Author Archive

19 OCAK 2007..

Ruh Halimin Güvencin Tedirginliği


Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım.
Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı… Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum. Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum.Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum
Kendimden emindim
Ama hayret işte! Dava açılmıştı.
Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
“Ya sabır” çeke çeke…
Ama dönülmedi.
Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.
Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.
Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım… Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
“Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında.
Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum.
Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.
Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.
Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum.
Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.
Tek silahım samimiyetim
Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı.
Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.
Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti.
Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.
Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:
“Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”
Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.
Kara mizah
Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk.
“Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek.
Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.
“Türk Devleti adına”
İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.
Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor.
Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde.
Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?
Başsavcının çabasına rağmen
Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.
Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı.
Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.
Güvercin gibi
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.
Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim…
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli.
İşte size bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?
“Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?”
Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi…
İşte size bedel… İşte size bedel…
İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?
“Ölüm-Kalım” dedikleri
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım… Ve ailece yaşadıklarımız.
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.
Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında…
O noktada hep çaresiz kaldım.
“Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.
İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.
Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
“Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.
Kalmak ve direnmek
İyi de, gidersek nereye gidecektik?
Ermenistan’a mı?
Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
Rahat bana batardı!
“Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi.
Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık ve direnecektik.
Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama… Tıpkı 1915’teki gibi çıkacaktık yola… Atalarımız gibi… Nereye gideceğimizi bilmeden… Yürüyerek yürüdükleri yollardan… Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı…
Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere… Her neresiyse.
Ürkek ve özgür
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum.
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

HRANT DİNK

Agos Gazetesi , 19 Ocak 2007

‘yeraltında kör bir köstebektim..’ – Charles Bukowski

‘siz bana nehirlerden ve yağmurdan söz edin , ben size uyuşturucu ve ıstırap bağımlısı sıska bedenleri anlatayım , kadınsız ve işsiz ve ülkesiz , verilenden daha iyi bir yaşamı hayal ederek , akortsuz piyanolar çalan eşcinsellerden geçilmeyen barlarda ve bok suratlı kasa sahipleri ıslık çalar ölü parayla..’

‘herkesin savaştan yana olduğu bir dönemde savaşa karşıydım.. iyi savaşı kötü savaştan ayırt edemiyordum -hala edemem.. ortalıkta henüz hippiler yokken hippiydim ben ; beat kuşağı gelmeden önce beat’tim..

bir protesto yürüyüşüydüm tek başıma..

yeraltında kör bir köstebektim ve ortalıkta benden başka köstebek yoktu.. daha henüz yer altı oluşmadan yer altı’ydım ben.. pis genç bir adamdım..

ben hip’tim zaten..’

Charles Bukowski..

‘yalnızlık gittikçe daha tatlı bir hal alıyor , bir zamanlar hapis yatan bir adam tanırdım.. onu deliğe tıkmışlardı..

ona ‘şimdi dışarı çıkmak istiyor musun’ diye sorduklarında , ‘hayır’ dedi.. yine de onu çıkardılar.. deli olduğunu düşünüyorlardı.. gördüğüm en akıllı adamlardan biriydi.. evet , evet..’

Charles Bukowski..

‘bir yazar yazacağı bir sonraki satır kadar vardır.. onun gerisinde kalanlar bir bok ifade etmez.. eğer o bir sonraki satırı yazamazsanız , insan olarak ölmüşsünüz demektir.. sadece bu bir sonraki satır , daktilo döndükçe ortaya çıkan bu satır vardır , bu sihirdir , gürlemedir , bu güzelliktir.. bu ölümü yenebilecek tek şeydir..’

Charles Bukowski..

CHARLES BUKOWSKİ & BEAT KUŞAĞI , Çeviri : ARTEMİS GÜNEBAKANLI, ALTIKIRKBEŞ Yayınları ,  Türkçe Edisyonu Hazırlayan : ŞENOL ERDOĞAN , AVİ PARDO’nun çevirilerinden yararlanılmıştır , 2. Baskı Ocak 2011..

‘çuvalında yeni ölmüş bir çocuk.. kanatları sığmamış..’ – ECE AYHAN

BAKIŞSIZ BİR KEDİ KARA..

gelir bir dalgın cambaz.. geç saatlerin denizinden .. üfler lambayı.. uzanır ağladığım yanıma.. danyal yalvaç için.. aşağıda bir kör kadın.. hısım.. sayıklar bir dilde bilmediğim.. göğsünde ağır bir kelebek.. içinde kırık çekmeceler.. içer içki üzünç teyze tavanarasında.. işler gergef.. insancıl okullardan kovgun.. geçer sokaktan bakışsız bir kedi kara.. çuvalında yeni ölmüş bir çocuk.. kanatları sığmamış.. bağırır eskici dede.. bir korsan gemisi girmiş körfeze..

