Archive for the ‘Başyapıt / Sinema’ Category

AUTEUR KURAMI IŞIĞINDA GASPAR NOE SİNEMASI VE SON FİLMİ “CLIMAX”

 

AUTEUR KURAMI:

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sinema Defterleri (Chaiers du Cinema) dergisinde yazan genç eleştirmenlerin kendi ülke sinemalarını eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirmeleri sonucunda ortaya çıkmıştır.

Auteur kuramı önce dolaylı olarak Amerika ve Fransa arasındaki ekonomik – politik nedenlerden direkt olarak Amerikan sineması üzerine düşünen ve yazan kendi ülke sinemasına tepki gösteren bir grup entelektüelin çabası sonrasında 1950’li yıllarda ortaya çıkmıştır.

İyi sinema ve kötü sinema arasında tartışmaların yaşandığı bu dönemde Chaiers du Cinema dergisinde başlayan bu tartışmalar Andre Bazin’in başında olduğu grup (Truffaut, Godard vb) auteur sözcüğünün yönetmenler için kullanılması gerektiğini söylemiştir. Andre Bazin ve Roger Leenhardt’a göre bir yönetmenin bir filme hayat verirken kendi duygu ve düşüncelerini ön plana çıkararak dünya görüşü gibi bir temele oturtulması Auteur kuramını tanımlar.

Bir auteur; ışık, kamera, sahne ve kurgu kullanımına hakim olarak ona kendi bakış açısını katmalıdır. Yönetmenin filmin tek hakimi olması gerektiği düşüncesi hakimdir. Kişiselliğini, filme aktarabilmiş, kendi öyküsünü yaratabilen filmleri arasında temasal bütünlükler oluşturabilmiş özgünlük ve yaratıcılığı ile üst seviyeye çıkmış ve filme kendi damgasını vurabilmiş yönetmenler auteur olarak değerlendirilmektedir.

Yönetmen yaratıcı olmalı diğer çalışanlardan çok daha fazla filme farklı nitelik kazandırmalıdır. Auteur yönetmen filmlerine bir yazar gibi imza attığı kendi dışavurumlarını gerçekleştiren sanatçılar olmalıdır.

Auteur film yapım sürecinde bir bileşenden ziyade üstün zeka ve yaratıcılığıyla filmi düzenleyen kişi durumundadır. “Kullanacağı materyali tanıması, sinema dilini iyi bilmesi ve anlatacak özgün öykülerinin, aktarılacak farklı düşüncelerinin olması en önemli auteur yönetmen özelliklerindendir.

Filmin değişik aşamalarında başka çalışanlar olsa da senaryoyu hangi açılardan çekeceğine, hangi renkleri kullanacağına, kurgunun nasıl bir dünya yaratmak amacıyla yapılacağına (hızlı, telaşlı, sakin, değişir ritimli) karar vermek hep yönetmenin sorumluluğundadır. Her konuda son kararı verecek kişi yönetmendir.

Auteur’ün geliştirdiği yaklaşım yönetmene tam bağımsızlığı amaçlamaktadır. Yönetmenden beklediği şey en katı çalışma sistemlerinde dahi olsa kendinden bir şeyler aktarabilmesidir. Bunu başarabilen kişi auteur olabilecektir. Sinemayı ve gerçeği özgün bir şekilde ele almanın yoludur; kısacası yönetmenin kişisel söylemidir.(*)

<(*)Auteur Kuramı ve Metin Erksan Sineması – Yrd. Doç. Arif Can Güngör>

Andrew Sarris’in 3’lü Değer Ölçütü:

1950’li yıllarda Fransa’da gelişen yaratıcı yönetmenler politikası 1962 yılında Sarris’in “Notes on the Auteur Theory” adlı çalışmasıyla Amerika’ya taşınmıştır.

Sarris’in çevirilerinde Yaratıcı Yönetmenler Politikası (La Politique des Auteurs) “Auteur Kuram” adını almıştır.

Sarris’e göre bir yönetmenin auteur olup olmadığını anlamak için 3 ölçüt vardır.

Bunlar teknik ustalık, kişisel tarz ve içsel anlamdır.

Teknik ustalık film dilini beceriyle kullanabilme yetisidir. Yönetmenin teknik konulardaki yeterliliğini ifade eder. Her film ilk önce teknik açıdan başarılı olmalıdır.

Kişisel tarz Sarris’in düşüncesinde yönetmenin karakteristik özelliklerinin filme yansımasıdır. Yıllar içerisinde çektiği filmler arasında bu karakteristik özelliği ortaya çıkmalı ve kendisini hissettirmelidir. Tekrarlanan belirli bir üslup sergilemelidir. Yönetmenin hissedilebilir bir sanatsal kişiliği olmalıdır.

İçsel anlam, yönetmenin kendi kişiliği ve malzemesi arasındaki gerilimden ortaya çıkar.

Sarris kendi ifadeleriyle auteur eleştirisine eklemeler yaparak auteur kuramını geliştirmiştir.

Sarris yönetmenleri sınıflandırmanın kategoriler ve listeler oluşturmanın iki nedeni olduğunu söyler. Birincisi sinema öğrencileri için öncelikler sistemi oluşturmaktır. İkincisi sinema alanında bir akademik geleneğin olmamasıdır.

Sarris’in düşüncelerinden anlaşılacağı gibi mevcut ihtiyaçlara cevap verme özelliği auteur’ü önemli yapmaktadır.

Sarris filmin sahibi olarak yönetmeni görmektedir. Yönetmen teknik, kişisellik ve ruh coşkusu ile film yapım sürecinde en önemli söz sahibi kişidir.

Fransız Yeni Dalga Akımı

Sinemada İtalyan Yeni Gerçekçilik akımından sonra 1950 Fransa’sında ortaya yeni bir sanat akımı çıkmıştır. Sinema alanında yeni bir dönem açan bu akımın adı Fransız Yeni Dalga akımıdır.

Fransız Yeni Dalga sinemasında hemen hemen herkes film çekebilecek duruma gelmiştir.

Böylelikle sinema, sıkıcı konular işleyen, sabit kameralar kullanılarak, aynı stüdyolarda geçen filmlerden kurtulmuştur.

Yeni dönem sinemasında kamera, oyuncuları takip etmeye, dış mekanlarda çekimler yapmaya başlamış ve yeni genç ve yaratıcı yönetmenler ön plana çıkmıştır.

Filmin yapımında en önemsenen senarist, yerini yönetmene bırakmak zorunda kalmıştır.

Fransız Yeni Dalgası sayesinde sinema yeni bir çağa başlamıştır.

GASPAR NOE’NİN HAYATI:

Gaspar Noe 1963 yılında Arjantin’in Buenos Aires kentinde doğmuş Fransız yönetmen, senarist, kameraman ve film yapımcısıdır.

