Author Archive

‘çocukken görüleni severdim ; yeniyetmeyken hissedileni ; erkek oldum , artık hiçbir şeyi sevmiyorum..’ – Bir Delinin Anıları , GUSTAVE FLAUBERT

‘ah evet..  hayatımda ne kadar çok saat , uzun ve tekdüze saatler , düşünmekle , şüphe etmekle geçti.. kaç kış günü , batan güneşin soluk ışıklarıyla beyazlaşan közlerimin önünde başım eğik ; kaç yaz akşamı kırda güneş batarken bulutların kaçışına , yayılışına , buğdayların meltemle boyun eğişine bakarak , ormanların ürpermesini duyarak ve doğanın geceleyin iç çekişini dinleyerek geçti..

 ah çocukluğum ne hayalperestti.. nasıl da , sabit fikirleri , yapıcı görüşleri olmayan zavallı bir deliydim.. yapraktan saçlarını eğen ve çiçeklerini yere bırakan sık ağaçların arasından akan suya bakardım ; beşiğimin içinden , odamı aydınlatan ve duvarların üstüne tuhaf şekiller çizen, lacivert gökyüzün üstündeki ayı seyrederdim ; güzel bir güneşin karşısında veya beyaz sisiyle gelen bir bahar sabahında, çiçek açmış bahar ağaçlarının , patlamış papatyaların karşısında kendimden geçerdim..

bir de denize bakmayı severdim – ki bu en şefkatli ve nefis anılarımdan biridir : dalgaların birbiri üstünde köpüklenmesini , denizin kıyıya düşerek köpük köpük kırılmasını , sahile kendini koyuvermesini ve çakıltaşları ve deniz kabukları üstünde geri çekilirken , çığlık atmasını..’ 

‘çocukken görüleni severdim ; yeniyetmeyken hissedileni ; erkek oldum , artık hiçbir şeyi sevmiyorum..’ 

‘insan , bilinmedik bir el tarafından sonsuzluğun içine atılan kum tanesi , uçurumun kenarındaki bütün dallara tutunmak isteyen , erdeme , aşka , bencilliğe , hırsa bağlanan ve daha iyi tutunmak için bütün bunları erdem sayan , tanrı’ya yapışan ve her zaman zayıflayan , elleri bırakan ve düşen , zayıf ayaklı , zavallı böcek..’

‘her şeyi dendik ve her şeyi , umutsuzca inkar ediyoruz ; ve sonra , tuhaf bir tamahkarlık , ruhumuzla ve insanlığımızla bizi ele geçirdi ; içimizi kemiren devasa bir endişe var ; etrafımızda bir kabir soğukluğu hissediyoruz..’ 

‘ve üstelik bütün bunların üstünde herkesin kendi ucunu çekiştirdiği ve elinden geldiğince örtündüğü bir örtü var.. acı komedya.. dehşet dehşet..’

‘seviyordum.. sevmek.. kendini genç ve aşk dolu hissetmek , doğanın ve ahenklerinin içinizde attığını hissetmek , bu hayale , kalbin bu atılımına ihtiyaç duymak ve bundan mutlu olmak.. ah insanın ilk yürek atışları , ilk aşk çarpıntıları.. ne tatlı ve ne tuhaflar.. ve ardından ve daha sonra , ne kadar şapşalca ve aptallık derecesinde gülünç geliyorlar.. tuhaf şey.. bu uykusuzlukta aynı anda hem ıstırap , hem de neşe var.. yoksa bu kibirden mi.. ah aşk yoksa sadece gurur mu… dinsizlerin saygı duyduklarını reddetmek mi lazım.. kalbe gülmek mi gerekir.. – heyhat.. heyhat.. dalga maria’nın ayak izlerini sildi..’ 

BİR DELİNİN ANILARI , GUSTAVE FLAUBERT , Çeviri : BURAK ZEYBEK , SEL Yayıncılık , Mart 2010..

(kitap arkası : flaubert’in 1838’de 17 yaşındayken yazdığı bir delinin anıları, yazarın kendisinin de dahil olduğu burjuva dünyasına eleştirel bir bakış olarak da okunabilir. geçmiş ile şimdiki zaman arasında gidiş-gelişler tekniğiyle kaleme alınmış olan roman, imkânsız bir aşkın öyküsü.

yalnızlığı bir yaşam biçimi olarak seçen, hatta bunu bir ibadet gibi yaşayan kahramanımız, seçtiği bu yaşam biçiminin olumlu olumsuz bütün yanlarını tüm keskinliğiyle hisseder. gençliğin heyecanı ve sorgulayan zihniyle hem kendini hem dünyayı hem de aşkı anlamaya çalışan bu karakter, on dokuzuncu yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla uzanan bir aynadır da aslında..)

Günün Şarkısı : SABIR TAŞIM.. – HARİKA DEĞİRMENCİ

‘diğerine yazmıştım..

bu telefonu açmışsın..

seni seviyorum..

sana bir şey olmasın..

ben sensiz kalmayayım..

sensiz olmayı hiç düşünmemiştim daha..’