ECE AYHAN..

BÜTÜN YORT SAVUL’LAR (Toplu Şiirler) , ECE AYHAN.. , YKY Yayınları , Ekim 2003..

GRUP YORUM 25. YIL KONSERİ..

‘yazıma başlamadan önce aramıza yeni katılan ‘kevok’a hoş geldin diyorum.. umarım sana aylak adamız’ı tanıtan ‘sarı’ gibi yazıların yıllık olmaz.. güzel yazınla güç kattın bize.. ‘sarı’ya da umarım örnek olur.. yeni yazılarını sabırsızlıkla bekliyoruz ‘kevok’..

12 haziran 2010 da elli beş bin kişilik koroyla inönü stadyumunda 25. yılını kutlayan grup yorum’un bu tarihi konserinin dvdsi kalan müzik’in özenli ve titiz çalışmasıyla raflarda yerini aldı nihayet..

grup yorumla birlikte her türlü baskı ve zulme birlikte direnen ve yıllar önce imç’de ‘umudo’yla birlikte tanıştığımız ve bu tanışıklığımızın henüz ilk yarım saati bitmeden peşimizden hem gülerek hem küfür ederek imçdeki o zaman ki dükkanından bağırıp kovalayan hasan saltık ustaya bu konser kaydının bize ulaşmasını sağladığı için binlerce kez teşekkür ederiz.. o kovalamayı hasan usta hatırlamaz ama ben ve umudo çok iyi hatırlarız.. umudo ve ben kötü niyetli değildik.. elimizde çok iyi bir grup vardı ve hasan saltık abimize bu grubun kayıtlarını dinletmeye gitmiştik.. o dinlemem diye ısrar edince umudo daha da ısrar etmeye başlamıştı.. iş sertleşmeye başlayınca ben devreye girip ‘peki usta sen bu kayıttan o zaman bize bin tane basıver parası neyse verelim’ dediğim an oturduğu masadan gülerek fırlayıp bizi kovaladı.. ee biz daha liseyi yeni bitirmişiz her şeyi halletmişiz menajerliğe başlayıp bir de ‘umudo’yla onun teyze oğlunun kurduğu grubun kaset işine girmişiz.. kafaya bak işte.. yaşlar küçük ama hayaller o zamandan büyük.. hasan saltık ustaya naçizane beş dakikalık bir menajer eskisi olarak son bir önerimiz bu konser kaydı müzik cdsi olarak da yapılırsa bence çok iyi bir çalışma olur ve raflardan kapışılır diyorum..

her neyse tekrar gelelim grup yorum’a..

tam 25 yıl olmuş grup yorum yola çıkalı..

tam çeyrek asır dile kolay..

dün dvdyi görüp alınca reis’e mesaj attım hemen , dedim ki ‘tam 25 yıl olmuş reis ben daha ortaokula yeni başlamış çocuktum ilk dinlediğimde..’

neler yaşamışım bu 25 yıllık sürede düşünüyorum da ve hep grup yorum olmuş yanımızda.. uğradığı onca zulme , baskıya , işkenceye , hapislere , sürgünlere rağmen grup yorum hep var olmuş..

grev çadırlarında , öğrenci eylemlerinde , bir mayıs alanlarında direnişin olduğu her yerde yanlamadan , vınlamadan , dimdik durarak ‘türküler susmaz halaylar sürer’ demiş grup yorum..

grup yorum’u ilk olarak diyarbakır’da yaşadığımız sırada hemşerimiz olan ve ingilizce öğretmenliğinde okuyan ‘meryem hocam’ vermişti.. odamda zülfü livaneli dinlediğimi duyunca odaya gelmiş bizimkilere çaktırmadan çantasından çıkararak haziranda ölmek zor-berivan albümünü bana uzatmıştı.. dinle belki beğenirsin demişti.. beğenmek ne demek grup yorumla soluk alıp vermeye başlamıştım sanki.. zülfü livaneli’den ve diğer ustalardan çok farklı gelmişti..