Arjantin’de dünyaya gelen Gaspar Noe çocukluğunu Buenos Aires ve New York’ta geçirdikten sonra 12 yaşlarında iken ailesiyle Fransa’ya göç etmiştir.

Paris’te aldığı felsefe ve sinema eğitiminin ardından 1985’te Arjantinli büyük yönetmen Fernando Solanas’ın El Exilio de Gardel (Tangos) filminde yardımcı yönetmen olarak sinemaya aktif olarak başlayan Neo kariyerinin başında kendi kısa filmlerini de yöneterek deneyim kazanmış ve kendi sinemasının temellerini oluşturmaya başlamıştır.

Gaspar Noe ilk yönetmenlik deneyimini 1985 yılında “Tintarella de Luna” filmi ile yaşamıştır. 18 dakikalık bu kısa filmde bir kasabada yaşayan, kocasını terk edip sevgilisine giden kadının hikayesi anlatılmıştır.

Bir başka kısa filmi olan “Pulpe Almiere” çalışması da arkasından gelmiştir.

1991 yılında üçüncü kısa film çalışması “Carne” ile ilk defa uluslararası arenada kendisinden söz ettirmeye başlamıştır. Cannes Film Festivalinde ödül kazanmıştır.

Gaspar Noe kısa filmlerinde Fransız Yeni Dalga akımının amacını ve etkisini hissettiren, her seferinde izleyiciye sinemasal şoklar yaşatmayı başarmış bir yönetmendir.

1998 yılında Gaspar Noe ilk uzun metrajlı filmini “Seul Contre Tous”  (I Stand Alone) çekti. Ağır seks ve ölüm sahneleri ile çok ses getirmiş olan bu film yine de başta Cannes olmak üzere pek çok film festivalinde ödül almıştır. Gaspar Noe bu ilk uzun metraj filminde kendi sinemasına dair tüm ipuçlarını vermiştir.

Dört yıllık aradan sonra 2002 yılında ikinci uzun metrajlı filmi Irrevesible (Dönüş Yok) ile Noe kendi sinemasının temellerini oturtmaya ve sağlamlaştırmaya başlamıştır. “Seul Contre Tous” filmiyle de bağlantılı olan bu filmi de uzun tecavüz sahnesi ve şiddet dolu sahneleriyle yankı uyandırmıştır.

Gaspar Noe daha sonra 2009 yapımı Enter The Void (Boşluk) ve 2015 yapımı Love (Aşk) filmlerini çekmiştir.

AUTEUR YÖNETMEN GASPAR NOE:

Gaspar Noe çağımızın “çılgın” sıfatını en çok hak eden yönetmenlerinden biridir şüphesiz. Fransız Yeni Dalga Akımından etkilendiği tüm filmlerinde hissedilmektedir.

Şimdiye kadar 5 film çekmiş olan yönetmen tüm filmlerinde şiddet, tecavüz, ensest, adalet arayışı, ölüm, reenkarnasyon gibi temaları sıklıkla işlemiştir.

Teknik açıdan genelde sabit plan sekanslar, durağan kareler, ses efektleri, devamlı sallanan kameranın mide bulandırıcı ve baş döndürücü etkisi üzerinde durmuş ve bu onun filmlerinin adeta vazgeçilmez bir parçası olmuştur.

Gaspar Noe genellikle sonda söyleyeceğini başta söylemektedir. Hemen hemen tüm filmlerinde bu yöntemi izlemektedir. Flashback geçişler tüm filmlerinde etkin olarak vardır. Ana konu ve ana karakterin dışında filmin ana karakteri dışında bir karakter filme birden dahil olarak söylevler verebilmektedir mesela. Örneğin “Seul Contre Tous”  (I Stand Alone) filminde bardaki bir adam aniden ortaya çıkar ve ahlak, adalet üzerine bir söylev verir. Belindeki silahı çekerek “işte benim ahlakım ve adaletim” (*) der. Bu kısacık söylevden dahi Gaspar Noe sinemasının temellerini ve gelecekteki evrimini görebiliriz. Silaha sahipsen güçlüsün, zenginsen güçlüsün, fakirsen bitmişsin der Gaspar Noe. Ayrıca filmlerinde insanın hep yalnız bir varlık olduğunu belirtir.

Gaspar Noe’nin hayata bakış açısı belki de “Seul Contre Tous”  (I Stand Alone) filmindeki ana karakter kasabın kendi kendine içsel konuşması sırasında açıkça ortaya koyulmaktadır. Bu konuşmada şöyle der kasap: “Fakat yalnızlığın bir anlamı yoktur. Bir adamla, bir kız veya çocuklarla bile yaşarsın fakat hala yalnızsındır. Ben yalnızım o da öyle. Yalnız doğduk, hayatlarımızı yalnız yaşadık ve yalnız öleceğiz. Yalnız, sonsuz kadar yalnız. Sevişirken bile yalnızız. Bedenimiz de yalnız hayatımız da yalnız. Tıpkı bir tünel gibi, paylaşmak imkansız. Yıllar geçtikçe daha kötüye gidiyor. Sadece hayatın anılarında yaşamak bu da yavaşça daha geriye götürüyor. Evet. Hayat bir tünel. Herkesin kendine ait küçük bir tüneli vardır. Sadece sonunda ışık yoktur. Issız hatırlar bile silinir.  Yalnızca üzerinize vurulan bir üreme kodu. Boyun eğmek zorunda olduğunuzu düşündüğünüz. Kendi rızan olmadan doğmak. Ye, iç, şeyini salla ve yeni bir hayat yarat  ve öl. Hayat büyük bir boşluk. Her zaman öyle oldu ve öyle olacak. Bensiz de gayet iyi olan kocaman bir boşluk. Daha fazla bu oyunu oynamak istemiyorum.”(**)

Ayrıca filmlerin en başında izleyicilere uyarılar yapabilmekte hatta “kronik hastalığı, kalp rahatsızlığı bulunanların derhal salonu terk etmelerini” söylemektedir. Bunu yaparken de sert bir şekilde yapmakta adeta filmin çok sert ve sarsıcı geçeceği konusunda izleyiciyi uyarmaktadır.

Noe sürekli hareketli bir kamerayla karakterini takip etmektedir. Bazen kamera filmin ana karakterin gözünden de olayları takip edebilmektedir. Enter The Void filminde film ana karakterin gözünden olayları anlatmıştır.

Gaspar Noe’nin sürekli karanlıklar içerisindeki durmaksızın yanıp sönen rengarenk ışıklar, dönen kameralar adeta seyirciyi bitmek bilmeyen bir uyuşturucu tribine, sarhoşluk durumuna sokmaktadır. 

Sinemaya bakış açısı olarak radikal bir noktada durmuştur Gaspar Noe. Hayata bakış açısını her filminde kendini kaybetmek, birine sarılmak, birini öpmek olarak görür ve hayatın anlamının bu olduğunu düşünür ve bunu filmlerine de aynen bu şekilde yansıtır. Gaspar Noe’nin filmlerindeki dil kirli ve serttir. Filmin kahramanları en sert ve küfürlü şekilde kendilerini açıkça ifade etmektedirler.  

