Author Archive

“1001 FIÇI BİRA” – FERHAT ULUDERE

“Alkolle seyreltilmiş zamanlardı bunlar; tarihler net değil, anlar muğlak. Yaşamı ve zamanı yakalayabildiğimiz yerden anımsıyorduk. Bu anımsamaların çoğu da net değildi; bazen başka şeylerle karıştırıyor, neyin ne olduğunu tam çözemiyorduk.”

“Başka söyleyecek bir şey yok, ne diyebilirim Anneme? Şehrazat geldi, ben ona deliler gibi aşıktım, seneler sonra gördüm ve daha öğlen içmeye başladık, bu saate kadar da durmadık. Ben geceden hiçbir şey hatırlamıyorum, sadece onu almaya gideceğim ya uyanınca, o yüzden duş almalıyım. Ya da,  Anne, ben nezarethanede kalacaksam bunun yüce amaçlar uğruna olmasını istedim hep, ama bir türlü olmadı. Hep sokaklarda içki içtiğim için içeri alındım. Başkomiser ne suç işlediğimizi sorduğunda, yanındaki memur küçümseyerek hep aynı cevabı verdi : ‘umuma açık yerde alkollü içecekler tüketmek.’ Anne, tek suçumuz buydu hayatta; umuma açık yerlerde alkollü içecekler tüketmek. suçluyum ben Anne, oğlun sandığın gibi temiz, lekesiz biri değil, umuma açık yerlerde alkollü içkiler tüketen bir serseri, ama suçluyum diye beni yargılama Anne; bu suçu kocan da işledi, büyük oğlun da işledi, hatta belki de o bu suçu aramızda en fazla işleyen kişi olarak suç dünyasına adını altın harflerle yazdırdı. Duş almak istiyorum Anne. Sonra da uyumak.”

“Hatayı nerde aramak gerekiyor? Birinin hatalı olmasını sağlamak için onun yüzüne karşı hatalısın demek yetiyor, o zaman hem hata paylaşılmış, hem de kişi aklanmış oluyor. Hata bende mi? ; sorularım her zaman yanıtsız kalıyor. Zaten soru da sormuyorum artık. Sorular bana soruluyor, gereksiz yere ben sorgulanıyorum. Çenemin düşük oluşundan mı böyle, yoksa anlatmayı sevdiğimden mi, bilmiyorum. Ya da gerçekten soracak sorularım kalmadı mı artık? Kimsenin işine yaramasa da, bu görüşmeyle birlikte Şehrazat’ın artık hayatımda var olmadığını anlıyorum. Bir daha da olmayacağını.

Suçlu ve suçlanmış olarak eve giderken haksızlık yaptığımı düşünüyorum. Veda sıralamasında haksızlık yaptığımı. Bu vedayı Şehrazat’tan daha fazla hak eden insanlar olduğunu hatırlıyorum birden.  Senelerdir ortada olmayanlar değil, senelerce yanında olanlar hak ediyor vedalaşmayı, önemsenmeyi.”

“Sıradan bir insan kadar dayanıklı olduğumu biliyorum yalnızlığa, zaten yalnızlığın karşısında herkes sıradan bir insan olmuyor mu? Ama boşluk, hele de insanın kendi içindeki boşluk, kendi dünyasında açılan bir dehliz… Buna ne kadar dayanabilir insan ve ben ne kadar dayanıklı olabilirim? Boşluk değil mi insanları arayışa götüren, o arayışlarla acılar yaratan? Yalnızlığa katlanabilir insan, her insan katlanabilir bir süre görmezden gelebilir onu, ama boşluk öyle değil. Bir fare gibi kemiriyor insanın beynini, her geçen dakika daha da büyüyor ve her geçen dakika biraz daha içine alıyor insanı. Sonra o dehliz oluşuyor işte, insanın içinde kaybolacağı dehliz… yok oluyor insan orada. O dehlizden bir daha dışarıya çıkamıyor, bir daha kendi başına var olamıyor ve zaten bir sefer daha söz konusu olmuyor. Hiçbir zaman yeniden deneme şansı verilmeyen bu ilişkide yeniliyor insan.”

