Author Archive

KİMBİLİR.. – TURGUT UYAR

KİMBİLİR..

1.

böyle , bu sazlı bahçe neresi ?
nasıl da içiyorum , ölürcesine.
sahnede bir bezgin kadın,
bir gariplik vermiş sesine.
o niçin şarkı söylüyor şimdi ,
ben neye ağlıyorum ?…

2.

elbet hep böyle geçmeyecek ömrüm , biliyorum
bu çeşit yaşamak , zor.
kimbilir tanrım , kimbilir
hangi güzel yerde beni ,
hangi ölesiye sevda bekliyor ?..

TURGUT UYAR..

‘BÜYÜK SAAT , Bütün Şiirleri’ ,  YKY , Mayıs 2002..

‘müzik özgürlüktür..’

‘son zamanlarda devamlı iran’la ilgili sanatsal üretimlerden bahsetmemden dolayı bazı arkadaşlar iran’la kafayı bozduğumu düşünmeye başladılar.. ama gerçek şu ki ortadoğu coğrafyasında insanların bu kadar baskı altında olmalarına rağmen bu kadar kaliteli ve güzel sanatsal üretimler yaptıkları devamlı bahsedilecek başka bir ülke yok..

‘furuğ ferruhzad’ , ‘sadık hidayet’le başlayan ve ‘kiarostami’ , ‘majidi’yle devam eden iran’ı keşif maceram son iki yıldır yoğunlaştı.. burada dikkatimi çeken bir olay olarak şunu söylemek istiyorum tanıdığım veya eserlerini incelediğim insanların yarısından fazlası iran’la ilgili sanatsal üretimlere girişi furuğ ferruhzad’la yapıyorlar ve kiarostami’yle daha derinlere dalıyorlar.. iran’da yapılan geçmişteki üretimlerle , yeni üretilenlere yetişip okumak, izlemek ,  dinlemek ve bu deryayı bitirmek mümkün değil.. bugün sadece bir isim ve iki filmiyle beraber kendi yaşadığı trajediden bahsedeceğim kısaca size..

ustamız ‘sarhoş atlar zamanı’ ve ‘kaplumbağalar da uçar’ adlı filmlerinden tanıdığımız iranlı kürt yönetmen : ‘bahman ghobadi’..

mutlaka izlemenizi istediğim iki filmi ise : ‘half moon (2006)’ ve ‘no one knows about persian cats.. (2009)’

iki aydır bahman ghobadi’yle yatıp kalkıyorum.. ondan kurtulabildiğim zaman onu ve tüm filmlerini uzun uzun yazacağım.. benden başka yazmak isteyen olursa ya da yazan olursa daha da mutlu olurum.. çünkü çok sevdiğim sanat eserlerinden başkalarının da benzer hazları almasından ve onlarla ilgili yazılanları okumaktan çok mutlu oluyorum..

her neyse tırıvırıya dalmayalım.. ikisi de müzikle nefes alan insanların hikayelerini anlatan ‘half moon’ ve ‘no one knows about persian cats..’ filmlerini mutlaka bulup izleyin..  her filmi izledikten sonra eminim ‘yaşasın müzik , yaşasın özgürlük’ diye haykırmak için kendinizi tutamayacaksınız..

‘half moon’ adlı filmde ‘kak mamo’ , iran ve ırak kürtlerinin yanı sıra dünyaca da tanınan meşhur bir besteci ve müzik adamıdır.. iran ile ırak arasındaki yıllardır süren sorunlar sebebiyle bir türlü gidemediği ırak’a , saddam hüseyin’in devrilmesiyle sonunda konser vermeye gidebilecektir. uzun bir bekleyişten sonra ırak’a gitmesi için izin de çıkar.. konsere oğullarım adını taktığı diğer müzisyenlerle beraber gidecektir.. kak mamo’nun vize almasından sonra bir nevi menejeri gibi olan ve horoz dövüşüyle geçimini sağlayan ‘kako’ya haber verir ve kako bir servis otobüsü ayarlar bu zorlu yolculuk için.. otobüsün karşılığında her şeyi olan tüm dövüş horozlarını feda eden kako yola koyulur..

kako yolda önce kak mamo’nun oğullarını toplamaya başlar değişik şehirlerde.. kak mamo’yu da aldıktan sonra zorlu konser macerası tam anlamıyla başlar.. kimi zaman acıklı kimi zaman komik sahnelerin birbirini takip ettiği filmde arka fonda çalan müziklerle gözlerinizden yaşlar akarken takip eden sahneyle bazen kahkahaya boğulacaksınız..

yukarıdaki fotoğraflarda bazı oyuncuları ve sahneleri görülen ‘no one knows about persian cats’ filminde ise genel olarak iran’da müzikle uğraşan insanların karşılaştığı zorluklar ‘negar ve ashkan’ın çevresinde gelişen olaylarla anlatılıyor.. müziklerini daha özgür ortamda yapabilmek için yurt dışına çıkmaya karar veren negar ve ashkan bir müzik stüdyosunda nader’le tanışırlar.. nader bu ikilinin müziklerini dinlediğinde kulaklarına inanamaz.. nader , ashkan ve negar’a ‘tamam sizlere yurtdışına çıkabilmeniz için gereken her yardımı yapacağım ama lütfen iran’da da hem kendiniz hem hem aileniz için bir konser verip öyle yurtdışına gidin’ der.. nader kahramanlarımıza konser için her türlü izni alacağını , konser yeri de bulacağını ve istedikleri orkestra için çeşitli müzisyenlerle tanıştıracağını söyler.. ve müzik için her şeylerini vermeye hazır bu üçlünün macerası başlar.. tamamen gerçek olaylardan senaryosu kurulan bu film bahman ghobadi’nin bence doruğa ulaştığı filmidir.. slogan atmadan , abartmadan , irrite etmeden ve mesaj verme kaygısı olmadan en sert şekilde nasıl politik film yapılacağını çok güzel gösteriyor ghobadi bu filmiyle.. çekim tarzıyla da doğallığı yakalayan filmin müziklerini adım gibi eminim hemen arayıp bulmak isteyeceksiniz.. indie-rock’tan , heavy metal’e ve rap müziğine  kadar uzanan bir müzik dünyasında dolaşırken iran’da yapılan müziğe ve müzik için her şeyi yapan , her türlü baskı ve cezayı göze alan sanatçılara hayran kalacaksınız..

half moon’da ‘kak mamo’nun zorluklarla geçen masalsı serüveni ile ‘no one knows about persian cats’de ‘negar , ashkan ve nader’in trajik hikayeleri neden ısrarla iran dediğimi biraz olsun açıklayacaktır..

son olarak half moon’da ‘kak mamo’ ile ‘şoför kako’ ve persian cats’de ‘nader’ karakterlerini oynayan oyuncuların performanslarına lütfen dikkat edin izlerken diyorum..

üreten , kendileri ve toplumları için bir şeyler yapamaya çalışan tüm insanların başına geri kalmış , baskıcı sistemlerde neler geliyorsa yani tıpkı cafer panahi’nin başına ne gelmişse benzer şeyler bahman ghobadi’nin başına da geçen sene geldi.. yönetmenlik hayatı boyunca devlet yardımlarından yaralanamayan bahman ghobadi film çekmek için evindeki eşyaları satan bir sinema sevdalısı.. her türlü zorluk ve baskıya katlanan bahman ghobadi’nin başına en kötü şey geçen sene geliyor ve bahman ghobadi’nin can yoldaşı , sevgilisi japon asıllı amerikalı gazeteci ‘roxana saberi’ 2010’nun ocak ayında iran aleyhine casusluk suçlamasıyla tutuklanıp sekiz yıl hapis cezasına çarptırılıyor.. uzun süre olayın şokunu üzerinden atamayan bahman ghobadi tüm dünya kamuoyuna seslendiği acıyla gözyaşıyla dolu bir mektupla bu sessizliğini  bozdu.. akabinde 2010’nun mayıs ayında temyiz duruşmasıyla roxana saberi serbest bırakılmıştı.. roxana saberi için internette milyon tane abuk subuk yorumda bulabilirsiniz.. ama bahman ghobadi’nin yüreğinin kapılarını açmış olduğu bir insandan zarar gelmeyeceğine adım gibi eminim..    

her şey için yüreğine sağlık bahman ghobadi.. iyi ki varsın..

gülüşünüzle kalın aylaklar..’