Tüm filmlerinde madde bağımlılığını ve bunun sebep olduğu tribi, sarhoşluğu, cinselliği, pornografiyi, şiddeti ve aykırılığı cesurca kullanmıştır.

(*https://www.aylakadamiz.com/archives/1270

**https://www.aylakadamiz.com/archives/1270)

Berbat bir varlık olan insana gerçekte hangi kimliği taşıdığını, nedenli aşağılık bir varlık olduğunu, zaaflarını, şeytanlığını, acımasızlığını ve kötümserliğini insanın yüzüne vurarak adeta “sen aslında busun” der. Gaspar Noe filmlerinde aileyi anne-baba-çocuk ve büyükler üzerinden değil de parçalanmış halde aile bağı kurulmasını engelleyecek şekilde sunar. Mesela Enter The Void (2009) iki kardeşin bir zaman sonra yan yana gelişini, Irreversible (2002) mutlu, tutkulu bir çiftin arasına karışan eski koca, I Stand Alone (1998) kızından uzak bir babayı, Love (2015) aile kurma, çocuk yapma halindeyken dağılan bir çifti anlatır. Kısacası Noe filmlerinde dağınık hayatları anlatır.

Tarz olarak normal sinema anlayışının sınırını fazlaca ihlal etmesi Gaspar Noe’nin kendi tarzını, kendi sinemasını oluşturmasını sağlamıştır. Gaspar Noe’nin sinema ve sanat anlayışının özeti söyledikleri şu cümlelerde yatmaktadır: “Sanat ve pornografi arasında bir sınır yoktur. Her şeyden sanat yapabilirsiniz. Bir mumdan veya bir kayıt cihazından sanat filmi yaratabilirsiniz. Süt içen bir kedi ile bir sanat eseri yaratabilirsiniz. Sevişen insanlarla bir sanat eseri yapabilirsiniz. Sınır yok. Farklı bir açıdan çekilen veya türetilen herhangi bir şey artistik veya deneysel olarak görülebilir.” (*)

 

CLIMAX  

“Doğum ve ölüm sıra dışı deneyimlerdir.
  Yaşam geçici bir hazdır.” – Climax

 

Beş sayfalık senaryosu olduğu söylenen Climax filmi Gaspar Noe sinemasının en çılgın filmi olarak görülebilir. Adeta toplu şekilde bir delirme ayinidir Climax. Bir grup dansçının provalar için bir araya geldiğinde verdikleri arada içtikleri sangria adlı içkiye katılan bir madde nedeniyle tribe girerek şizofrenik suçlamalarla birbirlerine sırayla saldırmaları, bu sırada dans merkezinin sahibinin orada bulunan küçük çocuğunu elektrik odasına kilitlemesiyle koltukta adeta yavaş yavaş filmi izlerken boğazınız sıkılmaya başlamaktadır. Kimi eleştirmenlerce filmdeki buna benzer birçok sahne nedeniyle açıkça sağcı, faşist ve homofobik olarak suçlanan Gaspar Noe aslında insanın adeta tersine evrimini insandan hayvana geçişini anlatmaktadır. Ateist olarak kendisini birçok yerde kendini ifade eden Gaspar Noe adeta bir tanrı gibi bu filminde kamerasıyla yukarıdan kahramanlarını defalarca izlemiştir. Filmdeki kahramanlar kendilerini izleyen kameradan (tanrıdan) korkmadan uyuşturucu ve alkolün etkisiyle ya da bilerek ensest ilişkiden, linçe, tecavüze, toplu cinnete kadar bir çok insanlık dışı vahşi eylemi gerçekleştirerek adeta tersine bir evrimleşme süreci yaşayarak insandan hayvana dönüşmüşlerdir. Gaspar Noe bu konuda Telegraph gazetesindeki bir söyleşisinde “insanlar tıpkı eğitimli bonobolar (cinselliğe en meraklı maymun cinsi) gibidirler. Ama gece çöktüğünde üstlerindeki bu giysiyi çıkarmak isterler”(**) demiştir. Filmin ilk başında karda kanlar içinde ağlayarak yürüyen bir kadını göstermektedir Gaspar Noe ve bu kadın az çok filmle ilgili ipuçlarını bize vermekte ve sonu başta vererek adeta doğrusal akışı bozmaktadır. Bu sahnenin hemen akabinde filmin son jeneriğinin başta akması ilk defa Gaspar Noe izleyenleri ne yapacağını şaşırır hale sokmaktadır.

<(*)https://www.filmloverss.com/en-kotuden-en-iyiye-gaspar-noe-filmleri/>

<(**) https://www.birgun.net/haber-detay/climax-tersine-evrim-236330.html>

Daha sonra dans salonundaki ritmik müzikle dans eden sonrasında sakin bir şekilde ama en acımasız cümlelerle ve en sert cinsel fantezilerin kahramanlar arasında yapıldığı sohbetler izleriz. Kahramanlar sangria adlı içkinin kabına bardaklarını her daldırışlarında ve bardakları birbirlerine ikram edişlerinde filmin ana çözülüş noktasının bu sangria denen içki olduğunu (çehovun tüfeği misali) anlamaya başlıyoruz. Ve dudakların kenarından süzülen her sangria damlasında yaklaşan toplu cinnet anını hissedebiliyoruz.

Filmde dönüş yok’taki gibi düzenli bir geriye dönüş olmasa da sürekli bir hatırlama hali ve isteği mevcuttur. Yaşanan cehennem hatırlanmaya çalışılıyor adeta.

1966 yılında yaşanmış gerçek bir olayı konu aldığını söyleyen filmin adı Climax’ın kelime anlamı doruk, zirve adeta cehennemin zirvesi olmaktadır. Değişik ırk, köken, sınıf ve dinlere mensup kahramanlar filmin ulaşacağı kapkaranlık doruktan habersizken bile kirli kan kırmızısı dans pisti zemini olacakların adeta habercisi oluyor. Gaspar Noe sinemasında renklerin kullanımı da özgün bir hikaye anlatımının ana öğeleridir. Filmlerinin çoğunda kırmızı, beyaz, mavi ve siyah renkler hakimdir. Fransa bayrağının renkleri olan kırmızı, mavi, beyaz renkler ve fransa bayrağını sembolize eden zemin kullanımları Climax’ta arka planda açıkça Fransa bayrağının kullanımıyla ortaya çıkmaktadır.

Climax’ı diğer Gaspar Noe filmlerinden ayıran en önemli özellik şiddetin fiziksellikten daha çok psikolojik boyuta taşınması ve cinselliğin daha çok yoğun sohbet ve fantezi şeklinde olmasıdır. Bu da filmi diğer filmlerine göre daha genele hitap eden bir hale getirmiştir.