FERHAT ULUDERE

 

ferhat uludere-1001

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“1001 FIÇI BİRA” , FERHAT ULUDERE, YİTİK ÜLKE Yayınları, Mart 2013, 128 Sayfa…

“dört duvarın varsa umut da vardır. sokaklardaysan umudunu bile yitirirsin…” – BUKOWSKI

bukowski-20

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Francine ondan yana döndü, Tony kolunu Francine’e doladı. Amerika’nın her bir yanındaki sabahın üçü sarhoşları nihayet pes etmiş olarak duvarları seyrediyorlardı. Acı çekmek için ayyaş olmak, bir kadın tarafından sıfırlanmak gerekmiyordu, ama acı çekip ayyaş olunabilirdi. Bir süre, gençlikte özellikle, talihin senden yana olduğunu sanabilirdin, bazen senden yanadır da gerçekten. Ama senin farkında bile olmadığın ve senin aleyhine işleyen bir takım ortalama hesaplar ve kanunlar vardır, her şeyin yolunda gittiğini sandığın zamanlarda bile. Bir gece, sıcak bir Salı gecesi o ayyaş sen oluverirsin, sensin o ucuz pansiyon odasında olan, ve daha önce o odalarda olmuş olmanın da bir yararı olmaz, daha da kötüdür hatta, çünkü bir daha bu duruma düşmemeye karar vermişliğin vardır. Bir sigara daha yakmaktan, bir içki daha içmekten, o sıvası dökük duvarlarda bir çift göz, bir çift dudak aramaktan başka bir şey de gelmez elden. Erkeklerle kadınların birbirlerine ettikleri insanın idrak gücünü aşıyordu…”

(ŞEHİRLERARASI SARHOŞ)

 

“Henry kendine bir içki koydu, sonra pencereye gidip Hollywood’un sıcak ve tenha sokaklarını seyre daldı. Mücadele içinde geçmişti hayatı ve sürüyordu mücadele. Ölüm vardı sırada, “ölüm hep vardı zaten.” Aptallık edip yeraltı gazetelerinden birini almıştı ve hâlâ Lenny Bruce’a tapıyorlardı. Lenny’nin bir fotoğrafını basmışlardı, ölü, kötü malı vurduktan hemen sonra çekilmiş. Kabul, zaman zaman güldürebilmişti Lenny: “Gelemiyorum!” – bir mizah başyapıtı olmuştu o bölüm. Ama çok da başarılı sayılmazdı Lenny. Zulüm görmüştü, kesinlikle, ruhen ve bedenen. Neyse, ölüm hepimiz içindi, basit aritmetik. Herkes bilir bunu. Sorun oturup ölümün gelmesini beklemekten kaynaklanıyordu…

… Henry sulu bir skoç hazırladı kendine. Elinde kadeh yatak odasına gitti, gömleğini, pantolonunu, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkardı. Elinde içki yatağa girdi. On ikiye çeyrek vardı, öğlen. Hırs yok, yetenek yok, fırsat yok. Talihi sayesinde yırtmıştı sefilhaneye düşmekten ve sonsuza dek süren bir şey değildi talih. Lu’nun onu terketmesi kötü olmuştu, ama anasının gözü birini arıyordu Lu. Bardağını dipleyip uzandı. Camus’nun ‘Resistance, Rebellion and Death’ kitabını aldı… Birkaç sayfa okudu. Acı çekmekten, dehşetten ve insanlığın içinde bulunduğu sefaletten söz ediyordu Camus, ama bunu öylesine rahat ve süslü bir dille yapıyordu ki olup bitenlerden insan olarak da, yazar olarak da etkilenmediği izlenimi uyandırıyordu okurda, başka bir deyişle, her şey güllük gülistanlıktı sanki. Koca bir biftek, salata ve kızarmış patatesi afiyetle yiyip, üstüne de bir şişe iyi Fransız şarabı içmiş biri gibi yazıyordu Camus. İnsanlık acı çekiyor olabilirdi, ama o çekmiyordu. Bilge biriydi muhtemelen, ama Henry yanarken haykıran birini yeğlerdi. Kitabı yere bırakıp uyumaya çalıştı. Uyku sorundu hep. 24 saatte üç saat uyuyabilmeye razıydı. Neyse ki duvarlar burada hâlâ, diye düşündü, dört duvarın varsa umut da vardır. Sokaklardaysan umudunu bile yitirirsin…”

(YANARKEN HAYKIR)

 

“SICAK SU MÜZİĞİ”, CHARLES BUKOWSKI, Çeviri : AVİ PARDO, PARANTEZ Yayınları, Eylül 2012,153 Sayfa…

‘HOŞGELDİN/B’XÊR HATÎ’ – BAJAR

“son dokuz ayda çok sayıda yeni albüm çıktı. aralarında çok kaliteli yapımlar vardı. mesela çerkez ezgilerini yorumlayıp seslendiren ‘xexec’ grubunun ‘kalan’ müzik etiketiyle çıkan ‘çerkez ezgileri’ albümü çok başarılı bir çalışmaydı. yine ‘kalan’ müzik etiketiyle çıkan grup ‘karmate’nin üçüncü albümü ‘zeni’ de sağlam ve güzel bir albümdü. Özellikle vokaldeki ‘resul dindar’ın gruptan ayrılmasından sonra grubun çok etkileneceğini düşünenler bu albümün gücüyle yanıldıklarını anladılar. tabi bizler ayrıca ‘resul dindar’ın da yeni çalışmalarını dört gözle bekliyoruz. burada saydığımız ve sayamadığımız albümlere de vaktimiz olduğu zaman yer vereceğiz ayrıntılarıyla.

