Author Archive

White Dog – Beyaz Köpek 1982

Julié yolda giderken arabasıyla bir köpeğe çarpar ve onu veterinere götürerek iyileştirir . Veteriner bu köpeğin çok yaşlı bir alman çoban köpeği olduğunu söyler ve onu hayvan barınağına götürmesini söyler . Julié onu evine alır ve bir gece evine bir adam girer Julié ‘ ye tecavüz etmek isterken köpek Julié ‘ yi kurtarır . Bu olay Julié ‘ nin köpeği çok sevmesine ve ona bağlanmasına yol açar .

Ama büyük bir sorun vardır . Köpek eski sahibi tarafından zencilere karşı saldırmak için eğitilmiştir . Her gördüğü zenciye saldırmaktadır . Julié bu olayı çözmek için onu hayvanları eğiten bir yere götürür ve burada Keys ile tanışır . Keys bu işi gurur meselesi yapmıştır ve köpeği zencilere karşı bir ölüm makinası olmaması için eğitmeyi kabul eder .

Keys yaklaşık 5 haftalık bir eğitim uygulamaktadır köpeğe ve son deneme için Julié ‘ yi çağırır .  Son bir deneme yapacaklardır köpeğin iyişeşip iyileşmediğini görmek için . Sonunda ne mi oluyor ?  Orası Süpriz olsun kendinize  bir güzellik yapın bu filmi bir yerden bulup mutlaka izleyin . 1982 yapımı olan bu film bir çok ülkede gösterime girmemiş ve girdiği yerlerde bile çok az vizyonda kalmış . Film Romain Gary ‘ in romanından esinlenmiş . Bu güzel filmi bana veren sevgili Crockett ‘ e teşekkürlerimle …

BLACKHAWK

‘şirin.. şirin.. şirin..’ ‘şirin sinema..’

‘şöyleydi
su içen güvercinler gibi ürkektik , bakışıklıydık

bir de alkollere düşkündük ki kınanırdık , niye sanki

çünkü biz bilmez miydik alkol hiçbir zaman kurtuluş değildi

üstümüzde bir karabasandı yalnızca

yalnızca

bir anlayan olsa anlatırdık gözyaşını da

hem o zaman gözyaşı bile kınanırdı

hüzün de kınanırdı, yalnızlık da

ama çoğumuz bunları yazdı

şiirde , romanda , öyküde yazdı

örneğin roman güzelse biraz

o roman baştan sona bakımsızdı

ve her şey

bir yudum su içip başını yastığa koyan bir hasta gibi kaldı..’

EDİP CANSEVER

(fotoğraf : Crockett..)

‘son zamanlarda aylakadamız’da sinema ve yeni filmler hakkında yazı olmadığına dair sitemler alıyoruz.. bu konuda haklılar sitem eden dostlar ama film tanıtımı yapmak için boş vakit gerekiyor.. boş vakitlerde devamlı film izlemekle geçtiğinden tanıtıma fırsat bulamıyoruz.. günde ortalama üç dört film izliyorum.. sinemayla yatıp kalkıyorum.. hafta sonları izlediğim film sayısı bazen altı yedileri buluyor.. e doğal olarak vakit kalır mı film tanıtmaya bu kadar abartınca.. kalmıyor.. beyin bile isyan ediyor bu performansa.. ama işte  sinema , ‘sensizlik’ cehennemindeki benim birkaç ‘tutamağımdan’ en önemlisi.. 

vaktim yine az bu yüzden şimdi de fazla bir şey yazamayacağım ama yine de son dönemde izleyip de sizin de izlemenizi isteyeceğim filmlerin bazılarından bahsetmek istiyorum biraz..

ilk bahsedeceğim film pelin esmer’in yönettiği ‘11’e 10 kala’ filmi.. son zamanlarda izlediğim en iyi yerli yapımlardan birisi.. tabi izleyen herkesin aynı hazzı , zevki alacağını sanmıyorum.. filmde anlatılan kolleksiyoncu ‘mithat amca’nın hikayesi.. saatlerden kitaplara , gazetelerden dergilere kadar her türlü şeyin kolleksiyonunu yapan mithat amca’nın evi adeta bir antikacı , kitapçı karışımı kutsal bir mekan.. mithat amca’nın vefasız ve görgüsüz komşularına , akrabalarına karşı onurlu direnişini ve kendi dünyası içinde uğraşıp didinmesini anlatıyor film.. sanırım beş altı kez izledim.. filmi izlerken bir yandan duygulanırken bir yandan da o kadar huzur doluyorum ki anlatamam.. hiç sıkılmadım , her izleyişimde ayrı bir heyecanlandım.. başrollerde mithat esmer ve nejat işler’in olduğu bu filmde kapıcı ali rolünü oynayan nejat işler’in performansı da her zaman ki gibi mükemmeldi.. nejat işler’i ilk izlediğimden beri hiçbir zaman kötü bir oyunculuğuna rastlamadım.. bir torpil de söz konusu değil asi kişiliğinden dolayı.. en güçsüz senaryo da bile ön plana oyunculuğuyla hemen çıkıyor.. nedense yerli oyuncular arasında serdar orçin ve nejat işler’i her zaman en iyi oyuncular kabul ediyorum.. neyse konuyu yine dağıtıyorum sanki bu yüzden konumuza geri döneyim 11’e 10 kala izlenmesi gereken bir film kaçırmayın hemen edinin ve izleyin..