Crockett..

‘no one knows about persian cats filmini internette paylaşım ortamlarında  paylaşıyorum çünkü iran’da sinemada gösterilmesi yasak.. istediğiniz kadar paylaşın.. yalnız iki şey istiyorum , birincisi büyükçe bir ekranda iyi bir ses sistemiyle izleyin , ikincisi paylaşıyorum çünkü filmde anlattığım gibi çocuklar var ya onlar gibilerini gördüğünüzde lütfen ellerinden tutun.. çünkü iran’ın kurtuluşu onların elinde, sanatçıların elinde.’ – BAHMAN GHOBADI

BAHMAN GHOBADI’nin ROXANA SABERI için yazmış olduğu mektup..

‘amerikan pasaportlu iranlı sevgilim roxana saberi için,
şimdiye kadar sessiz kaldıysam, bu o’nun iyiliği içindi. eğer bugün konuşuyorsam, bu yine o’nun iyiliği için.
o benim dostum, nişanlım, yoldaşım… her zaman hayran olduğum, zeki ve yetenekli genç bir kadın.
31 ocak günüydü. doğum günüm olan gün. o sabah, beraber dışarıya çıkmayı planladığımızdan beni alacağını söylemek için aradı. hiç gelmedi. cep telefonunu aradım, ancak kapalıydı ve 2-3 gün boyunca ona ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. evine gittim ve anahtarlarımız birbirimizde olduğu için evine girdim, fakat orada da yoktu. iki gün sonra telefon etti ve “beni affet canım; zahedan’a gitmek zorunda kaldım,” dedi.
sinirlendim, neden bana hiçbir şey söylememişti ki? ona inanmadığımı söyledim, ancak o yineledi: “beni affet canım, gitmek zorundaydım”. sonra, hat kesildi. tekrar araması için bekledim. aramadı.
zahedan’a gitmek için yola çıktım. her otelde o’nu aradım, ancak ismini duyan olmamıştı. 10 gün boyunca, babasından tutuklandığını öğreninceye kadar, binlerce kara düşünce gelip geçti aklımdan. bunun bir şaka olduğunu varsaydım.
bunun bir yanlış anlaşılma olduğunu ve birkaç gün içinde salıverileceğini düşündüm. ancak günler geçti ve ondan tek bir haber bile almadım. endişelenmeye başladım ve ne olduğunu idrak edinceye kadar yardım için mümkün olan her kapıyı çalmaya başladım. ve şimdi kalbim acıyla dolu. çünkü onu iran’da kalmaya teşvik eden bendim. ve şimdi onun için hiçbir şey yapamıyorum. roxana, iran’ı terk etmek istiyordu. bunu ben engelledim.
ilişkimizin başında, birleşik amerika’ya dönmek istiyordu. oraya beraber gidelim istiyordu. ancak ben yeni filmim bitinceye kadar kalması konusunda ısrar ettim.
burada kalabileceği ve buna bütünüyle dayanabileceği ölçüde, filmim bitinceye ve beraberce buradan gidinceye kadar; yazdığı kitap onu içine çekmişti.
roxana’nın kitabı iran’a bir övgüydü. kitabının müsveddeleri duruyor ve elbette bir gün yayınlanacak ve bizler de bunu göreceğiz. fakat neden kimse bir şey söylemedi? onunla konuşan, çalışan, oturup sohbet eden ve ne kadar suçsuz olduğunu bilen onca kişi…
bu mektubu o’nun için endişelendiğimden yazıyorum. sağlığından endişeliyim. sürekli ağladığını ve bunalmış olduğunu duydum.
roxana çok hassas biridir. yemeğine dokunmayı reddedecek kadar…
mektubum devlet adamlarına, politikacılara ve yardım etmek için herhangi bir şey yapabilecek herkese seslenen çaresiz bir haykırış…
okyanusun ta diğer ucundan, amerikalılar onun hapsedilmesini protesto ettiler, çünkü o bir amerikan vatandaşı. fakat ben “hayır” diyorum, o bir iranlı, ve o, iran’ı seviyor. size yalvarıyorum, gitmesine izin verin! onu politik oyunlarınızın ortasına atmamanızı rica ediyorum!
roxana siyasi oyunlarınızda yer almak için çok zayıf ve saf. davasında benim de bulunmama, babası ve nazik annesiyle beraber yanı başında oturmama, suçsuz ve ayıpsız olduğuna tanıklık etmeme izin verin.
yine de, serbest bırakılacağı konusunda iyimserim ve yargının, davanın bir sonraki aşamasında iptal edileceğini kesinkes umut ediyorum.
benim japon gözlü, amerikan vatandaşı, iranlı sevgilim hapiste. utanç duyuyorum! utanç duymalıyız!’
BAHMAN GHOBADI

‘gitme kal’ var yok dinlemez bir çocuk isteğidir.. – ARİF DAMAR

DAR AÇI..

uzun saçlar yakışırdı sana uzun yıllar

bir gökyüzü bitince öteki başlardı

çevik taylar dururdu güneşte olgun başaklar

gölgelikler dururdu,

ovalar aydınlıkta dururdu

bulut geçti derdik bilemedin

ya da yağmur yağacak derdik

fesleğen saksıda güzel dururdu

bak bu olacak şey mi kömür beni vurdu

ayaklarım aldı başını gitti

ellerim kaldı duvarda

kalk ne olur pencereyi aç

uzun saçlar yakışırdı sana uzun yıllar

bir gökyüzü bitince öteki başlardı..

ARİF DAMAR (23 Temmuz 1925 , 20 Ekim 2010..)

 

GİTME KAL.. 

nice nice acıları aklına getir

bunca yoksulluğu aklına getir

gözyaşlarını aklına getir

‘gitme kal’ var yok dinlemez bir çocuk isteğidir

gitme aklına getir

 

kıraç mı kıraç toprakların üstüne

güneşler açar yağmurlar kesilince

çırılçıplak kayada yeşerir inci ağacı

dağların kuytusunda bir uslu çiçek

dağıtır mavisini kendi kendine

gitme beraberlik içinde

nasıl sevinirdik aklına getir

 

her şeyi her şeyi aklına getir

gece yarılarını aklına getir

söylediklerini aklına getir

sinsi yağmurlar yağıyordu

soğuktu

yaktığımız ateşi aklına getir

 

nelerden geçiyorsun aklına getir

gitme dünyamızın her yerinde

yorgun eller gülleri derleyince

ellerin sevincini aklına getir

güllerin sevincini aklına getir

 

ne çok severdik seni aklına getir..

ARİF DAMAR (23 Temmuz 1925 , 20 Ekim 2010..)

METİN GÖKTEPE.. (10 Nisan 1967 – 8 Ocak 1996)

metin’e metin bir metin..

metin’in kafasında bir darp var
polis karakolundan morga kadar
mosmor
bir darbe var
yüreğimizde beynimizde
soruyor bir işaret fişeği
biz ölerek mi yaşamayı
öğreneceğiz hala..

CAN YÜCEL

‘YENİ YILDAN TOM WAITS GECESİNE..’

‘YENİ YILDAN TOM WAITS GECESİNE..’

 

‘n…ma.. 

bugün çok özledim seni..

belki gelir

seni güldürürüm diye düşündüm..

ya da sen gülerken

beni mutlu kılmak için güldüğünü..