işte bu yeni albümler arasında özellikle İlk albümlerinde tüm insanlığa ‘yaklaş/ nêzbe’ diyen grup ‘BAJAR’ kasım ayında çıkan ikinci albümleriyle bu kez 13 yeni şarkıyla ‘hoşgeldin/b’xêr hatî’ diyor. Bu albüm de bir ‘bgst’ ve ‘kalan’ müzik yapımı.

rock ve folk ezgileri harmanlayarak şarkılarını türkçe ve kürtçe dillerinde seslendiren grubun en büyük gücü ise ‘kardeş türküler’den de bildiğimiz vokaldeki  ‘vedat yıldırım.’ vedat yıldırım’ın kendine has sesi şarkılara ayrı bir ruh verirken kalbinizi tüm sıcaklığıyla sarıyor. iki üç şarkı dışında söz ve müziklerin çoğu yine ‘vedat yıldırım’a ait. grup BAJAR ayrıca bu albümlerinde büyük ustalar ‘şivan perwer’in ‘serhıldan jiyane / yaşamak isyandır’ ve ‘ahmet kaya’nın ‘yalan da olsa’ şarkılarını da yorumlamışlar. ikisi de bence çok güzel yorumlar olarak öne çıkıyor. yine 2008 yılında ‘kazım öz’ün yönettiği ‘bahoz / fırtına’ filminin film müziklerinden olan ‘bahoz / fırtına’ (söz ve müzikleri ‘vedat yıldırım’a ve şarkı içindeki şiir sezai sarıoğlu’na ait) şarkısı da albümde yer bulmuş kendisine. Bu şarkı da uzun süre hafızalardan silinmeyecek bir şarkı. ama benim albümdeki favori şarkım söz ve müziği yine ‘vedat yıldırım’a ait olan ‘betbeyaz – rûspî.’ aylardır sıkılmadan çevire çevire dinlediğim bir şarkı. özellikle sıkıntılı anlarımda bunaldığım zamanlarda ilaç gibi geliyor bu şarkı.

sözün özü albümü hâlâ edinip dinlemeyenler bence çok şey kaybediyorlar. bir an önce en yakınlarındaki mağazalara koşup giderlerse orada grup ‘BAJAR’ın son albümü kendilerine raflardan ‘hoşgeldin/b’xêr hatî’ diye seslenecek. iyi dinlemeler…

Nedim (Crockett)

 

BAJAR

 

VEDAT YILDIRIM : Vokal

BURAK KORUCU : Vokal

CANSUN KÜÇÜKTÜRK : Elektrik Gitar

ARİ HERGEL : Bas Gitar

FERHAT GÜNEŞ : Klavye

ERDEM GÖYMEN : Davul

 

bajar-2

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BETBEYAZ / RÛSPÎ

 

“yine bir yorgun pazartesi

adımların tik tak sesi

ömüriliğe bağlamışım

patronumun müfrezesi

ütüm düzgün yüzüm buruşuk

kafam ortaya karışık

masa üstüm hesaplarım

bu düzenle çok barışık

bir of çeksem bir of çeksem

yelkovana bi dur desem

 

boşver…

bugün cuma bi tek at geçer

doldur boşalt hadi keyfe keder

yalan da olsa inan geçer

 

boşa mı onca okudum

kaderi yalan dokudum

övün çalış güven istiklal

yusuf makamına soyundum”

 

BAJAR

BORÇLU ÖLECEĞİM HERKESE

Nerde okumuştum, bilmiyorum

kim söylemişti: ‘kimseye borcum

kimseden alacağım yok’ diye.

Tumturaklı bir cümleydi; tuhaftı da,

ekonomik terimlerle

dillendiriliyordu özgüven.

Gerçekten hayaletlerinden

kurtulmuş biri miydi bu?

Ne teşekkür, ne şükran;

alçakgönüllülük ve bağışlama;

yoksanmıştı hepsi. Sadece ürkütücü

bir kendini beğenmişlik.

 

Birebir alırsak sözcükleri

bilge Lao-Tzu’nun deyişi

uygun düşüyor bu övünmeye:

‘Önemli olan duvarları değil

odanın. Kapladığı boşluk.’

Yaşadım ve gördüm: aynasıyla

konuşanlar, yitip

gittiler aynalarıyla.