 

bitmeyen ve bitmeyecek gibi görünen yağmurlu , serin günlerde bu ‘sensizlik cehenneminin ateşlerinde’ yukarıdaki alıntıda yazdıkların gibi bana yazdığın ya da yazmadığın (kim bilir belki hepsi sonu gelmeyen bir rüyanın parçalarıdır) yüzlerce mesajı , maili ve yazıyı okuyarak yanarken ,  donuk bir ruh haliyle geceden kalma sarhoşluğumla yalpalayarak sabahleyin bilgisayarın başına oturdum.. kahvaltı etmemiştim ama içmek istiyordum.. içtikçe sana daha da yakın oluyorum.. anlattığımda komik geliyor belki herkese fakat benim hoşuma gidiyor artık bu durum..

bana saçma sapan bir ‘sensizlik’ biçtin.. amenna kabul ettik fakat biçtiğin bu ceza boşuna.. ben çözümünü buldum işte.. içiyorum ve hop senin yanında bitiveriyorum hemen.. hep yanındayım böylece.. aylar boyunca yanına , yaşadığın o deniz kenarındaki ‘kara’ şehre yaptığım günlük yüzlerce kilometrelik umutsuz yolculuklardan daha kolay bu yöntem.. içiyorum ve kopuyorum dış dünyadan ve sadece seninle kalabiliyorum.. öyle bir ruh hali işte yaşayan bilir.. ne sen ne başkası , senin yanı başındayken  , belki belki belki sana bir metre uzaktayken  seni görememenin acısını bilemez.. hissedebilseydin bu acımı ve yaşadıklarımı düşünebilseydin yanı başına her gün koşturup gelen bana bu ‘yok oluşu’ yaşatmazdın sen..  

işte bu ‘sağlıklı ruh halimle’ bitik mideme daha fazla eziyet etmemek için müzik dinleyerek esrikliğimi uzatmak istedim.. yarı sarhoş bir halde açtım eski şarkıların klasörünü.. dolandım şarkıların üzerinde.. harika değirmenci’nin ‘sabır taşım’ şarkısı gözüme çarptı , dinlemeye başladım.. mest oldum sabah sabah.. sana söylediğim sabah ‘duam’ oldu ‘sabır taşım’ şarkısı..

sonra harika değirmencinin güzelliği aklıma geldi.. şimdinin defolu , kendini beğenmiş şarkıcı , oyuncularına inat ışıl ışıl , duru bir güzellik : harika değirmenci..

1975 türkiye güzeli kendisi.. harika değirmenci ismiyle ve değişik isimlerle birçok 45’liğe imza atmış.. iki de sinema filmi var bu güzel ablamızın.. ‘sabır taşım’ şarkısı zaten oynadığı iki filmden biri olan ‘fırtına’ filminde söylediği bir şarkı.. harika değirmenci’nin sinema serüveni kısa sürmüş , evlendikten sonra film yapmamış.. hoş filmler konusunda pek olumlu şeyler yazamayacağım.. klasik zengin-fakir duygusal top çevirmeleri konu alıyor filmleri..

 

ama kesin olan şudur ki harika değirmenci sesiyle ve güzelliğiyle büyülemiştir herkesi yetmişli yıllarda.. dedim ya yukarıda : bir harika değirmenci’ye bakın bir de günümüzdekilere.. tamam tamam fazla sağa sola salça olup sataşmayacağım bugünlük..

‘reis’in katkılarıyla ilerleyen saatlerde ya da yarın belki de yarından yakın umarım dinleyebileceksiniz ‘sabır taşım’ şarkısını.. kim bilir belki de dinleyemeyeceksiniz.. yok yok bir ara dinlersiniz , dediklerimizi yapmadığımız olmadı şimdiye kadar.. oldu mu yoksa..

neyse bu kadar yeter..

şimdi ne yapıyorsanız hemen durun , boş verin  her şeye , koşturup çalışmayın.. basın gidin en yakın deniz kenarına , deniz yoksa mutlaka vardır yakınlarda sessiz sakin bir park , gidin , ağaçların altına koşun , oturun bir banka ve aylak aylak gökyüzüne , denize , ağaçlara neye istiyorsanız ona bakın , her şeyi unutun ve harika değirmenci ablamızı dinleyin ve müzikle kalın.. ben mi.. ben senin yanındayım işte.. yine oturmuş içiyorum seninle ve iliklerime kadar ‘sensizliği’ yaşıyorum..

Crockett..

SABIR TAŞIM..

sensizliğim senden sonraki aşkım
yalnızlığım benim tek arkadaşım
sende kaldı mutluluğum arayıp da her bulduğum
rüyalarım umutlarım da sende..

seni hatırlar dururum kadehlerde sarhoşluğum
gelsen de bir hiç gelmesen de..

yavaş yavaş eriyor sabır taşım
yaklaşıyor kapıma adımların..

‘HARİKA DEĞİRMENCİ’

‘başkalarından arakladığımız ölçüde özgündük..’ – PATTY DIPHUSA HİKAYELERİ , PEDRO ALMODOVAR

‘daha genç ve daha ince olmakla kalmayıp , bilinçsizliğin verdiği mutlulukla balıklama atlardık her şeye.. hiçbir şeyin bedelini bilmiyorduk.. belleğimiz yoktu , hoşumuza giden her şeyi taklit ediyor , bunu yaparken de çok eğleniyorduk.. başkalarından arakladığımız ölçüde özgündük.. uyuşturucuların iyi yüzünü görüyorduk sadece , seks ise hijyenik bir şeydi..’

