Author Archive

BU SES HİÇ SUSMAYACAK ! – GRUP YORUM

BU SES HİÇ SUSMAYACAK !

‘büyük bir onur yaşıyoruz. halkın sanatını yapmak üzere yola çıkışımızdan bu yana tam 25 yıl geçmiş. neler neler yaşanmış bu süre boyunca… ve işte şimdi, her şeye rağmen durmadan, hiç durmadan yürüyebilmeyi başarmanın onuruyla buradayız… 25 yılımıza dair söyleyeceklerimizi ruhi su ustamızın mezarı başında söylemek istedik. çünkü o’ndan ve o’nun gibi ustalarımızdan öğrendik halkın sanatını yapmayı. ve onlardan öğrendiklerimizle yürüyebildik 25 yıl boyunca…

yaşama sevincini, umudu, insanca bir yaşamı anlatmak istedik. bir şeylerin değişmek zorunda olduğunu ve bunu değiştirmenin insanların iradesi ile mümkün olduğunu söylemek istedik. piyasa denilen cangılın ortasında kirletilmemiş, yeni bir ses, yeni bir yol ararken; yüzümüzü anadolu halklarının binlerce yıldan bu yana süzülüp gelen seslerine çevirdik. ve orada ezgileriyle, sesleriyle ve hayatlarıyla sanatın ve müziğin bilinen yasalarını yeniden yeniden öğrenmemizi ve sorgulamamızı sağlayan anadolu’nun büyük ozanlarına rastladık…

müziğin, şiirin, genel olarak sanatın gönülleri geçici olarak hoş etme aracından ibaret olmadığını, halkın her derdini dile getiren kolektif sesi-soluğu olduğunu öğrendiğimiz yunuslara, karacalara, dadallara, pir sultanlara… ve o tarihin ve toprağın seslerini bize taşıyan ruhi sulara, mahzunilere, hayatın ve halkın içinde hak ve özgürlük kavgasının sesi olan devrimci ozanlara… and dağları’nın en temiz soluğunu, kentlerin sokaklarına taşıyan yeni şarkı’cılara, mercedes sosalara, victor jaralara, carlos pueblolara, violetta parralara, inti illimani’nin tutkulu üyelerine… ve amerika’da, avrupa’da, afrika’da, asya’da halklarının onurlu sesi-soluğu olmuş, direnerek yaşamış ve yaşadığı gibi üretmiş, özgürlüğe tutkulu bütün kültür emekçilerine ne kadar teşekkür etsek azdır…

bilincimizin ve duygularımızın mimarları olmayı sürdüren nazım hikmetlere, hasan hüseyinlere, ahmed ariflere, enver gökçelere… onların izinden yürüyüp gelen dil ustalarına, saz ustalarına, ses ustalarına binlerce kez teşekkürler.

öğrendikçe, daha öğrenmemiz gereken ne kadar çok şeyin olduğunu, ne kadar çok eksiğimizin olduğunu gördük… sanatın ille de bireyden çıkıp bireyde bitecek bir serüvenden ibaret olduğuna itiraz ettik. kolektif üretmenin müthiş yaratıcı gücünü ve hazzını en önemli hazinemiz saydık. çünkü bu mecrada mülkiyet ve çıkar hesabının yeri olamazdı, olmadı.

ortaköy kültür merkezi’nden başlayıp idil kültür merkezi’ne taşınan 25 yıllık birikimde her biri kolektifimizin ayrılmaz parçası olmuş olan grup ekin, özgürlük türküsü, günışığı, berfin… ankara, izmir, adana, diyarbakır ve daha birçok yerde, devrimci sanatın örgütlenmesi için harcanan bütün emeklere teşekkürler…

yurdun dört bir yanındaki direnişlerinde, eylemlerinde uykusuzluğa-yorgunluğa inat coşkuyla, karamsarlığa inat güleç yüzleriyle bizi aralarına kabul eden işçiler, memurlar, emekçiler, halkımız… aranızdaydık hep. yanınızda değil içinizde, içinizden olduğumuzu en ufak bir tereddüt göstermeden kabullenip, bir ana gibi bizi sarıp sarmaladınız. ürettiğimiz her şeyi sorgulayacağımız en doğru ölçüleri sundunuz. tarihsel ve güncel mücadelede bir evlat gibi sahiplenerek bizi 25 yaşımıza getirdiğiniz için teşekkürler…

hayatı bahara çevirme uğraşında sanat alanında bir kar makinesi diyerek bize büyük onur ve sorumluluk bahşedenlere layık olabilme kaygısı ve minnet borcumuz hiç bitmeyecek.

pir sultanlardan yunuslara, ruhi sulardan mahzuni şeriflere, victor jaralardan mercedes sosalara yüzyıllardır yankılanan bu ses hiç susmayacak..’

Türküler Susmaz Halaylar Sürer !
Grup Yorum

Yarım Kalan Şarkı VICTOR JARA.. – JOAN JARA

18 eylül 1973 , salı.. 