 

Kulüp 12’nin Amerikan-bar’ında

‘caz müziği dinliyorum’. Keşke

yanımda olsaydı Kâmuran Yüce de

diye geçirirken gözlerimi kapatıyor

biri. Usulca dönüyorum: Çirkin Kral;

kravatsız, beyaz ceketli. Kaç yılındayız

ne zaman geldik Ar Sineması’nın fuayesine?

Özlemle sarılırken, kolumda

hissediyorum kabzayı.

 

‘Sana’ diyorum ‘on lira borcum var,

Pasaj’da almıştım. Karlı

bir geceydi hiç unutmam’.

‘Boş ver’ diyor, yağmurun dindiği

göğe benzeyen bir gülümsemeyle.

Şaşmışımdır hep, niye öyle az

güldüğüne filmlerinde.

Seçtiği sürgünde öldü Yılmaz

hâlâ bir onluk borçluyum ona.

 

Sevgiyi iki kez ziyaret edebildim

Mamak Askeri Cezaevi’nde.

Bahardı ikincisinde, bahçedeydik;

görüşmeciler ürkek ve kederli,

ortalıkta yığınla inzibat.

‘Göğsüm acıyor ara sıra’

demişti. ‘Şuramda bir çiçek

büyüyor sanki.’ Hiç yazmadım

sürgündeyken Adana’ya.

 

Sığındım Ellilerin, Altmışların

kansız anılarına. Özdemir’le evliydi;

Sıhhiye’deki evde hazırlıyorduk

yeni sayısını Mavi’nin;

yazmaya başlamamıştı daha.

Ya da Kızılay’da Büyük Sinema’nın

önündeki kalabalığın arasındaydık.

Yayılıyordu sesi Aybar’ın

dalga dalga bulvara. Sanki birazdan

Kışlık Saray’a yürüyecektik.

Nasıl borçlanmamış olurum

O’nun erken açan kanserine?

 

Çok şükür borçlu öleceğim herkese.

Sürülecekse bu yüzden sürülecek

izim. Birkaç alacağım da

-bir fikir, bir dize, bir imge-

kalacak elbet birilerinde

ve belki onların peşine düşecek

başka birileri de.

 

AHMET OKTAY

(Hayalete Övgü, 2001)

 

‘POYRAZDA KIMILDAYAN SALINCAK’ , AHMET OKTAY, ALKIM Yayınevi, Aralık 2003, 104 Sayfa…

 

ahmet oktay - poyrazda

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“KULAKMİSAFİRİ” – ELIAS CANETTİ

YİTİRMECİ

‘Bu adam her şeyi yitirmeyi başarır. Küçük şeylerle işe başlar. Yitirecek pek çok şeyi vardır. İnsanın iyi bir yitirme işi gerçekleştirebileceği öyle çok yer vardır ki!

Adamın cepleri özel dikimdir. Sokaklarda peşinden koşan çocuklar “Bayım” diye bağırırlar, Bayım!” O hoşnutlukla gülümser, ve asla eğilmez. Herhangi bir şey bulmayı reddeder, öldürseniz ona bir şey bulduramazsınız. Arkasından kaç insan koşarsa koşsun eğilmez. Yitireceğini yitirmiştir, hem, neden sanki onu yanına almıştır ki? Ama nasıl oluyor da böylesine pek çok şey hâlâ onunla birliktedir? Neden kaçmıyorlar? Tükenmez mi bunlar? Sonsuz mu? Evet, tükenmezler, ama bunu kimse anlamıyor. Adamda korkunç büyüklükte bir ev dolusu ufak tefek nesne var, ve bunların hepsinden kurtulmak sanki olanaksız.

Belki de adam yitirme işine çıktığında ağzına kadar dolu otomobiller evinin arka kapısına dayanıp yüklerini boşaltıyorlar. Belki kendisi yokken neler olup bittiğini bilmiyor. Adam bunu dert etmiyor ama, onu ilgilendirmez bu durum; yitirecek hiçbir şey olmasa, adamcağız şaşkınlık içinde boş boş bakacak kuşkusuz. Ama hiç böyle bir durumda kalmadı şimdiye kadar, sürekli ve kesintisiz olarak yitiren bir adam o, mutlu bir insan.

Mutlu, çünkü yitirdiğini her zaman fark ediyor. İnsan adamın işin farkında olmadığını sanır, uykuda yürüyor da, yürüyüp yürüyüp yitirdiğini idrak etmiyor sanır. Bu iş kendiliğinden, kesintisiz, sürekli ve de her zaman böyle oluyor sanılır. Ama yok, adam uyurgezer değildir, öyle bir adam değildir, yaptığı işi gerçekten duyumsamak zorundadır, her bir küçük şeyi duyumsar, yoksa bu işin zevki çıkmaz ki. Ne yitirdiğini bilmek zorundadır, durmaksızın, sürekli bilmek zorundadır.’