bahsedeceğim ikinci film ise onur ünlü’nün ‘beş şehir’ filmi.. onur ünlü de benim torpilli yönetmenlerim arasında.. ah muhsin ünlü olarak şairliği konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim.. hele son mavi marmara katliamından sonra bir sitede yazdığı küfür dolu şiiri ona hiç yakıştıramadım.. her ne kadar kendisi ‘bir şiirimi yapacağım on iyi filme değiştirmem’ dese de filmleri birer başyapıt.. şiirleri konusundaki olumsuz düşüncelerime rağmen işte aynı onur ünlü’nün tüm filmleri gibi son filmi ‘beş şehir’ için ne yazsam azdır.. ustanın önünde saygıyla eğiliyorum.. usta döktürmüş yine.. beş şehir , her ne kadar ismi beş şehir olsa da bir polis , tezgahtarlık yapan bir öğrenci , bir seyyar oyuncak tren satıcısı , 11 yaşındaki bir çocuk ve bir öğretmenin üç ayrı şehir de geçen ama bir noktada kesişen beş insanın hayat hikayesini anlatıyor.. ha bir de filmimizin bir kedisi var ki onur ünlü’ye filmin bu kedisi konusunda ne kadar teşekkür etsek azdır.. her ne kadar bazı yönlerden aksamalar ve eksiklikler olsa da kedili sahneler filmin en bayıldığım kısımlarındandı.. filmin başrol oyuncularından bülent emin yarar her zaman ki büyük oyunculuğunu gösterirken , beste bereket , tansu biçer ve ahmet rıfat şungar’ın oyunculukları da üst düzeyde.. ama bence tansu biçer en öne çıkan oyuncu filmdeki.. antalya altın portakal film festivalinde en iyi senaryo ödülünü alan beş şehir kaçırılmayacak bir film ama beş acı hikayeye dayanamam derseniz izlemeyin derim.. onur ünlü usta’nın yeni filmlerini sabırsızlıkla bekliyoruz.. bu yazının repliği de bu filmden olsun :

‘şevket (ahmet rıfat şungar) : – belli..senin hiç şiir falan okuduğun yok..eğer okusaydın bilirdin ki aşk adamı sınanmaz…’

izlerseniz kendinize bir güzellik yapacağınız filmlerden birisi de tolstoy’un son zamanlarını anlatan yönetmen michael hoffman’ın ‘last station’ filmi.. christopher plummer tolstoy’u canlandırıyor.. tolstoy’un son zamanlarını nasıl geçirdiğini , çok sevdiği eşinden hangi şartlarda ve nasıl kaçtığını , çocukları ile ilişkilerini  yanında çalışan özel kalemi bulgakov’un gözünden anlatan bir film.. tolstoy’un eşini oynayan helen mirren döktürüyor oyunculuğuyla.. bir de benim kadrolu oyuncularımdan ‘paul giametti’nin performansı da çok güzel.. filmde tolstoy’un sağ kolu ‘vladimir chertkov’u canlandırıyor paul giametti.. tolstoy’un ölümünün halka açıklandığı sahne ‘camille claudel’ filminde victor hugo’nun ölümünün paris’te kulaktan kulağa yayıldığı anların anlatıldığı sahneler kadar etkileyiciydi..

sizlere izlemenizi önereceğim dördüncü film ise amelie’nin yönetmenliğini yapan ‘jean-pierre jeunet’in son filmi : ‘micmacs à tire-larigot’.. dany boon’un filmin ana karakteri ‘bazil’i oynadığı film hafif bir militarizm , silahlanma ve ırkçılık karşıtlığı içeriyor ama ileriye gidemiyor.. ‘bazil’in hayatında silahlardan yana hiç şansı yok.. kendisini yetim bırakan sonra büyüdüğünde yine kendisini ölüme yaklaştıran hep silahlar oluyor.. ama bazil’de sonunda şartel atıp , kayış kopuyor intikam almaya karar verdiği anda müthiş heyecan başlıyor.. iyilerin film boyunca kötülerin ödünü koparıp yüreklerine indiği , iyilerin kazandığı bir masal izlemek istiyorsanız kaçırmayın bu filmi.. eğlenceli , hayat dolu bir film.. ama sadece o kadar..

filmler ve sinemadan konu açılınca yazmak yazmak hep yazmak istiyorum.. ama şimdilik bu kadar yeterli sanırım çünkü neredeyse abbas kiarostami’nin ‘şirin’ filminden bahsedecektim.. ama anlatmaya başlarsam sayfalar dolusu yazarım.. abbas kiarostami yine bir şaheser film yaratmış : ‘şirin’..  ‘şirin’.. ‘şirin’.. ya arkadaş bu nedir ya.. tamam güzel bilirdim acem , iran kadınlarını ama filmin  ilk anlarından itibaren manyak etti beni kiarostami.. yaşlısından gencine ilk on dakika içinde onlarca iranlı kadın görünüyor filmde.. hepsine ayrı ayrı taptım.. iran’a mutlaka gitmek istiyordum , şimdi iran’a gitmek farz oldu , şart oldu.. yok böyle güzellik.. ha bu güzellerin arasında herkesin tanıdığı birisi de var iran’lı kadınlara eşlik eden : juliette binoche.. kimse kızmaz umarım fakat filmdeki iranlı kadınların eline su bile dökemez güzellik konusunda bu güzel oyuncu..

tamam tamam ‘bazil’ gibi bende de kayış koptu yine bitiriyorum dedim ama başka filme girdim yine.. burada bitiriyorum.. sonra uzun uzun bahsederim ‘şirin’den.. aklınızda bulunsun değişik bir film ‘şirin’.. bu ne ya diyebilirsiniz.. bazılarına değişik gelebilir tarzı sonra kızmayın.. ama eminim o güzellikler karşısında donup kalacaksınız ve kızmayı unutacaksınız bana..

şimdi intervention divine (yadon ilaheyya-kutsal direniş) filminin müzikleri arasında da olan ‘tango el amal’ı nour el houda söylüyor.. ‘tango el amal’ ve ben ‘seninleyim’ yine sana inat ‘İKİZİM’..  

gülüşünüzle kalın , filmsiz de kalmayın..’