‘sokağa çıkma yasağının bitişinden yaklaşık yarım saat sonra ön kapı , sanki birisi zorla girmeye çalışıyormuş gibi sallandı..

kapı kilitliydi ; banyo penceresinden bakınca kapıda bir delikanlının durduğunu gördüm.. zarar verecek birisine benzemiyordu.. aşağı indim kapıyı açtım.. delikanlı alçak sesle , ‘victor jara’nın eşini arıyorum’ dedi.. ‘evi burası mı.. lütfen , bana güvenebilirsiniz.. dostum ben..’ kimliğini çıkarıp uzattı.. ‘içeri girebilir miyim.. sizle konuşmam gerekiyor..’ gergin ve tedirgin görünüyordu.. fısıldayarak , ‘komünist gençlik üyelerindenim..’ dedi..

içeri aldım , salonda karşılıklı oturduk.. ‘çok özür dilerim,’dedi , ‘sizi bulmam gerekiyordu.. maalesef.. victor’un öldüğünü bildirmek durumundayım.. bedenini morgda bulmuşlar..orada çalışan yoldaşlardan birisi tanımış.. lütfen cesur olun.. o mu , değil mi kesin anlamak için benle gelmelisiniz.. lacivert iç çamaşırı mı giymişti.. lütfen gelmelisiniz çünkü ceset kırk sekiz saattir morgdaymış ve kimse sahip çıkmazsa toplu mezarlardan birine gömecekler..’

yarım saat sonra direksiyonda , yanımda delikanlıyla santiago sokaklarını zombi misali geçiyordum.. adı hector’du ve bir haftadır morgda , her gün getirilen cesetlerin kimlik tanımlamalarını yapmaya uğraşıyordu.. kibar , duyarlı bir gençti ve beni almaya gelmekle büyük tehlikeye atılmıştı.. çalışan sıfatıyla giriş kartına sahipti ve bu sayede beni genel mezarlığın hemen yanındaki morgun küçük yan kapısından içeri soktu..

şoka rağmen bedenim işlemeyi sürdürüyordu.. belki dışarıdan bakanlara normal ve kendime hakim görünmüşümdür.. gözlerim görmeye , burnum koku almaya , ayaklarım yürümeye devam ediyordu..

karanlık bir geçitten büyük bir salona çıktık.. zemini kaplayan , köşelere yığılı , çoğu baştan aşağı yaralı , kimisinin elleri hala arkasından bağlı çıplak cesetlerin yanından geçerken yeni arkadaşım hector koluma girdi.. genci yaşlısı.. yüzlerce ceset vardı.. çoğunluğu işçi görünüşlüydü.. yüzlerce ceset , suratlarına kokuya karşı bez maskeler takılı morg çalışanlarınca ayaklarından sürüklenerek getiriliyor , yığınların üstüne fırlatılıyordu.. salonun ortasından , victor’u bulmamak istercesine durdum.. içimi öfke kaplamıştı.. haykıracağımı , sövmeye başlayacağımı fark eden hector , ‘lütfen ,’ dedi , ‘hiçbir şey belli etmemelisiniz.. başımız belaya girebilir.. lütfen sessiz kalın.. gidip ne tarafa bakacağımızı sorayım.. burası değil galiba..’

yukarı çıkmamız söylendi.. bina öylesine cesetle dolmuştu ki idari ofisler bile boş değildi.. uzun bir koridor.. kapılar.. kapılar.. yerlerde yatan , bu sefer giyimli , öğrenci görünüşlü on , yirmi , otuz , kırk , elli ceset.. ve işte orada , dizili cesetlerin ortasında victor’u buldum..

zayıf , kupkuru görünüyordu.. ama victor’du.. bir haftada bu kadar çökertecek neler yapmışlardı aşkıma.. gözleri açıktı ve kafasındaki ürkütücü yarayla yanaklarındaki morluklara rağmen meydan okurcasına hiddetle ileri bakar gibiydi.. giysileri yırtılmıştı.. pantolonu ayak bileklerine indirilmiş , kazağı koltuk altlarına sıyrılmıştı.. lacivert donu bir bıçak veya süngüyle delinmiş gibi görünüyordu.. göğsü delik deşikti ve karnında kocaman bir yar vardı.. elleri , bileklerinden kırılmış gibi tuhaf bir açıyla duruyordu.. ama bu victor’du.. kocamdı.. aşkımdı..

bir yanım o anda ölüverdi.. orada dikilirken içimdeki bir şeyin ölüşünü hissettim.. kıpırdayamıyor , konuşamıyordum..’

 VICTOR JARA , Yarım Kalan Şarkı – JOAN JARA , Çeviri : ALGAN SEZGİNTÜREDİ , VERSUS KİTAP , Mayıs 2010..