ELIAS CANETTİ

 

 

elias canetti - kulakmisafiri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÇOKBİLMİŞ

Çokbilmiş aldığından fazlasını verir. Herkesten daha çok bilir ve herkesten daha fazla şeyi vardır. Soyguncunun çuvalını öyle bir doldurur ki, adam yükün altında çöker, yere yapışır. Bunun üzerine çokbilmiş yükünü aşağılara taşımasına yardım eder. Sonra kapıyı gösterir ve tehlikelere karşı onu uyarır.

Çokbilmiş, uzmanlarla kılı kırk yararak, büyük bir dikkat ve de özenle konuşur. Hepsine de önerilerde bulunur, akıl verir. Bilmediği bir şey var mıdır, o hepsinden daha fazla şey bilir. Okumaya nerden vakit bulur, kimse anlamaz, hem, günümüzde bir insan her şeyi okuyabilir mi? O, bunu yapabilir, yapamazsa da uykusundayken akar bilgiler, hafızası, hava sızdırmaz, hiçbir şey sızdırmaz bir torba gibidir. “Biliyorum,” demez, çünkü çok daha fazlasını biliyordur, ama anında, bildiği o fazla şeyi söyler, havadan sudan konuşuyormuşçasına, öylesine, ve de avantajlı ya da yararlı bir şekilde söyler, kibirli değildir, hatta, alçakgönüllüdür, ama aynı zamanda, aldığından fazlasını verir, gizemli bir şekilde inşa edilmiş bir satma makinası gibidir, deliğinden parayı atıp alacağınızı alırsınız.

Çokbilmiş, bütün çevrelere girer çıkar, aralarında hiçbir ayrım gözetmez. Züppe değildir ve kendini hiç kimseden mahrum bırakmaz. İyilikçibaşı olarak değerlendirilmek istiyor da değildir. Dış görünüşü herhangi bir merak uyandırmaz. Sıradan biri gibi görünür her zaman, pusuya yatmaz, tıpkı herhangi biri gibi yürür, ayağa dikilir, herkes gibi oturur ve döner. Bazıları onu zıp zıp ilerleyen bir kuş olarak görürler, öyle büyükçe bir kuş da değildir o bu insanlara göre. Bir şey alırken gülümser, ama verirken müthiş ciddidir. Kulakları sivridir ve hafiften öne eğiktir. Dilini güzelce gizler, ne söylerse, gizli bir dille söyler.

Çokbilmiş artık hiç kimseyle konuşmuyorsa, konuşmayı kesivermişse, insanlar onun uyumakta olduğunu bilmektedir. Bu durumda artık duymuyordur, bu durumda durmadan dinlenmeden vermektedir, bu durumda asla ve kat’a hiçbir şey almamaktadır, bu durumda mutludur.

ELIAS CANETTİ

 

“KULAKMİSAFİRİ, Elli Karakter”, ELIAS CANETTİ, Çeviri : ŞEMSA YEĞİN, PAYEL Yayınevi, Nisan 1994, 143 Sayfa.

“umut etmeyi bil!”

VURUP GİDİYORUM AKŞAMIN YOLLARINDA

 

Vurup gidiyorum akşamın yollarında

düş kurarak. Altın

tepeler, yeşil çamlar,

tozlu meşeler!..

Nereye çıkar ki bu yol?

 

Vurup gidiyorum bir türkü tutturup,

keçi yolu boyunca, gezgin…

-gün iniyor yavaşça-

“Bağrıma yüreğim çakılmıştı da

bir sevdanın dikeniyle;

bir gün çıkarıp attım ya,

ne gönül kaldı ne yürek bende.”

 

Ve birden bütün kır,

sessiz ve loş, dura kalıyor

düşünmek için. Irmağın

kavakları arasında inliyor rüzgâr.

 

Ama çökmekte akşam karanlığı;

dolana dolana gidiyor yol,

aklaşıyor hafiften,

gözden yitiyor bulanıp.

 

Yine başlıyor ağlamaya türküm:

“Sivri ve parlak diken,

ah ne olurdu çakılıp kalaydın

bağrımda yüreğimden.”

 

ANTONIO MACHADO

(‘SOLEDADES / YALNIZLIKLAR’dan, Çeviri : ERAY CANBERK)

 

 

machado-1

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BAŞKA BİR SEYAHAT

 

Artık söküyor şafak, Jaén’in

kırlarında. Fundalıkları,

toprak setleri, taşlı arazileri,

zeytinlikleri, çiftlik evlerini,

çayırları, gölgeli vadileri

ve dağları yutarak pırıltılı raylarda akıyor tren.

Belirsiz küçük pencereleri ardında

bırakarak geçiyor

baharın kırlarından.

İlk ışıkları parlıyor günün

üçüncü mevki vagonumda.