aylar boyunca o albümle yatıp kalkmıştım.. sonra bir gün babama yakalanmıştım , babam o ana kadar dinleyip ses çıkarmadığı grup yorum’a eve gelen o zamanın hızlı solcularından şimdinin amerika’sında kapitalizmin ve emperyalizmin çarklarında ona destek veren  mithat abinin boşboğazlığı sonucu ‘oooo.. abi sizin evde yorum çalıyor hayırdır’ diyince grup yorum’un ne olduğunu babam aşağı yukarı anlamış ‘gel lan buraya’ diyerek küçük bir sorgu sualden geçirmişti beni misafirlerin önünde.. mithat abi gülmekten yerlere yıkılmıştı zevkle ‘abi yapma müzik dinliyor çocuk , sen de dinle beğenirsin’ demişti.. babam ona da manalı bir bakış fırlatmıştı.. babam epeyi bir sorguladı ama kaseti kimden aldığımı söylemedim , çözülmedim.. ilk direnişim bu olmuştu belki de hayatımda.. ha babam kasede bir şey yaptı mı diye soracaksınız hayır hiçbir şey yapmadı.. aynı dünya görüşlerini pek paylaşamasak da sağolsun babama çok şey borçluyum hayatımda.. özelikle kitap okuma sevgisini kazandıran , aziz nesin , rıfat ılgaz ve muzaffer izgü ustalarla beni tanıştıran ve o kızıl zehrin kanıma karışmasına sebep olan babama ne kadar teşekkür etsem azdır.. hiçbir zaman ne okuduğuma ne dinlediğime karışmadı , engellemedi.. bazı konularda fikren çok çatışsak da bir kere bile engel koymadı..

işte grup yorum’la bu tanışmamızın ardından daha önceden kanıma bulaşmış zehrin daha da hızla vücuduma yayılmasına yol açtı grup yorum..

kim ne derse desin , kim hangi yakıştırmayı yaparsa yapsın ve kim hangi çamuru atarsa atsın güneş balçıkla sıvanamadı ve grup yorum tam 25 yıldır hep ezilenin yanında olmaya devam etti..

insanlar piyasa koşullarında savrulurken grup yorum hep aynı çizgide yoluna devam etti.. faşizmin en şiddetli dönemlerinde yüzlerce kez konserleri iptal edilmesine rağmen , üyeleri topluca ya da bireysel olarak gözaltılarla , işkencelerle ve uzun süren hapisliklerle yıldırılmaya çalışıldıysa da yok edemediler grup yorum’u…

aile büyüdü , genişledi gittikçe.. yeni sesler , yeni müzik emekçileri ağabeylerinden ablalarından aldıkları bayrağı daha da ileriye taşıdılar.. kolektif üretimle unutulmaz eserler kazandırdılar bizlere..

‘sıyrılıp gelen’ albümünde gülbahar uluer , ayşegül yordam , efkan şeşen , tuncay akdoğan , taci uslu  , kemal sahir gürel ve diğer yol arkadaşlarıyla  yola çıkan daha sonra serdar keskin ,  ejder akdeniz , ilkay akkaya , hilmi yarayıcı gibi onlarca ismin grup yorum kervanına katıldığı ve 21 albümün ve onlarca yeni şarkı , türkünün üretildiği bir süreç yaşandı..

grup yorum’a engeller koyan , baskılar yapan , zulmedenler tarihin çöplüğünde üzerlerine atılan yeni çöplerin altında unutulup yok olup gittiler ama grup yorum büyüyen ailesiyle dimdik ayakta ve türküler susmaz halaylar sürer şiarıyla yoluna daha güçlü devam ediyor..

dün dvdyi alıp izlemeye başladığımda tüylerim diken diken oldu her şarkıda.. şarkılarla birlikte kendi tarihimde gözlerimin önünde canlandı ve fark ettim ki grup yorum hep benim de yanımda yer almış , bana en zorlu zamanlarımda yaşama gücü vermiş , kaybolan umutlarımı yeniden canlandırmış..

grup yorum’un 25. yılını 55 bin kişilik korosuyla kutladığı bu muhteşem konserin titiz bir çalışmayla sunulduğu bu arşivlik dvd çalışmasını bir an önce alıp izleyin..’

Crockett..