BEŞ BİN KİŞİYİZ BURADA..

beş bin kişiyiz burada

kentin bu küçük parçasında.

beş bin kişiyiz.

ne kadar olacağız bilemem

kentlerde ve tüm ülkede?

burada yapayalnız

on bin el, tohum eken

ve fabrikaları çalıştıran.

insanlığın ne kadarı

açlıkla, soğukla, korkuyla, acıyla,

baskıyla, terör ve cinnetle karşı karşıya?

yitip gitti aramızdan altısı

karıştı yıldızlara.

biri öldü, diğerini vurdular asla inanmazdım

bir insanın bir başkasına böyle vuracağına.

öbür dördü sona erdirmek istedi bu dehşeti

biri boşluğa attı kendini,

diğeri vuruyordu başını duvarlara

ama ölümün işareti var hepsinin bakışlarında.

nasıl dehşet saçıyor faşizmin yüzü!

kusursuz bir kesinlikle yürütüyorlar planlarını.

hiçbir şey umurlarında değil.

onlar için kan madalyadır,

kıyım kahramanlık gösterisi.

tanrım,  senin yarattığın dünya bu mu,

çalışıp hayran kaldığın yedi günlük emek bu mu?

dört duvar arasında tükeniyor ömürler

sanki hiç geçmiyor,

yakarı yalnızca ölümün bir an önce gelmesi için.

ama birdenbire içim sızlıyor

ve görüyorum bu akışı yürek vurusu olmadan,

yalnızca makinelerin nabzıyla

ve ortaya çıkıyor askerlerin ebelerinin yüzlerinin

yalancı tatlılığı.

ya meksika, ya küba ve tüm dünya

ağlıyorlar bu alçaklık karşısında!

on bir el buradayız

üretmekten yoksun bırakılmış.

ne kadarız hepimiz tüm ülkede?

başkanımızın kanı, yoldaşımızın,

daha güçlü vuracak bombalar ve makineli tüfeklerden!

işte böyle vuracak bizim yumruğumuz da yeniden!

 

ne zor şarkı söylemek

dehşetin şarkısı olunca.

dehşetti yaşadığım,

ölümüm dehşetti.

gördüğüm kendimdi oncasının arasında

ve oncasının sonsuzluk anı içinde

sessizliğin ve çığlıkların

ezgileridir şarkımın noktalandığı.

hiç görmemiştim böylesini

hissetmiş ve hissetmekte olduğum

yeni bir tohumun doğumu olacak bu..

 

(Şili Stadyumu,  Eylül 1973..)

VICTOR JARA

Çeviri : T. Asi Balkar

‘en büyük sevinçler 24 ayar yanılgılardan doğar..’ – MURAT MENTEŞ

‘aşık olunca hayatın anlamına yaklaştığımızı zannederek mantığın sınırlarından dışarı çıkarız.. mantıksız kafa , mesnetsiz umutlarla dolup taşar.. en büyük sevinçler 24 ayar yanılgılardan doğar..

biz faniler , ortak aldanışlarımızla mayaladığımız mucizelerin su katılmamış birer fiyasko olduğunu göremeyişimiz sayesinde birbirimizin kalbini kazanırız.. enver , bu kusursuz sahtelik daha doğrusu sahte kusursuzluktan ötürü bir kupondan fazlasını hak ediyor.’

KORKMA BEN VARIM , MURAT MENTEŞ , İletişim Yayınları , 2009..

‘çünkü bürokrasi , bütün diktatörlüklerin temel dayanağıdır..’ – MARCO BECHIS

MARCO BECHIS – SIRRI SÜREYYA ÖNDER Söyleşisinden :

‘filmde gördüğümüz gibi olimpo garajı şehrin göbeğinde.. küçücük kapısının önünden her gün rutin günlük yaşantısını sürdüren sıradan insanların ellerinde alışveriş fileleri ya da bebek arabalarıyla anne babaların geçip gittiği bir caddeye açılıyor..

tabi olimpo garajı yeraltında.. üstelik kent merkezinde.. zaten buenos aires’in merkezi ve her semti böyle yer altı gözaltı ve işkence merkezleriyle doluydu.. daha sonra bütün arjantin’de bu işkencehanelerden en az 350 tane olduğu öğrenildi.. ayrıca ülkenin güney bölgelerinde çok özel hapishaneler inşa edilmişti.. arjantin ordusu , cuntası , şili’de olduğu gibi yakalananların hepsini bir stadyuma doldurmadı.. dolayısıyla , şili’deki gibi her şey herkesin gözleri önünde yürütülmedi..

arjantin cuntasının arzusu insanları gerçekten kaybetmekti.. onun için bütün operasyonları gizlice yeraltında sürdürüyorlardı.. bu aynı zamanda ortalığa daha sinsi bir korku atmosferinin hakim olmasına yol açıyordu tabii..’