Bizleri filmi izlerken kabusun dar koridorlarında kahramanlarının arkasında adeta boğazımız sıkılarak nefesimiz kesilerek dolaştıran Gaspar Noe bazı anlarda adeta sinema salonundan ilk kim kaçacakmış testi yapıyormuşçasına sınırları zorlamaktadır. Ritmik müzik eşliğinde 1960’ların Harlem dansı figürleri eşliğinde hoş anlarla başlayan filmin yavaş yavaş en sert ve vahşi sahnelere ulaşmasıyla film bitmeden salonu boğulurcasına terk eden seyircileri de mümkün oldu filmi izlerken.

Filmin hemen herkeste yarattığı rahatsızlık hissi bence filmi yeterince amacına ulaştırmıştır. Sıcak evlerimizde huzurla Bethooven dinlerken dışarıda nasıl insanlık dışı bir hayatın yaşandığını ya da hepimizin başına nasıl vahşi şeylerin gelebileceğini ve hayatın “kendi rızan olmadan doğmak” gibi büyük bir saçmalık olduğunu çok iyi dile getirmektedir bu filminde Gaspar Noe. “Seul Contre Tous”  (I Stand Alone) filminde dediği gibi  “Kendi rızan olmadan doğmak. Ye, iç, şeyini salla ve yeni bir hayat yarat ve öl. Hayat büyük bir boşluk. Her zaman öyle oldu ve öyle olacak. Bensiz de gayet iyi olan kocaman bir boşluk. ‘

Climax filminde Gaspar Noe bir buçuk saat boyunca kaçınılmaz çaresizlikleri ve insanın adeta tersine bir evrim geçirir gibi hayvanlaşmasını anlatıyor. Hoş dans figürlerinin edildiği dans evi cehennemin doruğuna ilerlerken kahramanlar kaçınılmaz sonlarına doğru adeta boyun eğmişlerdir. En çok direnen kahraman bile cehennemin koridorlarında sadece koşuşturmaktan başka bir şey yapamamaktadır.

Diğer filmlerine göre sözsel olarak çok sert ifade edilse de cinselliğin yoğun şekilde görünmemesi nedeniyle diğer filmlerine göre daha fazla genele hitap eden bir film olmasını sağlamıştır Climax’ın. Ancak psikolojik şiddetin bence diğer tüm filmlerine göre en doruk noktasında olması izleyiciyi en üst düzeyde zorlamaktadır.

Kırmızı rengin hakim olduğu bu filmde Gaspar Noe teknik ustalık olarak doruk noktasına ulaştığı bir filmdir Climax. Günümüz sinema anlayışını sarsacak şekilde kendine özgü anlatım teknikleri kullanarak izleyiciyi adeta sarhoş ederek filmin içine çekmekte ve adeta filmin akışı içinde izleyicinin nefesini kesmektedir. Kamera çoğunlukla bir tanrı gibi yukarıdan dolaşmaktayken kimi zaman yerden kimi zaman hareket halinde adeta baş döndürücü bir şekilde dolanmaktadır. Müziklerin ve dans koreografilerinin mükemmel olduğu Climax bu müzik ve dansların temposuyla ritmini bulup devam ediyor.

Gaspar Noe’nin kişisel sinema tarzı bu filminde de net bir şekilde kendini hissettirmekte yoğun şiddet ve cinsellik filmin ana dokusunu oluşturmaktadır. Hikayeyi sondan ya da flashback geçişlerle filmlerinde anlatan Noe, Climax’ta adeta sinema kimliğini doruk noktasına ulaştırmıştır.

Climax’ta içsel anlam olarak her izleyici, her eleştirmen kendine özgü bir yorum çıkarabilmektedir. Ancak bu filmin anlamı da diğer Gaspar Noe filmleri gibi hayatın anlamsızlığı ve hayatın geçici bir haz evresi olduğudur.

Omar, Selva, Gazelle ve Lou gibi birçok karakterin sırayla ortaya çıktığı bu yoğun anlamlı ve tempolu filminin en sempatik ama en trajik karakteri de olan Tito ise insani duygularımızın en doruk noktasına ulaştığı anların maalesef kahramanı olarak hatırlanacaktır.

 

“DANDİ”

 

Kaynakça: ,
1-Altyazı Dergisi, Sayı :188, Kasım-Aralık 2018
2-https://www.filmloverss.com/en-kotuden-en-iyiye-gaspar-noe-filmleri/
3-https://www.birgun.net/haber-detay/climax-tersine-evrim-236330.html
4-https://www.birgun.net/haber-detay/climax-tersine-evrim-bolum-iki-236428.html
5-https://www.filmloverss.com/gaspar-noe-sinirlari-delip-gecen-imgeler/
6-Yeni Dalga, James Monaco, +1 Kitap, Çeviri:Ertan Yılmaz, 350 Sayfa, Kasım 2006,
7-Fransız Sineması, Şenol Erdoğan, Es Yayınları, 171 Sayfa, Nisan 2004,
8-François Truffaut, Ronald Bergan, Agora Yayınları, 210 Sayfa, Aralık 2010.
9- https://www.aylakadamiz.com/archives/1270
10-Sinemamızda Bir ‘Auteur’ ÖMER KAVUR, Şükran Kuyucak Esen, Alfa Yayınları, 468 Sayfa, Kasım 2002.

72. Venedik Film Festivali (2-12 Eylül 2015)

Bu yıl 72.’si yapılacak olan Venedik Film Festivalinin jüri başkanlığını “Gravity” filmiyle kendinden uzun süre söz ettiren Oscar ödüllü Meksikalı yönetmen “Alfonso Cuaron” yapacak.

Festivalin açılış filmi ise Baltasar Kormákur’un yönetmenliğini yaptığı “Everest” filmi oldu. Son olarak “Gece Vurgunu” adlı filmindeki oyunculuğuyla döktüren ve şahsen taptığım Jake Gyllenhaal, “Everest” filminde başrolde. Kendisine ayrıca Josh Brolin,  Jason Clarke, Keira Knightley gibi yıldız oyuncular eşlik ediyor.  Filmin konusunu ise 1996 yılında Everest’e tırmanan 8 dağcının başından geçenler oluşturuyor.

Görünen o ki bu sene hem festival hem de “Everest” filmi yine çok konuşulacak. 

Crockett

everest

everest-1

venedik72

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Özcan Alper’in “Rüzgarın Hatıraları” adlı yeni filmi gösterim için gün sayıyor…

“Sonbahar” ve “Gelecek Uzun Sürer”  adlı filmleriyle kalplerimizi fethetmiş yönetmen ÖZCAN ALPER’in son filmi “RÜZGARIN HATIRALARI” 2015 Ekim-Kasım aylarında gösterime girmek için gün sayıyor. Filmin mutfağından aldığımız haberlere göre kurgu aşaması bitmiş olan filmin 140 dakika gibi bir süresi var.