 ÜMO..’ 

‘yeni yıl yazılarını , yıl dönümleri yazılarını yazmayı sevmem daha doğrusu beceremem.. uzun süre bekledim diğer ‘agalar’ belki yazar bir iki yazı diye ama yazmadılar.. şaşardım zaten bir iki yazı patlatsalardı.. yazı yazmak artık bir külfet gibi görülüyor herkes için.. zor geliyor insanlara iki satır bir şeyler karalamak.. benim içinse içmek kadar güzel bir şey yazmak.. tabi fırsat bulursam.. özellikle ‘reis’ bilir yazarken ne kadar zorluklar yaşadığımı.. hangi ortam ve şartlarda nasıl kaçamak yazı yazmaya çalıştığımı çok iyi bilir.. bazıları öyle küçümsüyor ki yazmak , üretmek , paylaşmak gibi konuları.. ‘başka işiniz mi yok sizin’ diyorlar.. oysa bunu diyenler boş muhabbetlerin , meşgalelerin önde giden müdavimleri.. sadece acı acı gülümsüyorum onlara.. facebook sayfalarında bir şeyler beğenmenin peşinde koşanların , sabahlara kadar msn kovalayanların , tweeter mı her ne ise o dalgada kim ne yapıyor diye merak edenlerin ya da yine o dalgada ahkam kesip propaganda yapan ucuz siyasetçilerin peşinde koşanların , saatlerce bilmem kim gol atmış kaç gol atmış diye bahis sitelerinin başından ayrılmayanların gıcık olduğu bir tipim ben.. yazmak , paylaşmak , üretmek cesaret işi.. eleştirmek kolay.. dalga geçmek kolay.. ama yazmak isteyen herkese diyorum fütursuz ve korkusuz olun , buyurun size ortam..  biraz ‘ümo’ gibi olun.. ‘ümo’nun dün itiraf ettiği gibi dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sanatçısı ‘zeko’ gibi cesur ve delikanlı olun.. ay gene delikanlı diyerek cinsiyetçi bir cümle kalıbı kurmuş oldum.. tühh ne etsek de bu cümleyi evirip çevirsek ‘ümo’.. neyse burada bu bahsi keselim yeni yıl yazımıza girelim , iş başa düştü yine..  

sekiz gün önce bir yılı daha tarihe gömdük.. her geçen sene biraz daha yaşanmaz , cehennemleşen bir dünyaya doğru adım adım gittiğimiz bir gerçek.. bu gidişatın da değişeceği pek görünmüyor..

doğru umutsuz yaşanmıyor.. hem umut , ‘ümo’nun diğer adı.. biz aylakadamız ailesi olarak umutsuzluğun üzerine kahkahalarımızla saldırıyoruz.. kahkahalarımızla gülerken gözlerimizden hüznümüzün , neşemizin yaşları akıyor umutsuzluk illetinin üzerine yok etmek için..

gülen insanları hep sevmişimdir , çevrem hep fütursuzca gülen , kahkaha atan insanlarla dolu.. mesela ‘sokak kedisi’ kardeşimiz vardır.. yaşadığı onca olaya , zulme karşı sizi dinlerken ya da kendisi konuşurken yüzünden hiç eksilmeyen tebessümünün ortam neresi olursa olsun birden kulakları sağır edici bir kahkaha patlamasına dönüşmesi an meselesidir..

yine ‘ümo’ , en ciddi ortamda bile o sahte ve saçma ‘ciddiliği’ yerle bir eder bir anda kahkahalarıyla.. reis , gürsel , komşi , sarı , yücel de gülme ve kahkaha konusunda sınır tanımaz.. ama ben her zaman ‘sokak kedisini’ tek geçerim bu konuda..

bizim tek gücümüz kalemimiz ve kahkahalarımız.. yeni yılda da güzel şeylerin , en azından güzel bir şeylerin kırıntılarının olmasını , yaşanmasını hepimiz için diliyorum ve istiyorum.. en azından daha fazla güldüğümüz bir yıl olsun..

benim açımdan aynı monotonlukta ve anlamsızlıkta geçti 2010 yılı.. hayatımın en büyük ‘yalanı’nın artçı sarsıntıları kalbimi kanata kanata parçalamaya devam etti , çoğunlukla onunla cebelleştim , yıkılmamaya çalıştım.. ‘yalan’ım uzun süren işkencesinden sonra lütfetti , çağırdı.. gittim demeyelim mal gibi koştum hemen yaşadığı o uzaktaki karalar içindeki deniz kıyısındaki şehre..  kendisiyle oturdum iki defa.. iki görüşmemizde de sustum.. sadece onu izleyip , duymak istedim.. hep gözlerinin içine baktım , orada ‘yalan’ı gördüm.. dudaklarından dökülen her ses demetinde ‘yalan’ı duydum.. ona bakarken hep düşündüm , düşündüm : bana kesilen bir ceza mıydı yoksa uzaklardan kıkır kıkır gülünen bir oyun muydu hala çözemedim , bilemiyorum.. bilmek de istemiyorum artı.. hayatımın en büyük hayal kırıklığı oldu.. anladım ki ‘yalan’ için  sadece bir teselli aracıydım hayatının bir dönemi için.. işi bitti ve sifonu çekti , ben şehrin lağımına karışıp giderken kendisi yeni alemlere aktı acımasızca.. ne yapalım hiç delikanlı olamadık , kollarımızı ufuklar kadar açıp yıldızlara bakıp   altımızdan tabure çektiremedik ancak üstümüze sifon çektiler hep.. bu da benim niteliksizliğimin , hiçliğimin bir delili işte..

neyse o da ‘boş karaktermiş’ anladım.. bana ‘yalan’dan geriye lanet olası yaşanmışlıklar , anılar kaldı..  bir gün bu ‘yalan’ı yazmaya başlayacağım burada ibreti alem olsun diye.. her şeyiyle yazacağım.. bana yazdıklarıyla , söyledikleriyle başlayacağım sonra ince , kalın yağacağım kendisine buradan.. ‘yalan’la ilgili bahsi burada şimdilik ‘kalın’ bir şekilde kapatmak istiyorum ingeborg bachmandan bir alıntı yaparak : ‘faşizm , atılan ilk bombalarla başlamaz , her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. faşizm , insanlar arasındaki ilişkilerde başlar , iki insan arasındaki ilişkide başlar..’

deniz kenarındaki o kara şehirde yaşayan ‘yalan’ım : inan senden daha acımasız bir faşist görmemiştim hayatımda..

işte bu acılar , kıvranmalar içinde geçen sene daha önceki senelerin bir kopyası şeklinde geldi geçti derken yılın son ayı ‘güneş’imize kavuştuk.. soğuk kış günlerinde gençliğimdeki gibi yaka bağır açık dolaşabiliyorum artık onun sayesinde.. hayatımdaki tüm savaşımların bozguna uğrayanı olarak buz gibi anlamsızlığımın içinde cebelleşirken onun çığlıklarıyla biraz olsun güç buldum silkindim.. yalansız bir dünyada mutlu bir yaşam diliyorum güneşime..

geçen yılın diğer bir güzelliği de aylakadamız’ın daha da büyümesi ve güçlenmesiydi.. adım adım , sakin sakin ilerlediğimiz yolda artık fren tutmuyor aylakadamız.. koptu gidiyor.. ona layık olmaya ve onu devamlı güncellemeye çalışıyoruz büyüyen ailemizle.. ‘sarı’ aramıza katıldı – biraz sahteden olsa da – .. sevindik ‘sarı’ya ama ‘sarı’nın nefesi kesildi hemen.. diz çöktük , yalvardık yazması için ama artık biz de tükendik.. ‘güneş’ bile ondan çok üretim , paylaşım yapıyor..