‘her filmde seyircinin filmle kurduğu bir bağ vardır.. beni en çok etkileyen ve herhalde hikayeyi gerçek kılan en önemli bölümlerden birisi , maria’nın kendisini denize atan uçağa bindirilmeden önce , işkencecisinin refakatinde şehrinden içinde dolaşırken salıncağa binmesi.. bunu baskı altında tutulan bir kişinin çocukluğa dönme sendromu olarak mı yorumlamalıyız..

sanıyorum , sorduğunuz düzlemde bir cevabım yok.. hatta daha pratik bir durum söz konusuydu.. filmin yapımcısı bize bir armağan kabilinden bir gün daha çekim hakkı tanımıştı , biz de o gün içerisinde bu çekimleri yaptık.. dolayısıyla senaryoda var olan bir bölüm değildi ; fikir doğaçlama olarak çıktı..

bazen , bilinçli olarak düşünmeden de attığınız adımlarla filminiz belirli kavşaklardan dönmüş olur.. bazen eksiltir , bazen çoğaltırsınız ; önemli olan , eklenen ya da çıkarılan bölümlerin filmin genel izleğine nasıl bir katkıda bulunduğudur..’

‘garage olimpo’nun verdiği mesajlardan birisi , direnme hakkının meşruluğu, doğruluğu , vazgeçilmezliği.. öyle ki , film en başında bir suikast hazırlığıyla , bir adamın yatağının altına bomba yerleştirilmesiyle başlıyor.. seyirci ilk başta bu sahneyi yadırgayabilecek bir havadayken , aynı bölümü filmin sonunda tekrarladığında seyirciler olarak tek tek hepimizin bombayı kendimizin patlatmak istediğimiz bir duygu halinde oluyoruz..

filmde neyi anlatmak istediğimi şöyle toparlayabilirim : ana karakterimiz bir ilkokul öğretmeniydi.. okuma yazma bilmeyen sıradan insanlara gönüllü olarak da yardımcı oluyordu.. üst kademelerde yer alan biri değil , sosyal hizmet alanında katkıda bulunan biriydi..

öbür taraftan gerilla mücadelesi yürüten kişiler vardı.. gerçi onlar arasında da arkadaşlarım , yoldaşlarım vardı , ama ben tam anlamıyla onların safında yer almadım.. fikirlerim itibariyle onlardan ayrılıyordum..

ikinci dünya savaşı dönemini düşünün.. nasıl öldürülen 1 almana karşılık naziler onlarca kişiyi öldürerek misillemede bulunuyorlarsa daha düşük ölçekte buna benzer bir durum arjantin’deki mücadele için de geçerlilik taşıyordu.. üstelik eninde sonunda gerillaların düzenlediği eylemlerin bedellerini bir noktaya gelince maria gibi en düşük seviyelerde mücadele eden insanlar ödeyeceklerdi..

böyle düşünüyordum.. onlar zaten bedel ödeyeceklerdi , fakat saldırgan eylemler tabandaki insanların daha kolay devre dışı bırakılması gibi bir sonuç doğuruyordu..’

‘bu filmi nasıl yapmam gerektiğini düşünürken godard’ın ‘siyasal film yapmanıza gerek yok , bütün filmleri siyasal bir yorumla çekebilirsiniz’ düşüncesinden yola çıktım.. dolayısıyla böyle bir hikayeye siyasal bir boyut katmanın tek ve en doğru yolu , filme yerlilerin kendilerini ve hikayelerini dahil etmekti..’

‘benim gözümde siyasal sinema ‘dil’den ibarettir.. içerik çok da önemli değildir.. bağlam ile konunun çok da çakışması gerekmez..’

‘bizim filmdeki bu tür diyaloglara da başvurarak asıl teşhir etmek istediğimiz yan bürokrasin betimlenmesiydi.. çünkü bürokrasi , bütün diktatörlüklerin temel dayanağıdır.. ve bürokrasi normal insanlardan oluşur.. canavarlar sadece amerikan filmlerinde görülür..’

MARCO BECHIS – SIRRI SÜREYYA ÖNDER Söyleşisinden..

Daha fazlası için MESELE KİTAP DERGİSİ’nin MAYIS 2010 – SAYI :41’i edinmeniz gerekecek..

‘şimdi arkanda bıraktıklarını , neler bırakabileceğini , neler bırakman gerektiğini düşün ; rastlantının yeryüzüne gelmiş gelecek en büyük katil olduğunu da düşün..’ – ROBERTO BOLANO

