Author Archive

NİCOLA SACCO E BARTOLOMEO VANZETTİ

“Burjuvazi,
katletti içimizden ikisini
bu iki ölmeyen ölümsüzdür!
Burjuvazi,
kavgaya davet etti bizi
davetleri kabulümüzdür.”

 
Milyonların rehberi değildiler; milyonların içerisinde, kocaman bir koroda iki müzisyendiler…
Ferdinando Nicola Sacco, Bartolomeo Vanzetti… İki anarşist italyan göçmen.
20. yüzyılın başlarıdır. ‘Yeni dünyaya akın’ vardır. Kıt’a Avrupası’ndan yeni dünyaya akın edenler
zenciler, yoksullar, zibidiler, lümpenler, işçilerdir. Şüphesiz yeni dünya hayalleri vardır.
Samimidirler.
Lakin kapitalizm samimi değildir. Buraya göçenler ‘göçük’ altıda kalmıştır. Fabrikalarda en
ahlaksız, insaniyet dışı koşullarda, çalıştırılmışlardır. En dipte yer alanlar ise zenciler ve
göçmenlerdir.
1919’lu 1918’li yıllar grevleri, kitlesel eylemleri, isyanları tetiklemektedir. Ve öyle olmuştur.
“Gaspedilenlerin gaspedilmesi” ne atlanmak üzeredir. Öyle olmadı. Çünkü faşizm tarih sahnesine
çıkıyordu… Tutuklamalar, parti binalarına baskınlar, işçi liderlerinin tutuklanması vs vs.
Gaspedilenler gaspedecek kadar bilinç taşıymamıştır…
Genelde bu böyledir. Özelde bu döneme damgasını vuran Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti
davasıdır.
23 Ağustos 1927’de düştüler faşizmin, zulmün pençesine. Ve tabii ki bu tesadüf değildir. İtalya’da
faşizmin yükselişi, Hitler’in iktidara hazırlanışı…
Her ne kadar burjuva hukukun iflası olduğunu bilsek de Sacco ve Vanzetti, bir ayakkabı
fabrikasında Frederick Parmenter ve bu fabrikada güvenlik görevlisi olan Alessandro
Berardelli’nin, 15 Nisan 1920’de 15.766,51 dolar ile birlikte ödeme yapmak için bankaya doğru yol
alırken silahlı saldırı sonucu öldürülmeleri ve soyulmaları olayından sorumlu tutulmuşlardı. Bu
burjuvazinin tarihsel çıkarları uğruna ne kadar acımasız olduğunun çirkinleştiğinin ne ilk ne de son
göstergesidir. Ve bu iki ölü ne ilk ne de son ölümüzdür!
Bu burjuvazi tarafından böyleydi. Göstereceğiz hep birlikte. Güneş ışığı satılık değildir. Umut,
emek satılık değildir. Ve biliyoruz ki dostlar suç işlenmiştir. Hükümsüzdür.
Onlar bugünkü hukuk siteminin ve ahlakın kutsadığı insanın insanı ezmesi suçuna karşı oldukları
için suçluydular. Ya biz? Bizler de suçluyuz ve her an her dakika her saniye bu suçu işliyoruz.
Meydanlarda, sokaklarda, kampüste, torna tezgahında… Gettolarda!
Evet. Suçluyuz. Ve Paul Lafargue’ın seslendiğini duyuyorum. Lafargue, Marx’ın damadıdır.
Öğrencisidir. Haksız bir yönetimde elbette ki namuslu insanın yeri tutukevidir. 5 yılda 7 yılda!
Nico ve Bart 7 yıl tutklu kaldılar ve yargılandılar. 7 yıl. İdam edildiler.
Lakin bunlardan çıkarılması gereken ortadadır. Biteviye olabilir. Ama inadına, daima! Siempre!
Ve yine başladığımız gibi nazımca bitirelim:
“Yanıyordu kanlarında şavkı İtalya güneşlerinin
koştular temiz esmer alınlarla hayatın sesine,
dövüştüler yanında dövüşen kardeşlerinin.
Yeni dünyada düştüler eski zulmün pençesine!
Yedi yıl ölümün karşısında gülerek durdular.
Elektrikli iskemleye
kadife bir koltukmuş gibi oturdular.
Yürekleri dört bin volta yedi dakka dayandı.
Yandı yürekleri
yedi dakka yandı!.. ”

 

Adelante

Müzik !