‘sarı’dan sonra biz başkalarını beklerken güzel bir sürprizle ‘yücel’ kardeşimiz de yüreğini koydu ve eminim o hepimizden daha çok üretim , paylaşım sunacak burada..

arkasından aylardır süren uğraşımdan sonra ‘komşi’ yani ‘fran(sı)z kafka’yı da aylakadamız neferi yaptım.. güzel bir giriş yaptı , arkasını bekliyoruz tabi ‘güneş’ izin verirse..

yakında bomba bir sürprizim daha geliyor : ‘ümo..’ bu transfere en çok ‘reis’ sevinecektir.. benim ümom kim ne derse desin içiyle dışıyla bir olan bir yiğit.. durulmayan bir asi nehir.. sadece ikimizin başından geçenleri buraya yazsa fırsat bulamayız bu sayfalarda yer bulmaya.. sabırsızlıkla bekliyoruz ümoyu..

geçen yılın biraz olsun beni gülümseten kazanımlarımdan birisi de izmir’den ‘aslı’ kardeşim oldu.. uzaklardan sesiyle umut oldu , güç verdi bize.. ufkumuzu da açtı paylaşımlarıyla.. kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır buradan.. eyvallah..

başka başka neler anlatayım 2010’la ilgili düşünüyorum da hep aynı şeyler işte.. 2010’da ‘dolu poşet , boş poşet’ ya da ‘dolu şişeler , boş şişeler’ arasında geçti gitti , kurtulduk.. ‘halo dayıyla’ güzel güzel içtik hep.. o 73 ben 37 yaşımdayım.. rakamları tersine çevirmek daha doğru çünkü benden daha genç olan o.. halo dayıyla maceralarımızı uzun zamandır yazmıyorum.. bir düzenleme yapıp ‘haloyla maceralar’ ya da başka bir ad altında yazmaya başlayacağım haftalık yazılar olarak.. halonun vakti yok yazmaya , en azından onun ağzından aktarıp buraya ben yazacağım onun maceralarını , incilerini..

işte böyle geçti 2010 derken 2011’den de sekiz günü hızla yedik.. dün 2011’in ilk büyük buluşmasını biraz fireyle de olsa yaptık (fireler : komşi , yücel , sarı , alki) ‘ümo’nun sponsorluğunu yaptığı ‘tom waits gecesinde.. benim haberim yoktu ‘ümo’ herkese haber salmış ‘mekanda’ ‘tom waits gecesi’ var kaçırmayın diye..

gelin çay içelim diye çekirdek kadroyu çağırdığımda öğrendim dünün ‘tom waits gecesi’ olduğunu.. iyi dedik artık bazı gecelerimizin en azından ismi de olur , daha anlamlı içeriz dedik.. biz çay içemeye başladığımızda ‘ümo’ bira vakti geldiğinden içmeye başladı.. sonra tabi ‘ümo’nun göbeğime ve suratımın bilumum yerlerine öpücük saldırılarında aldığım bira kokularına dayanamayarak ben de hızlı şekilde birayla giriş yaptım ‘tom waits gecesine..’ işin en komik yanı ‘tom waits gecesi’ müzeyyen senar’ın agora meyhanesi ile başlamıştı ve müzeyyenle devam edip zekoyla (ümonun söyleyişiyle) sürmekteydi.. mekandaki alkol rakı hariç tükenince ümo ve gürsel alkol takviyesi yapmaya gittiler.. yeterli viski ve bira stoğu yaparak geldiklerinde yanlarında tanımadığım bir çocuk elinde valizle gelmişti.. kim bu la demeden gürsel ahmet babanın yeğeni dedi.. isviçreden biraz önce gelmiş.. ahmet baba o kadar yoğun çalışıyor ki bu soğukta yeğeni kadıköyün tekinsiz sokaklarında unutmuş.. neyse bizim reisle , ümo hemen sıcacık kollarını isviçreli vural’a açtılar , bağırlarına bastılar.. vural’ı bizim komşi ameliyat edecekmiş o yüzden ta isviçrelerden kalkıp gelmiş ancak komşiyle olan bir iletişim problemi ve teknik tıbbi problemler nedeniyle ameliyat ertelenmiş.. biz bu ifadeyi iki üstadımız halo ve abidin dayı ve üstadların yamakları olarak gürsel , ümo , ben , reis aldıktan sonra vuralımızla hemen kaynaştık ve tom waits gecesine onu da zorla kattık ahmet baba gelene kadar..

vural ‘tanrım nereye düştüm’ diyen bakışlarla bizim muhabbetimizi seyrederken gürsel abisi kalın bir viski bardağı dayadı burnuna ‘hade iç bakalım’ diyerek..

bunun akabinde benim şeytanlığım tuttu ‘yahu ümo bu kadar cimrilik olmaz kardeşim , niye çikolata filan getirmedin viski için..’ dedim ve fitili ateşledim.. en az yarım saat ümoyu taarruza aldık çikolata için ama benim asıl amacım ta alplerin doruğundan , çikolata diyarından iki valizle gelen ve muhtemelen lezzetli çikolatalar ile dolu valizlerdeki çikolata ve olası viski zulasını patlatmaktı.. ama vural biraz türkçeye yabancı kaldığı için ve bizleri tam olarak anlayamadığı için sanırım o zulaları deşifre etmedi.. ümo da lanet olsun diyip kalktı tekrar bakkala gitti.. elinde bir torba dolusu çikolatayla geri döndü , alın gözünüz doysun diyerek kafamıza attı.. reis gelen çikolataları meyve ve çerez tabaklarının yanına başka bir tabağa kırmaya çalışırken ortadan kaybolan isviçreli vural elinde bir paket bademli çikolata paketiyle görününce ortamda bir an ölüm sessizliği oldu.. herkes birbirine baktı sadece ortamda ‘zeko’nun yürek yakan sesi yankılanıyordu.. ve o sessizlik birden ‘ümo’nun dehşet bağırtısıyla yok oldu.. ‘ulan iki saat burada demedik laf bırakmadılar bana çikolata yüzünden , kalktım mal gibi aşağıya gittim çikolata aldım bu fakirlere ama senden ses çıkmadı.. ta ki ben geldikten sonra çikolata çıkarıp yiyin diyorsun , bana kastın mı var vural , niyetin ne la oğlum senin’ diyince herkesten kahkaha tufanı koptu.. vural ‘abi ben anlamadım’ dese de ümo sevgi dolu bakışlarla ona kafasını uzun süre salladı.. neyse baktım vural viskiyi yuvarlayamıyor bir türlü dedim ki ‘soda ister misin viskine’ , ‘yok’ dedi istemem.. ama her viski bardağı ağzına giderken yüzü şekilden şekle gidiyor dayanamadım aldım zorla bardağı , içine biraz soda koyarak seyrelttim viskisini.. baktım yağ gibi akmaya başladı isviçreli vural’ımın boğazından viski.. vural’ın yüzü biraz öncenin gerginliğine rağmen gülümsemeye başladı tekrar alkol kana yayılınca.. ama hala ümo’ya çekinerek bakıyordu.. oysa ümo o sırada muhteşem ‘tom waits gecesinde’ çalan zeko ve diğer sanat müziği parçalarıyla halay çekiyor , dans ediyor , zafer işareti yapıyordu reis’le beraber.. ve o sırada haykırarak gecenin itirafını yaptı ümo : ‘bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük sanatçısıdır zeko her şeyiyle..’ biz bu itirafla çalkalanırken  isviçreli vural’ın gözlerinde halen tedirgin bakışlar fark ediliyordu yine ‘ne biçim bir ortam burası , dayım nerelerde kaldı’ dercesine..