‘o zaman , ben max değilim , diyeceğine , grubunla yola devam etmeye çalışıyorsun.. bir an paniğe kapılıyorum , öyle bir panik ki insan zihninde gülmeyle korkuyu birbirine katıştırıyor.. tam ne yapacağımı bilemeden peşinden gidiyorum.. ama sen ve üç kişi daha duruyorsunuz , boş gözlerle beni süzüyorsunuz.. konuşmamız lazım max , diyorum sana.. o zaman sen , ben max değilim , benim adım max değil , diyorsun , beni bir başkasıyla karıştırıyor olmalısın.. ben de sana , kusura bakma , max’a öyle çok benziyorsun ki , ama seninle de konuşmak istiyorum , diyorum.. ne konuşacaksın.. max’ı , diyorum.. gülüyorsun , bu kez kararlı bir edayla arkadaşlarının gerisinde kalıyorsun , onlar ilerlerken gittikleri barın adını söylüyorlar , bu kentten o bardan yola çıkarak ayrılacaksınız.. tamam diyorsun , orada görüşürüz.. arkadaşlarının siluetleri gitgide küçülüyor , arkamızda kalan stadyumda küçülüyor.. motosikleti ben kullanıyorum , gaz pedalına sonuna kadar basıyorum , büyük bulvar o saatte neredeyse bomboş , sadece stadyumdan çıkanlar var , sen arkamdasın , belime sarılıyorsun , sırtıma bir midyenin kayalara yapıştığı gibi yapıştığını hissediyorum.. bulvarda hava gerçekten yumuşakçalara çarpan dalgalar kadar soğuk.. bana daha sıkı yapışıyorsun , denizin sadece düşmanca olmayıp bir zaman tüneli olduğunu kavrayan birinin doğallığıyla.. daha önce boynuna sardığın gömlek gibi şimdi de sen belime sarılıyorsun.. ama bu kez dans eden conga , uzun bir tüpü andıran büyük bulvar’da esen rüzgar oluyor.. gülüyorsun , bir şeyler söylüyorsun , kim bilir belki ağaçların altında yürüyen insanların arasında arkadaşlarını görmüştün , belki tanımadığın birilerine hakaretler yağdırıyordun.. ah , max , sen ne hoşçakal dersin , ne merhaba , ne de görüşelim , sen sadece kan davası kadar eski sloganları tekrarlarsın , evet eski ama tutunduğun kayadan daha eski değil.. hani o dalgaları , geceleri derindeki akıntıları hissederek , sürüklenmeyeceğinden emin tutunduğun kaya..’

‘şimdi arkanda bıraktıklarını , neler bırakabileceğini , neler bırakman gerektiğini düşün ; rastlantının yeryüzüne gelmiş gelecek en büyük katil olduğunu da düşün..’

KATİL OROSPULAR , ROBERTO BOLANO..

’18- bataille bir yazısında gözyaşlarının en uç iletişim biçimi olduğunu söyler.. ben de ağlamaya başladım, ama normal , öyle bildiğimiz gibi ağlamıyordum , yani gözyaşlarım yavaşça yanaklarımdan süzülmüyordu , vahşice , hıçkıra hıçkıra ağlıyordum , biraz alice harikalar diyarında da olduğu gibi , her yanı  seller götürüyordu..’

’40- hüzünden ölünür mü.. evet , hüzünden ölünür , açlıktan ölünür (çok sancılı bir ölüm) , hatta kin beslemekten bile ölünür..

41- aynı işkence ve ölümün tekrarlandığı , aynı partiye mensup , aynı güzellikte , bu tanımadığım şili’li kız aynı kişi miydi , yoksa üç ayrı kadın mıydı.. bir arkadaşa göre aynı kadındı , vallejo’nun ‘kitle’ şiirinde olduğu gibi öldükçe çoğalıyordu , hala ölü kalsa da.. (aslında vallejo’nun şiirinde ölü adam değildi çoğalan , çoğalanlar onun ölmesini istemeyenlerdi..)’

DANS NOTLARI , ROBERTO BOLANO..

KATİL OROSPULAR , ROBERTO BOLANO (öyküler) , Çeviri : PERAL BAYAZ , METİS Yayınları , Şubat 2010..

KİTLE.. – CESAR VALLEJO

KİTLE..

sona ermişti savaş,

asker ölmüştü, bir adam geldi yanına,

‘seviyorum seni ; ölme !’ dedi.

ama asker dirilmedi.

 

iki kişi geldi sonra, yalvardılar :

‘bırakma bizi ! yürekli ol ! n’olur diril !’

ama asker dirilmedi.

 

yirmi kişi, yüz kişi, ben, beş yüz bin kişi,

bağırarak geldiler : ‘bunca sevgimiz var ölüme karşı !’

ama asker dirilmedi.

 

milyonlar toplandı başına,

hep birden konuştular: ‘gitme kardeş, gitme !’

ama asker dirilmedi.

 

sonra bütün insanları yeryüzünün

koştu yanına ; kederle baktı onlara asker,

doğruldu ağır ağır,

kucakladı ilk adamı, yürüdü gitti..

 

CESAR VALLEJO

Çeviren : ÜLKÜ TAMER

‘yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu..’ – AYLAK ADAM , YUSUF ATILGAN

‘güçlüğü umutsuzca zorlamak bile güzeldi..’

‘çabuk kurtulma özgürlüğü insanın elindeyken kişinin dayanamayacağı kötü durum yoktu..’