Müziğin insanı halden hale sokması nasıl oluyorsa?

Bir halde iken bir müzik dinlemek,

O halden müziğin haline geçmek,

Müziğin başarısı mı?

Ben öyle istediğim için mi öyle oluyor?

Ederlezi. Acaba nasıl bir acıyı –yoksa sevdayı mı- anlatıyor?

İnsan her dili bilmek istemiyor. Bazı şarkıların dilini bilmek onu bozacak sanki. Bunu besteci mi yapıyor, yoksa dilin, enstrümanın ustalığı mı?

Estetik, muhtemelen bu sorunlarla çok uğraşmıştır. Sonuç ne çıkmıştır bilmem. Aklım diyor ki; muhtemelen hepsinin toplamı hatta hepsinin toplamından fazlası olabilecek en iyi bir araya gelme çıkmalı.

Ve lakin etnik müziğe âşık olan ben için bir şarkıyı şarkı yapan, bütün bileşenlerini en iyi şekilde bir araya getiren o topluluğun biriktirdiği kültürmüş gibi geliyor. Enstrümanı, besteciyi, söz yazarını ve tabi dili yaratan o kültür. Acıyla, sevgiyle, varlıkla, yoklukla, sevinçle bilmem başka bir sürü şeyle yaratılan toplum kültürü.

Herhalde tam da bu yüzden, pop denen müzikler az yaşıyorlar. Çünkü birikmiş bir kültür altyapısı yok. Yapay olarak oluşturulmakta ve tersten gidilip -notaların büyülü gücü kullanılarak- etrafına bir kültür (pop kültür) inşa edilmek istenmektedir. Açıkçası başarılı da olunuyor gibi.

Müziğin halden hale sokması her zaman iyi olmayabilir demek ki. Dinlediğimiz müzikle girdiğimiz halin bizi nereye götürebileceğine dikkat etmek lazım.

Ya da dikkat etme. İçinde bulunduğun halden memnun değilsen bir şarkı dinle. Halin değişir, belki daha iyi olursun. Kendini notaların büyülü gücüne bırak. Bakalım başına ne iş gelir.

 

DEST

2012 Değerlendirme

2012 Nasıl geçti  ?

 

Evet sevgili kitle uzun zaman sonra tekrar bir yazı yazayım dedim . 2012 bitiyor ve 2013’e gireceğiz bu gece 00.00’dan sonra.Nasıl geçti derseniz 2012 yılı genel hatları ile kötü ve yorucuydu.

Şerefsiz insanlar gördüm 2012 yılında , söz verip sözlerini tutamayanları gördüm , adam olmayıp adamlık dersi veren tipleri de gördüm . insanların dibe vuruşlarını gördüm , ne kadar gurursuz , haysiyetsiz , ve alçak olabileceklerini gördüm . Yalaka tipleri de unutmadım onları da gördüm . Bütün bu saydıklarımı aslında sizler de görmüşsünüzdür eminim.

 

Ama iyi şeyleri de gördüm . Güzel insanlar tanıdım , onların dertlerine üzüldüm ve onlar için elimden bir şey gelmemesine üzüldüm . Dertlerimizi birbirine ekledik yalnızlaştıkça yalnızlaştık .

 

Her yeni yılın bize umutları ile gelmesi güzeldir biliyorum lakin bu yılda 2012 den farklı olacağını düşünmüyorum . Tek temennim aylakadamiz’ın biraz daha aktif olması içinden calışmamız gereken enerjiyi bize getirmesi . Cok beklettik i çok özlettik biraz daha sabır güzel olacak herşey .

 

Tüm Aylakadamların 2013 yılını kutlarım. Bu yeni yılın onlara istediği ve umut ettiği herşeyin olması dileğiyle….

 

Blackhawk

Sözün bittiği yer …

Öncelikle yazı yazmayı beceremiyorum belki de çok bira içtiğimdendir . Bugün kötüyüm biraz Büyük Kaptan Alex De Souza bizi bıraktı veya bıraktırıldı. Emin olun hiçbir futbolcu için böyle bir yazı yazmazdım yazamazdım . Ama bence ona yapılan bir haksızlık olduğuna inanıyorum ki biz haksızlıklara hep karşı çıktık burada da olduğu gibi.

