durdular tabii böyle açıklamak doğruysa.. bu noktada duruverdiler.. ve tanrı ya da tanrılar olmadığını anlamak ve kabul etmek durumunda kaldılar.. bu mükemmel, harika ve soylu kişiler bu doğruyu daha en başından anlayıp kabul etmek durumunda kaldılar.. tabii bunu anlama yönünde yetersiz kaldılar.. buna inandılar, kabul ettiler ama hiç anlamadılar..

öylece şaşkın şaşkın ama bıkmadan durdular ta ki beyinden kopup gelen bir kıvılcım onları en sonunda aydınlatana kadar.. böylece birden bire tanrı ya da tanrılar olmadığının farkına vardılar.. birden bire iyi ya da kötü diye bir şey olmadığının farkına vardılar..

neticesinde de durum böyleyse kendilerinin de aslında var olmadıklarını görüp anladılar.. sanırım bu anın onların sönüp yok oldukları anlamına geldiğini söyleyebiliriz..

sönüp yok oldular aynı çayırlık bir alanda için için yanan bir alev gibi..

bir tanesi daimi kaybeden diğeri de daimi kazanandı..

yenilgi, zafer..

yenilgi zafer..

ve bir gün – bu civarda- yanıldığımı anlamak zorunda kaldım ve bunu yaptım..  bu dünyada herhangi bir türden bir değişim olmadığını, bir değişim olmadığını ve olmayacağını düşünürken tamamıyla yanılıyordum.. çünkü inan bana bu değişimin artık gerçekten meydan geldiğini artık biliyorum..” 

‘The Turin Horse – Torino Atı..’ , BÉLA TARR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(bu filmi izleyip eleştiren, festivallerde filmi izlerken sıkılıp filmi terk eden, hatta ‘kumpir esprisi’ yapan tanıdık, tanımadık herkese yuhlar olsun diyorum.. nasıl filmler istiyorsunuz bilmiyorum fakat zorla izletmiyorlar sizlere bu filmleri.. sabun köpüğü filmler bolca var piyasada, onlara özgürce takılabilirsiniz ‘özgür ve demokratik’ ülkemizde.. bu filmleri biz izleriz merak etmeyin.. ‘béla tarr’a ve filmde emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler.. yakında bir béla tarr yazısı şart oldu.. gerçek sinemayla ve gerçek hayatla kalın.. Crockett..)