‘ya insanlar.. onların yaşamasında her şey ayrıntı. önemli olan yemek değil , yenecek yemeğin çeşididir ; giysi değil , giysinin çeşidi ; ayakkabının çeşidi. günlerin adı bile.. belli günlerde belli yaşamları vardır.. pazar günleri pazarlık yaşamalarını kuşanırlar, çarşambaları çarşambalık! hep ayrıntılar! paranın sayısı gibi.  güler’in mavi gözlü oluşu gibi..’

‘yaman adamdı bu dilenci. insanların işten dönerken ucuza huzur satın aldıklarını biliyordu..’

‘yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu..’

‘bir genç horoz konuşabilseydi ancak bu sesle konuşurdu. neden insanlar susmayı bilmiyor.. ‘o bilir. susulacak zamanı o bilir.’ birden içinde ona karşı dayanılmaz bir sevgi, bir özlem duydu. elini biri nerde çekti aldı.. yerinden kalktı. işte gidecek. filmi görmese de olur. sinemadan çıkarken yarın gelip yine beklemeyi kuruyordu. bu gece günlüğüne ne yazacak.. bu günü nasıl özetleyecek.. ‘bir horozun vakitsiz ötüşü’ diye yazsa olmaz mı..’

‘doğru, hep başkayız. ayak bastığımız her yer dünyanın merkezi oluyor. her şey bizim çevremizde dönüyor..’ 

AYLAK ADAM , YUSUF ATILGAN , Yapı Kredi Yayınları , Ekim 2000..

‘marcos’un kim olduğunu , onun kar başlığının altında kimin gizlendiğini bilmek istiyorsan bir ayna al ve kendine bak göreceğin yüz marcos’unkidir..’ – SUBCOMANDANTE MARCOS

peki zapatistalar , yerlilerin davasından bu kadar uzak gibi görünen bu tür küreselleşme olgularına karşı da mücadele ediyorlar mı..

 

‘elbette.. medya , özellikle de meksika’da , zapatistalar hakkında sadece anekdotvari öğeler yansıtıyor : silahlar , gerilla , kar başlığı , marcos.. ve siyaset yapmanın başka biçimlerine , tobin vergisi’ne ya da katılımcı bütçeye dair analizlerimizi es geçiyor.. zapatizmin toplumsal hareket ya da iktisadi toplumsal ve kültürel sorunlarla meşgul olan bir örgüt olarak edindiği kimliğe daha az önem atfediliyor.. oysa zapatizm sadece bir direniş değildir , AYNI ZAMANDA BAŞKA BİR DÜNYANIN DA OLANAKLI OLDUĞU İNANCIYLA TEMELLENEN FARKLI BİR İNSANİ İLİŞKİ KURMA SEÇENEĞİNİ VE OLANAĞINI TEMSİL EDER..’ 

kar başlığınızı ne zaman çıkaracaksınız..

 

‘biliyorsunuz , yüzümüze maske geçirmeye karar verdik çünkü daha önceleri kimse bizi görmüyordu.. yerliler ‘görünmez’ ve ‘yok’ durumdaydılar.. PARADOKSAL BİR BİÇİMDE YÜZÜMÜZE MASKE GEÇİRDİKTEN SONRA BİZİ GÖRDÜLER VE GÖRÜNÜR HALE GELDİK.. kesin olan şu ki , kar başlığından ve silahlardan bir an önce kurtulmak istiyoruz.. çünkü yüzümüz açık bir şekilde siyaset yapmak istiyoruz.. ancak kar başlığımızı verilecek alelade sözler karşılığında çıkarmayacağız.. yerlilerin hakları tanınmalıdır.. eğer bunu iktidar yapmazsa sadece bizim yeniden silahlarımızı kuşanmamız yetmeyecektir, çok daha radikal , çok daha şiddet yanlısı gruplar da aynı şeyi yapacaktır.. zira etnik sorunlar hem burada hem başka yerlerde her türlü cinai çılgınlığa kapılmaya hazır köktenci hareketlerin doğmasına neden olacaktır.. buna karşılık eğer her şey arzuladığımız gibi gerçekleşir ve sonunda yerlilerin hakları tanınırsa , marcos komutan yardımcısı , lider yada efsane olmayı bırakacaktır.. o zaman ezln’nin esas silahının tüfek değil kelimeler olacağı anlaşılacaktır.. ve ayaklanmamızla başlayan fırtına dindiğinde , insanlar temel bir hakikati keşfedecekler : BÜTÜN BU DİRENİŞ VE DÜŞÜNME SÜRECİNDE , MARCOS SADECE FAZLADAN BİR SAVAŞÇIYDI.. BU NEDENLE HEP ŞÖYLE DİYORUM : MARCOS’UN KİM OLDUĞUNU , ONUN KAR BAŞLIĞININ ALTINDA KİMİN GİZLENDİĞİNİ BİLMEK İSTİYORSAN BİR AYNA AL VE KENDİNE BAK GÖRECEĞİN YÜZ MARCOS’UNKİDİR.. ZİRA HEPİMİZ BİRER MARCOS’UZ..’

