Author Archive

‘ondan sonra her şey bulanıktı..’ : IAN CURTIS..

‘ian sadece duymak istediğini söylerdi’ diye anımsıyor morris.. ‘bir spiral içindeydi , ve durumu kötüye gidiyordu.. bazen düşünüyorum da yapabileceğimiz en iyi şey ‘bak , sen kendine gelene kadar yaptığımız şeye bir ara verelim’ demek olurdu..

ian bir seferinde arayıp ‘hollanda’ya yerleşip bir kitapçı açmak istiyorum’ dedi , 5 dakika sonra ‘hadi ama cumartesi bradford’dayız..’ dedi.. tek bir konuşmaydı ve hiçbir zaman gerisi gelmezdi..

sumner’in hatırladığı şekilde ‘çok kararlı bir insandı..’ ‘bir şey yapacak olursa kesinlikle kimseyle paylaşmazdı.. bir kere hatırlıyorum provadan döndüğümüz zaman bir mezarlığın yanından geçerken ‘bak eğer geçen hafta başarsaydın ismin şu taşların üzerinde yazılı olacaktı’ dedim.. insan gerçekten bu konuda düşünmek istiyordu.. ama o ‘ha , evet’ diyerek geçiştirdi.. cevapla bir bağlantısı yoktu..

joy division çalışmaya ‘love will tear us apart’ için bir klip çekerek , birmingham üniversitesi’nde canlı bir gösteriyle , yeni demoları kaydederek ve 20 mayıs 1980’de başlayacak amerika turnelerine hazırlanmakla devam etti..

18’i cuma günü grup yeni sahne kıyafetleri için alışverişe gitti.. ertesi gün curtis , barton street’teki evinde kendini öldürdü..

ailesi ve arkadaşları için yıkıcı bir darbeydi bu.. ‘ondan sonra her şey bulanıktı’ diyor hook..’

‘KARANLIK YILDIZ : JOY DIVISION ÜYELERİNİN GÖZÜNDEN IAN CURTIS’İN SON GÜNLERİ’ , Çeviri : ANIL KAROL..

(bu röportaj ve daha fazlası için ‘UNDERGROUND POETIX’in 7. sayısını tükenmeden hemen edinmelisiniz..)

‘kılıçla kesiyor bir hain nokta öpüşen virgüllerle akan cümleyi..’ – ONAT KUTLAR

KİTABE..

rüzgarın yüzünü vadilerden tanıyorlar sevgilim

arının adını bir menekşeden

çılgın ırmağın yüzünü bir deniz çiziyor

toprağı , yediveren bir gül ağacı

tarihler bir köprü olarak yazıyor bir ustayı

kahramanı , gülümseyen bir yoksul

çocuk olarak..

 

beni bir gün sevgilim senin yüzünle

anacak doğunun yeni ozanları

çünkü bir ağustos gecesi sessiz bir gölün

ayışığıyla yıkanmış kıyılarında

akıllı şarkılar söyleyen bir deli

hiç bitmeyen yaz gününe gömecek beni

senin adınla..

ONAT KUTLAR

AYRILIK..

ayrılık şiiri ne kadar yalın

sevdiğimiz ak sözcükleri gibi

kılıçla kesiyor bir hain nokta

öpüşen virgüllerle akan cümleyi

 

nasıl soğuk ayrılığın güneşi

gölgeli bir çınar olan gövdemin

dallarını içten kırınca acı

buzdan bir alçıyla tutuyor beni

 

ayrılık sabahı ne kadar beyaz

ölümün hüzünlü arkadaşı kar

bana ütülü bir çarşaf hazırlar

bir karanfil tam yüreğin üstünde..

ONAT KUTLAR

‘Unutulmuş Kent , Bütün Şiirleri’ , ONAT KUTLAR , Yapı Kredi Yayınları , Ekim 2010..

‘lafla denizci geçinir kimi ; böylelerinin gemisi batacak yer arar..’ – PİRİ REİS

‘herkesi denizden anlar sanma.. asıl deniz ehli , hürmet sahibidir…. deniz ilmini iyi bilir öylesi , mevsimleri de.. aynı gökte yürüyüşünü de bilir , kalplerin kapısını açmayı da.. başladığı her işi bitirir.. iyilik yapar , adı iyi anılır her yerde.. hırstan uzak olur.. sen de bundan örnek al , kendini bil.. böylece her savaşı kazanırsın..

gitmeyen , gidenden öğrenmeli denizleri.. denizlerin iskender’i , pirimiz kemal reis , bütün bu denizleri dolaşmıştı vaktiyle.. insan sarrafı olmuştu zamanla.. onun için her işi tamama erdirirdi.. denizde bunca rahat olması , rahatlıkla gezmesi , bir bilene rastladığı zaman fikir danışmasındandı.. insanların bakmazdı parasına puluna.. ruhuna , asıl cevherlerine inerdi onların.. çünkü bir kişide cevher var ise , rast gider onun işi..

lafla denizci geçinir kimi ; böylelerinin gemisi batacak yer arar.. rotasını başkasına çizdirir , gidip uluorta bir limana yanaşır.. utanır bir bilene sormaya , bu yüzden de hep öyle cahil kalır.. cahilde utanç ne gerek ; kişi böyle geri kalır işte.. ama kendine sorarsan ‘ dünya da benim’ der ‘ahiret de..’ insan kendisi için ne düşünürse , başkası için de aynısını düşünür..

neyse , biz gelelim yine sözümüzün özüne.. bir limana girdiğin zaman , ilk iş , rotanı pusulaya al.. hangi taş neredeydi , bunları da bilmek gerek.. vardığın yere , unutursun sonra , bir nişan koy hemen.. en iyisi yazmaktır , onun için ben gördüğümü hep yazdım.. yaza çize nice denizler gezdim.. hani bir yere yeniden gitmem gerekse , bilirdim nere sığdır , nereleri mendirek..’

‘Yedi Deniz ve Acayip İnsanlara Dair’ , PİRİ REİS..  Yeniden Yazan ve Yayına Hazırlayan : FARUK DUMAN , Can Yayınları , Eylül 2005..

CAFER PANAHİ’YE HEMEN ŞİMDİ ÖZGÜRLÜK !