‘insanların beni bir tutkuya dönüştürmeleri ben hasta ediyor.. suistimal etmek bu , fesatça bir davranış.. seni arzularına uygun bir kalıba sokarlar , oysa tamamen ilahi bile olsan insani bir yanın vardır.. insanların bana danışmadan beni yaşamlarının bir parçası haline getirmeleri çok rahatsız edici..’

‘dramatizmden nefret ederim : yaşantımda ve hele yazılarımda.. sessizliğimin nedeni bu.. bir de bu allahın cezası şehrin bensiz ne yöne gideceğini görmek.. sessizliğimden bu yana hiçbir yenilik olmadığını gördüm ve döndüm , çünkü birçok zeki insanın da dediği gibi madrid’de tek bir ilginç insan var.. ve bu insan da benim.. patty diphusa..’

‘sizi terk etmeden önce eleştirel vasiyetimi sunmak istiyorum , kimse hastalanmadığımı veya evlendiğimi düşünemez böylece..

hiçbir şeyden haz duymuyorum artık , özellikle haz duymak moda olduğundan beri.. zafer insanın kendini sürekli yinelemesine neden oluyor.. zeki bir kızsan sürekli eki olmak zorundasın.. tahrik olduğunu belli edersen sürekli abaza olduğunu düşünürler.. doğalsan , nezaketsiz olmanı beklerler.. sadece senin de bir daktilon olduğunu kanıtlayarak hava atman için anılarını yazmak gibi müthiş bir fikir çakmışsa kafanda ve anıların mutlu , arsız , yüzeysel , zeka dolu falansa ve mutluluğu , arsızlığı , yüzeyselliği ve zeki olmayı moda haline getiriyorsa , sorumluluk duymazsın bundan.. benimle özdeşleşme cüretini gösteren , ağzımdan çıkan her sözü kutlayan ahmak okurlarımın hepsinden nefret ediyorum..

ben bir şey yaptığım zaman onu eşsiz olmak için yaparım.. kimsenin beni anlamasını , hele bana özenmesini hiç istemem.. insanın sözlerinin yankısını duymasından daha öfkelendirici bir şey yoktur..  gece sokağa çıktığımda insanların  hayranlık ifadelerini dinlemekten , la luna dergisinin sayemde ayakta durduğunu itiraf ettikten sonra kendilerini benim gibi hissettiklerini söylemelerinden iğreniyorum..’

PATTY DIPHUSA HİKAYELERİ , PEDRO ALMODOVAR , Çeviri : AVİ PARDO , PARANTEZ Yayınları , Aralık 1996..

‘baba bana bağırma , farkında değilsin arkasını ezilenlerin yaladığı bir posta puludur dünya..’ – AKGÜN AKOVA

BABA BANA BAĞIRMA..

‘yol ıslanmasın diye

şemsiye açanlara..’

baba bana bağırma
bülbülleri kaçırdın ormanlarımdan
kulaklarımın kapılarını havalara uçurdun
kapılar baba kapılar pencereleri alıp gittiler
tenorlar kaçtı ses tellerinden
çevreye saçıldı yavru diktatörler
seni ne sopranolar istedi de vermedik baba
baba bana bağırma
bayrak direklerine konan kartalları anlat
uzun uzadıya
nasıl da göremediler avcıları
o keskin gözleriyle vah hah ha
şans yıldızlara özgü bir yalan baba
yıldızlara tükürüp tükürüp onları gezegen yaptınız
savaşan halklar taktınız dünyanın boynuna

yalanları yazdım defterime hiç unutmadım
radyasyonu radyo istasyonu sanan bakanları
çiğleri, meclis tavanını çiğ köftelerle çiğneyen
doğum sonrası acılarını cüce ülkeler doğuran kadınların

hiç unutmadım
sakallarını yüzlerinde
yüzlerini sakallarında unutan adamları
ve ısırgan tarlalarındaki parçalarını
uğur mumcu’yu biz yapan bombanın

hiç unutmadım
uzak yakın tüm tuzakları baba
yolun ezdiği oyuncak bir kamyonsun sen
bir gam ağacısın
kar yüküne dayanamayıp kırılan
ilkbaharı gerzeklere ödünç verdin
geri getirmediler
güneşin başına gelenleri
biz ilkbaharsız nasıl anlarız baba

baba bana bağırma
bir kulağımdan giriyor sözlerin
öbür kulağımı tıkıyor
buenos aires’te olsaydım diyorum içimden
eva’nın peronunda
karanlıktan kuşlar çalan bir tren
bir bıçak kaçağı
tangonun bacaklarını havaya kaldırdığı kentte
ama iyi ki buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
burada
bilginin bilgisizlikten daha çok acı verdiği yerde
burada, tam karşında
hapisanelerde hintyağı gibi bir şeydi zaman
hastanelerde pıhtılaşmış kan gemisi gibi
yol alırdı saatler
karılarının namuslarını dillerinde saklayan
adamlar vardı bir taraflarda
televizyon kanallarında yitirilen çocuklar
gökyüzüne düşmemek için denize yapışan balıklar
ve depolara indirilen lenin heykelleri vardı
sovyet rusya’da
kafandaki duvarları
niye cebine koymuyorsun sen baba

baba bana bağırma
farkında değilsin
arkasını ezilenlerin yaladığı
bir posta puludur dünya
bir karadelik yutana kadar uzayda bizi
asansör boşluğuna itilen bir kedisin sen
söylemenin tam sırası
ülkeyi bu duruma senin oy verdiğin
partiler getirdi baba
ama ben buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
bir yaşamlık kaygı duruşundayım
yakın tarihimiz için

baba bana bağırma
bacağından vurulursa bir şiir
nereye kadar gidebilir
bana bağırma baba
kendine bağır
yoksa her şey bitebilir..