Filmin senaryosu ÖZCAN ALPER ve AHMET BÜKE’ye ait. Filmin görüntü yönetmenliğini ise “SONSUZLUK ve BİR GÜN, ULİS’in BAKIŞI, LEYLEĞİN GECİKEN ADIMI” gibi ANGELOPOULOS filmlerinden tanıdığımız usta görüntü yönetmeni ANDREAS SİNANOS yaptı. 

Filmin başrollerinde Onur Saylak, Sofya Khandamirova, Mustafa Uğurlu, Ebru Özkan, Murat Daltaban, Tuba Büyüküstün,  Menderes Samancılar, Furkan Şeker, Nihat İleri, Necati Zengin, Timur Ölkebaş, Damla Ustabaş, Harun Aksu gibi usta oyuncular yer alıyor. 

RÜZGARIN HATIRALARI

“II. Dünya Savaşının son günlerinde, muhalif olan şair ve ressam Aram Türkiye’den kaçmak zorunda kalır. Aram’ın Karadeniz ormanlarında, Sovyet Gürcistan sınırına ulaşmadan biten yolculuğu Türkiye’nin unutturulmaya çalışılan geçmişi ve Aram’ın sürgün hayatı ile ilgili ipuçları taşır.”

Başta ÖZCAN ALPER’in, film ekibinin, usta oyuncuların ve NAR Filmin büyük çabaları ve özverileriyle çekilen bu dönem filminin gösterime girmesini sabırsızlıkla bekliyoruz.

Crockett… 

http://www.narfilm.com/new-page-2

rüz-7

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

rüz-6

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

rüz-5

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

rüz-1 rüz-2 rüz-3 rüz-4

 

 

Robert Bresson’dan Sinema Üzerine Dersler : SİNEMATOGRAF ÜZERİNE NOTLAR

bresson-3 001

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bresson-1 001

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bresson-2 001

 

Günün Sözü “film yapma işi tıpkı spermlere benzer. aralarından sadece bir tanesi başarılı olur” diyen usta yönetmen Claude Lelouch’tan…

claudee 001

 

 

 

 

 

 

 

 

 

claude-3

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

CHILD OF GOD…

bir ‘james franco’ tokadı : CHILD OF GOD… scott haze oyunculuk nasıl yapılırı filmin her saniyesinde gösteriyor…

 

child of god

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

scot

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KEN LOACH!

yine sağda solda “ken loach” ile sallayanlar olduğunu görünce dayanamadım ‘land and freedom’ filmini anmak istedim 19 sene sonra… sadece bu filmiyle ve polit…ik görüşleriyle bile ona sallayanların kat be kat fersah fersah üstündedir “ken loach”. ken loach’a dil uzatabilmek için “hayata çalım at”, “kes” ve “land and freedom” gibi 30 yakın uzun metrajlı filmi izlemek, etüd etmek ve anlayıp ondan sonra eleştirmek gerekir. sırf siyasal görüşleri nedeniyle ve stalinist kampın dışında olduğu için saçma sapan eleştiri ve görüşlerle onu ve sinemasını mahkum etmeye çalışmak faşistliğin en alasıdır! sen çok yaşa ken loach! sen çok yaşa devrim ispanyası! 
Crockett
ken loach-3 001 ken loach-4 001 ken loach-5 001 ken loach-6 001 ken loach-1 001 ken loach-2 001
“İSPANYA 1936 BAHARI” , Charlie Hore, Duncan Hallas…, Çeviri : Melike Çakırer, Z Yayınları, Eylül 1995

 

Günün Repliği : “Kötülük içkide değildir ki, kötülük insandadır. Ama suçu hep içkiye atmışlardır.” – Serseri Kazım

“Kötülük içkide değildir ki, kötülük insandadır. Ama suçu hep içkiye atmışlardır.”

‘Serseri Kazım’ – Sadri Alışık (‘Serseri’ filminden.)

 

sadri alisik - serseri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Hayat demek ölümü beklemek demektir. Az çok hepimiz denizi, yıldızları, ağaçları işte falanları filanları göreceğiz, birçok şeyin tadına bakacağız, sonra da ister istemez ‘gidiyorum elveda’ şarkısını söyleyeceğiz. Öyleyse gidenin de kalanın da gönlü hoş olsun.”

‘Serseri Kazım’ – Sadri Alışık (‘Serseri’ filminden.)

 

“SERSERİ”

Konusu :  Kazım serseri ve derbeder bir hayatı kulübesinde tek başına yaşayarak sürdürmektedir. Bir gün Zeynep’le karşılaşır ve hayatına girer. Zeynep kördür ve aynı zamanda Kazım’da değişik duygular uyandırır, ona aşık olur. Hemen akabinde baskılar başlar, karakola şikayet ederler ama ‘Serseri’ Kazım çetin cevizdir, pabuç bırakmaz ve hepsinin hakkından gelir.

Kazım bir gün doktora gider, doktor Zeynep’in ameliyatı için ama 15 bin lira lazım der. Kazım da gider bitirimhaneyi soyar. Zeynep’i ameliyat ettirir ama yerine arkadaşını geçirir. Ameliyattan sonra gözleri açılan Zeynep inanmaz bu duruma ve sonunda gerçekleri öğrenir. Eski Sultanahmet Cezaevine giderek Kazım’ı bulur ve onu bekleyeceğini söyler.

Yapım Yılı : 1967

Yönetmen : Nuri O. Ergün

Senaryo : Safa Önal

Yapımcı : Berker İnanoğlu

Görüntü Yönetmeni: Çetin Gürtop

Süresi: 80 dakika

Oyuncular :

Sadri Alışık – Bitirim Kazım

Sema Özcan – Zeynep

Süleyman Turan – Arkadaş

Feridun Çölgeçen – Naşit Baba

 

YÜRÜME

yolda-1

 

 

 

 

 

 

 

 

yolda-2

 

 

 

 

 

 

 

 

yolda-3

 

 

 

 

 

 

 

 

yolda-4

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Yenilenmeğe yönelmiş her yaşam biçimi,

ağır bir küf kokusunu da yanında, birlikte

getirir: Ama unutmamalı ki, küf, aslında,

yepyeni yaşam birimlerinden oluşur

-çürüyenin üstünde serpilen

taptaze canlılardan…

 

Yaşam bir yoldur temelde, doğru; ama, hep,

belirli yolların yürünmesi sonucu ulaşılan

yerlerde, durağanlaşmağa çalışan,

yerleşmeğe çalışan bir yol…

 

Yola çıkan kişi,

daha önce konakladığı yerlerin izini taşır

-yeni konaklayacağı yerlere dek,

ve, tabiî, yolda attığı adımlar boyunca…

 

Yolunu kendin yürüyebilmek için,

yönünü kendin koymak zorundasın.