CAFER PANAHİ’YE ÖZGÜRLÜK !

 

‘aylakadamız bugün sadece cafer panahi’nin ve o özgür olana kadar hepimiz cafer panahi’yiz..

yoğunluğumdan ve geçirdiğim rahatsızlıktan dolayı pek haber takip edemiyorum bu ara.. bugün tesadüf eseri gözüme çarptı bu haber: iran’ın yüz aklarından olan cafer panahi’ye hapis ve film yapmama cezası verildi..

gözlerim doldu , boğazıma bir yumruk oturdu..

‘mevcut yönetime karşı çalışmak ve muhalefeti desteklemek’ gibi komik suçlamalar nedeniyle yargılanan cafer panahi’ye 6 yıl hapis ve 20 yıl boyunca film yönetmeme , yazı yazmama , yurt dışına çıkmama ve yerli-yabancı basına demeç vermeme cezaları verildiği avukatı tarafından açıklandı.. panahi’nin avukatı kararı temyiz edeceklerini söylemiş , ancak o temyizden de ne çıkar malum zaten..

iran insan hakları ihlalleri konusunda dünya gündeminin hep birinci sırasında.. politik konumu nedeniyle nedense hep iran birinci sırada gösteriliyor.. oysa ortadoğu’daki diğer ülkelerle , diğer bazı dünya ülkeleriyle birlikte ülkemizin de pek sicili temiz değil ve siciline her gün yeni ihlaller katılıyor ama güdümlü medya sayesinde hep iran ön planda..

recm cezası verilen sakine , rejim muhaliflerine uygulanan işkence ve bastırma yöntemleri ile sanat , düşün adamlarına karşı sansür ve baskı politikaları ile medyada her gün bir iran haberi görebiliyoruz..

cafer panahi mart ya da nisan ayıydı sanırım ilk tutuklandığı zaman gözümün önüne ‘beyaz balon (white balloon)’ filmi gelmişti.. bu kadar ince , sevgi dolu bir filmi yapan insan nasıl bir suç işlemişte demir parmaklıklar arkasına atılmıştı diye düşündüm..

sonra suçlamalar beklendiği gibi çıktı : politik nedenler dolayısıyla tutuklandığını ve rejim karşıtı hareketlere destek verdiği gerekçesiyle yargılanacağı açıklanmıştı..

üzüldüm , kıyameti koparsan ne yazar artık.. yargılanacağının açıklanması öyle bir ülke için şu demeye geliyor artık : cezası kesildi , geçmiş olsun..

uluslararası baskılar , protesto gösterileri neye yarar ki.. iki aylık tutukluluğunun ardından ev hapsinde tutularak sadece bir süre sözde tutuksuz yargılanması sağlandı.. neticede bir ülkenin gözbebeklerinden birisi olan koskoca yönetmene muhalif olduğu gerekçesiyle verilen cezaya bakın..

hapis cezasını zaten geçin , cafer panahi gibi adamları hapis cezaları sindiremez.. esas acımasız ceza onun için ‘yirmi yıl boyunca sen sesini çıkarmayacaksın , hiçbir şey yapmayacaksın’ cezası..

koskoca 20 yıl susacak..

neredeyse 20 yıl boyunca düşünme diyecekler adama ama beceremiyorlar düşünmesini engellemeyi..

esas ceza bu işte ,  cafer panahi’yi yaşama bağlayan damarları sinema ve düşünsel faaliyetleri.. cafer panahi’yi yok edemediklerinden ölümden beter böyle bir cezayı düşünüp tasarlamışlar iran’ın mollaları..

günümüzde faşist , baskıcı rejimlerin örtülüsünü örtüsüzünü her an dünyanın her yerinde yaşıyoruz.. demokrasi yalanları söylenerek uygulanan faşist yönetimlerde aynı , iran’daki örtüsüz açık faşist rejimlerde aynı.. değişen bir şey yok.. bazıları demokrasi yalanını kullanıyor bazıları kullanmıyor.. demokrasi sever ülkemizde filmlerin yakılıp yok edildiği günler az yaşanmadı.. sinemacıların sansür kurullarının önünde senaryolarının denetimden geçmeyi beklerken çektikleri işkenceler unutulmadı.. hele sansür kurullarında çalışmış profesör ve bilumum unvanlı uzmanların o akıllara zarar denetim raporlarını şimdilerde okudukça geniş geniş yağıyorum kendilerine..  neyse şimdi demokrasimiz gelişti  gitti sansür kurulları yerlerine daha güzel , daha cici isimleri olan denetim mekanizmaları geldi.. yıkılıyorum burada sinirimden gülmekten..   

cafer panahi’nin haberini okuduğumdan beri öyle öfkeliyim ki.. ne yapacağım , ne yapabilirim diye düşünüyorum taşınıyorum.. sinirimden doğru dürüst bir şeyler de yazamıyorum..

sayısız düşün ve sanat adamı yetiştirmiş ; dünya sanatının ve düşün hayatının gelişmesinde büyük katkıları olmuş bir ülkede böyle faşist bir yönetimin olması akıl alacak şey değil ama somut gerçek bu..

bu ceza aynı zamanda diğer iranlı sanat ve düşün adamlarına verilen bir gözdağı aslında.. şimdi onların alacakları tavır önemli.. bakalım susup sinecekler mi yoksa cafer panahi’nin yanında durup ona omuz mu verecekler..

cafer panahi iran sinemasını keşfedip sevmemi sağlayan şimdinin ankaralısı ‘cevat hocamdan’ sonra ikinci kişiydi..

ilk ‘beyaz balon’ filmiyle tanımıştım onu.. arkasından diğer filmleriyle sağlam bir yeri oldu panahi’nin sinema sevgimde.. ondan çok şey kapıp öğrendim ama ben şu dandik yazı dışında bir şey yapamıyorum onun için..

atlamadan şunu da sizlerle paylaşayım , yine bir başka sinemacı , film yapımcısı ‘muhammad rasoulof’ da iran’da benzer nedenlerle 6 yıl hapis cezasına çarptırıldı panahiyle birlikte..        