Çatlaklardan giriyor,

sabahın sisleri

kırmızı, altın renkli

beyaz bulutların arasından.

Bu uyumadan gördüğüm düş!

Bu uykusuz bir şafağın üşümesi!

Vınlayarak, soluyarak

gidiyor tren. Uçuyor kırlarda.

Pelerini üzerinde uyuyor

karşımda bir adam;

keşiş ve avcı.

Seyre dalıyorum yükümü,

eski deri valizimi;

ve hatırlıyorum Duero’ya doğru

bir seyahatimi.

Geçmişteki başka bir seyahati

Kastilla topraklarında

-Quintana ve Almazan arasında

çamlarda şafak sökerken-

şirketten bir seyahatin

keyfini!

Ama ölüm yok etti işte

o mutlu beraberliği!

Sıkıyor yüreğimi soğuk eller!

Tren gidiyor, ıslık çalarak, duman tüttürerek,

sürüklüyor

vagonlar ordusunu, yorgun

bavulları ve kalpleri.

Yalnızlık, yoksunluk…

O kadar zavallıyım ki kendimle kalınca

artık kendimle bile değilim

bilmiyorum, bir başıma gezerken

kendimle anlaşabilecek miyim?

 

ANTONIO MACHADO

(FEDERICO GARCIA LORCA’YA AĞIT’dan, Çeviri : VİLDAN BAŞARAN)

 

 

machado-2

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÖĞÜTLER

IV

 

Umut etmeyi bil, -kıyıdaki bir gemi-

uzaklaşırken, nedensiz endişelendirirse seni,

yolunu gözle kabaran suların.

Hep onun yolunu bekle, bil ki zafer onun;

çünkü uzundur yaşam ve bir oyuncaktır sanat.

Yok eğer kısaysa yaşam

ve yetişemiyorsa senin yelkenlin ona

yolunu gözle bıkmadan ve hep umut et,

unutma uzundur sanat, ayrıca, çok da önemli değil.

 

ANTONIO MACHADO

(FEDERICO GARCIA LORCA’YA AĞIT’dan, Çeviri : VİLDAN BAŞARAN)

 

‘SEÇME ŞİİRLER’, ANTONIO MACHADO, Çeviri : ERAY CANBERK, ADNAN ÖZER, VİLDAN BAŞARAN, YÖN Yayınları, Nisan 1994, 92 Sayfa.

 

antonio machado

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Gözlerim öyleydi. Her şeyi gördüler, her şeyi görmüşlerdi, hiçbir şey anlamadılar…’ – LAWRENCE FERLINGHETTI