AKGÜN AKOVA

‘Baba bana bağırma’ , AKGÜN AKOVA , Cem Yayınevi , 1994..

ÇIKMAZIN GÜZELLİĞİ.. – TURGUT UYAR

ÇIKMAZIN GÜZELLİĞİ..

sorun: şiirin, -üstelik insanın kendi şiirinin- çıkmazda olduğunun bilincine varmaktır. bu çıkmazın bilincine varmak biraz da çözmek demektir onu..

şiirimiz, (-) dolayısıyla edebiyatımız, çünkü ülkemizde edebiyatın, hatta bazı ölçülerde toplumun birçok sorunları açık kapalı, şiirde tartışılır, şiirde çözülür yahut çözülmez veya bu sorunlardan şiirde vazgeçilir. belki de sağlam düşünce zeminleri kurulmamış bütün ülkelerde böyledir bu. (-) gerçekten bir çıkmazdadır. nasıl ki nazım sonrasında da, orhan veli sonrasında da çıkmazda idi. çünkü şiirin çıkmazı, yukarda değindiğimiz sebepten insanın çıkmazına, toplumun çıkmazına sıkı sıkıya bağlıydı ülkemizde. (belki de bir bakıma şiirin görevi hep çıkmazda olmaktır. rahat işleyen şiir kuşku vermelidir. belki yaşanandan geride kalmıştır onun için. divan şiiri hiç çıkmaza düşmedi. hiç değilse tanzimata kadar düşmedi. çıkmaza giren insan’la birlikte sarsıldı ve eskidi. hece geride kalmayı kabullenerek başladı, onun için çıkmazda değildi. sık sık dalgalanan, dalgalanmaları büyük bir toplumda, toplumu, yaşanandan değil, bir çeşit vocabulaire’den kovalıyordu, sunulmuşu sözcüklerden izliyordu. buna boyun eğmişti). şiir çıkmazda. şimdiye değin, ne romanın, ne tiyatronun, ne sinemanın izleyemediği, anlayamadığı bir çıkmazda. belki yalnız öykü’nün farkına vardığı bir çıkmaz.

bu çıkmazın en önemli sebeplerinden biri, şiirin kendi sebep ve sonuçlan (denebilirse bir çeşit otofaji) ise, öbür nedenleri arasında, toplumsal koşulların, toplumsal dayanakların değişmesi, yani insanın, insanın alıp verdiklerinin, insan ilişkilerinin değişmesi ise, önemli bir başkası da: geri, sorumsuz, bilinçsiz, gelişen insanın, dolayısıyla , şiirin imkânlarına dar gelen, anakronik bir ortamın ve buna bağlı bir şiir ortamının türemesidir. (bu ortamın bahse değmeyecek kadar önemsiz, etkisiz, olduğunu söyleyecekler çıkabilir. önceleri biz de böyle düşünüyorduk. ama şiir kendi başına yaşayan , soyut bir yaratık değil. geldiği sebepler, seslendiği, seslenmek zorunda olduğu yerler var. ülkemizde daha bir süre, sözü edilmeye değmeyen şeyleri yılmadan ortaya koymak, tartışmak zorundayız. herkes, savaşmaya zorunlu olduğu şeylerin budalaca çetinliğini bilmek, hesaba katmak zorundadır ?

her beğeninin bir ortamı, her şiirin türünün bir alıcısı vardır. yapılmakta olanı kimsenin küçümsemeye hakkı yoktur. ama budalaca aşk şiirlerinin, budalaca biçim denemelerinin birdenbire yarattığı ortama ses çıkarmamaya, görmezden gelmeye pek katlanamıyor insan.

şiir çıkmazdadır. bütün şiir yazanlara, edebiyat yazanlara hatırlatmak gerekir: şiir çıkmazdadır. çünkü insan çıkmazdadır, sorunlar çıkmazdadır. toplum değişiyor, insan değişiyor, insanın yeri değişiyor, insanın ilişkileri ve sorunları değişiyor. ülkemizde en azından birtakım kavramlarla yeni yeni karşılaşıyoruz. şiirin en azından artık bir avunma, oyalanma değil, bir saptama, belki bir önerme olduğu anlaşılıyor.

insan, dolayısıyla şiir değişiyor. bu değişme ancak değişmenin ve değişenin, eskimenin ve eskiyenin farkına varmakla izlenebilir. bilgi şartı yanında bunları ayırt etmenin asgari baz’ı sağlam bir duyarlıktır. yüzyılımızın bütün gereçleri de bunu sağlamaya elverişli üstelik. 1930’un eksik idealizm’i, 1940 realizm’i ve 1950’nin hastalıklı romantizm’i ile bugünün insanını betimlemek mümkün değil.

evet şiir çıkmazda. çünkü insan çıkmazda. ama bütün sorun bu çıkmazın bilincine varmakta. şiirin çıkmazda olmadığını düşünenlerden yana değiliz. çünkü bu çıkmaz; bilince, bilgiye uygunluğa, çağdaş şiire ve insana yeni bir imkandır..