şimdilik bitirirken saatlerdir sesli sessiz yağdığım kan içici şahtan daha faşist olan iran’ın malum faşistlerine ve onların her ülkedeki yardakçılarına diyorum ki :  bir gün cafer panahi ‘beyaz balon’un ipine tutunup o faşist rejiminizden kurtulacak ama sizler o faşist ‘daire’nizde suratlarınızdan akan insanlık düşmanlığını görüp gururlanmak için ‘ayna’ya bakarken dünyanın tüm halkları önünde ‘ofsayt’a düşmeye devam edeceksiniz ve umarım en kısa zamanda da faşist şah gibi tarihin çöplüğüne gömüleceksiniz.. iran’ın güzel insanları , halkları bir gün elbet  özgür olacak ve ben tahran meydanında gökyüzüne yükselen beyaz balonlara cafer panahi’yle beraber bakacağım..’

Crockett.. 

CAFER PANAHİ..

11 temmuz 1960 miyana , iran..

iran sinemasının yeni dalga hareketinin en etkili isimlerinden birisi olan cafer panahi’nin ilk uzun metrajlı filmi ‘beyaz balon’ 1995 yılında cannes film festivalinde camera d’or ödülünü , ‘daire’ filmi ise venedik film festivalinde altın aslan ödülünü kazanmıştı.. 2010 cannes film festivaline jüri üyesi olarak seçilen ama tutukluluğu nedeniyle katılamayan cafer panahi’nin festivale gönderdiği mektup açılışta okunmuştu.. cafer panahi’nin filmleri :  

beyaz balon (1995) ,

ayna (1997) ,

daire (2000) ,

kanlı altın (2003) ,

ofsayt (2006)..

CAFER PANAHİ

DERHAL SERBEST BIRAKILSIN !

‘INHALE..’ – BALTASAR KORMAKUR..

‘INHALE..’ – BALTASAR KORMAKUR..

 ‘yazmak istediğim filmler o kadar çoğaldı ki artık hangisinden başlayacağımı şaşırdım.. her gün yazacağım birisini diyorum yazamıyorum , yazdırmıyorlar..

‘behzatıma’ arada ihanet ederek bir süre olsun onu terk ederek dün gece arka arkaya dört film izledim.. grip olunca yapacak bir şey yok , yatarken en güzeli film izleyeceksin.. sabaha karşı izlediğim en son film : ‘inhale’ olmayan uykumu daha da uzaklara kaçırdı..

‘inhale’ pek sesi duyulmayan bir film olsa da sabah sabah hayli yıprattı beni.. insanı hayli sarsan bir konusu ve senaryo akışı vardı..

izlandalı yönetmen ‘baltasar kormakur’un ülkesi dışında çektiği ilk film ‘inhale’..

güncelliğini hiç yitirmeyen konuyu işliyor film : ‘organ nakli , organ bağışı ve organ mafyası..’

‘stanton’ ailesinin tek çocukları küçük kızları chloe’nin acil olarak bir akciğer nakline ihtiyacı vardır.. chloe nadir görülen ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır.. savcı olan mesleği gereği kanunların sadık savunucusu baba ‘paul stanton’ işi ve kızının yaşadığı tehlike arasında gidip gelen bir hayat yaşamaktadır..

bir gün kızlarının doktoru artık hastalıkta son evreye girdiği ve ölümün yakın olduğundan bahisle , meksika’da daha kolay organ bulunabildiğini umutsuz anne babaya fısıldar.. bu arada doktor rolünde gençliğimizin efsanelerinden rosanna arquette var.. 

uyuşturucu mafyası ve organ mafyasının meksika polisiyle içli dışlı olduğu tehlikeli bir şehir olan juarez’e doğru önce savcı baba ‘paul stanton’ organ bulmak amacıyla gider.. başına gelmedik olay kalmayan paul stanton nihayet organ mafyasıyla ilişkiye geçer ve anlaşma yapar.. ancak tam o sırada görüştüğü karısı ona kızının komaya girdiğini söyler.. ve heyecanlı , gerilimli süreç bundan sonra başlar.. anne ve kızın meksika’ya tehlikeli yolculuğu ve meksika’da polis ve doktorların da içinde olduğu iğrenç bir mafyanın yaşattığı bir organ nakli süreci başlar.. ama nasıl sonuçlanıyor filmin bu nefes kesen finali artık onu da izleyince görürsünüz.. her şeyi anlattım , çok kötüyüm değil mi.. hayır kesinlikle hayır , hiçbir şey anlatmadım aslında.. film çok yoğun ve sert olaylar zinciriyle dolu.. anlattığım kısımlar ancak filmin yüzde onu..    

film o kadar ahım şahım bir film değil ama konusu itibarıyla ve filmin geriliminin yükselip bağlandığı nokta itibarıyla çok ilginç çünkü filmin senaryosu gerilimi yükseldikçe konuyu öyle bir yere getiriyor ki yine yakınlarda izlediğim ve burada sizlerle paylaştığım ‘unthinkable’ filmi gibi seyirciyi ölümcül bir tercih için düşünmeye zorluyor ve sinirleri bozuyor.. 11 eylül olayları sonrasında özellikle hollywood yani amerikan sinemasında son yıllarda izleyiciye bir şey kanıksatılmaya , empoze edilmeye çalışılıyor.. kapitalizmin ‘hep benci’ düşünce yapısının bir yansıması olarak insanlara bir korku imparatorluğu gösteriliyor ve ya biz ya onlar dayatması yapılıyor.. dünyanın bir kısmı düşman ve kötü gösterilip savaşlar , sömürüler , kıyımlar hoş gösterilip , her şeyin modern batı uygarlığı için , insanlığın bekası için yapıldığı anlatılıyor.. bu anlatılara göre amerika ve diğer batı ülkelerinde yaşayan insanların hakları dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan insanlarından önce geliyor.. çünkü amerika ve batı olmasa dünya yok oluşa sürüklenirdi.. ‘unthinkable’ filminde de bir işkenceci ekseninde insanlığın yani batının kurtulması için ne kadar işkence de ileri gidilebileceği insanlara tartıştırılıp bir açmazın içine sokuluyor ve sonuçta izleyicinin aklında ve kalbinde işkencecinin cici ve iyi gösterilip haklı olduğu yönünde bir görüş hakim kıldırılıyordu..