Crockett..

‘İçinde Yaşamayı Seçtiğimiz Hapishaneler..’- DORIS LESSING

‘siyasi liderler , insanları harekete geçiren ve eski zamanlardan beri icra edilen numaraları becerikli bir biçimde kullanıyorlardı : shakespeare’in jülyus sezar’ına bakınız.. şimdi , tüm bunları daha da etkili hale getirecek uzanmaları da görevlendirdikleri bir aşamaya geçtik.. ama bunun panzehiri , bize karşı kullanılan bu numaraları bizim de açık bir toplumun içinde inceleyebilmemizdir.. elbette dallas’ı yada başka bir şeyi izlemek yerine onları incelemeyi seçersek..

dikkat çekmek istediğim nokta bize , bireyler , gruplar , kalabalıklar , güruhlar olarak kendimize dair ulaştırılan bilginin , bilinçli bir biçimde ve kasten uzmanlar tarafından kullanılmasıdır.. dünyadaki neredeyse bütün hükümetler vatandaşlarının idaresini ellerinde tutmak için bu uzmanları kullanır.. hükümetlerin araştırma sonuçlarını beyin yıkamak için kullandıklarını gözlemeye gün geçtikçe daha da muktedir olacağız ; ancak bunu istersek , onların kurbanları haline gelmeme kararlığında olursak..

bu arada , kendilerini iyiliğin , iyi niyetliliğin orduları olarak görmeyi seven bu insanların böyle araçları küçük görmesi de ilginç.. onların bu araçları kullanması gerektiğini söylemiyorum ; ama genellikle bunları araştırmayı bile reddediyorlar ; böylece onlar tarafından manipüle edilmeye açık hale geliyorlar.. bunu sınamak için , örneğin greenpeace’de , sosyalizmin çeşitli akımlarında yer alanlar ; nükleer savaşa karşı , yurttaşlık hakları için , tutuklu hakları için , işkencenin durdurulması , vs. için mücadele edenler gibi günümüzün iyi niyetli hareketlerinde yer alan bir dizi arkadaşımla bu konu hakkında konuşmaya çalıştım.. hepsi aynı şekilde tepki verdi : insan davranışlarını , bizim davranışlarımızı tarafsız bir biçimde , önceden tahmin edilmesi öğrenilebilir gibi incelemek gerici , ya da anti-özgürlükçü , ya da anti-demokratik bir şeymiş gibi , duygusal isteksiz , ve güvensiz bir tepki verdiler..

bize  karşı olanların böyle çekinceleri yok..

eğer kendi tanımlarına göre haklı , iyi ve doğru olduğundan emin ve kendilerine karşı olanlar kötüdür gibi tutumlara uygun olarak kendilerinden hoşnut bir grubun üyesiyseniz ; doğal olarak , araya bir mesafe koyarak nesnelliğe giden yolda gerekli olan bu adımları atmak zordur..

ama bu bazen thatcher’in son seçimi tüm bunları tama anlamıyla toparladı gibi geliyor : bir sahne amirinin yönetimi altında , gayet incelikli bir toplumsal reçeteye uygun olarak her hareketiyle ; çıkışı , girişi , gülüşü ve sözüyle sahnedeydi.. bu sırada michael foot yüce gönüllü ve hırçın bir biçimde , bir tren penceresini bilgi alamaya çalışan muhabirlerin yüzüne kapatıyordu..

hindistan’ın rajiv gandi’sinin , seçimleri milyonlarca insanın idolü olan bir film yıldızı dostunun yardımıyla kazandığını gördük.. sizin güneyinizde , yüzyılın en popüler başkanı bir film yıldızıdır – böyle söylendiğini duydum.. reagan’ın neden bu kadar başarılı olduğu tartışılırken , insanların ona oy vermesinin bir nedenin de , onun zaten bilet gişesinde seçimi kazanmış biri olabileceğinden hiç söz edilmediğini duydum ; bu yüzden çok güçlü bir gerçek dışılık hissine kapılmadım da değil..

gösteri aracılığıyla yönetmek.. her otoriter hükümet bunu gayet iyi anlar.. hitler’in , milyonlarca insanın histeriye tutulduğu kitlesel gösterilerini aklınıza getirin ya da dans eden güzel kızları , çiçekleri , şarkıları.. korku ve tehdidi bir arada kullanan sovyetler birliği’nin devasa askeri geçit törenlerini düşünün..’

‘hayatınızın birçok döneminde size baskılara karşı durmanın bir anlamı yokmuş , yeterince güçlü değilmişsiniz gibi gelecek..’

‘ancak size , bu kitlesel fikirleri , bu görünüşte karşı konulmaz baskıları nasıl sorgulayacağınız , kendiniz hakkında nasıl kafa yoracağınız ve kendinizi nasıl gerçekleştireceğiniz öğretilecek..’

‘size , fikirlerin ne kadar kısa ömürlü olabileceğini , görünüşte en karşı konulmaz ve ikna edici fikirlerin bir gecede nasıl tarihe karışabildiklerini görmeniz için tarihin nasıl okunulacağı öğretilecek.. size , insanların ve halkların gelişimini anlamanız için , insan türünün kendi kendini sorgulaması olan edebiyatı nasıl okuyacağınız öğretilecek.. edebiyat antropolojinin bir dalıdır , tarihin bir dalıdır ve biz bir fikri uzun vadeli insan hafızasının bakış açısına göre nasıl değerlendireceğiniz bilmenizi sağlayacağız.. çünkü edebiyat ve tarih , insan hafızasının , kayıtlı hafızanın birer dalıdır..’