TURGUT UYAR

Başlangıç.. – EDİP CANSEVER

BAŞLANGIÇ.. 

doğanın bana verdiği bu ödülden

çıldırıp yitmemek için

iki insan gibi kaldım

birbiriyle konuşan iki insan..

EDİP CANSEVER

(Şairin Seyir Defteri)

CAFE BALZAC TERAS..

CAFE BALZAC TERAS..

günlerdir size güzel bir mekanı anlatmak istiyorum fakat bir türlü bu anlatmak istediğim mekandan kurtulup fırsat bulamıyorum size anlatmaya.. açıldığından bu yana sanırım yirmi gün geçti , işte bu süre zarfında hayatımızın akışını değiştiren sıcacık bir mekan oldu : cafe balzac teras..

cafe balzac teras kadıköy’de alkım kitapevinin terasında açıldı..

eşsiz bir manzarası var balzac cafe’nin.. istanbul önünüzde tüm ihtişamıyla.. haydarpaşa garı’ndan , galata kulesi’ne , sultanahmet’e , ayasofya’ya , topkapı sarayı’na , gelip geçen vapurlara kadar boğazın eşsiz güzelliğiyle tüm istanbul önünüzde.. dilerseniz sadece deniz ve gökyüzüne kendinizi hapsedebilirsiniz..

cafe balzac’ın sağlam , temiz ve güzel bir mutfağı var.. yemek menüsü geniş bir seçenek imkanı sunuyor size.. kaliteden ödün vermedikleri gibi yemekleri oldukça lezzetli.. isteyene fast food tarzı yemekler de var menüde.. sabahları bu eşsiz manzarada kahvaltınızı da yapabilirsiniz..

tabi bizi ilgilendiren en önemli konu doğal olarak cafe balzac’ın içecek menüsüydü.. bu mekanı ilk keşfeden pirimiz ‘halo’ yani ‘dayı’ gidip bu hususta keşif yapmış bizi götürmeden bir gün önce.. çünkü ne o ne de biz böyle güzel manzaralı bir yerde alkolsüz bir mekana tahammül edemezdik.. canımız çekerdi , kötü olurduk , yazık olurdu bizlere.. ama korkmayın yemek menüsü gibi içecek konusunda da çok geniş bir menüsü var cafe balzac’ın.. alkollü , alkolsüz istediğiniz içeceği bulabilirsiniz.. balzac’ın hayatını ve kahveye düşkünlüğünü bilmezdim ama cafe balzac’ta öğrendik ki balzac’ın hayatı boyunca elli bine yakın aşırı sert kahve içtiği tahmin ediliyor.. kahveye pek düşkünmüş balzac üstadımız.. hoş bizim tayfanın kahveyle değil de daha çok alkol çeşitleriyle arası var..

cafe balzac teras’ta çalışan personel arkadaşlarımız da çok sıcak ve cana yakın insanlar.. aylak aylak sekiz dokuz saat oturduğumuzda bile gözlemlediğimiz : saatlerdir ayakta olmalarına ve sağa sola koşturmalarına rağmen yüzlerinde sıcak gülümsemeleri hala arkadaşların yüzlerinden eksik olmuyordu.. hepsine verdiğimiz uzun rahatsızlıklardan dolayı buradan hem özür dileyelim hem de teşekkür edelim.. burada çalışan arkadaşların en çok merak ettikleri şuydu : bizim her gün aylak aylak saatlerce nasıl oturabildiğimiz ve işimizin gücümüzün olup olmadığıydı.. sonra onlar da vazgeçti bunu düşünmekten.. bizi sessizce anlayıp gülümsediler aylaklığımıza..

cafe balzac teras’ın bir özelliği de sanat , edebiyat çevrelerinden bir çok tanınmış ismin burayı mesken edinmesi.. sevdiğiniz yazarlarla , sanatçılarla kahve içerek güzel bir sohbet etmek istiyorsanız doğru adres kesinlikle burası..

tabi ki diyeceksiniz anlat anlat da sadede gel : önemli olan fiyatlar.. fiyatlar ne alemde.. fiyatlara da beş yıldız mı versem , on numara mı desem bilmiyorum , ya da manzaradan mı etkilenip diyorum bilmiyorum ama bu kalitede ve bu manzaraya sahip benzer mekanlara göre de oldukça uygun bir fiyat listesi var..

bu yazıyla kendimi biraz garip hissettim.. bir an ne oluyorum ya dedim mehmet yaşin ve vedat milor’a mı öykünüyorum ne.. haddime değil kesinlikle.. sadece bu hoş mekanı tanıtayım istedim..