Bugün işlerin yoğun olduğu zamanlardan bir gündü. Sevgili abim çok saygıdeğer “DEST” geldi . Mutlu oldum . Ben zaten onu ne zaman görsem mutlu oluyorum . Ondan belki de çok şey öğreneceğim söylediği , konuştuğu herşeyi pürdikkat dinliyorum . Sevgili kitle bence çok şanssızsınız böyle bir adamı tanıyamadığınız için . Belki bir gün kim bilir..

Ve diyorum ki ;

 

Kimse bilmez nereli olduğunu …. 

 

BLACKHAWK

Hasta Parçacıklar- VIII :

“Siyah –Girizgah…”

Otuz gündür yıkanmıyordum. Otuz gündür sifonu çekilmemiş bir tuvalet gibi hissetmeye başlamıştım .  Dışarıda kar beyazının temizliği gözümü alıyordu. Ama kokum vardı evet benim kokum. Ama vardı ya yeterdi. Tıpkı  O’nun ve onların olduğu gibi. Her şey kokmalıydı. Her şey kendince kokmalıydı. Gözleri ışıldayan  ve Güneş’in alevleri gibi yanan bir tanecik kızım kokmalıydı ruhunda. Kadınım kokmalıydı ve ben ise otuzuncu günün sonunda yine kokmalıydım. Çünkü yeryüzündeki tek varoluş göstergem buydu. O kadar çabalıyordum ki kokmak için kokarcalar bile bu kadar uğraşmıyorlardı herhalde. Ama her şey ortadaydı , aslında hiç kokmuyordum. Benim kafamda canlandırdıklarım beynime dokunan  parmaklar gibiydi. Kokuları sağlayan beynime dokunan parmaklar… Saçmalama deyip kendime geldim. Geldim mi acaba. Kafamda bir saniyeliğine bir sürü soru: “ Görünmeyen her yerde olan tanrılar… ne gökte ne de yerdeler onlar. Her şeyi var ettiler, her şeyi  devam ettirdiler , ilk insan Onlar’dan korktu. Şimdi son insanlar da korkuyor. Çünkü onlar olmadan hayat var olamaz onlar varken de hayat yok olabilir…” . Evet işte sana somut. İşte sana tanrısallığı en çok hak eden varlıklar… Ne olduğunu söylemeye bile gerek yok…

“Neler oluyor!” diye saçma sapan bir haykırışla uyandım. Havlunun içinde çok temiz ve paktım. Kollarımı kaldıracak  gücüm yoktu. Kalbimin atacak mecali olmadığını düşündüğüm zaman O geldi. Evet Işımakta olan bir S…’dı bu. Kalbinin büyüklüğü içinde sadece  kendi aydınlığını değil ikimizin de Güneş’ini taşımaktaydı. Ellerimden tuttu. Ruhum hafifti o an… “S” diyecek oldum. O ise sadece kocaman yuvarlacık gözleri ile “S’enin atmakta olan  Kalb’inim” diye buyurdu. O an anlamalı ki ey dost insancıklar hayat sadece S.. olabilirdi. Ama beyin Tanrı’yı buyurdu: İlim ve S’abır.

Az sonra kar beyaz soğuğunda kulübeden çıktım. Her şey sessizlikti.  Etrafta kış için biriktirilmiş çalılar, boynu bükük bir kardelen, ufukta gözlerimi alan bir ışık kaynağı ve akşam açlığımı nasıl gidersem düşüncesi. Evet biraz arayış içindeyken karşımdaki kar dolu tepeciği tırmandım. Biraz ötede “düşünce otu” olarak bilinen A… göründü.  Bilmem neden zengin bilmem kaçıncı kimin bilmem ne hastalığına iyi geldikten sonra adamın zeka dolu zaferler elde etmesini sağladığı iddia edilen ot. Benim için ise ıspanaktan farkı olmaksızın koparıp çiğnedim. Ekşi tadıyla kendini itmeyen bu ot biraz da ısıtıyordu  vücudumu.  Biraz daha ilerledim. Başım o S’ufle dolu  trompet sololarıyla iniyordu otun etkisiyle. Ya da ot sadece bir araçtı… Hayat soluk almaya devam ediyordu sanki benim nefesimle. Yoksa ben de O da olmamalıydı hatta trompet üstadı da… Çevrenimizdeki karmaşıklığın  asil basitliği… Kimindi bu laf? Ben mi saçmalamıştım?