IGNACIO RAMONET – MARCOS Söyleşisi’nden , MARCOS ONURLU İSYANKAR , SEL Yayıncılık , Çeviri : Kerem Eksen , Aralık 2001..

‘bir filistin vardı , bir filistin gene var ! ‘ – MAHMUD DERVİŞ

FİLİSTİNLİ SEVGİLİ..

gözlerin bir diken

yüreğe saplanmış,

çıldırasıya sevilen,

işkencesine dayanılamayan.

gözlerin bir diken,

rüzgârdan koruduğum,

ötesinde acıların, gecelerin,

derinlere sapladığım.

kandiller yanar ışığınla,

geceler dönüşür sabaha.

bense unuturum birden,

– göz rastlar rastlamaz göze- ,

yaşadığımız bir vakitler

kapının ardında

yan yana.

 

şakırdın sanki konuşurken.

isterdim konuşmak ben de.

dudaklarda hayır mı kalmıştı ki,

o bahar gibi dudaklarda!

 

sözlerin

güvercin gibi

yuvamdan

uçtu gitti.

kapımız,

sonbahar kadar sarı

basamakları ardından

fırladı gitti

canının çektiği yere.

aynalar oldu paramparça,

yığıldı içimize

acı üstüne acı.

topladık sesin küllerini

getirdik bir araya.

böylece söyler olduk

acılı türküsünü yurdumuzun.

hep birlikte sazın bağrına

ektik bu türküyü,

evlerin damlarına taş fırlatır gibi

fırlattık attık bu türküyü,

alın, dedik,

sancıdan kıvranan kalplere.

oysa her şeyi unuttum ben şimdi.

ya sen, ya sen, sevgili,

sesini kimselerin bilmediği!

belki de gidişindir senin

ya da susmandır

sazı paslandıran.

 

dün seni limanda gördüm,

yapayalnız, yolluksuz yolcu.

bir yetim gibi sana doğru koşuyordum,

arıyordum sanki yaşlı anamı.

 

nasıl, nasıl, yemyeşil bir portakal ağacı

kapanır bir hücreye ya da bir limana,

nasıl saklanır gurbet elde

ve yemyeşil kalır?

yazıyorum not defterime:

limanda durakaldım…

en dondurucu kış kadar soğuk gözler gibiydi dünya,

doluydu portakal kabuklarıyla ellerimiz.

ve hep çöl, ve hep çöl, ve hep çöldü ardım.

 

seni yalçın dağlarda gördüm,

kuzularınla, kovalanan çoban kızı.

sen benim bahçemdin,yıkıntılar ortasında.

bendim o yabancı, bendim kapını vuran.

ey gönül! ey gönül!

kapı kalbimin üzerinde yükseliyordu,

pencere, taşlar ve çimento

kalbimin üzerinde.

 

seni su testilerinde gördüm,

buğday başaklarında,

yıkık dökük, parça parça, unufak.

hizmet ederken gördüm gece kulüplerinde,

sancıların şimşeklerinde gördüm ve yaralarda.

bağrımdan koparılmış ciğer parçası sensin.

dudaklarıma ses olacak yel sen.

ateş ve akarsu sensin.

gördüm seni bir mağaranın ağzında

yetimlerinin çamaşırlarını iplere asarken.

 

gördüm sokaklarda seni ve ateş ocaklarında,

kaynayan kanında güneşin.

ve ahırlarda…

ve bütün tuzlarında denizin.

ve kumlarda…

toprak gibi güzel,

yasemin gibi,

ve çocuklar gibi.

 

ve ant içerim ki,

bir mendil işleyeceğim yarına kadar,

gözlerine sunduğum şiirlerle süslü

ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı:

‘bir filistin vardı,

bir filistin gene var!’

 

gözleriyle filistin,

kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle filistin,

adıyla sanıyla filistin.

düşlerin filistin’i ve acıların,

ayakların, bedenlerin ve mendillerin filistin’i,

sözcüklerin ve sessizliğin filistin’i

ve çığlıkların.

ölümün ve doğumun filistin’i,

taşıdım seni eski defterlerimde

şiirlerimin ateşi gibi.

kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde.

koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,

inlettim senin adına koyakları:

 

sakının hey

kayaları döve döve şarkımı koparan şimşekten!

benim gençliğin yüreği!

benim beyaz kanatlı atlı!

benim yıkan putları!

kartalları tepeleyen şiirleri benim eken

tüm sınırlarına suriye’nin!

zalim düşmana bağırdım, ey filistin, senin adına:

‘ölürsem, ey böcekler, vücudumu didik didik edin!’

karınca yumurtasından kartal çıkmaz hiçbir vakit,

yalnız yılan çıkar zehirli yılanlardan!

ben barbarların atlarını iyi bilirim.

bir ben dururum onların karşısında,

bir ben,

gençliğin yüreğiyim her daim,

yüreğiyim beyaz kanatlı atlıların..