‘kendi davranışlarınızı ve dostlarınızla anlaşmazlığa düşmek her zaman acı verici olacağı için – seni grup hayvanı seni- tüm hayatınız boyunca hem teselliniz hem düşmanınız , hem destekçiniz , hem de en büyük caydırıcınız olacak olan grup davranışlarını anlayabilmeniz için , bu derslere , bu yeni bilgi dalları , yani psikoloji , sosyoloji , vs. bilimleri eklenecek..’

‘size görünüşte ne kadar uyum göstermeniz gerektiğine bakılmadan – çünkü yaşayacağınız hayat genellikle uyumsuzluğun bedelini ölümle ödetir- kendi varlığınızı , kendi yargılama gücünüzü , kendi düşüncenizi derinlerde canlı tutmanız öğretilecek..’

İçinde Yaşamayı Seçtiğimiz Hapishaneler , DORIS LESSING , Çeviri : BERNA KURT , ÇİTLEMBİK Yayınları , 2003..

‘bizler içerideki kedileriz.. bizler tek başına yürüyemeyen kedileriz ve bizler için tek bir yer var..’ – WILLIAM S. BURROUGHS

‘daha sonraları atom bombasını yaptıkları ve sarı tehlike’nin üstüne atmakta tereddüt etmedikleri los alomos ranch okulunda , oğlanlar ağaç kütükleri ve kayalar üstünde oturup bir şeyler yerlerdi.. bayırın sonunda bir ırmak vardı.. kamp sorumlusu yüzünde bir politikacı edası olan bir güneyliydi.. kamp ateşinin etrafında bize sinsi ‘sax rohmer’in ırkçı çöplüğünden derlenmiş hikayeler anlatırdı – doğu kötüdür , batı iyi..

birdenbire , bir porsuk çocukların arasına fırlayıverdi – bunu neden yaptığını bilmiyorum ,çok şakacı , dosta ve deneyimsizdi , tıpkı ispanyollara meyve koparıp ikram eden ve sonra da elleri kesilen aztek kızılderilileri gibi.. bizim kamp sorumlusu hızla çantasına el atıp 1911 yapımı 45 kalibrelik otomatik tabancasını çıkardı ve porsuğa ateş etmeye başladı , iki metre uzaklıktan yaptığı her atışı ıskaladı.. en sonunda silahını porsuğa 10 santim mesafe kala tuttu ve ateşledi.. bu sefer porsuk bayırdan aşağı nehre yuvarlandı.. felakete uğramış hayvanı , onun büzülen üzgün yüzünü , bayırdan aşağı yuvarlanışını , kanlar içinde can verişini görebildim..

‘bir hayvan görürseniz , onu öldürün tamam mı.. çocuklardan birini ısırabilirdi..’

porsuk sadece sıçrayıp oynamak istemişti ve devlet malı bir 45’likle vuruldu.. ona dokunun.. onunla bütünleşin.. onu hissedin.. ve kendinize sorun , kimin hayatı daha değerli.. porsuğunki mi , yoksa bu kahrolası beyaz bok parçasının mı..

brion gysin’in dediği gibi ‘insan kötü bir hayvandır..’

‘televizyonda kocaayakla ilgili kısa bir belgesel.. northwest dağındaki arazilerde ayak izleri ve görüntüler.. bölge sakinleriyle görüşmeler..  karşınızda 150 kiloluk bir dişi mankafa :

‘sizce eğer hala yaşıyorlarsa bu yaratıklara ne yapılmalı..’

çirkin yüzünü koyu bir gölge kaplıyor , gözleri inançla parlıyor : ‘öldürün onları.. insanlara zarar verebilirler..’

‘aynı yaşlarda bir başka düş : tavan arasında gün ağarırken uyanığım ve tuğla evimin içinde gri adamların oynadığını görüyorum.. 1920 yapımı bir hızlı filmdeki gibi hızla hareket ediyorlar.. fıışt.. kayboluyorlar.. gri şafak ışığında sadece boş tuğla ev.. bu sekansta hareketsizim , sessiz bir tanık..

büyülü ortam yerle bir oluyor.. artık orman parkında yeşil ren geyiği yok.. melekler tüm kovukları terk ediyor , içinde tek boynuzlu atın , kocaayağın , yeşil ren geyiğinin bulunduğu ortam giderek azalıyor , tıpkı yağmur ormanlarında yaşayıp soluk alan diğer yaratıklar gibi.. ormanlar motellere , hiltonlara ve mcdonaldslara yer açmak için yok olurken tüm büyülü evren ölüyor..’

İÇERDEKİ KEDİ , WILLIAM S. BURROUGHS , Çeviri : FAHRİ ÖZ , NİHAN HATİPOĞLU , ALTIKIRKBEŞ Yayınları , Ağustos 1997..

HÜZÜNLÜ GEZİNTİ GÜVERTESİ.. – BİRHAN KESKİN

HÜZÜNLÜ GEZİNTİ GÜVERTESİ – II

yüzüm

hangi dağa baksam

içinde öfkelerinden habersiz

korkunç atlar gezdiren

bu sessiz , yıldızsız..

yüzüm

hangi yola çıksam

bu yetim avlusu , bu ateş

bu ağlamaklı şey..

HÜZÜNLÜ GEZİNTİ GÜVERTESİ – IV 

ben hangi kelimeye açsam ağzımı

ben hangi kelimeyi nereye koysam

bir sonbahar konaklar sesimde..

 

ben hangi kelimeyle girsem akşama

ben hangi kelimeyle nereye gitsem

yokluğunun renginde depremler düşer boynuma..

 

ben hangi yaprağın ince hüznüyüm

sen hangi sersem haydut..

BİRHAN KESKİN

Kim Bağışlayacak Beni , BİRHAN KESKİN , METİS Yayınları , Mart 2005..