Derken ortalık kararmaya başladı ya da ben öyle sanmıştım. Ne siyah ne gri bir bulut belirdi sahnede . O sahne ki nasıl tanımlanmalı nasıl? İnsanoğlu nasıl acılarla göğü inletti nasıl? Nasıl bir renk idi ki o ve kimdi aslı biz Aşk olmuşken bu dünyacıkta…”

Fran(sı)z…

 

[Tarih belli olmamakla birlikte en organize en mantıklı soykırımı ve aslında en tanrıyı anlatan bir düşünce silsilesi…  (20/06/2005 kayıtlı metinde sanırım tarih olarak o tarihteki son okunuş tarihlenmiş.)

Parçacıkların kendi aralarında düzenlenişi ve numeroları da saçmalıktır aslında ama aslında vardır böyle bir düzen ve V.. nin bilmem kaç mevsimine benzerler. Çünkü hayat sadece Aşk’dır. “Aşk” olmayan hayat batsın, der kimileri…  Bu arada ufkumuzdaki şizofreniyi depreştiren sevgili İhsan Oktay Anar şahsiyetlerine şahsım adına teşekkürü bir borç bilirim ey Yüce Aylak Adam’lar (Gerçi İOA , Sayın ATILGAN’ a karşı şizosunu teşekkür babında sunabilmelidir diye geçirmekteyim kanaatimce bir  Zebercet  hatmederek…Çünkü esas olan… Deli miyim neyim?) (19.09.2012)]

-Özlem-

Basit kelime mi ?

Hadi açalım..

 

Büyüdüler, geçip, hatta göçüp gittiler..

 

Artık sokaklarda destek tekerlekli bisikletleriyle birbirlerinin arkalarından yokuş aşşağıya son hız inen çocuklar yok.

Sokak aralarından, nereden çıkacağı belli olmayan bir yarısı buz dolu, omuzlarına astıkları kutularıyla “Sütal” dondurma satan dondurmacılar yok.

Dükkanlarının önlerinde, çocuklar uçurtma yapmak için “yürütsün” diye çita bırakan marangozlar yok..

Okul bahçelerinde unutulacak “pahada” ucuz top yok.

Üzerlerinde çocukların parmak izi olan, aniden basılıp kaçılmış ziller yok.

Soba üzerinde kavrulurken kokusu mest eden kestaneler yok.

Çatır çatır patlayan cin mısırı yok.

Biten piknik tüpünü değiştirmesi için evin en küçüğünün avucuna beş lira sıkıştıran anne yok.

Balkonda sütçü geldiğinde haber vermek için nöbet tutan çocuk yok.

He-man yok.

Clemantine yok.

Küçük ev ve Lessie yok..

 

Özlem, basit bir kelime mi ?

Hadi daha açalım..

 

Birbirimizden uzaklaşarak büyüyoruz, büyümenin özü bu sanarak. Bazen bizi büyüten şeyler geliyor gözlerimizin önüne, kirpiklerimiz nemleniyor, dudaklarımız titriyor, dizlerimiz bizi taşımaktan vazgeçiyor.

Birbirimizden uzaklaşarak büyüyoruz, büyümenin özü bu sanarak. Sonra kaybettiğimizi anlıyoruz belirli bir uzaklığa vardığımızda, dönüyoruz; toprak.. Bazen bizi büyüten şeylerin, gerçekten toprağın bir parçası olduğunu, yığıntı önünde diz çöktüğümüzde anlıyoruz. Kirpiklerimiz nemleniyor, dudaklarımız titriyor, dizlerimiz bizi taşımaktan vazgeçiyor..