 

Yönsüz yol yoktur – yol, ancak,

bir yön ve bir yürümeden oluşur:

Yeni bir yol, yeni bir yön demektir.

 

Yürünmemiş yol, yol değildir.

 

Açılmış yollarda yürümek neye yarar ki?

 

Yönü zaten belli olan yol, yol bile değildir:

Yol, yönsüzlüktür. (Bir arabaya takılmış

bir pusula, hiç durmaz, dönüp durur…)

 

Yolun yönü, yol açılırken belirlenir

-açıldıktan sonra da, artık,

zaten bellidir: belirli bir yola girmek,

belirlenmiş (bir) yön(ler)de yürümektir.

 

Sahici yürüme,

yol açmadır.

 

Yolu yol yapan, yola çıkma edimidir.

(Gerçek yollar da öyle açılmaz mı zaten:

Dinamit ekipleri, ekskavatörler, greyderler

-bir gürültü, bir patırtı: sonra,

dümdüz asfalt üzerinde kayıp giden lastikler…)

 

Açılmış, hazır yollarda

yumuşak yumuşak dönüp duran tekerlekler

ne anlarlar ki, yol asıl nedir – ya da, salt,

yol nedir…?

 

Yolu gerçekten bilen,

yolun gerçekten ne olduğunu bilen,

yolda dönüp duran tekerlek değildir:

kazmadır, kürektir, dinamittir

-tekerlekler terlemezler…

 

Yolu,

yürüyen bilmez;

açan bilir.

 

İnsanın özgürsüzlüğünün temeli,

kendisinden önce zaten açılmış, belirlenmiş

yollarda yürümek ‘zorunda’ kalarak,

yönlendirilmektir

-özgürlük de, yol açabilmektir.

 

Bağımlılık ‘zorlanma’ysa, bu,

bir yolu yürümeğe zorlanmaktır

-belli, belirli, açılmış, açık bir yolu…

 

Özgürlük yürümekse,

açılmamış, belirsiz yollarda

yürümektir.”

 

ORUÇ ARUOBA

 

oruc aruoba-12

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

oruc aruoba

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YÜRÜME, ORUÇ ARUOBA, METİS Yayınevi, Eylül 1996, 224 Sayfa.

(Fotoğraflar : ‘On The Road / Yolda’ filminden. Yönetmen : Walter Salles, Eser : Jack Kerouac) 

‘ZEKİ DEMİRKUBUZ’dan yeni bir başyapıt : ‘YERALTI..’

“çamura batmanın bile bir anlamı olmalıydı..” – ‘YERALTI’

 

‘zeki demirkubuz’u kimseler bilmez ve izlemezken izlerdim boş sinema salonlarında.. ‘bekleme odasını’, ‘kader’i ve ‘kıskanmak’ filmlerini tek başıma defalarca kocaman salonlarda izlemişliğim vardır..

‘zeki demirkubuz’un ‘dostoyevski’ takıntısı da onun müptelası olma nedenlerimdendir.. insan ruhunun çözümlemelerini özellikle de karanlık ve anlaşılmaz yanlarını ‘dostoyevski’   gibi yapan bir yazar var mıdır tartışırız bu konuyu.. ‘dostoyevski’nin her biri birbirinden önemli romanlarının çoğunu daha lise çağlarımda hatmetmiştim..

herkesin tersine benim en çok sevdiğim üç romanı şöyledir : ‘ecinniler’, ‘budala’ ve ‘yeraltından notlar..’ herkesin dilinde olan ve ilk okunan ve mutlaka da okunması gereken ‘suç ve ceza’, ‘karamazov kardeşler’ ve diğerleri sonra gelir benim için..

özellikle ‘budala’nın ayrı bir yeri vardır benim hayatımda.. sonra ‘ecinniler..’ kaç kere okumuşumdur ‘ecinniler’i acaba hatırlamıyorum.. ‘insan’dan neden korkulması gerektiğini çok iyi anlatır ‘ecinniler..’

ve sonra da sonsuza kadar bir başyapıt olarak kalacak ‘yeraltından notlar..’ herkesin elinin altında olması gereken bir kitap.. ama nerde.. devir blöfçüler devri.. okumadığına okudum, izlemediğine izledim, dinlemediğine dinledim diyeceksin bu devirde.. yoksa ayıp olur.. gençlik sıfır okumayla dünya rekorlarına oynarken, yeni yeni şatafatlı konutlar içinde lüzumsuzlar da dahil olmak üzere her şey mevcutken bu evlerde kitaplık ya da kütüphane diye bir eşya ya da bölüm yoksa ne yapsın gençler.. her şeyi izleyerek öğrenen bir gençlik.. okuyan yok.. sıfır.. hiç unutmuyorum bir gün evimize gelen yakın aile dostumuzun küçük oğlu iki odaya yayılan kitapların arasında dolanırken ilk klasik soru : ‘hepsini okudun mu’yu hemen patlattıktan sonra ‘victor hugo’nun ‘sefiller’inin dört cildini uzun süre inceleyince ona hediye etmek istedim.. önce almak istemedi, al dedim okumazsan bile hatıra kalır, hava atarsın gelene gidene ‘okudum’ diye.. yüzünde bir gülümseme yayıldı önce sonra da ‘insanlar etkilenir mi gerçekten’ diye sordu.. tabi dedim.. yüzünde ki gülümseme yayıldı ve ekledi ‘tamam, mutlaka okuyacağım bu kitabı göreceksin’ dedi.. iyi hadi hayırlısı deyip yolladım çocuğu.. yaklaşık iki sene sonra yine bize yaptıkları bir ziyarette hatırlayıp  sordum ‘sefiller’i okumuş mu diye.. zaten kendisi de biraz büyüyüp olgunlaşmıştı.. ama maalesef büyüme sadece fizikselmiş..  pis bir sırıtmayla birlikte ‘yok be abi, onun internette özetini buldum onu okudum, kim okur 4 cilt, tuğla gibi her bir kitap’ dedi.. yıkıldım.. hiç okumasaymış daha iyiymiş.. özet okumuş.. özet dediği de tahminen en fazla 20 sayfa.. ‘victor hugo’ olsa ne derdi kim bilir..