biraz sonra biz boyut değiştirmeye başladığımız esnada ‘zeko’dan , ‘cirrus’un eşsiz müziğine geçerken isviçreli vural’ın yüzündeki endişe daha da arttı.. cirrus’un muhteşem solisti ‘naval ben kraiem’in eşsiz sesiyle ümo , ben , reis bulutlara tırmanmaya başladık ümo’nun kendi elleriyle inşa ettiği merdivenle.. ümo dans konusunda da bir numara.. reisin gözleri yaşardı , kasıkları patladı ümonun eşsiz figürlerine gülmekten.. dansı kesen ümodan basel diyarından gelen vural’a o sırada yeni taaaruz başladı.. ‘sigaran var mı la vural’ dedi.. vural çikolatadan bozulan sicilini düzeltebilmek için hemen ‘var abi’ diyerek ön odadaki valizlerine koştu.. oradan yirmilik bir sigara boxunu kapıp gelirken yolda gürsel yakalamış vuralı ,  içinden sadece bir paket getir demiş yoksa o boxtan geriye bir şey  kalmaz.. bunun üzerine elinde bir paket sigarayla gelen vural bu sefer ümonun daha şiddetli bir tepkisiyle karşılaştı.. ‘bu ne la kafa mı buluyorsun bizimle , bu mu isviçre’den getirdiğin sigara , bu kadar mı lan’ diye fırçayı kayınca vural koşup hemen bir paket sigara daha getirdi.. sonra ümo ve reis onu çapraz sorguya aldı.. ağır ceza davalarının uzmanı ümo soru üzerine soruyla vuralı darmadağın etti.. ‘vural olum çantanda ne var.. kaç paket sigara var.. ahmet babaya ne getirdin.. yeğenlerine , kuzenlerine çikolata getirmedin mi.. viski yok mu la’ diye ölümcül sorularla vural’ı intihar aşamasına getirdi.. vural eminim o anda içinden ahmet dayısına yağıyordu ‘nerde kaldın dayı’ diyerek.. ama işte o çapraz sorgu tam nemalanmaya dönüşecekken ahmet baba geldi arabayla yeğenini kurtarıp kaçırdı.. vural’la vedalaşırken ümo esas bombayı patlattı : ‘oğlum vural biraz anlayışsızsın , ama hoş çocuksun.. sende de bizdeki gibi bir eşcinsellik seziyorum , çekinme rahat ol biz de öyleyiz , sevdim seni.. lan oğlum sen bize takıl tatil süresince , ahmet dayını boş ver’ diyince vural’ın kafa resmen açıldı , yüzü kızardı , bir gülümseme yayıldı yüzüne.. içinden ‘belki de başıma birazdan neler gelecekti burada , dayım tam zamanında geldi’ diyordu.. tabi ümo’nun bu takılmasına bizler yerlere yıkılarak tepki verdik.. acımasız , homofobik bir dünyada bulunabilecek ayrımcılık düşmanı , en geniş ve rahat insanlar bizim ortamdaki aylaklar.. insanların nerede yaşarlarsa yaşasınlar sahip oldukları bu homofobiyi hiç anlamıyoruz , anlamayacağız da..

baselli vural bir daha mekana adım atar mı bilmem fakat gerçekten hoş çocuk.. sıcakkanlı , yüzü gülen birisi , ortamı biraz çekinerek de olsa hemen tolare etti.. ona da aylakların arasına hoş geldin diyoruz ve ilk gecesinde yaşadıkları için geçmiş olsun diyoruz..

vuralı yolladıktan sonra biz soap kills ve cirrus’la uçmaya devam ettik.. arada mola verip vuralı konuşup , kahkahaları koyuveriyorduk.. sonra ilerleyen saatlerde gelen hüseyin’den öğrendik ki ahmet baba çok kızmış sigara boxunun patlatılmasına , meğer bir arkadaşına sipariş getirmiş özel olarak.. sıkma canını ahmet baba yabancılar içmedi.. ha bu arada bahsi açılmışken ben sigara içmem , tütün mamulleriyle aram hiç yoktur.. ben , ciğerim , komşi , ahmet baba ve abidin dayı hariç herkes sigara içiyor maalesef.. ama bizim mekanda sigarayı yazın cehennem gibi sıcak , kışın sibirya gibi soğuk olan içinde klima motoru bulunan kapalı balkonda yani zehir odasında içmek isteyen içer.. umarım sigarasız bir dünyanın olduğu günleri de görürüz.. nedense hiç toleransım ve hoşgörüm yok sigara konusunda.. küçüklüğümde babamın sigaralarını sobaya attığım için yediğim dayaklardandır belki bu tepkim bilmiyorum..

‘tom waits gecemiz’ şen şakrak devam edip bir süre sonra nihayetlendi.. herkes mekandan ayrıldı ben yine tek başıma kalakaldım sessizliğin içinde yalnızlığımla beraber.. herkesin gidecek bir yeri var , benim yok işte.. ‘gidecek bir yeri olmamak’ üzerinde çok yazılacak bir konu.. yazarız bir ara bununla ilgili de..

ha gecenin en önemli olayı ‘tom waits gecesi olmasına rağmen bir tane bile tom waits şarkısı çalmamasıydı… bu da gecenin sonunda güldüğümüz ayrı bir husustu.. halo dayının deyimiyle ‘bu konu bizi de düşündürtmektedir..’

içimde kalmasın halo dayının bu cümlesinin geçtiği olayı da hemen anlatayım sizlere yeni yılın ilk halo dayı macerası olarak..

halo dayı bir arkadaşının suç makinesi olan genç yaştaki oğlunun yaklaşık bir düzine suçtan aynı dava içinde yargılandığı dosyasının ilk duruşmasında sıra kendine gelince kalkıp uzun bir savunma tiradına girişiyor : ‘müvekkilim şöyledir , böyledir ; ailesi şöyledir , böyledir ; bu suçları işlemesi hayatın olağan akışına aykırıdır ; iyi aile çocuğudur  , sabıkasızdır , sabit ikametgah sahibidir’ falan filan diyerek yaklaşık bir saat süren uzun bir savunma yapıp çocuğun tahliyesini istedikten sonra mahkeme hakimi gülümseyerek ‘iyi de avukat bey çalıntı oto da ve girilen evde müvekkilinizin sayısız parmak izi tespit edilmiş , bu konu da ne diyorsunuz peki’ diyince halo dayı da gülümseyip , kıkırdayarak ve ne diyeceğini bilemeyerek ‘yani yani’lerini tekrarlayıp düşünmek için süre kazanarak ‘evet efendim bu husus bizi de düşündürtmektedir’ diyince salondaki herkesi bir gülme krizi tutuyor.. dayı duruşmadan çıkıp gelip bize bu olayı anlatınca artık bu cümle kalıbı bizim dilimize de kazandırılmış oldu işte..

neyse bayağı uzun bir yeni yıl yazısı oldu , umarım 2011 hepimizi biraz olsun gülümsetir diyorum ama bu dileğim de ‘bir hayli beni düşündürtüyor’ bu karabasan dünyanın içinde..

 

Crockett..

(halo dayının duruşmalarda taktığı kravatlardan birisi : kurbağalı kravat.. şaka ya da espiri değil yüzde yüz gerçek..)

‘her yalnızlık biraz ihtilal..’ – EDİP CANSEVER

Umuş..

bütün iyi kitapların sonunda
bütün gündüzlerin , bütün gecelerin sonunda
meltemi senden esen
soluğu sende olan
yeni bir başlangıç vardır..

parmağını sürsen dünyaya, rengini anlarsın
gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın
onu işitsen, yuvarlağı sende kalır
her başlangıçta yeni bir anlam vardır..

nedensiz bir çocuk ağlaması bile
çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır..

Edip Cansever

Robespierre..

her gün biraz daha yalnız robespierre
ve fransa biraz uğultulu
yalnızdır akşamı yok edilen bir subay
bilinmez ürkütülmüş atları ne çok sevdiği
her yalnızlık biraz ihtilal..