Birbirimizden uzaklaşarak büyüyoruz, büyümenin özü bu sanarak. Belki de bu yüzden, plastik çay tabağının üzerinde dik durmaya çalışan aciz bir mumda kendimizi görüyoruz. Ateşimiz, hırsımız, öfkemiz bizi tüketiyor.. Minik bir ışık tüm karanlığımızı yüzümüze vuruyor, görüyoruz..

 

Özlem, basit bir kelime mi ?

Biraz daha açalım..

 

İnsan tek başınayken, kendisine fısıldamaya en müsait kelime “özlem”dir.

Gidenler, gidenler..

Şehir dolusu anlamsızlığın yakana yapıştığı sayısız gece, gidenin değerini sonradan sonradan işliyor hayatın gergefine.

İlk başlarda saçma sapan bir gururla zamanı yandaş alman uzun sürmüyor kendine,

sonra,

kaybetmek tokat gibi indiğinde yüzüne,

yüzüne,

aynada,

aynada,

kendi başına,

özlediğinden bahsediyorsun aynadaki yüze..

Özlem’in kökü “Öz” değil ama, kendini bulmadan özlemek de değil insanca..

 

Açıldıkça açılası geliyor meretin..

 

Düşsel

Annem’e..

(Eteklerinden düşen ölümlere tütsü yakan kadın..

ben.. belki de annem..)

 

Göğsünde ölen bir peygamberdi,

gördüm.

Dokunurken sen o yarasalara,

açıkta kaldı beynimdeki deli..

 

Öperken sen o yaralardan,

açıkta kaldı açlıktan ölen çocuklar..

 

Saçlarından düşen ölü bir masaldı,

duydum..

Babam bana anlatmayı bırakırken

yeniden büyüdüm İsa’nın ellerinde..

 

ve

masallar ve peygamberler birdir bu gece

sen dokunurken kendi ruhsuzluğuna

gördüm, ölüsünü yıkayamayan o Anne’yi..

 

hadi usulunda sakladıklarına sür beni

ve mührüne taptığın o peygamberin

saçlarıyla ört bedenimi…

 

‘Mavi’

BAŞLAMAK YENİDEN

her şeyi tanrıya bırakmak da

bir tür yabancılaşmadır

ve bir erdemdir ölmek

ölümün ayağına gelerek

celladı bir adım da olsa

gerilettiğini bilerek

 

ve bir erdem olmalı yaşamak

sıkıp da dişini

her şeye rağmen

güne yeniden

yeniden başlamak

 

İBRAHİM KARACA

(‘Ardından’ – BELGE Yayınları – 1991)

(büyük usta İBRAHİM KARACA’nın bu şiiri ilk olarak 20.12.2009 tarihinde ‘aylak adamız’da yayınlanmıştı. bazı dostların ‘tekrara düşmüşsünüz’ diye hemen atlamamaları için bu notu düştük.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“nedim’e ve aylaklara..”

Ben ki uzun soluklu bir varoluşta buldum seni,

ben ki uzun soluklu bir yok oluş sürecinde tutundum

yapraklarınızdaki toprağa gebe olan çiy damlalarına..

ben ki hep gözü yaşlı olanların ve aidyet yoksunu olan bir ülkenin çocuklarıyla kucakladım sizi..

yaşamsız bir saha olsa da yeryüzünü varlığıyla güzelleştiren bir yanı var siz gibi güzel yürekli aylakların.

ben de biraz hiçleştim yokluğunuza, biraz soldum.. biraz ağladım, biraz güldüm.. çokça öldüm ve çokça azaldım..

diyorum ki ben, yüreğimdeki ses olan sizlere, gökyüzü hep mi kirliydi de bu kadar, ben durmadan biteviye çığlık oluyordum..

yeryüzü hep mi bu kadar yandaş bir ölüm kokuyordu da bizler yoksunluğa doğuyorduk durmadan..

bazen ne de iddialı bir avuç çocuk oluyorum… oysa gözlerim bile çocuk olmaktan büyüdü..

bazen o kadar güçlüyüm ki kendimi PLath gibi yeryüzündeki tanrı hissediyorum, ve siz gibi yüreği aylak olanların sayesinde hala dünya dönmeye dem vuruyor bu boşlukta..

olmasaydınız (k)… çoktan uçarı bir yıldız gibi kayardı kendi boşluğuna..