işte neyse biz yirmi günü geçtik belki ama bu mekanla yatıp bu mekanla kalkıyoruz.. dayı bir bulaştırdı bizi yörüngemiz değişti.. çevremizdeki insanlara da anlatınca ya da onları oraya götürünce müptelası oluyor herkes.. bazen gittiğimizde bakıyoruz cafe balzac teras  ‘dayı’nın müritlerinin mekanına dönmüş.. ah ‘halo’ ah senin için mekan önemli değil önemli olan içmek ama bizim aklımız havada bulaştırdın bizi bu mekana kendin tüydün gittin.. bir oradasın bir burada.. neyse ki ben mücbir sebeplerden beş altı gündür kendimi kurtardım mekandan.. ama inanın zor tutuyorum kendimi , çok özledim cafe balzac’ı ya da terasımızı ya da çatımızı , ya da damımızı..

uzun ömürlü ve hep aynı kalitede olması dileğiyle cafe balzac teras’ın yolu açık olsun diyelim ve son olarak ayhan sicimoğlu üstadım gibi ‘hastasıyız’ diyerek bu karışık alkollü yazıya bir son vereyim..         

Crockett..

‘beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta.. / beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder..’ – RIFAT ILGAZ (24 Nisan 1911 – 07 Temmuz 1993)

DEFNELER ÖLMEZ..

Bir mevsim var ki üşütür yeşilliğimi

Ben geceyle gündüzü bilirim yılları değil.

Ölümsüzlüğü getirdim kıyılarınıza

Düşlerimde hep uzak denizler… Kıyılar…

Gidemem, bağlıyım toprağıma.

 

Dalımla yaprağımla, ben

Bir savaş simgesiyim oysa

İnsan kardeşlerimin gözünde!

Utkular düşleyen başlar için

Bir çelenk..

 

Savaşlar, soykırımlar gördük,

İskenderler, Sezarlar,

Ne atlar kaldı onlardan, ne meydanlar…

Gittiler, yıkılıp birer birer,

Biz kaldık.

En kıraç topraklarda tutunduk,

Biz defneler.

 

Dal kırılır, yaprak dökülür

Ölür mü acılara katlanmasını bilenler,

Direnenler tüm kırımlara karşı…

Ölmez sevgiden yana olanlar

Defneler ölmez..

RIFAT ILGAZ

GİDİŞİNİ ANLATIYORUM.. 

Sen gidiyorsun ya işine yetişmek için

Saçlarını, gözlerini, ellerini

Neyin varsa toplayıp gidiyorsun ya

Her seferinde bir şey unutuyorsun sıcak

Termometrede yükselen çizgi çizgi

Kim bilir nerelerde soğuyorsun

 

Senin gözbebeklerin var ya kadın kadın gülen

İnsan insan bakan gözbebeklerin

Beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta

Beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder

 

Ne gelirse onlardan gelir bana

Çalışma gücü yaşama direnci

Mutluluk gibi kazanılması zor

Mutluluk gibi yitirilmesi kolay

 

Bir açarsın ki mutluyum

Bir kaparsın her şey elimden gitmiş

 

RIFAT ILGAZ

SON ŞİİRİM..

Elim birine değsin,

Isıtayım üşüdüyse

Boşagitmesin son sıcaklığım !

RIFAT ILGAZ

Üç Kutsal Kitap : Aylaklığa Övgü , Tembellik Hakkı , Okulsuz Toplum..

‘bütün bunlar sadece bir girişten ibaret.. gayet ciddi olarak şunu söylemek isterim ki , modern dünyada çalışmanın erdem olduğuna inanma yüzünden çok büyük zararlar doğmaktadır ve mutluluğa giden yol , refaha giden yol , çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılmasından geçer..

önce : çalışma nedir.. çalışma iki çeşittir : birincisi , yeryüzünde ve ya yeryüzüne yakın bulunan maddenin durumunu , böyle başka bir maddeye göre değiştirmek ; ikincisi de , başkalarına , yeryüzünde veya yeryüzüne yakın bulunan bir maddenin durumunu , böyle başka bir maddeye göre değiştirmelerini söylemektir.. birinci cins çalışma tatsızdır ve az para getirir  ikinci cins çalışma ise çok tatlıdır ve çok para getirir.. ikinci cins çalışma çok çeşitlidir : emir verenler yanı sıra , ne gibi emirler verileceği konusunda akıl verenler de vardır.. genellikle , iki insan grubu tarafından aynı anda , birbiriyle taban tabana zıt iki cins akıl verilir ; buna da siyaset denir.. bu cins çalışma için gerekli marifet akıl verilecek konu üzerinde değil , mesela reklamcılık gibi , inandırıcı konuşma ve yazma sanatı üzerinde bilgi sahibi olmaktır..

amerika’da değilse bile , bütün avrupa’da , bu her iki cins işçi sınıfından çok daha fazla saygı gören üçüncü bir sınıfa mensup insanlar vardır.. bunlar toprak mülkiyetini ellerinde bulundurmak yoluyla , yaşama ve çalışma hakkını kendilerine bir imtiyaz diye verdikleri başka insanlardan bu imtiyazlara karşılık para alanlardır.. bu toprak sahipleri aylaktırlar , bu bakımdan , benim onlara övgü düzeceğim sanılabilir.. ne yazık ki , bunların aylaklığı ancak başkalarının emeği sayesinde mümkün olabilmektedir ; gerçekten de , bunların rahat aylaklığa duydukları arzu , çalışmayı öğütleyen tüm kutsal vaazların tarihsel kaynağıdır.. bunların en istemeyecekleri şey , başkalarının da onlar gibi aylak kalmasıdır..’