çok şeyleri kadınlar için yaptım, kadınlar
onlar ki yokmuşum gibi sevdiler beni
beğenmek, beğenilmek gibi ayrı kaldılar
bir gün de akşamdı, ben o akşamı hiç unutmam
her sessizlik biraz ihtilal..

işte bir tanrı evi, kimler ki geçerken uğruyorlar
sonra çılgınlar gibi kalabalığa
belki de yarı kalmış bir sevgiye koşuyorlar
belki de her boyun eğdikleri, her diz çöküş
yavaşça bir ihtilal..

Edip Cansever

‘SONRASI KALIR – 2 , EDİP CANSEVER..’ , YKY Yayınları , Nisan 2005..

hasta parçacıklar …. (morbid segmentations…)

hasta parçacıklar …. (morbid segmentations…) 

Sola döndüm. Köşe kalabalıktı.İnsanlar benim için  ne olduğu belirsiz bir durum karşısında sabahın dokuzunda bir araya gelerek kendi eşsiz yorumlarıyla birşeylere katkıda bulunmaya çalışıyorlardı. Bulunulan yer  apartmanımıza komşu bulvara açılan  köşeydi. Biraz daha yaklaştım. Kalabalık içinde iki kişi  kazdıkları bir çukurun başında durmuş karşılıklı  yorumlar yapıyorlardı. Kır saçlı  ve elinden sigarayı düşürmeyeni “biraz daha kazalım tıkanan boru buradadır kesin!” diyordu daha uzun boylu  ama çırak  görünümlü olanına. Bu sonuncusu ki  ismi Bay O. idi ,uzak bir mekana doğru seslenircesine  “daha önce getirdiğim hortumu uzatırmısın E. !” diye haykırdı. E. de sigarayı elinde tutan bir patron edasıyla tutarak  arkasına dönüp üçüncü kişiye hortumu uzatmasını söyledi. Usta çırak ilişkisi bu olmalıydı sanırım.  Kenardan devam edip ortamdan uzaklaştım.

Neler olduğunu bilemeden yürüyordum taşlı çakıllı  yolda. Ayakkabımın ucu arada bir büyükçe taşlara takılıp derin kesikler halinde çiziliyor , ben de yere yüzüstü kapaklanacak oluyordum. Hava çok sıcak , Güneş’se caddedeki tektük ağacın gölgesini bile eritircesine tepemdeydi.

Uzaktan hızla yaklaşıp yanımdan geçen  otobüsün sıçrattığı suyla kendime geldim. Üstüm çamur  olmuştu. Otobüsün ardından “Hayvan!” diye bağırdım. Otobüs birden durdu. Şoför penceresinden karakuru bir tip sarktı  ve ” bas git belanı benden bulma ,kafanı patlatırım senin !” , dedi.  Ona doğru yürüdüm.  Otobüstekiler arasında  bazı sesler yükseldi ve şoför tekrar içeri girerek yoluna devam etti . Adama cevap verememiş olmak  çok koymuştu. Oysaki tek istediğim yanımda  ki hanımefendinin  bakışları altında  bana karşı terbiyesizlik edilmesini engellemekti. Yanıma baktım birden ama hanımefendi yoktu. Paltoma sarındım yoğunlaşan tipinin soğuğu altında. Biraz daha yürüdüm. Köşedeki yeni görünümlü derme çatma marketçiğin yanına ulaştığımda kapısındaki dereceye doğru bakışlarım kaydı. Eksi yirmi yedi  dereceyi kendi kendime sayıklarken kayarak kıçüstü yere çakıldım.

Birileri başımda bitiverdi hemen. “Ne oldu ? Fenalaştın mı ?” sorusuyla  kafam aydınlandı. Ancak soru ya da o an yağan sorular gerçekten hatırımı sorar tonda değil de daha çok  etrafımdaki insan sayısını artırmaya yönelik tondaydı.  “Adam sıcaktan bayıldı galiba” dedi yaklaşık on kişiye ulaşan kalabalıkta  en arka sıralardan  minyon tipli memur kılıklı bir zat. “Şimdi iyi ,iyi !” , diye insanları rahatlatmaya çalışan  yaşlı bir kadın tarih öncesinden kalma yamalarla dolu koltukaltı çantasını düzelterek umursamaz bir edayla uzaklaştı bölgeden.

Ayağa kalktım. Sol ayağımdaki ayakkabımın ucunda  kocaman bir delik ve  araya giren bir taş ile rahatsız oldum.  Ayağımı sallayarak  taştan kurtulmaya çalıştım. Ama başarılı olamadım. Kalabalık dağılmıştı. Bulunduğum yere komşu apartmanın  girişindeki basamaklara oturdum. Kafamdaki şapkayı kenara koydum. Ayakkabımı çıkararak taşı  düşürmeye çalıştım . Az önceki yaşlı kadın tekrar belirdi . ” Paran yok galiba senin” dedi ve kenarda duran şapkama birkaç bozukluk bırakarak kendisinden beklenmeyecek  bir hızla uzaklaştı. O sırada kadının  konumlandığı yerin tam karşısında burnunun içinde maden ararcasına serçe parmağıyla karıştıran bir sarışın , saçları yana taralı bir ufaklık belirdi. Ayakkabımdan çıkardığım şeyin bir köpeğin taş kesilmiş dışkısı olduğunu görünce iğrendim ve çocuğa fırlattım. Çocuk gülerek kaçıştı. Az ötede ki  eczaneden çıkan ve ağabeyi olduğunu sandığım kişiyle çarpıştı. Ağabeyi bir kaç yaş büyük şişe dibi gözlüklü  kocaman gözlü sevimli biriydi. “Yine altına işemişsin velet! Seninle mi uğraşıcam gir içeri!”  , diyerek askılı pantolonunu düzeltti. Çocuk içeri daldı. Fırlattığım  taşlaşmış dışkı ise  oraya yeni ulaşmış  sokak köpeğinin ilgi odağıydı şimdi. Birkaç kez kokladıktan sonra dişlerinin arasına alarak karşı kaldırıma geçti ve yanıma geldi. Dışkıyı yanıbaşıma bırakarak  ortadan kayboldu.

Ayakkabımı giyip tekrar yola koyuldum. Her adım atışımda soldaki ayakkabımın ayrılmış olan tabanı palet gibi yalpalanmaya ve yere takılmaya  başladı. Kendi adıma artık böyle  paspal olmaktan utanmıyordum. Benim için önemli olan diğer ayakkabımı da kaybetmemekti. Yoksa parasız pulsuz bütün yazı nasıl geçirebilirdim? Ayakkabımı düşünürken şapkamı orada unuttuğumu hatırladım. Umursamadım. Tökezlemelerim ayakkabımın taşlara takılmalarıyla daha da artmıştı. Yürümek ne kadar zorlaşsa da taşlara takılmam bunun gerçek nedenimiydi bilmiyordum, yoksa yürümeyi mi unutmuştum?  Yürümek neden alın yazımızdı ? Gerçekten yürümek zorunda mıydık diye düşünmeye başlarken binaya ulaştım. Karşımda ki , uçsuz bucaksız pencere tarlası gibi uzanan kocaman bir yapıydı. Otomatik kapı açılıp ana koridora girdiğimde  O beni karşılıyordu. Sarışındı. Uzun boyluydu. Cildi  Güneş parlaklığındaydı. “Sen  kaç derecesin?” diye sordum. Tam cevap verecekken  yanımızdan küt kızıl saçlı  , kocaman çok güzel gözleri olan bir anne geçti göbeğindeki kocaman tümsekle . Tam bir yuvarlaktı göbeği. Gözlerimin içine bakarak biraz da belini tutarak önündeki hemşireyi takip edercesine gözden kayboldu. O ise tekrar bana döndü. Cildinin parlaklığı üzerindeki beyaz önlüğe de yansımıştı. “Elinde ne tutuyorsun?” dedi. “İşte ayakkabım!” dedim neden olduğunu bilmediğim yarım bir sevinçle. ” Elinde ayakkabı  yok ki! Buraya  kadar yalınayak nasıl geldin?” dedi. Gerçekten de yalınayaktım. Güneş’in  ışınları  şeklindeki saçlarını iki yana sallayarak elini ceketimin cebine soktu. Cebimden ufak bir defter çıkarıp içine birşeyler yazdı ve tekrar cebime koydu. “Hadi artık gidebilirsin sana bir taksi çağıracağım . Birazdan gelir. İlaçlarını da yazdım ihmal etme” , dedi. “Bir daha da yalınayak gezme , ayaklarını çamur içinde bırakmışsın. Bu soğukta donmuyor musun?” diye ışıldayan gözlerle baktı. O kadar cümleyi nasıl söylediğini anlayamadan geri döndüm. “Ben seni görmeye geleceğim zaten”, diyerek hemşire bankosuna döndü. Binanın otomatik kapısı açıldı ben yaklaşırken . Ama başka birileri girdi  telaşla dışarıdaki termometrede  görünen eksi yirmi yedi derece ile birlikte . Soğuğu yüzümde hissetmemle gözümde ışık çakmaları başladı ve ben biri tarafından fırlatılmışçasına sırtüstü yere kapaklandım. Arkamdan bir sesin  altın sarısı saçlarıyla ” Baba! Baba!” diye haykırışını duyarak kayboldum kendimde. “Baba! Baba!”  