bu filmde ise izlandalı yönetmen ne düşünceyle o zor ve ölümcül tercihi finalde dayatıyor bilemem , niyet okuyamam.. ama gerçekten herkesin cevabı ne olur onu çok merak ediyorum..

yukarıda yazdığım gibi film bir başyapıt değil ama gerek oyuncu kadrosu , gerek sürükleyiciliği ve gerekse de konusu itibarıyla izlenmesi gereken bir film.. özellikle meksika’da geçen sahnelerdeki çocuk oyuncuların oyunculukları mükemmel.. sırf onlar için izlenmeli aslında.. bulursanız ve de ayrıca kalbiniz yeterince kuvvetliyse izleyin derim..

umarım yakında anlatmak istediğim esas filmlere başlayabilirim.. mesela ilk başta anlatmak istediğim kimsenin pek sevmediği ‘gaspar noe’ ustanın son şaheseri ‘enter the void’ (boşluk) filmi.. usta yine karanlığın içinde öyle bir hikaye anlatıyor ki izleyeni yaşadıkları masallardan kaldırıp savuruyor.. ‘gaspar noe’ bu düşünce yapısı ve yaşam tarzıyla daha kaç film yapar , kaç hikaye anlatır bilmiyorum ama sabırsızlıkla bekliyorum hepsini..’ 

Crockett..

 

FİLMDEN BİR REPLİK :

 

doktor : bir günümüz vardı , ne bekliyordun..

paul : birini öldüreceğini düşünmedim.. sadece ölüleri kullandığını söyledin..

doktor : evet öyle.. ama bazen acil durumlar olabiliyor.. sen bizi zorladın.. 12 saatte kusursuz bir donör bulabileceğimizi mi sandın.. amerika’da ne kadar bekledin.. bizi nasıl yargılayabilirsin ki.. haydi bay stanton gümrükten geçerken neyle karşılaşacağını iyi biliyordun..

komiser : bu çocuk zaten ölecekti.. belki bu hafta değil , gelecek hafta.. juarez’de çocuklar uzun yaşamazlar.. bir anlamı yok.. ama kızın kurtulabilir.. bunun değeri var değil mi..

doktor : etik olanı mı yapmak istiyorsun , hala şansın var.. ameliyatın parasını ödedin zaten.. bu çocuğu hala kurtarabilirsin.. ama bunun anlamı kızının ölmesi olacak.. ne olsun istiyorsun paul , bu çocuğu mu kurtaralım yoksa kızını mı..  savcılık mı yapacaksın , babalık mı..

 

FİLMİN KÜNYESİ :

yönetmen: baltasar kormakur

oyuncular: dermot mulroney, diane kruger, rosanna arquette, sam shepard, jordi molla,

vincent perez..

senaryo: walter a. doty , john claflin , christian escario..

görüntü yönetmeni: ottar gunason

müzik: james newton howard

kurgu: elisabet ronaldsdottir

tür: dram , gerilim..

süre: 92 dakika..

‘Nerede Ve Ne İçin Yaşadım..’ – HENRY DAVID THOREAU

‘hayatımda ilk ‘henry david thoreau’ adını lise yıllarımda ‘ingiliz , amerikan edebiyatı’ dersinin kütük gibi kitaplarından birinde görmüştüm.. niye bilmiyorum o derslerden o kadar nefret ederdim ki anlatamam.. ingilizce değil artık her şeyi bitirmiştik ingiliz , amerikan edebiyatı okuyorduk.. ama ne hikmetse ingiliz , amerikan edebiyatı dersleri kitaplarının en kalınlarından olan ilk kitap sanırım lise bir kitabıydı , yunan mitolojisinin kadın kahramanlarından olan ‘medea’ ile başlıyordu.. bu saçmalığın nedeni olarak eğitim sisteminin çarpıklığı diyeceğim ama kitap türkiyeli bir yayınevinin değil yabancı bir yayınevinindi.. ben hala bilmiyorum kim bilir ‘medea’ belki yunan değil ingiliz ya da amerikalıdır..

neyse işte bu edebiyat kitabında ‘henry david thoreau’ ismiyle tanıştım.. eserlerinden iki ya da üç sayfalık bir okuma parçası ve hayatıyla ilgili kısa bir bilgi.. o kısa okuma parçası ve hayatı çok ilgimi çekti.. bana o zamanlar bile cehennem gibi gelen bu koca şehrin çarpık yaşam tarzından uzak bir şeyler verebildiğindendi belki bu ilgim ‘henry’e.. yaşar kemal’in o eşsiz doğa tasvirlerinden sonra beni bu cehennemden kurtarabilecek belki ikinci adamdı.. bu yüzden  okul çıkışı hemen kadıköy’ün o zaman ki henüz dejenere olmamış , yok edilmemiş güzel sahaflarına koşturdum.. ama tabi ki hüsran.. adamın adını bile telaffuz edemeyen kitapçı ağabeylerim , ablalarım sanki çok üzülmüşler gibi mimikler yaparak ‘yok baba ,  yok aga , yok kardeş’ falan filan dediler.. o zamanlar nerede böyle elinin altında internet filan , otur yaz iki , üç harf hemen bilgiye ulaş.. varsa evde bilgisayarımız ya ‘commodore’ ya da mali durumumuza göre ‘amigaydı..’ ve sadece oyun oynamaya yarardı bu bilgisayarlar..

 ertesi gün okulun kapsamlı ve geniş sayılabilecek kütüphanesine gittim öğle arasında.. beni kütüphanede gören öğretmenlerden bazıları tabi ani bir kalp spazmı geçirdiler hemen oracıkta.. alışkın değiller elini kolunu sallayarak okula gelip giden beni görünce.. dağıtmayayım konuyu , orada da henry efendiyle ilgili bir şey bulamayınca kadıköy’deki kütüphaneye gittim.. orada da epeyi bir oyalandım , araştırdım ama o koca kütüphanede de varsa bile henry ağabeyin izine rastlayamadım ve ben elimde o ders kitabındaki alıntıyla kalakaldım..