‘ormana nasıl seslenirsen , o şekilde susar..’ – GEORG SIMMEL

BAHANE..

hayvanlarda benzeri görülmeyen , salt insana özgü olan bir davranış keşfetmeye çok çalışıldı.. oysa dil ve devlet , hatta ahlak ve sanatın bile gelişimlerinin ilk belirtilerini insan altı varoluşta bulmak mümkün.. ama bir noktada , insanla hayvan arasındaki mesafede en ufak bir azalma olmamışa benziyor.. bazı hayvanlar bir haksızlık yaptıklarını hayal meyal sezebilirler belki – ama hiçbir hayvan özür dilemez.. kabahati bir de başarıya dönüştüren bahane yalnızca insanın tinsel mülküdür ve en üstün hayvan bile buna cesaret edemezken , en alçak insanın beşiğine türünün vaftiz armağanı olarak konulur.. bu bana insan tininin en büyük hizmeti gibi geliyor.. dünyanın kütlesini yerinden oynatabilen arşimed’in kaldıracı nedir ki bunun yanında.. oysa bu noktada tüm ahlaki dünya devreye girer ; bahane sayesinde , ahlaki gerçekliği sınırsız irademizin biçimlerine sokabiliriz.. ve mistik olan , insan ruhuna özgü bu eylemin daha alt düzeylerde daha da gür ve arı bir biçimde yeşermesidir ; tin mirasından mahrum bırakılmışların anavatanıdır o ; derin bir iç adalet , insan ruhunun en benzersiz şeyini en sıradan olanlara layık görmüştür..

türümüze bahşedilen bu lütuf , bir seyahatnamede ayıdan geldiğine inanan bir kızılderili kabilesine rastladığımda aklıma geldi.. bu kabile her ayıya ataları diye saygı gösteriyor , onu kutsal sayıyor.. ama ne de olsa ayı eti lezzetlidir.. bu kutsal atayı öldürdüklerinde , ona kendi etinden bir kurban yemeği sunuyorlar ve şu konuşmayı yapıyorlar : ‘görüyorsun , çocuklarımız aç.. seni öyle seviyorlar ki , bedenlerine katmak istiyorlar.. büyük ayı için , çocukları tarafından yenmekten daha güzel bir şey olabilir mi..’

buraya kadar yazdıktan sonra metni bir arkadaşıma okudum.. o ise , hayvanların bahane bulamayacağını sanmanın insan kibrinin yine tipik bir örneği olduğunu ve bahanenin salt insana özgü olmayan kozmik bir gerçek olduğunu söyledi.. ama benim karşı argümanlarımı kabul etmek zorunda kalınca dedi ki : ‘ne yani , yavrularını yediği için suçlanan dişi aslanın ne dediğini kendi kulaklarımla duymadım mı : ‘bunu yaptım’ , dedi ‘çünkü ailem için yaşamak zorundayım..’

GEORG SIMMEL

BİR AŞK FELSEFESİNDEN FRAGMANLAR..

bölüm : 2

her ticari anlaşmada , bu anlaşmaya daha az önem veren taraf daha baştan avantajlıdır.. aynı paradoks aşkta da tekrarlanır.. her aşk ilişkisinde daha az seven tarafın ağırlığı daha fazladır ; şartlar öner sürebilir , öbürü ona mahkumdur , çünkü aşkına bağlılığından ötürü avantajlarını fark edemez , farkına vardıklarından da yararlanamaz.. evlilikte de yine aynı koşullar altında , daha az hisseden , ötekine hükmeder.. evlilikte olduğu kadar özgür ilişkilerde de genellikle erkeğin bu durumda olması , bana erkeklerin kadınlar üzerindeki ağırlığını açıklayacak önemli bir neden gibi geliyor.. yine de bütün bunlar adaletsiz sayılmaz.. çünkü aşkta daha derinden seven o kadar daha derin bir mutluluk duyar ki , varsın öbürü de hakim olma konusunda ve ilişkinin dış kenarında yer alan şeylerde ağır bassın..

bölüm : 3

birine olan aşkımızdan ötürü , en soylusundan en adisine , en zekicesinden en aptalcasına kadar yapamayacağımız şey yoktur – tek istisna şudur : onu sevmek , ona olan aşktan ötürü olamaz.. aşkı , insanın tüm özgeciliğinin kökü diye överler.. pekiyi , kökü olsun , ama meyvesi asla olamaz.. bir insanı asla salt kendinden ötürü sevemem  , zira o zaman onu daha sevmeden önce sevmiş olmam gerekirdi.. seni sevdiğim zaman bu aşk sana karşı ruhumu bencilliğin tüm izlerinden arındırıyor olabilir ; fakat seni sana olan aşkımdan ötürü  sevemem.. yoksa aşkın bencillikten kaynaklanan bu kökü – ki o yalnızca bencillikten kaynaklanabilir , eğer düşüncesi kendi etrafında dönüp durmayacaksa ve etkisi nedeni haline gelmeyecekse – aşkın bu kökü etkilerine ve meyvelerine de kök suyundan akıtıyor olmasın..

GEORG SIMMEL

‘Öncesizliğin Ve Sonrasızlığın Işığında An Resimleri – Felsefi Minyatürler..’ – GEORG SIMMEL , Çeviri : ALİ CAN TAŞPINAR , DOST Kitabevi Yayınları , Şubat 2000..

‘çaya , çorbaya , adaya , modaya limon..’ – ‘HALO DAYI’

‘kadehim doluysa boşaltan ben, kadehim boşsa dolduran yine ben..’