                                                                     Güneş’imize (31.07.2010)

‘Fran(sı)z Kafka’

Ne yazmak gerektiğini bilmediğin  zamanda yapabileceğin en iyi şey kaleminden süzülen mürekkep izini kaleminin gittiği yönde saklamaktır. İşte o zaman sakladığın mürekkep  gölgeleri ışık olur yazmana . Ve bir de yanında yamacında göğe yükselen dayanılmaz bir müzik varsa , o şahaneyi yaratmana bir nefes kaldığı andır.

                                                                 ( Ne olduğu belirsiz bir tarih…)

‘Fran(sı)z Kafka’

‘atlar gibi gözlüğe alıştırın / gözleri göklerden genişse / almadan vermeyi öğrenmişlerse / vurun ellerine ellerine..’ – GÜLTEN AKIN

ÖFKE AĞIDI..

dövün çocuklarınızı suçsuz

erken tanısınlar cezayı

cezaların suçlardan çok olduğu dünyada

dövün çocuklarınızı

 

atlar gibi gözlüğe alıştırın

gözleri göklerden genişse

almadan vermeyi öğrenmişlerse

vurun ellerine ellerine

 

candan özge değer var mı..

vatan nedir..

dostluk yenilir içilir mi..

sevgi neye yarar sevgi..

GÜLTEN AKIN

AVLU..

avlu bir çığlıkla tamamlandı

sanki eksikli kalırdı o çığlık olmasa

uzun buzdan sarkıtlar biçiminde

dondu çığlık..

 

dondu çığlık

lacivert resimler çizerek üstümüze

– ana o çığlığı nereden buldun..

düşündü nöbetçi , sirenlerden mi

martılardan belki

ama nerde deniz.. deniz olmalı ki

üstümüzde mavisi kesilmiş soğuk gökyüzü

altımızda

altımızda yanımızda ve her yerimizde

avlu..

 

avlu , o yedi günün birinde

toplaşıp toplaşıp dağıldığımız

yaşayan parçamız oldu..

 

avlu

kulübeler ve dikenli teller

pembe ve çatık nöbetçi

kalan altı günde birikir mi

kurşuni damdaki deprem öncesi sessizliği

o çığlık olmasa yarım kalacaktı sanki,

üstümüze doğrultmaya tüfekler

mekanizma sesleri

geldi bütünledi

çelenkti o , kara gövdesiyle devindi avluda

dokusunda ilenç çiçekleri

önünde durdukça her bir ananın

büyüdü

öyle ki

onu kim görse dağ derdi

şimdi biz

yani biz analar

artık o avluya nasıl sığarız..

GÜLTEN AKIN

‘Ağıtlar ve Türküler (1972-1983) Toplu Şiirler – 2’ , GÜLTEN AKIN , Yapı Kredi Yayınları , Ekim 2004..

‘ÜLKEMİZİN DEMOKRASİ HAVARİLERİNE DUYURULUR : ARJANTİN DİKTATÖRÜ ‘JORGE VIDELA’ FAŞİSTİNE ÖMÜR BOYU HAPİS CEZASI VERİLDİ.. ‘NETEKİM’ DARISI BİZİMKİLERE..’

‘ÜLKEMİZİN DEMOKRASİ HAVARİLERİNE DUYURULUR : ARJANTİN DİKTATÖRÜ ‘JORGE VIDELA’ FAŞİSTİNE ÖMÜR BOYU HAPİS CEZASI VERİLDİ.. ‘NETEKİM’ DARISI BİZİMKİLERE..’

‘soruyorum size.. nasıl oluyor da bir babanın , bir ananın en büyük sevinci onların hala işkence ettiklerini öğrenmek oluyor çocuklarına..’ JOHN BERGER

‘nasıl john berger ustanın yukarıdaki cümlesi kalbinizi acıtıyor mu.. insan olduğunuzdan dolayı üzüntü duymanıza yol açıyor mu.. ben ağlamaktan ve ağladığımı söylemekten çekinmem ve utanmam.. bu cümleyi her okuyuşumda ya da hatırlayışımda tüylerim diken diken oluyor ve arkasından ağlıyorum ve ağlamamla beraber içimde müthiş bir kusma isteği duyuyorum.. çünkü kendimden iğreniyorum.. çünkü tüm yaşanmışlıklarda bir birey olarak benim payım da var.. çünkü tüm insanlık tarihi bizlere devredilen insanlık mirasları..

işte bu acı cümlenin söylenmesine sebep olayların faili , arjantin’de 1976-1983 arasında süren darbe döneminde cezaevlerinde onlarca mahkumu öldürten ve resmi kayıtlara göre 13.000 kişi , tahminlere göre 30.000 kişiyi kaybedip , katlettiren , askeri uçaklardan okyanusa canlı canlı atan arjantin’in faşist diktatörü 85 yaşındaki jorge videla’ya birkaç gün önce arjantin’in cordoba federal mahkemesince ömür boyu hapis cezası verildi.. 1985’teki yargılamasında da ömür boyu hapis cezası alan pis faşiste arjantin’in eski demokrasi havarilerinden el turco lakaplı carlos menem af çıkarmış , ancak bu af olayına arjantin yüksek yargısı el koyarak bu affı iptal etmişti..

darbe döneminde sol muhalefete karşı giriştiği kirli savaş ve kaybettiği insanlarla tam bir insanlık düşmanı olduğunu ispat eden jorge videla savunmasında ‘arjantindeki olası bir marksist devrimi önlemek amacıyla görev yaptığını , ne yaptıysa ülkesinin geleceği için yaptığını’ belirtti.. ancak arjantin’in onurlu cesur hakimleri bu komik savunmayı kabul etmeyip , ömür boyu hapis cezası vererek bu pisliğe gereken cezayı verdi..

arjantin dünyaya yol gösteriyor.. ama bizde ses yok , herkes sus pus.. oysa gözlerimiz , kulaklarımız aylar boyunca ülkeye tam demokrasi geliyor , demokrasiye karşı çıkmayın diye iğfal edilmişti.. ne oldu da ülkemizde bu sene boyunca timsah gözyaşlarıyla demokrasi havariliği yapanlardan artık ses çıkmıyor anlamıyorum.. behzatım gibi soralım : ‘ne oldu la.. tırstınız mı la.. demokrasicilik oynamak kolay fakat demokrasi zor iş değil mi aga..’ 