amerikalı yazar , çevreci ve düşünür henry david thoreau ile uzun yıllar sonra bir internet sitesinde karşılaştım tekrar , yine araştırıp baktım ki türkçe’ye çevrilmiş bir iki makale dışında pek bir şey yok ortalıkta..

henry abimizle sonra ki karşılaşmamız ise daha sarsıcı bir ortamda oldu.. uzun süre izlemeye cesaret edemediğim filmlerden biri olan ‘into the wild’ filmini bir gece yarısı izlememle tekrar    ‘henry david thoreau’ ismiyle karşılaşmış oldum.. 24 yaşındayken trajik bir ölümle sonlanan ‘christopher johnson mccandless’in kısa ama sarsıcı yaşam hikayesini anlatan , ‘jon krauker’in aynı adlı kitabından uyarlanan ve yüce insan ‘sean penn’in filmleştirdiği ‘into the wild’ filminde mccandless’in tolstoy ve diğer birkaç yazarla birlikte etkilendiği insanlardan birisinin    ‘henry david thoreau’ olduğu anlatılıyordu..

mccandless’in hayatı kimilerine göre bir salaklık , aptallık olarak görülüp aşağılanırken , benim gibilere göre ise aklını yitirmiş insanlığın suratına atılmış bir şamardı.. film beni çok sarsmıştı.. filmde mccandless’ın aile kurumuna , günümüz vahşi tüketim toplumunun ‘modern insanının’ yaşam tarzına yaptığı göndermeler , eleştiriler çok doğru tespitlerdi..

her şeyi ama her şeyi arkasında bırakarak sade bir yaşamın kucağına : doğaya atmıştı korkmadan kendisini mccandless..

ve bu yolda adımlarını atarken öğreticisi ondan bir yüzyıl önce yaşamış  ‘henry david thoreau’ydu (1817-1862)..

işte bu doğa dostu ve sadeliğin bilgesi ve savunucusu  ‘henry david thoreau’nun bildiğim kadarıyla türkçe’deki ilk derli toplu kitabı aralık ayı içerisinde güzel bir baskıyla ‘notos kitap yayınları’ tarafından ‘yonca yalçın çakmaklı’nın çok emek verdiği anlaşılan özenli çevirisiyle nihayet yayınlandı : ‘nerede ve ne için yaşadım..’

hem notos kitap yayınlarının tüm çalışanlarına hem de çevirmen yonca yalçın çakmaklı’ya çok teşekkür ederiz bu özgün eseri okumamıza imkan sağladıkları için.. kitap raflarda yerini aldı ve ilk baskı tükenmeden almak istiyorsanız en yakın kitapçıya hemen koşun.. ben hem duydum hem gözlerimle gördüm kitap kapışılıyor..

ısrarla diyorum ki yayınevi kitabı çok güzel basmış , kapak ve iç kapaklar çok güzel tasarlanmış , kağıdın kalitesi ve kitabın okunma rahatlığı çok iyi.. tekrar gibi olacak fakat gerçekten ne kadar teşekkür etsek azdır..

daha yaşanabilir bir dünya için neler yapabiliriz diye ve ayrıca mccandless’ı biraz daha anlayabilelim ve onu unutmayalım diye ‘henry david thoreau’nun ‘nerede ve ne için yaşadım..’ kitabını mutlaka alalım.. aldık mı kitabı pardon , tamam o zaman atlayın bir trene ya da araca (mesela bisiklete) en yakın bir ormana gidin , sırtınızı bir ağaca yaslayın , rüzgarın sesini dinleyerek kitabı bir solukta okuyun..’

 

Crockett..

 

‘bizi en derin uykumuzda bile terk etmeyecek şafağa dair tükenmeyen bir umutla , mekanik aletler olmadan , kendi kendimizi yeniden uyandırmayı ve uyanık tutmayı öğrenmeliyiz.. insanın yaşamını bilinçli bir çabayla yüceltme konusundaki tartışmasız yeteneğinden daha umut verici bir durum yoktur.. güzel , resmi boyayabilmek ya da heykeller yontabilmek ve böylece birkaç nesneyi güzelleştirebilmek de bir şeydir.. ancak , tam da içinde yaşadığımız ortamı ve atmosferi boyayıp yontabilmek tinsel açıdan yapabileceğimiz çok daha güzel bir eylemdir.. günün kalitesini arttırabilmek ise , işte bu sanatların en yücesidir.. her insan , ayrıntıları önemseyerek , en üstün ve hassas saatinin beklentisini karşılayarak yaşamını değerli kılmakla görevlidir..

ormana gittim çünkü bilerek yaşamak istedim.. yaşamın yalnızca asıl gerçeklerine yönelmek ve öğretmiş olduğu şeyleri öğrenip öğrenemediğini görmek için ve bir de ölüm kapımı çaldığında , aslında hiç yaşamamış olduğumu düşünmemek için gittim ormana.. yaşamak öyle değerli ki , ne yaşamın kendisi olmayanı yaşamayı , ne de gerçekten gerekmediği sürece vazgeçmeyi istedim.. anlamlı ve yürekten yaşamak ve yaşamın tüm özünü içime çekmek , yaşama dair olmayan her şeyi hallaç pamuğu gibi atarak bir spartalı gibi , azimli ve güçlü yaşamak , bir tırpanla otları biçerek genişçe bir patika açmak , yaşamı bir köşeye sıkıştırarak en küçük terimlerine sadeleştirmekti isteğim.. eğer yaşam alçak olduğunu kanıtlarsa , onun gerçek rezilliğinin içinde debelenmenin bir anlamı olmadığı için , değersizliğini bütün dünyaya açıklamak ; yok eğer yüceliğini kanıtlarsa o zaman bunu deneyimlerle öğrenmek ve sonraki yolculuğumda dosdoğru bir şekilde hesabını verebilmekti amacım.. çünkü çoğu insanın yaşamın şeytani mi yoksa ilahi mi olduğu hakkında tuhaf bir kuşkunun içinde olduğunu ve biraz da aceleyle insanın bu dünyadaki asıl amacının ‘tanrıyı yüceltmek ve sonsuza dek sevmek’ olduğu sonucuna vardıklarını görmekteyim..