iç çekişler bitmiyor, biteceğe de benzemiyor. her tarafımızdan kan akıyor, ölümler doğuyor durmadan yeni günlere.

işte şurada yanı başımızda bir halk ağlıyor yine ve yine olan çocuklara oluyor.. ve yine ne diyordu şair: unuttun mu bir halk gülüyorsa gülmektir.. böyle yankılanan bir dipnot düşüyor zihnimize..

ben bütün sıfırları tükettim. sanırım bu günlerde daha çok kurmaya başlıyorum intihar eylem planlarımı..

sonra yüzü dokunulmamış bir hüzün olan intihar kokulu kadın şairlere sarılıyorum.. soluyorum ellerindeki delircikleri.. diyorum hani belki hala bize de yaşamda kalmanın iyi bir yanı olduğunu fısıldarlar..

oysa ahh Nilgünn.. dirimimsin, her gün öldüğüm diyerek beni serkeşliğe bırakan..

ve sen Nedim.. öyle güzelsin ki, yaşam renginden utanır.. ben seninle sevdim sevdayı..

sen delice delirmeseydin yarandaki kadınına ben hala böyle umuda maviler yakarmazdım ve kendimin ellerinden tutup dilek ağacına yalnızlıklar bağlayan çocuklara fısıldamazdım sevdayı..

seni.. sizi unutmak mı.. bu imkansızların eşiğinde bir sızıdır benim için.

öyle seviyorum ki sizleri inadına bir ölmek değil, yaşamak gibi..

suskunuz aylardır, acılar çektik.. çekiyoruz hala, ama yine de çığlık çığlığa olan yanlarımızdan hala her gece aynı yıldızlara bakarak fısıldıyoruz birbirimizin ruhlarına..

ve yine de alnına kırlangıçlar konan adamlar tanıdım, sevdim, aldım yüreğime..

usulcacıktan bir ayın karanlığında gelip öptüm alnından sizlerin, senin.. ondan hala suskuda da olsak, duyumsuyor ve duyumsanıyorsunuz yalnızlığımda.. yalnızlığıma çoğullanan bir intihar kokulu kadın şairle uyuyorum bugünlerde karanlığa.. ve cesedine yas tutan bir mezar taşıyla şiirler mırıldanıyorum..

 

MAVİNİN ÇIĞLIĞI

 

işte ondan bir parça :

 

“ne güzel büyüdük

kimseler bilmeden bizi.

iki kare çıkış hakkı

ilk hakkıdır insanın çocukluğu.

 

yedi cami yaptırsak nafile

düşününce acıttığımız böcekleri.

tuhaf ve anlamlıydı büyüsü

tek karınca dahi yemedi zil çalan ağustosböceği.

 

rutubet kokardı biraz

yer yatağı hayalleri.

çok çocuklu bir odanın uykuluğunda

bulaşıcıdır kâbus halleri.

 

sevemedik salıncak çengellerine

kavun asan büyükleri.

secde eden selvi ağacına kurduk biz de

topu topu bir halat ile bir minder tutan saadeti.

 

sidik kokusu, ısırgan şişiği

el arabasında taşıdık birbirimizi.

dilimizde aslına en yakın siren sesi

bilirsiniz; Asyalı çocuğun imgesi

 

Yahudi mezarlığına gömmek ile tehdit ederdi annem bizi

taşırsak eve sokak küfürlerini.

öğrenmenin ayıp olduğu topraklarda

itinayla uyuştururmuş meğer harflerimizi.

 

yalnızca kollarımla mutlu edebildiğim tek kadındı

gözlerimdi o sarı saçlı kızın devriyesi.

aşkın sarma-sarışık olduğunu düşünürken geceyarıları

kesesiz kangurular sürdü sefalarımı.

 

ne de çok bekledim askere gidince sevdiği

pencereden çalabilmek için gözlerini.

benim bir ada kızım oldu hayata dair

bir de motoru bozuk kayığım

küreklere kalırdı sevdam biterken akşamsefaları.

 

umut sendeler, her çakıltaşına inci deyince

akrep sinsi sinsi gülerdi halimize

hatırlayınca hayatın kürekte mahkûmluğunu

siyaha sabretmekten sıkılır

“ölsek” derdik “hiç olmazsa deniz dinlenir”.