William IRISH (‘The Bride Wore Black’ – F. TRUFFAUT)

dünya kupası bitti sonunda ve o zulmeden ‘vuvuzela’ mıdır nedir adı o zımbırtının sesi kesildi.. yırttık yani.. o neydi öyle ya.. evde maç izlerken annem her gün gelip televizyonda arıza mı var diye sorup duruyordu.. bitti , bitti artık.. arı vızıltısı da değil , dünyadaki tüm arı kovanları sanki statlara doluşmuştu.. ayrıca o kafası her daim bizden güzel top ‘jabulani’den de kurtulduk.. serseri mayından beter düştü mü yere nereye gideceği belli değil.. kesin içi hava değil alkol doluydu , kafasını kırmışlardı jabulani denen topun..

fitbol afyondur , çağımızın mükemmel kafa buldurucusu , kafayı kaybettiricisidir.. hem de günah değildir bildiğim kadar hiçbir yerde.. bunları kabul ediyorum fakat bizim gibi kafası güzel arkadaşlara pek etkisi olmuyor eğlenmek , kafamızı boşaltmak dışında.. bu yüzden topluca maç izlemenin hastasıyız.. dün akşam final maçının sadece uzatmalarını izleyebildim çünkü ‘reis’ ve ‘serdar’la kafaları yumuşatıyorduk.. adam başı ikişer kasa birayı afiyetle tarihe ve mideye gömdük.. bu yüzden ziftlenmeyi bıraktığımızda ancak maçın uzatmalarına yetiştik..

final maçında ve turnuva boyunca gönlüm portakallardan yanaydı.. ama olmadı azgın boğalar ispanyollar aldı maçı son dakikada.. o biraz tesellimiz oldu.. ne de olsa ‘halo dayımızın’ dediği gibi ispanyollar da ‘arkadişimiz , hepsi arkidişimiz ve kanımız aynı yere akıyor..’ kanımız aynı yere akıyor derken futbolu afyon olarak kullanan ve 3f si (futbol fado fiesta , kimisi de 3s der , buna girmeyelim koparız , dağıtırız ) ile tüm faşistlerin taptığı ispanyol diktatörü franco’yla alakamız yok tabi.. dünkü maçtan hafızalarda kalacak olan sneijder’in gözyaşları ve iki şey daha : ispanyol ve hollandalı seyirciler yan yana , omuz omuza maçı izledi ve yan yana gülüp , ağladılar ve ikinci güzel şey ise ispanya kupayı aldıktan sonra sahaya inen ispanyol futbolcular kupayla sahaya indiklerinde iki sıraya ayrılmış hollandalı futbolcular hem ellerini sıktılar hem de alkışladırlar.. her şeyin top , başarı , futbol , skor olmadığını gösterdiler , herkese örnek olur umarım..

neyse bir dünya kupasını daha kapattık , halbuki daha dün gibi başlamıştı ve hiç bitmeyecek gibiydi.. uzun süre sohbetlere meze olur.. epeyi malzeme çıktı dünya kupasında.. mesela alın size ‘dayı’mızla ilgili yakın zamanda yaşanmış komik bir anekdot dünya kupasından..

‘dayı’ , ‘abidin dayı’ , ‘ciğerim’ , bir urfalı ahbabımız ve ben kadıköy’de yıllardır takıldığımız bir mekanda oturmuş dünya kupası maçı izleme ayağına ziftlenip içiyoruz.. maç ‘almanya-arjantin’ maçı.. ben ve ‘abidin dayı’ hariç herkes arjantin’i tutuyor.. che hayranı , che dövmeli , castro’nun yakın arkadaşı ve fahri kübalı maradona’ya rağmen nedense ben almanya’yı tutuyorum.. her zaman olan kılçıklığımdan değil ama.. o sırada mekanda var yirmi kişi , aralarında ‘abidin dayı’yla birlikte almanya’yı tutan iki kişiden biriyim.. benimkisi belki de alman oyuncu philip lahm’a olan ‘aşkımdandır’..

her neyse aşklara meşklere girmeyeyim , maçı almanya’nın baştan zaten kopardığı açıkça belli olunca ben televizyona arkamı dönüp urfalı ahbabımızla kadehleri bir ileri iki geri seri şekilde tokuşturup havadan sudan konuşurken baktım ‘dayı’ yerinde duramıyor , kıpır kıpır , spikerin her sesi yükselişinde ayağa fırlıyor ‘dayı’.. bir ara ‘dayı’ bana dönüp sırtıma sağlam bir yumruk indirip ‘arjantin bastırıyor , geliyor goller’ diyince arkamı döndüm televizyona baktım fakat yine almanya atak üstüne atak yapıyor.. gülümsedim.. o sırada ‘dayı’ öyle bir ‘yuh’ çekti ki döndüm baktım tekrar televizyona almanya yine yüzde yüzlük gol kaçırmış ama ‘dayı’ bir bağırıyor ki sormayın : ‘allah belanızı versin bu golü atamayacaksanız da almanya’yı nasıl yeneceksiniz.. al şu kazmayı oyundan maradona daha ne duruyorsun’ diyince yenilgiden dolayı sinirli olan herkes ve abidin dayı , ben gülmekten yıkıldık yerlere.. meğer dayı maçı takip etmeye başladığı andan itibaren almanya’yı , arjantin diye izliyormuş.. kaç dakika güldük bilmiyorum ama ‘dayı’ bize küfür edip yandaki kahveye kaçtı , bir iki el kağıt oynayıp ikinci yarının ortalarında çaktırmadan yanımıza geldi.. fakat maç bitene kadar maçla ilgili tepki vermedi.. ‘dayı’ sen bizim her şeyimizsin..

Crockett..

BAYAN LAZARUS.. – SYLVIA PLATH

BAYAN LAZARUS.. 

işte yine yaptım

her on yılda bir

böyle bir tane beceririm

 

bir tür ayaklı mucize, tenim

bir nazi lamba siperliği kadar parlak,

sağ ayağım

 

tüy kadar hafif

yüzüm ifadesiz, incecik

yahudi kumaşından.