neyse böyle bir nesil varken ortalıkta bir de eski nesillerde gelişen ‘blöfçülük’ hastalığı var.. bilmeseler de bilirmiş gibi yaparlar, okumamışlarsa da okumuşlar gibi, dinlememişlerse dinlemişler, gitmemişlerse de gitmişler, izlememişlerse de izlemişler, duymamışlarsa da duymuşlar vb gibi yaparlar.. hastalık haline gelmiş durumda bu.. 20. yüzyılda başlayıp 21. yüzyılda insanlığı saran ‘blöfçülük’ hastalığı  vebadan beter bir hastalık.. ikinci üniversitem hukuk fakültesini okuduğum sıralarda arkadaşlarla birlikte ‘kadıköy’ün sokaklarında kitap sattığımız günlerden birinde çok okumuş olduğunu her defasında belli etmeye çalışan arkadaşlarımızdan birisi, bir bayan arkadaşımıza ‘yeraltından notlar’ı okuyup okumadığını sormuştu.. sonra okumadığını öğrenince kitap standında duran ‘yer altından notlar’dan bir tanesini çekip bayan arkadaşa verip hemen okumasını söyledi.. bayan arkadaş teşekkür edip gitti.. iki gün sonra aynı yerdeyken biz, kitabı alan bayan arkadaş gelip kitabı kendisine veren mürekkep yalamış arkadaşa bu kitabı okumasına fırsat verdiği ve önerdiği için  teşekkürlerini sunarken kitapla ilgili birkaç şeyden bahsedip kitapla ilgili konuşmak isteyince kitabı veren arkadaş bu sefer sırıtıp ‘iyi de ben o kitabı henüz okumadım’ deyince gülmekten yerlere yattım.. bayan arkadaş şaşkın gözlerle bizim arkadaşa bakarken, ben gülmekten kriz geçiriyordum.. komikliğe güldüğüm kadar şaşkınlığım da gülmemin sürmesine yol açtı.. ulan diyordum bu yaşa gelmişler ikisi de hala ‘yeraltında notlar’ı okumamışlar.. ne acayip insanlar var şu dünyada diye düşünüyordum, üstelik çok okuyan bir arkadaştı birisi.. ve okumadığı halde bir kitabı ballandıra ballandıra övüyor ve öneriyordu.. okumadığın bir kitabı nasıl över, tavsiye edersin hala anlamış değilim..

uzun yıllar geçti, bizim bu tür arkadaşlarla ilişkilerimiz şükür sıfır düzeyine indi.. bu tipler hep köşe başlarında bir gözlerinde dolar diğer gözlerinde euro işaretleriyle dolanırken bizler hala inatla kitapların içinde debeleniyoruz ve onlardan daha mutluyuz..

işte bizler de bu blöfçüler dünyasında geçen sürede de ‘zeki demirkubuz’ gibi bir yönetmenin doğuşunu ve gelişimini izledik sinema dünyasında.. kendisiyle ve filmleriyle tanışınca çok fena etkilenmiştim.. artık ne zaman yeni filmini yapar diye bekliyordum.. eski filmlerini defalarca seyrediyordum.. yeni filmlerine ilk seanslarda izlemek için işi gücü bırakıp koşuyordum..

insanların çoğu ‘masumiyet’i, ‘kader’i izledikten sonra izledi.. çünkü o zamanlar bu kadar bilinmiyor ve medyatik değildi ‘zeki demirkubuz..’ belli sanat çevrelerinde büyük yankı uyandırmasına rağmen ‘masumiyet’ ne sinema izleyicisinden gişe olarak ne de genel olarak sinema dünyasından olumlu tepki alamamıştı.. ancak ne olduysa ‘kader’ filminden sonra oldu, herkes ‘zeki demirkubuz’ hayranı oldu.. filmleri paketler halinde kampanyalarla satılmaya başlandı.. geç de olsa ‘zeki demirkubuz’ gibi bir ustanın bu rağbeti görmesi muhteşem bir şeydi.. ancak bu yükselen talep nitelikli bir talep miydi, yoksa tüketime yönelik medya destekli bir tüketip yok etme talebi miydi.. malum kapitalizmin mekanizmaları iyi olan şeyi de manasızlaştırıp, şeyleştirip tükettirmeyi çok iyi beceriyor.. bunu ileriki süreçte göreceğiz.. ama şu bir gerçek ki ‘zeki demirkubuz’ her filminde sinemasının üstüne yeni bir şeyler  koyarak daha da geliştiriyor dilini..

bir başka usta ‘nuri bilge ceylan’la yapılan kıyaslamalar bile çok komiğime gidiyor.. bu iki ustanın da kendilerine has dilleri varken kıyaslanmaları, ikisinin arasında bir husumet yaratılmaya çalışılması o kadar komik ki.. iki ustanın  da önü açık.. ne kadar sallarlarsa sallasınlar ikisine de artık ulaşamazlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

benim tıpkı ‘dostoyevski’de olduğu gibi bir ‘dostoyevski’ hayranı olan  ‘zeki demirkubuz’ sinemasında da en çok sevdiğim filmleri diğer insanlara göre farklıdır.. benim de hastalığım belki budur kim bilir.. herkes ‘masumiyet’ ve ‘kader’ der bense ‘itiraf’ ve ‘yazgı’ derim.. sonra ise ‘üçüncü sayfa’ gelir.. bu üç filmin ikisinde oynayan ‘başak köklükaya’, ‘itiraf’ta oynayan ‘taner birsel’, ‘üçüncü sayfa’da oynayan ‘ruhi sarı’ ve ‘yazgı’da oynayan ‘serdar orçin’in oyunculukları gibi oyunculuklara zor rastlanır sinemamızda.. ayrıca filmlerin senaryoları, kurguları da birer başyapıttır.. kadın erkek ilişkileri bağlamında yaşananları ekonomik ve politik ortamdan soyutlamadan ruhlarına derin inişler yaparak anlatan ‘zeki demirkubuz’ bu çizgisini tüm filmlerinde devam ettirmiştir..  ‘bekleme odası’nda kendisi başrolde oynamış ve bu filminde de ‘dostoyevski’nin ‘suç ve ceza’sını sinemaya uyarlamak isteyen ‘ahmet’ adlı bir yönetmenin yaşadığı ilişkileri ve sorunlarını anlatır.. hayatımın en dandik dönemlerindeyken bu filme o kadar takmıştım ki sanırım arka arkaya beş kere gidip izlemiştim sinemada filmi.. ve bu beş izleyişimin hepsinde de tek kişiydim salonda.. artık bu filmle beraber bir hastalık halini almıştı ‘zeki demirkubuz’ sineması bende.. tüm filmlerini topladım.. kamera arkalarını, onun röportajlarını çölde susuz kalmış insanlar gibi defalarca izledim..