‘çalışma ahlakı anlayışını bir an için açık yüreklikle , kör inançlara bağlı olmaksızın düşünelim.. her insan hayatında ister istemez belirli miktarda bir insan emeği ürünü tüketir.. çalışmanın genellikle tatsız bir şey olduğunu kabul edersek , insanın kendi ürettiğinden fazlasını tüketmesi adaletsizliktir..’

Aylaklığa Övgü , BERTRAND RUSSELL , Çeviri : METE ERGİN , CEM Yayınevi , Haziran 1997..

‘yıkıcı bir dogma..

kapitalist uygarlığın egemen olduğu ulusların işçi sınıflarını garip bir çılgınlık sarıp sarmalamıştır.. bu çılgınlık iki yüzyıldan beri acılı insanlığı inim inim inleten bireysel ve toplumsal yoksunluklara yol açmaktadır.. bu çılgınlık , çalışma aşkı ; bireyin , onunla birlikte çoluk çocuğunun yaşam gücünü tüketecek denli aşırıya kaçan çalışma tutkusudur.. rahipler , iktisatçılar ve ahlakçılar , bu akıl sapıncına karşı çıkacak yerde , çalışmayı kutsallaşmışlardır.. bu gözü kapalı bu dar kafalı adamlar tanrılarından daha bilge olmaya kalkıştılar ; bu güçsüz ve zavallı yaratıklar , tanrılarının lanetlediği şeyi yeniden saygınlığa kavuşturmak istiyorlar..

ben ki ne hıristiyan , ne iktisatçı ne de ahlakçıyım , onların yargılarını tanrılarının yargısına ; din , ekonomi ve özgün düşünce konusundaki vaazlarını da kapitalist toplumdaki .çalışmanın korkunç sonlarına havale ediyorum..

kapitalist toplumda çalışma , her çeşit düşünsel yozlaşmaların , her türlü organik bozuklukların nedenidir..

iki elli uşak takımının baktığı rothschild ahırlarının safkan atlarını ; normandiya çiftliklerinin toprağı süren , gübreyi taşıyan , ekini ambarlayan ağır yük hayvanı ile karşılaştırın bir.. ticaret misyonerlerinin henüz hıristiyanlık , frengi ve çalışma dogmasıyla kokuşturamadıkları soylu vahşilere , sonra da , bizim o zavallı makine uşaklarına bir bakın hele..

bizim uygar avrupa’mızda insanın doğal güzelliğinin izini bulmak isteyince , onu , ekonomik önyargıların henüz çalışma düşmanlığını kökünden söküp atamadığı uluslarda aramanız gerek.. ne yazık ki , şimdi yozlaşan ispanya , bizden daha az fabrika , daha az cezaevi ve kışlası olmakla övünebilir.. ama sanatçı , kestaneler gibi esmer , çelik bir çubuk gibi dümdüz ve esnek , gözüpek endülüslüyü seyretmekten zevk duyar ; hele delik deşik paltosuna görkemle bürünmüş dilencinin osuna düklerine amigo diye seslenişi karşısında insanın yüreği yerinden oynar.. içindeki ilkel hayvanın körelmediği ispanyol için çalışma , köleliklerin en berbatıdır..

o büyük çağın yunalıları da , çalışmayı hor görüyorlardı ; yalnız köleler çalışabilirdi ; özgür insan , bedensel devinimlerden , zeka oyunlarından başka şey bilmezdi.. bu aynı zamanda , aristoteles’in , phidias’ın ve aristophanes’in üyesi oldukları bir ulusun içinde insanın dolaştığı , soluk alıp verdiği bir dönemdi ; bu çok geçmeden iskender’in fethedeceği asya’nın göçebe sürülerini , bir avuç yiğidin marathon’da yenilgiye uğrattığı dönemdi..

antik yunan filozofları , özgür insanı alçaltan çalışmayı hor görüyorlardı.. şairler , tanrıların armağanı olan tembelliği övüyorlardı :

‘ey melibe , bir tanrı bağışladı bize bu aylaklığı..-vergilius , çoban şiirleri..

isa , dağdaki söylev’inde tembelliği öğütlemişti :

‘tarlalardaki zambakların gelişip serpilişine bakın.. onlar ne çalışıyor , ne de yün eğiriyorlar.. buna karşın söyleyeyim size , süleyman , o görkemi içinde , daha göz alıcı giysilere bürünmüş değildi..’ (matta incili , bölüm 6..)

sakallı ve ürkütücü tanrı yehova , hayranlarına ideal tembelliğin en üstün örneğini vermiş , altı günlük çalışmadan sonra sonsuzluğa dek dinlenmiştir.. buna karşılık , çalışmayı organik bir zorunluluk sayan ırklar hangileridir.. overnyalılar , britanya adalarının overnyalıları iskoçlar , ispanyanın overnyanları gallegoslar , almanyanın overnyanları pomeranyalılar , asyanın overnyalıları çinliler.. bizim toplumumuzda çalışmayı çalışma olarak seven sınıflar hangileridir.. toprak sahibi çiftçilerle küçük burjuvalar.. birileri toprakları kapmış , öbürleri dükkanlarına sıkı sıkıya bağlanmış , yeraltı dehlizlerinde köstebekler gibi devinip durular , gönüllerince doğaya şöyle bir bakmazlar hiç..