MAHMUD DERVİŞ

Çeviri : A. KADİR , SÜLEYMAN SALOM

‘bir atasözü der ki; kimin elinde çekiç varsa sorunlar ona çivi gibi görünür..’ – Amos Oz

askeri gücün sınırları.. 

yahudiler, iki bin yıl boyunca şiddeti sırtlarında şaklayan kırbaç olarak tanıdılar. ancak geride bıraktığımız on yıllar boyunca şiddet uygulayan biz olduk. bu güç bazen başımızı döndürdü. sürekli olarak sorunları güç ve şiddetle çözebileceğimize inanmaktayız. bir atasözü der ki; kimin elinde çekiç varsa sorunlar ona çivi gibi görünür.

filistin’deki yahudi halkının büyük bir bölümü için israil devleti kurulmadan önce, şiddetin sınırları diye birşey yoktu; şiddet istenilen her amaca ulaşmak için bir araç olarak görülüyordu.

şükür ki, israil’in ilk yıllarında, david ben-gurion and levi eshkol gibi devlet adamları, gücün de bir sınırı olduğunu biliyorlar ve bu sınırı aşmamaya dikkat ediyorlardı. ancak, 1967’deki altı gün savaşları’ndan sonra israil, askeri güce kilitlendi. mantra (slogan) şuydu: şiddetle başarılamayanı başarmak için daha çok şiddet..

israil’in gazze şeridi’ni işgale varan taşkınlığı da bu tarz bir düşüncenin sonucuydu. dayandıkları yanlış kabul ise hamas’ın sadece silah zoruyla bertaraf edilebileceğiydi. yani daha açık bir anlatımla: filistin sorunu çözülmek yerine, sopa zoruyla bastırılabilir.

ancak hamas sadece bir terör örgütü değil. o bir fikir; umutsuzluk ve hayal kırıklıklarından doğmuş çaresiz ve fanatik bir fikir. henüz hiçbir fikir şiddetle alt edilememiştir. ne işgalciler, ne bombalar, ne panzerler, ne de deniz kuvvetleri bunu başarabilmiştir. bir düşünceyi yenebilmenin yolu daha cezbedici, daha ikna edici ve daha iyi bir düşünceden geçer.

hamas’ı bertaraf edebilmek için israil’in süratle, filistinlilerle 1967’deki sınırlar çerçevesinde doğu kudüs’ün başkent olduğu batı şeria ve gazze şeridi’nde bağımsız bir devlet için anlaşmaya varması gerekiyor. ayrıca israil, filistinlilerle israilliler arasındaki sorunu, israil ile gazze şeridi sorununa indirgemek için, mahmud abbas hükümetiyle bir barış anlaşması imzalamak zorunda..

sonuncusuna hamas da dahil edilebilir ya da daha akıllıcası abbas’ın yönettiği el fetih’le hamas’ın birleşmesi olur.

aksi durumda israil gazze yolundaki daha yüzlerce gemiye el koyabilir ya da işgal ettiği bölgelere gönderdiklerinin 100 misli daha fazla asker gönderebilir, askeri gücünü, emniyet ve gizli servis çalışmalarını kat be kat artırabilir ancak yine de çözüme ulaşamaz.

çünkü sorun bu ülkede yalnız olmamamızdan kaynaklanıyor. tıpkı filistinlilerde olduğu gibi. biz kudüs’te de yalnız değiliz. filistinlilerin yalnız olmadığı gibi. biz; filistinliler ve ısrailliler bu çok basit durumun mantıksal sonuçlarını tanımazsak, karşılıklı olarak işgal altında yaşamaya devam ederiz: gazze’de israil işgalinde, israil’de uluslararası işgal ve arap işgali altında.

askeri gücün önemini küçümsemek istemiyorum. askeri güç israil için hayati önem taşıyor. o güç olmadan yarına çıkamayız. böylesi bir gücün etkisini küçümseyen ülkelerin vay haline.

ama bir an bile unutmamalıyız ki bu güç, sadece caydırıcılık rolü üstlenmeli: bu güç israil’i, parçalanmaktan, işgal edilmekten korumalı; hayat ve özgürlüğümüzü güvence altına almalı. eğer güç, koruyucu bir görev üstlenmeyip, savunma görevini yerine getirmez, aksine sorunları bastırmaya ve düşünceleri ortadan kaldırmaya çalışırsa, gazze önlerinde açık denizde uluslararası sularda, içine düşülen bu felaket son olmayacak..
Amos Oz

(israilli yazar , barış yanlısı aktivist ve israildeki barış örgütü ‘şimdi barış’ın kurucularından..) 

İngilizceden çeviren Hülya Sancak

Editör: Erkan Budak/ Qantara.de

(daha fazlası için http://tr.qantara.de)