sonra ‘kader’ ve ‘kıskanmak’ filmleri geldi üçer yıl arayla..  zaten ‘kader’in yarattığı etkiyle beraber herkes ‘zeki demirkubuz’ demeye başladı.. bir dönem filmi olan  ‘kıskanmak’ adlı filmi ise ‘kader’den etkilenen tayfanın pek hoşuna gitmedi.. oysa ‘zeki demirkubuz’ sinemasının başyapıtlarından birisiydi ‘kıskanmak’ filmi..  özellikle ‘nergis öztürk’ün oyunculuğu beni bitirmişti..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ve nihayet yine ‘kıskanmak’tan üç senelik bir zaman diliminden sonra büyük beklentiler içinde zeki ustanın son filmi ‘yeraltı’ dün 25 kopya gibi çok az bir kopyayla gösterime girdi.. ‘zeki demirkubuz’ istese 300, 400 kopyayla gösterime girecek gücü olduğunu ancak türkiye gerçeklerini ve filmi izleyecek kişi sayısını aşağı yukarı tahmin ettiği için bu sayıda kopyayla girdiğini söylemiştir.. 350, 400 kopyayla gösterime giren ve gişeleri ‘fethettiği’ söylenen sabun köpüğü, gazoz gazı filmlerin yanında ‘zeki demirkubuz’ gibi bir ustanın filmi ancak 25 kopyayla gösterime giriyor bu ülkede.. bir ay önce yine bir başka usta yönetmenimizle sohbet ederken maddi imkansızlıklar nedeniyle gösterime sokamadığı  son filmini ancak üç kopya yaptırabildiğini ama salon bulamadığından üç kopyayla bile gösterime giremediğini söylemişti.. ne acı..  

işte iki senedir ‘yeraltı’ ile yatıp kalktıktan sonra ‘zeki demirkubuz’ ve sinema tutkunları nihayet dün ‘yeraltı’na kavuştu..  neler yazılmadı ki film gösterime girene kadar.. bin bir türlü fasa fiso haber.. yazılmadık çizilmedik şey kalmadı.. magazinleştirmek, filmin içini boşaltmak için yüzlerce balon haber..

ve tüm bu zırıltının içinde dün beyazperdeye yansıdı ‘yeraltı..’ dostoyevski’nin ‘yeraltından notlar’ kitabından esinlenerek senaryosu yazılan ve günümüze uyarlanan bu filmi dün tüm koşturmacamın, sıkıntımın içinde iki saat ayırdım ve izledim.. oyuncu kadrosu çoğu ‘zeki demirkubuz’ filminde karşımıza çıkan isimlerdendi çoğunlukla.. en baştan söyleyeyim ‘engin günaydın’ın müthiş oyunculuğu çok konuşulacak ama kıskanmak filmindeki performansıyla da hayran kaldığım ‘nergis öztürk’e bu filmdeki oyunculuğuyla tekrar hayran kaldım.. ‘nihal yalçın’ ve ‘serhat tutumluer’de öne çıkan oyunculardı.. ama ‘engin günaydın’ aylardır hazırlandığı filmde oyunculuğun doruk noktalarına çıkmış.. ‘yazgı’da da oynamış olan ‘engin günaydın’ sinemada ve televizyon ekranlarında çizdiği tüm tiplemeleri ezmiş geçmiş bu filmde.. kaç kere gider izlerim bu filmi ama ‘engin günaydın’ın oyunculuğuna sanırım doyamayacağım hiçbir zaman..

öyle olmadığı halde genelde metne dayalı ve durağan, yavaş  filmler olarak eleştirilen ‘zeki demirkubuz’un filmlerinden sonra son eseri ‘yeraltı’ için ne yakıştırmalar ve eleştirilerde bulunacaklar çok merak ediyorum.. bence romandan çok iyi esinlenip günümüze uyarlanmış bir senaryosu ve çok sağlam bir kurgusu vardı filmin.. filmin en başında ve bazı yerlerinde yakın plan ‘engin günaydın’ sahnelerinde ki yavaşlık bile fazla gelmiyordu insana.. baştan aşağı üzerinde çok iyi çalışıldığı belli olan bir film.. 107 dakikalık bu filmin hiç bitmesini istemedim.. anlatılan bir ölçüde 19. ve 20. yüzyılın insanının hikayesi olduğu kadar esasında 21. yüzyılın insanının hikayesiydi.. senaryo öyle ustalıkla romandan uyarlanmış ki tartışmasız özgün bir başyapıt ortaya çıkarılmış..

‘zeki demirkubuz’un ‘ankara’da çektiği bu filmde ‘ankara’nın karanlık ve puslu havasının dışında özellikle gece yaşamına yönelik ilginç sahneler de var.. taşradaki insanların arasındaki ilişkilerin yanı sıra insan ruhunun karanlıklarında dolaşıyor film.. muharrem (engin günaydın) bir devlet dairesinde çalışan çeşitli ruhsal takıntıları olan ve yalnız yaşayan bir memurdur.. her gün eve gelen temizlikçi kadın ‘türkan’ (nihal yalçın) ve ara sıra uğradığı ‘kızıl elma’ diye hatırladığım bir derneğin çevresindeki üç beş insanla nefret ağırlıklı ilişkisi vardır.. uzun süredir görmediği bu arkadaşlarının yanına bir gün uğrar.. son romanıyla ödül kazanan arkadaşları ‘cevat’ (serhat tutumluer) için bir akşam yemeği organize eden arkadaşlarına zoraki de olsa yemeğe davet ettirir kendisini.. arkadaşları bu durumdan pek memnun değildirler.. ‘cevat’ın fikir hırsızı olduğunu düşünen ‘muharrem’ o yemeğe gider ve olaylar gelişir..

filmin özellikle ‘muharrem’ ve arkadaşlarının yemek sahnesi, uluma sahneleri, ‘muharrem’in evdeki cinnet sahnesi ve ‘muharrem’ ile ‘türkan’ arasındaki diyalogların olduğu sahneler unutulmaz sahneler.. tıpkı ‘dostoyevski’ gibi saralı bir ruh halindeki ‘muharrem’in ve çevresindeki insanların yaşantısı etrafımızdaki dış dünyada olup bitenlere ve çevremizde her zaman bulabileceğimiz tipteki insan örnekleriyle günümüzü de anlatıyor aslında..

kaçırılmaması gereken bu başyapıt için başta ‘zeki demirkubuz’ ustaya ve filmde emeği geçen başta oyuncular olmak üzere herkese aylak adamız adına teşekkürlerimizi sunuyoruz..

gülüşünüzle ve ‘zeki demirkubuz’ ustayla kalın..

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Yeraltı..’

 

Yönetmen ve Senaryo: Zeki Demirkubuz

Oyuncular: Engin Günaydın,

Nergis Öztürk,

Serhat Tutumluer,

Nihal Yalçın,

Murat Cemcir,

Feridun Koç,

Serkan Keskin,

Sarp Apak

Yürütücü Yapımcı: Başak Emre

Yapım sorumlusu: Ahmet Boyacıoğlu

Yönetmen Yardımcısı: Rezan Yeşilbaş

Görüntü Yönetmeni: Türksoy Gölebeyi

Ses Kayıt: Furkan Atlı

Miksaj: Serdar Öngören

Işık: Hatip Karabudak

Kostüm: Nihan Güneş

Yapım: Türkiye

Yapımcı:Zeki Demirkubuz, Mavi Film

HD-35 mm / Renkli / 107 dakika / Format: 2.35

Yapım Yılı: 2012

 

(fotoğraflar: http://zekidemirkubuz.com/)