 

çözün kundağı

ah, sevgili düşmanım.

korkutuyor muyum? –

 

burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi?

acı nefesi

ertesi gün yok olacak.

 

yakında, çok yakında

vahim bir öldürme gücü

evimde, etimde olacak

 

ve ben işte gülümseyen bir kadın.

daha sadece otuzunda.

ve kedi gibi dokuz canlıyım.

 

bu üçüncü sefer.

ne lüzumsuzluk

on yılda bir imha.

  

bu ne çok iplik.

çekirdek yiyen kalabalık

itişir içeriyi görmek için

 

ellerimi ayaklarımı çözmelerini –

muhteşem soyunmalar.

baylar, bayanlar

 

bunlar ellerim benim,

bunlar dizlerim.

bir deri bir kemik olabilirim, farketmez,

 

ben de onlardandım, tek tip kadın işte

ilk seferinde on yaşındaydım.

kazaydı.

 

ikinci seferinde istedim

bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi.

üstüme kapaklandım.

 

tıpkı bir midye gibi.

tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları

ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan

solucanları

 

ölmek

bir sanattır, herşey gibi.

özellikle iyi yaparım.

 

bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum.

bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum.

sanki gider gibi bir davete.

 

bunu yapmak çok kolay bir hücrede

ölmek ve kımıldamamak

ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi

 

güneşli bir günde geri gel

aynı yere, aynı yüze, zalim

eğlenen çığrışlara :

 

‘mucize!’

işte bu yere yıkar beni.

ama bir bedeli var.

 

yara izlerime bakmanın, bir bedeli var.

kalbimi dinlemenin

hakikaten çalışıyor.

 

bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var.

bir sözün, veya bir dokunuşun.

ya da biraz kanımı akıtmanın.

 

bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın.

eee, herr doktor.

eee, herr düşman.

sizin eserinizim ben,

paha biçilmez,

altın topu bebeğinizim

 

bir çığlığa eriyen

dönüyorum ve yanıyorum.

gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımı sanmayın.

 

kül, kül

külü eşele bak.

etten kemikten eser yok

 

bir kalıp sabun

bir nişan yüzüğü

altın bir diş.

  

herr tanrı, herr şeytan

savulun

savulun.

 

küllerin arasından

doğrulurum kızıl saçlarımla

ve çıtır çıtır adam yerim.

 

SYLVIA PLATH

Çeviri : ENİS AKIN

‘çünkü nerede olursam olayım – bir gemi güvertesinde, paris’te bir sokak kahvesinde ya da bangkok’da- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım.’ – SYLVIA PLATH (Sırça Fanus)

‘bedenimi tuzağa düşürmem gerekiyordu. yoksa beni elli yıl boyunca o ahmak kafesinde hiçbir anlamı olmayan yaşama mahkum edecekti..’ – SYLVIA PLATH (Sırça Fanus)

SARI ŞEY.. – Küçük İskender

küçük iskender’in son şiir kitabı temmuzun başında sel yayıncılıktan çıktı.. kitabın adı ‘sarı şey’.. birbirinden etkileyici , sarsıcı şiir yer alıyor kitapta.. okuma tarihimde küçük iskender’in geç oluşan ama geniş bir yeri var.. kim söylemişti hatırlamıyorum fakat gerçekten de ‘dünyanın dönmesi için küçük iskender’in şiir yazmaya devam etmesi lazım..’ dünyanın en mantıklı ‘kanunu’ bu olsa gerek.. ‘sarı şey’ sıkı bir önsöz niteliğindeki ‘ucube’yle başlıyor ve nefes almayı bile unutturacak şiirlerle devam ediyor.. bence yapacağınız ilk kitapçı gezinizde kitap alma kontenjanınızda ilk sırayı ‘sarı şey’e verin.. yüreğine sağlık usta..

Crockett..

‘UCUBE’

ey devlet , beni de ötekileştir !

çünkü ötelenen , merkeze göre menzile daha yakındır.

ey devlet , beni de başkalaştır!

çünkü başkalaşan , sana benzemeyi bırakmıştır.

ey devlet , beni de yabancılaştır!

çünkü yabancılaşan , neden sevilmediğini anlayacak kadar

düşünmeye başlamıştır.

ey devlet , beni de farklılaştır!

çünkü farklılaşan , rasyonel evrimin yolcusudur.

ey devlet , beni de dışla!

çünkü dışlanan , içeriden çıkmış ve yeni şeylerle karşılaşmanın

heyecanına kapılmıştır.

 

seri katil ‘carl panzram’ der ki , ‘kendimi düzeltmek istemiyorum.

tek arzum beni düzeltmek isteyen insanları düzeltmek ; onları

düzeltmenin tek yolun un da onları öldürmek olduğuna inanıyorum.

benim düsturum şu : hepsini soy , hepsine tecavüz et ve hepsini öldür.’

 

bir cani ile bir devlet arasındaki benzerlik , herkesin benliğinde bir

totaliter rejim hevesini baskı altında tutması. insanlar ve kurumlar

kendilerini ifade için daima bir enstrümana ihtiyaç duyar ; bir

besteciye müzik aleti , bir doktora tıbbi malzeme , bir katile bedeni

ve karşısındakine zarar vereceği nesne , bir devlete ordu ,

derinleştirilmiş kadrolar , din ve faşizm lazımdır.

bilim aslında atomu parçalamakla değil , parçalanmış atomu tekrar

birleştirmekle kendine yakışır olacaktır.