 

öfkesi zehirli çocuklar büyüttü

kanımıza rengini veren kızıl düş perisi.

hissedilse de dolunay artığı fırtınanın patlayacağı

acıkan zihin kurtuluş sanıyor ağına takılan her sloganı.

 

hiç aldırmadan çevresine ve

kibrit başlarından oyma ateşten çembere

bir yalan uydurdu; inanıp, boğuldu sevi

ilerlerken başucumuzdaki portakal lekesi.

 

sıkıyönetimin gözü önünde

ekmek böldük biz birbirimize.

ne kadar sallasalar da düşün’ün ağacını

dalımızda çürüyecektik elbette.

 

tahrip gücü yüksek bir çocuk

hayatı budama peşinde şimdi.

bir kozaya sığmayacak kadar büyüyünce

tek güne sığdıramayacağını anladı ideallerini.

 

en zor anında harcamak için

cebinde saklıyor gıcır gıcır bir çığlığı.

tekmelemeyi kesince içindeki afacan sızı

canı çekiyor olmalı sahipsiz acıları.

 

sokakta dizi en çok kanayan

uçurtması uçurtmaların korkulu rüyası.

acıları kesip, sağlam bir kuyruk yaptı kendine

salınabilmek için devrimin gözlerine.

 

evden jilet aşırıp, kesti yanaşan uçurtmanın kuyruğunu

hayalinde aldatılmış bir kadın vardı.

o’na anlatmaya çalışıyor hâlâ;

birbirine sarılan iki uçurtmanın

bir daha asla uçamayacağını…

 

ÖZGE DİRİK / 2002-2003 İstanbul

Embriyo Yalnızlığı (iki)

Nefes almak için bolca vaktin var. Korkma ! Şehri dışarıya kilitledin, evindesin..

Nefes al..

Ambülansın acı siren sesine “tadını” neyin verdiğini bilmeyen insanlar, elbette ambülans sesi duyduğunda irkilmeni, dizlerinin kontrolünü kaybetmeni anlayamayacaklar. Şimdi tüm sesleri boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Amaçsızca arşınladığın karanlığı taşıyan birkaç sokak lambasına koşarak saklanan ışık ve çocukluğunun gayri resmi olarak “yaşanmamış” kaydedilmesini sağlayan her “hızlı büyüten” kötülük, elbet bir gün eşiğine kapanıp af dileyecektir senden. Şimdi tüm bağışlamaları boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Verdiğin değerlerin hiçbiriyle örtüşmeyen, tinercilerin, böceklerin, farelerin, sokak köpeklerinin, kaldırımlarını işgal ettiği, ufka doğru uzanan gidiş yolu. Ayak bastığın yerlerin var oldukları zamanlar boyunca eriştikleri en yüksek mertebeden – her şeyle birlikte- yuvarlandıkları uçurum, gidenler.. Şimdi tüm gidenleri boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Anlamların ve yokların birbirlerine girdiği kalabalıklar, kaotik varoluşlar, analitik katliam anıtları, metamfetamin cinayetleri, sınırsız açlıklar, her soykırımın yıldönümünde bir önceki yıldönümünde ortaya çıkmamış “yeni yeni” fotoğraflar, lağım denizler, artık çocuk park edilemeyen açık hava meyhanesine dönen çocuk parkları, ticari kafiyelerin esaretinde can çekişen şiirler, satılık şairler.. Şimdi tüm yalanları boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Esrik tanrıların oğulları ve kızları umut tacirleri. Yumuşak sesli, okyanus bakışlı imamların, hahamların, rahiplerin, papazların sütunsal varlıkları üzerinde yükselen bu yalnızlık başkentleri.. Kendi kendine yetebilmeni onaylamayan alfabelerin aynı zamanda tanrısal sözler aktardığı mevzusunu irdelemeyi yasak bellemiş tüm yönelimler. Asalar, tespihler, haçlar ve önüne koyduğu her cismin önünde eğilmek zorunda olduğunu emreden kutsal sıfatlar.. Şimdi tüm spesifik yaklaşımları boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

 

DÜŞSEL