efsane uzun zaman önce insana dönüştüğümüzü anlatsa da bize , hala alçakça yaşıyoruz karıncalar gibi , turnalarla savaşıyoruz pigmeler gibi.. hata üstüne hata , yama üstüne yama yapıyoruz ve elde ettiğimiz en iyi şey gereksiz ve aslında kaçınılabilir bir yoksulluk oluyor.. yaşamlarımız ayrıntılarla boğuşmaktan çarçur oluyor.. dürüst bir adam hesap yapmak için iki elinin parmaklarından fazlasına gereksinim duymaz , ya da olağanüstü hallerde on ayak parmağını da ekleyebilir , geri kalan her şey fazlalık.. yalınlık , yalınlık , yalınlık.. diyorum ki , bırakın işleriniz yüz ya da bin değil , iki ya da üç olsun , bir milyonu saymak yerine yarım düzineyi sayın ve hesaplarınızı parmak uçlarınızda tutun.. insan , puslu havalar ve fırtınaları ve akarkumları ve bin bir çeşit başka tehlikeleri içeren uygar yaşamın bu çalkantılı denizinin ortasında hayatta kalmak zorundadır.. akarkuma saplanarak dibe batmamak ve rotasını hesaplayarak limana ulaşmak için gerçekten çok iyi bir hesap uzmanı olmalıdır.. yalınlaştır , yalınlaştır , yalınlaştır..’

HENRY DAVID THOREAU

‘Nerede Ve Ne İçin Yaşadım..’ , Çeviri : YONCA YALÇIN ÇAKMAKLI , NOTOS KİTAP Yayınevi , Aralık 2010..

‘sonsuzluğun dudağında mavi bir uçuktur gök..’ – ERDAL ALOVA

YANILGI

yetişmez gülüşlerin sarılışı

ne de anlayışın

adımlardan bir çizgi olduğu yaşamın

yetişmez anlatmaya sesinin kırılışını

gözlerinin parçalanışını

alışmadıkları bir soğuktan.

gün bir ağartıyla karşılar pencerenden

seyreder gövdeni alaycı serinliğiyle

der : ‘her şey yeniden başlayacak , yeniden

sen dokunuşlarını getir doğmamış aşkların

ben yayayım çıplaklığımda geçmiş zamanı.’

ve gürültüsü sarar çevreni seslerin , gölgelerin

alırlar seni uzayan bir yorgunluğa

bırakırlar büyüyen ayçasına gecelerin.

 

sanırsın kimse görmedi ayla başbaşa kalırken

bilmediler ince bir camdan yapıldığını

gülüşlerin..

çünkü kimseler geçemedi dişlerinden öteye

dediler : ‘bu gökyüzü bize yeter!’

ama ben , kargınmış çocuğu düşlerin ,

sanrıların

geometri bozguncusu , büyücüsü kokuların

dinlerim taşların altında yatan yüreğimle

gövdenin kıvrımlarını , titreşen sokakları

giyerim lacivert geceden gömleğimi

derim : ‘ey kent , gel dans edelim seninle!’

paylaşırım seni akışan bir çığıltıda

sanırsın kimse görmedi

gözyaşın bıçaklanırken

paylaşırım , en güzel sesleri vermek için sana.

ERDAL ALOVA..

TERSİNMELER

her dağ

bir gün açıklar

sürgün bir deniz olduğunu

 

cam sıkılınca kendinden

kum dilinde konuşur

 

gece

bir çakıltaşı operasıdır

kurbağaların söylediği

 

sonsuzluğun dudağında

mavi bir uçuktur gök

 

kızılcıklar

o yanık yağmurlar

 

her ırmak

açıklar bir gün

yüzünü hiç görmediğini

 

ve sırayla

döneriz yaban yanımıza.

ERDAL ALOVA..

Kırık Tabletler (Seçme Şiirler ,2001,1973) , Alkım Yayınları , Mayıs 2004..

ÇAKAL

Yeni bir başlangıç gerekiyordu .

Filmin Konusu :

İstanbul’un yoksul mahallelerinden birinde yaşayan Akın’ın hayatı, annesinin ölümüyle şekil değiştirmeye başlar. Çalıştığı marangoz atölyesinden çaldığı parayla yeni bir hayat kurmayı planlarken, sevgilisi Deniz’in bu planı saçma bulup onu terk etmesi, arkadaşı İdris’in yaptığı teklifi kabul etmesine sebep olur. Bu teklif ona yeni bir başlangıç fırsatı sunar.
Kaybedecek hiçbirşeyi olmayan Akın’ın, gerçek dünyadaki umursamaz ve korkusuz duruşu, patronun gözünden kaçmaz. Fakat bu yeni başlangıç yeni düşmanları da beraberinde getirir.
 
Oyuncular :
 
Akın – İsmail Hacıoğlu
Fahrettin – Uğur Polat
Celayir – Erkan Can
Mecit – Naci Taşdöğen
İdris – Çetin Altay
Deniz – Damla Sönmez
 
 
Akın , annesi öldükten sonra çıraklık yaptığı marangoz atölyesinden ustasının parasını çalarak ayrılmıştır . Bombok bir hayatı olan Akın ‘ ın sevdiği kız olan Deniz ‘ e birlikte gidelim buralardan ve yeni bir hayat kuralım diye teklif eder fakat Deniz bu teklifi kabul etmez .
 
Hayat Akın için bundan sonra değişir . Arkadaşı olan İdris ‘ in iş teklifi ile Fahrettin ile tanışır ve yeraltı dünyasına girer . Verilen her işte başarılı olur .
 

Balıkları ve Akvaryumu çok sevmektedir . Çocukluğunu arar ama artık o günlere dönmek zordur onun için . Sonucunda gelişen olaylar için bu filme mutlaka gitmelisiniz ve inanın bana pişman olmayacaksınız .

Film gerçekten son yıllarda izlediğim çok sağlam bir yerli yapım . Burdan senariste ve Yönetmen ‘ e en derin saygı ve selamlarımı sunuyorum .

Son olarak da Sevgili İsmail Hacıoğlu , Türk sinemasında sevdiğim ender aktörlerden birisin , belki bir gün burayı tesadüfen okursun da seninle tanışma fırsatı bulurum .