 

yönetme arzusu , belki kabullenilemez ama güdüsel bahanelerle

makulleştirilebilir ; ancak yönetilme arzusu diye bir olgu yoktur.

asimilasyona boyun eğip benzeyerek gücün kanatları altına giren

ve can güvenliğini sağlayanların , prototipleşmeye karşı çıkıp

benzemeyi reddederek ortak kimlik şemsiyesi altından kopanlara

düşmanlığı , sürüden ayrılanı kurdun kapması sözüyle

korkutulmaya çalışılınması çok bildik bir politikadır. bu politikaya

uymayan devlet yeryüzünde henüz görülmemiştir.

 

öte , öteki , başka , fark , yabancı ve dışarısı : huzuru olağanda arayanlar

için sürekli bir korku öğesi. hollywood yıllarca bu öğelerle

süslü korku filmleriyle terbiye etti kapitalist amerikan toplumunu.

o filmlerle biz de yerimizden sıçradık ortadoğuda. çok öteye

gitmememizi söyledi ebeveynler biz çocukken ; başkalarıyla / yabancılarla

konuşmamamız öğütlendi ; eve erken gelmemizin ,

dışarıda fazla durmamamızın kafamıza çakılması da cabası. sanki

biz çok temizdik ve diğerleri dehşetin tek sorumlusuydu. ama diğerlerinin gözünde biz de diğerleri olmuyor muyduk ? nerden bakılsa bir ‘öteki’ hala hayattaydı.

 

sınıflandırma , listeleme , ayrıştırma , ötekinin var olabilmesiyle

mümkündü. bütündeyse öteki kavramı anlamsızdır. anlamlıyla

anlamsızın adlandırılması ise işe yarayanla , uyum sağlayanla

buna öfkelenenin elektrolizine bağlı.

 

ey devlet beni de ‘ucube’ say !

çünkü ucubeleştirilen , hep hareket halindedir.

KÜÇÜK İSKENDER

BİR TELEFON GÖRÜŞMESİ

-aklım kadar ötedeyim , sense benden beethoveen kadar uzakta

tebliğ ediliyoruz sanki susuzluğa ve uykusuzluğa , sahi saat kaç

-sahi sular vardı

sular bizi korkusuzca sularlardı karanlıkta ilahi taşları sever gibi

neden aradın beni , kaybolmadım ki

arama bir daha , ararsan kaybolursun korkularında

-ben kaybolursam sen sensizliğinden suçlu olursun , suçla avunursun

herkes çekildi

şimdi herkes yeniden çekilecek ve mavi bir şey kalacak ağzımda

– bana ağzını ver

ağzımla örteceğim içimdeki uçurumları , kimse düşmesin

kimse üşümesin diye örteceğim ağzını dudaklarımla

ceylanlar öldü mü martılar gömer çünkü onları uykulara

– bunlar nasıl kolay kelimeler , kolay sesler , kolay yalanlar ,

kolay trajediler

kolajı yarım bırakılmış , tasviri ertelenmiş ürpertiler

beni arama bir daha

– bir daha sen arama beni , beni arayacaksa polis arar sokaklarda

it arar , düş arar

keskin ve allahı olmayan bir cehennem arar kendimde bulacak olursa

bir kırık ilhan irem plağı ver bana

– hayır , asıl sen arama

aranan ve bulununca ortadan kaldırılacak bir acıyım ben

acıyan bir şeyim ağrının ortasında varlığından devasa

elimdeki plakların bir yüzü silinmiş , sadece çığlıklar var orada

– o zaman kimse aramasın bizi , seni de aramsınlar , beni de

ulaşamasınlar tedirgin saldırganlığımıza

içimdeki rüzgar kanıyor , kan rüzgardan değil efkardan akıyor ince ince

– telefonu kapatmak zorundayım , biri kapıyı çalıyor gecenin bu yarısında

belki birileri de binayı kuşattı , numarası silinmiş tüfekler var omuzlarında

– omuz dedin , omuzlarımı da aramsın kimse , oradan uyumuştun birkaç kere

delil bulurlar , deli bulurlar , bizi bulurlar belki omuzlarımda

-telefonu kapatmak zorundayım , biri kapıyı kırdı bana usul usul yaklaşmakta

belki birileri de yüzümü kuşattı , evin her yeri baştan aşağı sancımakta

– ciddi söylüyorum beni bir daha arama , ruhumu arama

yasak belge arıyorsan kalbim , uyuşturucu arıyorsan adın var sadece ardımda

– telefonu kapatmak zorundayım , biri aşkıyla ban kurşun sıkmakta

belki birileri de beni sevebileceğini fark etti , bedenim slogan oldu meydanlarda

-telefonu asıl ben kapatmak asıl ben zorundayım asıl

yuttuğum haplar şiddetle patlamakta

sen buna lüzumsuz intihar diyeceksin sanırım

ama lüzumlu bir narkozdu ömür boyu sürecek aslında..

bir daha beni arama..

– sen de arama aslında..

– arama lütfen..

– ne olur sen de arama..

– bir daha ki peygambere kadar

söz

asla !

sen de..

– arama !

..ama aslında.

KÜÇÜK İSKENDER

‘kalbim hep bir yusuf..’ – Crockett

‘gülefer : yusuf.. sen misin.. yusuf.. canına kurban olayım oğul..

gerçek misin yoksa rüya mı görüyorum oğul..

iyi misin.. geldiğin yollarına kurban olurum oğul..’

 

‘gülefer : oy.. oy.. oğul.. büyüdün mü küçüldün mü bilmiyorum oğul.. ne yapayım.. on yılda belki büyümüşsündür sana olur mu bilmem..’

‘gülefer : hiç büyümemişsin oğul.. zayıf kalmışsın.. kimseye derdimi söylemek istemedim oğul..

gittim bahçede ağladım , kapı önünde ağladım.. geldim odanın duvarlarına baktım hep ağladım..’

‘KALBİM HEP BİR YUSUF..’ – Crockett