ne var ki işçi sınıfı , bütün uygar ulusların üreticilerini bağrında toplayan o büyük sınıf , bağımsızlaşarak insanlığı kölece çalışmanda kurtaracak ve insan-hayvanı özgür bir varlık durumuna getirecek olan işçi sınıfı , tarihsel görevini unutup içgüdülerine ihanet ederek , kendini çalışma dogmasına kurban etmiştir.. cezası sert ve korkunç olmuştur.. tüm bireysel ve toplumsal sefalet , çalışma tutuksundan doğmuştur..

sevme , içme ve tembellik dışında ,

tembellik edelim her şeyde..-lessing’

Tembellik Hakkı , PAUL LAFARGUE , Çeviri : VEDAT GÜNYOL , TELOS Yayınevi , Mayıs 1991..

 

‘okul , kişileri yaşlarına  göre ayırır.. bu ayrımlama sorgulanması olanaksız bazı önermelere dayanır.. çocuklar okula aittir , tek öğrenim yeri okuldur..’

‘okul sistemi günümüzde , tarihte hep güçlü olmuş kiliseler için gereken üç işlevi yüklenmiştir.. okul bir yanıyla toplum söyleninin kaynağıdır , bir yanıyla da bu söylenin karşıtlıklarının kurumsallaştırılması ve söylen ile gerçeklik arasındaki uyumsuzluğu yeniden üretecek ve saklayacak olan kuttörenin yuvasıdır.. günümüzde okul sistemi ve üniversite söylenin eleştirisi için olanaklar belirmekte ve kurumsal arızalara başkaldırı ortaya koşul olarak çıkmaktadır.. ancak söylen ile kurum arasındaki temel çelişkiler için hoşgörü isteyen kuttören değişmezliğini koruyor ; yeni toplum düşünyapısal eleştiri ve sosyal devinim kuracaktır.. salt merkezi toplum kuttörenin ve yeniliğinin büyüsünü bozup ayrılarak köktenci bir değişim başlatabilir..’

‘okulun bir gereksinim olduğu bir kez onaylandığında , öteki kurumlar için de rahat bir av olur.. gençler , kendi imgelemlerinin öğretim izlencesinin sunduğu eğitimle biçimlendirilmesine izin vererek , her soydan kurumsal planlamaya karşı koşullandırılırlar.. gençlerin imgelemlerini ‘eğitim’ sınırlar.. bu açığa çıkartılamaz ama umut ve beklentilerini değiştirmeleri öğretildiği için , yalnızca yanıltılırlar.. eğitim almış kişiler diğerlerinden ne bekleyebilecekleri kendilerine öğretilmiş olduğu için artık şaşırtılamazlar.. aynı durum , bir insan veya makine için de geçerlidir..’

‘okul öğrenim eylemini konulara bölerek çocuklara önceden hazırlanmış öğretim izlencesine tutsak etmeye ve uluslar arası bir sayıla sonuç değerlendirilmesine girişir.. kendi gelişiminin değerlendirilmesi için diğerlerinin tek biçimlerine boyun eğenler , biraz zaman geçtikten sonra aynı şeyi kendilerine uygulamaya da başlıyorlar.. böyleleri artık kendi yerlerine konulmamak zorundadır.. ne ver ki , her şey kendi yerine oturuncaya dek , kendilerini atandıkları konumlarına yerleştirmekte , sağlamaları öğretilmiş yerlere kurulup , bu dönemde de herkesi ve meslektaşlarını yerlerine yerleştirirler..’

‘üretim ve tüketim bakımından hepimiz okullaşmanın kapsamındayız.. bir şeyleri iyi öğrenmenin okulda mümkün olabileceğine ve olması gerektiği bir boşinanç haline geldi.. okul kavramından uzaklaşma girişimimiz , sonuna kadar tüketmekten ve öbür insanların kendi iyilikleri için güdülmelerine ilişkin sakat varsanılardan vazgeçmeyi denediğimizde , içimizdeki direnmeyi ortaya serecektir.. okullaşma sürecindeki hiç kimse kendisini başkalarının sömürüsünden kurtaramaz..’

Okulsuz Toplum , IVAN ILLICH , Çeviri : CELAL ÖNER , ODA Yayınları , Ekim 2006..

TAŞ BİR SÖZCÜK DÜŞTÜ PARÇALANDI..- ANNA AHMATOVA

TAŞ BİR SÖZCÜK DÜŞTÜ PARÇALANDI..

taş bir sözcük düştü parçalandı

henüz yaşayan göğsümde.

zararı yok, ben zaten hazırdım.

gelirim bunun da üstesinden.

başımda işim çok bugün :

belleği sonuna değin öldürmek gerek ,

taşlaşması gerek ruhun

ve yaşamayı yeniden öğrenmek..

işte.. yazın hışırdayan sıcak soluğu

bayram gibi sarıyor pencereyi.

ben çoktan sezmiştim bu

aydınlık günü ve boş evi..

ANNA AHMATOVA

Çeviri : Azer Yaran