bizim faşist eli kanlı diktatörlerimiz ve yardakçıları ellerini kollarını sallaya sallaya keyiflerinin ve akarlarının tıkırındalar.. ne oldu hani yargılanacaktı askeri darbeciler ve yardakçıları.. ‘netekim’ unutuldu sanırım ağlamalar , zırlamalar , sızlanmalar , demagojiler , yalan vaatler.. sizler yalansınız , hayatınız yalanlardan örülmüş..  hepiniz boş karakterlersiniz..asıl sizlere inananlara yazıklar olsun.. sizin peşinizde koşan sarı solculara , liberallere yazıklar olsun.. her konuda yasal düzenlemeler hızla yapıldı ama bu konuda tık yok.. bekliyoruz hala.. darbecilerin başı daha düne kadar televizyonlara , gazetelere demeçler vererek yine olsa yine yapardım diyerek pişman olmadığını söyleyerek tehditlerine devam ediyordu.. hatta sevgili yurdumun üniversiteli gençleri bu eli kanlı faşistin katıldığı ve bir üniversitede yapılan canlı televizyon programında ‘yine olsa yine yapardım ve hepsini yine asardım’ sözlerini dakikalarca ayakta alkışlamıştı.. alan paton’nun güney afrika’da apartheid dönemlerinde geçen romanının ismi hep aklıma gelir bu durumlarda : ağla sevgili yurdum.. onlarca kişiyi asmış , 17 yaşındaki bir çocuğu darağacında büyütmüş bir faşisti bu ülkenin sözde okumuş aydın gençleri dakikalarca ayakta alkışlıyor ve sonra bu ülke cunta anayasasında komik değişiklikler yaparak demokratik oluyor öyle mi..

hani yargılayacaklardı , hani içeri tıkacaklardı hepsini.. yalan..

hepsi artık birer tescilli yalancı..

tekrar gelelim arjantinli faşiste.. jorge videla aynı zamanda yine başka bir latin amerika diktatörü (büyük ozan victor jara ve şili’nin seçilmiş sosyalist meşru başbakanı allende gibi binlerce solcunun katili) faşist pinochet’in de yakın dostu ve destekçisiydi..

işte arjantin’in sadece maradona’sı , kempes’i , eva peron’u , messi’si yok.. tüm geri kalmış ülkelerde olduğu gibi topun yüceltildiği ülkelerden biri olan arjantin’in on binlerce aydın beyni okyanus sularına atılırken arjantin ve dünya çılgınca maradona’yı ve şampiyon arjantin’i konuşuyordu.. son ses açılmış radyolardan spikerlerin gol çığlıkları şehirlerin göbeğindeki ‘garage olimpo’ gibi işkencehanelerinde yankılanırken elleri gözleri bağlı solcu aydınların sessiz çığlıkları insanlığın sağır kalbine maalesef ulaşamıyordu.. (cronica una de fuga ve garage olimpo adlı başyapıtlar o günleri anlatan ve ilginç anekdotlarla dolu izlenmesi gereken filmler.. ayrıca politik sinemanın usta yönetmeni costa gavras’ın çektiği ‘missing’ de şili’de askeri darbe dönemine ait müthiş bir ağıt.. gavras’ın ‘z’ adlı filmini halen izlemeyenler ise zaten kendileri için üzülsün.. büyük kayıp.. bunları bulun ve izleyin derim..)

kayıp anneleri olan ‘cumartesi anneleri’ ilk olarak arjantin’de yapılanmıştı : plaza del mayo anneleri.. darbe döneminde kaybolan evlatlarını her türlü baskı ve şiddete rağmen buenos aires başta olmak üzere tüm şehirlerde arıyor ve unutturmamaya çalışıyorlardı..

ve gün geldi anneler kazandı işte.. arjantin’in faşist katil diktatörü jorge videla bir kez daha ömür boyu hapis cezası aldı..

darısı başımıza ‘netekim’ diyeceğim fakat boşuna lakırdı olacak bu çünkü demokrasi bir yalanlar ve vaatler toplamıdır..

bitirirken arjantin’in tüm gözü yaşlı cumartesi annelerinin acılarını bir nebze olsun dindiren bu yargı zaferi kutlu olsun ve bizlere örnek olsun bu onurlu direnç abideleri diyorum..’

Crockett..

‘içindeki ‘sinemadan çıkmış kişi’yi öldürdüler..’ – Aylak Adam / YUSUF ATILGAN..

‘sinemaya girdiğinde üstü başı az ıslaktı.. önce yüz numaraya girdi , çıktı.. bir sigara içti.. salon pek kalabalık değildi.. paltosunu çıkarıp ortalarda bir koltuğa oturdu.. gelenlerin çoğu kadın.. bir de belki iki saatlik aylaklar , okul kaçakları.. ‘şunların arasında sevilmeğe değer birkaç kişi niye olmasın.. tok karın iyimserliği mi yoksa..’ başlama saati yaklaştıkça boş yerler doluyor.. bir kadın yanındaki koltuğa doğru geldi.. kadının yüzünde sanki koyu vişne bir ağızla romalı heykel burnundan başka bir şey yoktu.. koyu vişne kıpırdadı :

– sahibi var mı efendim..

orada duran paltosunu kucağına aldı.. kadın oturdu.. çantasının üstünde uzun tırnaklı uzun parmakları vardı.. az sonra ışıklar sönünce kadın koltuğun ötesine doğru toplandı.. bu çabuk kaçış onu yanındakinin bir yerine gerçekten değmiş gibi üzdü.. içinde kıpkızıl bir öfke kabardı.. ‘hay lanet olası.. insem mi beynine..’ kendini güç tuttu.. bu öfke bir kırgınlık, bir başkalarına küsme duygusuyla karışıktı.. seveceğin sandığı insanlar bunlar mıydı.. perdede dünya haberleri gösteriliyor.. bu ‘karı’nın yanında kalırsa bir şey göremeyecek.. kalktı.. sıradan çıkarken birinin ayağına bastı.. adam hiç seslenmedi.. ‘çüş’ falan deseydi bir yanını kırardı.. gitti ilerde boş bir yere oturdu.. arkasında , alaca karanlıkta belli belirsiz kıpırdayan insan suratlarına meydan okurcasına baktı.. ama onu kimse görmedi..

iki saat sonra kalabalığın içinde , sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi.. düşünüyordu : ‘çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği , kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor.. sinemadan çıkmış insan.. gördüğü film ona bir şeyler yapmış.. salt çıkarını düşünen kişi değil.. insanlarla barışık.. onun büyük işler yapacağı umulur.. ama beş-on dakikada ölüyor.. sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu ; asık yüzleri , kayıtsızlıkları , sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar , eritiyorlar..’ saatine baktı : dört buçuğa beş vardı.. ‘eve gitsem okusam..’ durağa yürüdü.. ‘bunları kurtarmanın yolunu biliyorum.. kocaman sinemalar yapmalı.. bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara.. iyi bir film görsünler.. sokağa hep birden çıksınlar..’ kafasından geçene güldü.. duraktakiler dönüp baktılar.. kadının biri kaşlarını çattı.. sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu.. ‘ne adamlar be.. güldüysem güldüm , size ne..’ duramadı orada , yürüdü.. eve gitmeyecek.. içindeki ‘sinemadan çıkmış kişi’yi öldürdüler.. sağ kalan sıkıntılı , kızgın.. hep ölçülü-biçimli mi davranmak gerek.. kim demiş.. başkaları onu eve gidecek sanırken o gidip bir meyhanede içecek.. yolun çivisiz yerinden karşıya geçti.. kayıp giden otomobiller duraksadılar.. bir şoför sövdü.. o duymadı..’

AYLAK ADAM , Yusuf Atılgan.. Yapı Kredi Yayınları , Ekim 2009..