lawrence-2

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Elim ona ulaşmıyordu. Elime bir şey olmuştu. Çok kirliydi. Dünya kirliydi herhalde. Tırnaklarım uzamıştı. Kök rengindeydiler. Köktüler. Birisi beni ekmişti. Toprakta büyüyordum. İlk kez ayaklarımı gördüm. Ayakkabılarımın uçlarından  tırnaklarım fırlamıştı ve dışarı doğru büyüyorlardı, ve kök rengindeydiler. Tüm bedenim büyüyordu. Yüzüme dokundum. O da büyüyordu. Başka bir yüz halini alıyordu. Seine rıhtımı boyunca, Malaquais rıhtımı boyunca rüzgar beni soluk alıp veren patlamalarla, suya kadar süpürdü. Suyun terinde yüzümü tanıyabiliyordum. Bir sürü küçük, akıcı kırışıklıkla kaplıydı, her yönde küçük çatlaklar, gözlerin köşelerinden kulaklara, ağzın köşelerinden buruna, burnun köşelerinden yanaklara, yanakların altlarından çenemin altına kadar. Alın kırışıktı, çünkü birisi çok küçük bir sabanla toprağın yüzeyini sürüyordu, ve yüzümde başka çatlaklar vardı, düzenli yarıklar, camcıyla değiş tokuş ettiğim fena halde çatlamış aynadaki gibi. Sulara geri döndü, çatlaklar yüzeydeki kırıklar, kayıyor, değişiyor, her şey hala büyüyor. Gözlerime dokundum. Ya da aslında yuvalarına. Gözler artık hiç de yerlerindeymiş gibi değildiler. Hayır, oradaydılar, sadece gözbebekleri dağılmış, gözlerin  boş görünmesine yol açıyorlardı. Yalnızca çok net oldukları için boş görünüyorlardı. Küçük köylerde belediyeye ait heykellerin gözleri gibi, yosunların yeşil cüzamı sarıyordu onları. Gözlerim öyleydi. Her şeyi gördüler, her şeyi görmüşlerdi, hiçbir şey anlamadılar. Ama artık onlarla göremiyordum. Arada bir şey vardı. Ah, gözyaşlarıydı. Gözlerim ağlıyordu, akılsız yaratıklar. Suyun sel olmuş çığlığını duydum, nehir bahar yağmurlarıyla taştı, hızla aktı ve çalkalandı. Bir köprüdeydim, bir korkuluk duvarının üzerinde, suya doğru sarkmıştım, su gözlerimden boşalıyordu, her şeyi görebilen ve hiçbir şey anlamayan gözlerim ve şimdi su yüzünden göremiyordu. Ruhumdan gelen bir vücut kokusuna sahiptim, ve su beni aşağıya deniz seviyesinin altına sürüklemek için hızla aktı. İçinde soğuk görüntüler. Su denize ulaştı, her şey suda son buldu, deniz dünyayı sele boğdu, parçalandı ve altınkayalı sahillerde çığlığını savurdu, denizin çarptığı kuleler yıkıldı, tükenen sahiller bozuldu, ve deniz girebildiği her yere hızla doldu. Her şey ufalandı ama gözlerimde tekrar hayata döndüler. Bir kök filizlendi, bir gözümün ucundan bir kök filizlenmişti. Bir karganın eğri ayağına dönüştü ama uzadı, daha çok boynuza benzedi, dokunaçları çıktı, dalları, ve bir kök halini aldı. Bir karganın üzerindeki bir kök, bir karganın büyüyen. Karganın pençesi yeni kökler halinde gelişip yüzüme, boynumdan, bedenimden aşağıya yayılan diğer karga ayakları arasında, gözümün köşesine tutundu. Bedenimin merkezinden filizlenen büyük dev bir asma vardı, göğsümden büyüyen ikiz çalılar vardı, kasığımdan filizlenen tek köklü bir ağaç. Bedenimin ortasındaki dev asma göbeğimden çıkıyordu. Göbek bağı her şeye rağmen çözülmüştü. Birisi onu çözmüştü, ve o doğum öncesindeki gibi tekrar büyüyordu. Ne yapması gerektiğini açıkça bilen birisi. Her olasılığa karşı, Birisi’ni büyük B ile söylemek daha iyiydi. Asla bilemezdiniz. Birisi o asmayı tekrar çekiyordu. Başka birisine bağlanmıştı yine. İçinde olduğum dev bir beden. Hayır, henüz içinde değilim. Beni doğuracak olan kadın hala bakireydi. Hala bana gebe kalması gerekiyordu ama sonunda doğuracaktı beni. Gündoğumu süt gibi koyulaşıyordu. Bir bedende. Süt bir bedende oluşuyor, henüz gebe kalacak hamile bir bedenin göğüslerinde. Sütten bir ırmak hızla akıyor, köprülerin altından, sonsuz, sel gibi, bir bebek gibi ağlayarak. Daha büyük, daha ayrıntılı bir şey haline geliyordum. Yüzüm, başka bir yüz olurken, daha da şişmanlaşıyordu. Bir yüzün kalıbı gibi oldu, yontucuların bir yüzü oluşturmak için kullandıkları türden. Benim için yeni bir yüz biçimlendiriliyordu, ama şu ana kadar yalnızca kalıbı vardı ortada. Yüzümde küflenme başladı, Rodin Müzesi’nin bahçelerindeki bronz heykellere musallat olan yeşil cüzam gibi. Artık küflenme yüzümün tamamını kaplamıştı, ve tamamen kaplandığında, yüzde gözenekler oluşturmaya hazır hale geleceklerdi. Yo, yüz zaten gözeneklenmiş ve çiçek bozuğu olmuş ve çillenmişti. Onu dökmeye hazır olacaklardı aslında, oluşmakta olan yeni kalıba, bir düşünce kalıbı. Yeni beyin dökülmeden önce beynin tamamı için yeniden bir kalıp oluşturulmak zorundaydı…’

 

LAWRENCE FERLINGHETTI

(‘Onun’, Çeviri: OLCAY BOYNUDELİK, ALTIKIRKBEŞ Yayınları, Nisan 1997…)   

 

lawrence-1

EYLÜLÜN GÖLGESİNDE BİR YAZDI – FERİT EDGÜ

feritedgü-8

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

XVI

Aşk diye gelirler, biri sever, öbürü sevmez, seven karşılığını almak ister, en sevdiğim büyü budur, AŞK büyüsü. Hep kadınlar gelir, aşık erkek olsa, aşığın kız kardeşi, anası, yengesi, halası, teyzesi, ne bileyim ben, ama hep kadınlar gelir. Tabii, kadınlar kendileri için de gelir. Ama daha çok muhabbet büyüsü için. Ah, bu iki büyüyü çok severim, inanarak yaparım ve büyü tutsun isterim. Tüm bilgimi koyarım saatlerce, hatta günlerce düşünürüm, geceleri düşlerimde görürüm, düşlerimde birbirlerini severler, sevişirler, onları dudak dudağa veririm, çırılçıplak kılarım, birbirleriyle sarmaş dolaş yaparım, geceleri, ya olsa bile ateş yakarım, aşk ateşi, büyümü bu ateşle, bu ateşte gerçekleştiririm, iyilik büyümü, aşk, muhabbet büyülerimi, sarı sırma saçlı kadınlar için, kara gözlü, kara kaşlı erkekler için, ak tenli, benli kadınlar için, erkekleri onları sevsin diye, ateşle, ateşte…