Filmin resmi internet sitesi : http://www.cakalfilmi.com

BLACKHAWK

“warmer place”

“warmer place”

‘selam olsun aylak adamlara…
aslına bakarsanız sizi uzun süredir takip ediyorum, ve itiraf edeyim bilgisayarı açtığım an vakit kaybetmeden -yeni bir şeyler var mı- diye ilk göz attığım yer oldu burası. yenileri görünce başlayan heyecan ve iç kıpırtısı kadar, bir şey göremediğimde de bir iç sıkıntısı başlıyor tabi. neyse fazla uzatmadan başta yüce insan crockett, yeni tanıştığım ve yüzünden gülücük eksik olmayan reis ve ulu bilge sarı olmak üzere emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunuyorum. hepinizin yüreğine sağlık. şunu da belirtmeden geçmeyeyim, her yeni paylaşımı okuduğumda beynimin içinden “bende şunu yazayım, şöyle yazayım, böyle yapayım” diye binlerce milyonlarca konu, cümle, kelime geçiyor, bir gaz geliyor, bir heyecan basıyor ama sonrası üşengeçlik midir nedir kaybolup gidiyor. bakarsınız ileride birkaç naçizane gönderi yaparım, yayınlamak siz değerli aylak dostlara kalmış tabi.
ben başlamışken –gerçi başta fazla uzatmadan dedim ama- vazgeçtim uzatayım biraz. öncelikle reisin birkaç tanımlamasına kulak misafiri oldum aylak adamızla ilgili. önce “bizden sonraya bırakabileceğimiz bir miras”, sonra “çocuğumuz o bizim” ve  “hayata isyanımızdır aylak adamız” tanımlamaları beni bi titretti, bi bilinmez hale soktu, bilinsin isterim.  heyecanla takip etmeye devam, ama arada yazmama aralığını uzattığınız oluyor, dikkatinizi çeker, protesto ederim…
gelelim biraz önce crockett babadan okuduğum ve bir şeyler eklemek istediğim n. atlas gecesine…  müthiş bir geceydi. ben mabede gelmeden önce iki bira üstüne iki tekila yuvarlamıştım zaten. her ne kadar gürsel brother’ın baskıları olacağını bilsem de bu bünye black jack’e ne kadar karşı koyabilirdi ki. sonuçta ard arda gelen müzik istekleri, gırgır şamata bir muhabbetle birlikte süper bir gecenin başlangıcının orta yerine düşmüştüm.  “ne de olsa  mülkiyet hırsızlıktı ve paylaşmasam kızardı oradaki arkadaşlar” diye kendimi kandırarak viskiye yumuldum haliyle. gürsel brother hafif tozumuzu aldı tabi ama bende kayışın kopma noktasında olduğum için hassireleeee tarzı yumuşak bi tepkiyle geçiştirdim. sonra caro emerald , emily wells, geç oldu, hadi son bir duble daha, kapılar kaçta açılıyodu, konser kaçta, umo nerde falan derken bahariyede kıçımız donar halde zıplayıp “natacha sen bizim her şeyimizsin” diye haykırırken bulduk kendimizi. niye crockett babanın anlatımı üstüne bu kadar ayrıntıya giriyorum diye de bi stres geldi şimdi nedense. neyse organizatörümüz ulu bilge sarı’nın masa muhabbetiyle birlikte, yarı sponsoru olduğum votka şişesinden de payımıza düşeni aldıktan sonra uçuş tamamlandı ve bulutların üzerine çıktık haliyle. çıkışta yaşanan “warmer place” muhabbetini de ölümsüzleştirmek isterim biline. herşeyiyle süper bir geceydi sonuçta. çingen müzikleri tantanasından sonra organizatörümüz çıtayı epey bi yükseltti diyebiliriz. devamını heyecanla bekliyoruz.
uzadı biliyorum ama az buçukta behzat ç’den dem vurayım diyorum. aslında pek televizyon izlediğim söylenemez ama ilk üç bölümünü anadolu turunda internet olmayan birkaç otele denk gelince vakit geçirmek için izledim. müthiş heyecan yarattı tabi bende. ama sonra istanbul’a dönünce -tv izlememekten kaynaklı- uzunca bir ara izleyemedim. geçen hafta 11. bölüme rastlantı sonucu gözüm takıldı ve izledim. crockett senden özel ricamdır, bir akşam koltuğumun altında bir şişe black jackle mabede geliyorum, şişenin gereğini yapıyoruz ve senden tüm bölümleri set halinde alıp karanlığa karışıyorum…
neyse dostlar tüm emeği geçenlere tekrar teşekkürler…  her daim takipçinizim…
selam olsun aylak adamlara…’

‘Yücel’

‘Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita…’ – ECE TEMELKURAN

‘insanlık, son yüzyılda, en az tanrı kadar iyi bir masal daha üretti: neo-liberalizmin yeryüzünün yapabileceği en iyi şey olduğuna dair bir masal bu. başka hangi yüzyılda krallar, daha az kişinin daha çok yiyeceği, daha çok kişinin aç kalarak öleceğini ve herkes için en iyisinin bu olduğunu söylese bu kadar geniş bir tebayı inandırabilirdi kendine? hangi kral, “gökyüzünün ve yeryüzünün tüm renkleri yok olana kadar sömüreceğiz maviyi ve yeşili. doğanın kusmuklarından ciklet ve deodorant yapacağız,” dese, hangi çılgın teba sevinçle koşardı cikletlerle deodorantları almaya? “asyalı çocukları tuvalete bile gitmelerini yasaklayarak çalıştıracağız ve onların küçük elleriyle yaptıkları plastik oyuncakları hazır yemek zincirlerinde dünyanın dört bir yerinde hediye olarak, zehirli ‘çocuk menüleriyle’ birlikte başka çocuklara vereceğiz. böylece doğu’daki ve batı’daki çocukların aynı anda canına okuyacağız,” dese krallar, hangi cahil ortaçağ insanı inanırdı buna? başka ne diyor krallar?
bir kıtanın bütün güzel, küçük kızlarını alıp para karşılığı tecavüze uğramaları için gemilere bindirip başka memleketlere göndereceğiz!
geri kalan erkeklere birbirlerini öldürmeleri için eski masalları hatırlatacağız. “kimlik” ve “inanç” diye iki karışmış yumağı önlerine atacağız ve onlar bu yumakların olmayan ucunu bulmaya çalışırken gerek duydukları silahları, kurşunları biz onlara satacağız!
güney’i öyle sömüreceğiz ve susturacağız ki iyice sersemleyip gövdelerine bombalar bağlayıp şehir merkezlerinde patlayacak insanlar. biz bu arada fabrika gemilerimizle kendimize ucuz işçi aramak için ülke ülke dolaşacağız. hangi ülkenin zenginleri bizi yerli açlardan korumak için daha çok silaha ve vicdansızlığa sahipse orada konaklayıp emeceğimiz zenginlikler bitince “bay bay!” deyip çekip gideceğiz. ha, belki geride bizden hatıra olsun diye ufak tefek toplumsal sorumluluk projeleri bırakacağız. diyelim nijerya’da toprağın canını emip, buna karşı çıkanları astırıp arkasından bir çocuk parkı yapacağız…
ortadoğu’nun kalbini duvarlarla ikiye ayıracağız. duvar işi tutarsa bu fikri amerika kıtalarına taşıyacağız.
batı’da insanların yapılanlardan vicdan azabı duymaması için yeni filmler üreteceğiz durmadan. kötü adamları vampirlerden ve şeytanlardan tutacağız. gençler artık dünyayı kurtarmak istemeyecekler çünkü kötülüğün, vampirler ve ufo’lardan geldiğine inanacaklar. eski isyan hikayelerini onlardan o kadar iyi saklayacağız ki yoksunluğun kaderleri olduğundan başka bir şey bilmeyecekler. öfkelendikçe ellerindeki “play station” düğmelerine daha hızlı basıp hayali canavarları öldürecekler. yetmezse internetten silah ısmarlayıp, kurşunlarını wall mart’tan alıp gidip okullarında asgari ücretle çalışan öğretmenlerini vuracaklar. onlar öğretmenleri vurmazsa öğretmenler aklını oynatıp öğrencilerini kurşunlayacaklar. bu arada hiçbir şey üretmeden sayılarla oynayanlar wall street’de, öğretmenler ve öğrenciler için onlar hiç bilmeden karar verecekler. onlar karar vermeden önce sabahları gelip askerler, ortadoğu’ya uzaktan attıkları bombaların çocukları öldürdüğünü saklayarak borsanın başlangıç çanını çalacaklar.
gün akşam olacak, avrupa’nın arka sokaklarında “kağıtsız” ve “kayıtsız” adamlar ve kadınlar, nelerini satsalar sabaha bir çörek parası kazanacaklarını düşünecekler. en çok kamyonların arkasında gelen yeni kağıtsız ve kayıtsız adamlardan ve kadınlardan, yani kendilerinden de ucuz olandan nefret edecekler. gölge gibi büyüyecek kalabalıklar sokaklarda. çünkü sistemin güneşi battıkça uzayacak yoksulluğun gölgesi. bütün avrupa kapkara bir buluta benzeyen yoksulluk gölgesiyle karanlıkta kalana kadar sürecek bu. sonra bir gün paris’in arka sokaklarında gölgelerin arasından bir patlama duyulacak, bir araba yanacak. büyük isyanlar için geri sayım başlayacak.
bütün bunlar olurken, bütün bunlar geçip giderken yerin yüzünden, karın kaslarımızın düzleşmesi için yeni aletler icat edilecek ve victoria’s secret defilesi için yeni seçmeler yapılacak. güzellik yarışmalarında kızlar insanlara yardım etmekten söz edecek ve dünya barışından; ama yinede en güzel memelisi birinci gelecek. araba ve kot pantolon reklamlarında icat edilecek hayat sloganları. giderek daha büyük kalabalıklar, içlerindeki sıkıntıdan nike ayakkabı giyerek kurtulabileceğine inanacak. kadınların dudakları kalojenle şişerken, erkekler, içinden ferrari’ler geçen hayaller için bir araya gelecek sadece. çocuklarımızı göndermek için en iyi okulları bulmaya çalışacağız ve bu okulların hiçbiri çocuklara ağaçların isimlerini öğretemeyecek, bir simidi tam ikiye bölerek paylaşmayı ve arka sıralarda oturan bahtsızlarla dayanışmayı. arada birkaç tane üretim hatası çıkarsa, bir çocuğun aklına bütün bunların yanlış olduğu takılıverirse onlarında icabına, zamanı gelince hapishanelerimiz bakacak. hapishanelerimiz kıymalaştırılmamış genç insanları sadece atm’lerden para çekebilen yaratıklara dönüştürene kadar işkence edecek. işkenceden bir sonuç alınmazsa bazı mahkumlar “sabuna basıp kayıp düşecek”. ölenler hesabı sorulamayacak kadar çoğalacak. hesap sormak isteyenler aç kalmakla tehdit edilecek. sonunda ekranda kolları ve bacakları olmayan bir çocuk göreceksiniz. zenginlerin bombalarıyla yok edilmiş bir çocuk çıkıp o zenginlerden takma kol ve bacak alacak. dünya ağlarken izlediklerine, reklamlar girecek. en sonunda, bütün bunların yeniden başlaması için bir reklam arası verilecek. reklamlar bitince… ne demiştik en başta? krallar yeniden konuşmaya başlayacak. konuştuklarında en çok bütün bunların insanlığın başına gelebilecek en iyi şey olduğunu söyleyecek krallar. biz başka bütün hayat seçeneklerinin uzak birer hayal olduğuna inanacağız bu keşmekeş içinde. ya ulaşılamayacak kadar güzel ya da güzel olamayacak kadar masalsı. işte bu yüzden venezüella çok uzak geliyor bize. bu yüzden öyle inanmaz ya da kötü bir son bekler gibi bakıyor insanların gözleri o ülkeyle ilgili anlattıklarıma. ama…’

Ece Temelkuran , ‘Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita..’ , Everest Yayınları , 2009..