Ama bu kez bir erkek döşekte yatan, üstelik benim döşeğimde, hem de çıplak, çırılçıplak iken sevdiğini söyledi ve bana kalırsa kavuşamayacağını düşünüp ölmek istedi. Onu sevgilisine, bir kez olsun kavuşturacağımı söyledim. Bir kez, gerisine karışamam dedim. Çünkü bu insanların aşklarının sonu yoktur, yaşatmazlar onları; kötü ruhlar değil, insanlar.

Ona bu sözü verdim. Sonra, merakımı yenemeyip sordum: geçen gece bunun için mi çaldın kapımı?

Ah! anacım, dedi, niçin çaldığımı, hangi kapıyı çaldığımı biliyor muydum ki? Bildiği tek şey, gecenin içinde, tek ışığın senin kulübenden geldiğiydi. Böyle dedi. Hala tir tir titriyordu.

 

FERİT EDGÜ

 

(EYLÜLÜN GÖLGESİNDE BİR YAZDI, SEL Yayınları, Aralık 2012, Birinci Baskı : Ada Yayınları 1988…)

 

ferit edgü-1

‘ŞİİR’

Dünyanın bütün ‘sığıntılarına’ ve tüm aylaklara günün şiiri olarak da ‘Kenneth Rexroth’un ‘Şiir’ isimli şiirini buradan yolluyorum. Anlayanlara artık! Şiirle kalın…

 

Crockett (Nedim)

 

ŞİİR

 

Yatıyorum yabancı bir yatakta

Yabancı bir evde ve sabah

Bütün geceyarılarından daha acımasız,

Boşaltıyor aydınlığını pencereden…

Çiçek yüklü kiraz dalları

Soluyor ve artlarında altın

Alımlı bibloları akağacın,

Daha ötede saf, sonsuz

Nisan göğü ve beyaz püskül püskül bulutlar

Ve hepsinin içinde ve ardında,

Hazır bekleyen kaçınılmaz

Uzaklığı yalnızlığın.

 

KENNETH REXROTH

 

(Aşk ve İsyan, Çeviri : GÜVEN TURAN, İYİ ŞEYLER YAYINCILIK, Aralık 1991…)

(Ayrıca ‘Aylak Adamız’daki 2 şubat 2012 günlü KENNETH REXROTH yazısına bakabilirsiniz..) 

kennethrexroth-121

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kennethrexroth-18-

 

Haram Geceler

“Bir defa aldatan kişiyi affedersen, seni yine kullanır;
Çünkü ihanet bir ruh hali değil, karekterin dökülüş biçimidir.”

Paul Auster

 

Gerçekten de böyle oluyor çoğu zaman . Yalanların üzerine kurulu hayatlar tanıdım ve tanımaya da devam ediyorum . Ben artık şunu anladım ; “İyi insanları kadınlar sevmiyor” 

 

Nedendir bilinmez ama çoğu zaman bu böyle oluyor.  İnsanların neye değer verip neye değer vermediğini artık anlamakta zorluk çekiyor gibiyim . Neyse herkes hak ettiği gibi yaşar böyle düşünüyorum. 

 

Hafta sonu yine yoğun geçti . “Pilli Bebek” Kadıköy’e gelir de ben gitmez miyim ? Tabii ki gittim “Kadıköy Sahne” de çıktılar . Yine olağan üstü bir performansları var “Cem Kısmet” ve ekibi gerçekten bu işi biliyorlar . Lakin saat 22.00 ‘ de çıkacakları konsere yine yarım saat civarında bir gecikme yaşandı ama güzeldi beklemeye değdi . Zaten bu tarz konserlerde sanatçıların geç çıkmasına alıştım . “Haram Geceler” şarkısını söylerken alkol su oldu aktı resmen … Sanıyorum 3.Konserlerine gittim ve gitmeye devam edeceğim . Daha sık gelmelerini istiyorum İstanbul’a .. Umarım gelirler . 

 

Güzel şeyler yapan insanlara destek olmak ve hakkını teslim etmek gerekiyor . 

 

Bugün yeni bir güne ve yeni bir hayata “Merhaba”

 

 

BLACKHAWK