İÇİMDEKİ DENİZ

İÇİMDEKİ DENİZ

Aylak Adamız’ı bir arkadaşım sayesinde tanıdım. Bana bu siteye istediğimi yazabileceğimi, sınırların ve duvarların olmadığını söyledi. Ben de günlerdir sınırsız ve duvarsız nasıl olunur onu hatırlamaya çalışıyorum. Sanırım bunu unutmuş olmanın, belki de kelimenin tam anlamıyla hiç yaşamamış olmanın verdiği eziklikle başladım. Ve yine geçenlerde yaptığım bir film muhabbetinden yola çıkarak İçimdeki Deniz’i benim içimdeki denizlerle birleştirip yazacağım. Daha önce yazılmış olma ihtimalini göze alarak…

Film sadece Ramon Sampedro’nun hikayesi değil aslında. Çok daha karmaşık bir konu olan yaşamama hakkının hikayesi. Filmi hep duyup ta ancak bu yaşında izleyebilmiş olan ben ise bu karmaşık dediğim hikayeden epeyce etkilendim. Hikayeye geri dönersek; 25 yaşındayken bir kaza geçirir Ramon. Yüksek bir yerden denize atlar ve bel kemiği kırılır. Artık Ramon’un boynundan aşağısı tutmuyordur, artık iyileşmesi imkansızdır… Olay buraya kadar trajik bir yaşam hikayesi gibi görünmekte. İspanyol yönetmen Alejandro Amenábar tarafından Ramon Sampedro’nun gerçek yaşam hikayesini anlattığı kitabından sinemaya aktarılması daha da etkili yapıyor olayları. ‘Hep böyle bir film yapma hayali kurdum’ diyor yönetmen. İnsanın hayallerine kavuşmasının zor olduğu şu hayatta büyük şans…

30 yıl yatakta geçirilen zaman artık Ramon’a ağır gelmektedir. Ülkesinde yasal olmayan ötenazi hakkını yasallaştırmak için hukuk mücadelesine başlar. Fakat bu mücadeleye birçok kişi anlam verememektedir. Hatta bazen izlerken benim de anlam veremediğim çok an oldu. Ramon’un bir oda içine sıkışmış hayatı çoğu kere ölümü anlamlandırsa da hayatına giren insanlar, ailesi ve yazmaya olan tutkusu onu her an hayata bağlamalıymış gibi geliyor insana. Ramon’un odasından taşan hayalleri vardır. Acıtan hayaller bunlar. Çoğu kez ayağa kalkıp gerilerek pencereden havalanmasıyla başlayan(ki bu belki de bir çoğumuzun zamanında hayal ettiği bir şeydi) daha sonra engin bir denizin kıyısında son bulan hayaller… Ama bu gerçeğe her dönüşte onun hayatla bağını bir kez daha koparıyor. Ölmek istemesini anlayamayan çevrelerden biri de kilise. Hatta bu anlama kabızı kişilerin Ramon’un ailesini sevgisizlikle suçlamalarına kadar varıyor. Filmin bir diğer güzelliği de Ramon’un ölümü istemesinde mistik bir beklentisinin olmaması. Bu film karamsar ve ölüme sürüklenen çaresiz birinin hikayesinden öte, yaşamın ona vermediği özgürlüğü ölümle bulabileceğine inanan, bir o kadar da yaşamı sevebilen bir adamı anlatır. Bu filmi izlediğinizde ölümün soğukluğunu hafiflemiş, yaşama da bir o kadar ısınmış bulacaksınız kendinizi. En azından benim hissettiğim buydu.

‘Biçimsiz ve bozulmuş bir bedenin bekçisi olan bir insan için, yani benim için, saygınlık nedir? Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi, yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum.’ [Ramon Sampedro]

KEVOK

‘düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için..’ – ONAT KUTLAR

TURGUT’A..

eylül mezarlıklarından şimdi her gece

ellerinde fenerlerle geçen arkadaşlarım

oturup düşündüm unutkan bir ülke eylül

herkes unutuyor ancak bir deniz sofrasında

durulunca hazları tenin ve bütün kitaplar

hatırlıyoruz.. ne kadar yoksuluz çocukluğumuzda..

anamızın eteğine doldurulmuş çakıltaşları

güz gelince yeniden ölen çekirge , savruk otlar

gizli bir tarihin yarıklarını

doldurmak için ırmağın sürüklediği çerçöp

kambur yollarında ceza okullarının

aşınmayı önleyen bir avuç kabara ve anamız

şimdi düşünüyorum kimbilir kaç kez

yamalı çoraplarla birlikte yeniledi bizi..

 

ıslanınca esmer defterleri yüzümüzün

bu çamurla kanla alınteriyle gizli bir yazgı

çakıyor bir an.. karanlık feneri ülkemizin..

nasıl bir yalnızlık , unutulmuş bir ışık diliyle

çırpınırken biz üstümüze geliyor büyük gemisi geleceğin

bir teniz topu , koşan bir çocuk , bir gözyaşı bile değiliz..

yalnızca bir ağaç ailesi ve bir köşede

yıllardır bizi gözleyen hep aynı balta : dalgınlık..

düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için..

 

şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin

unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz

ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından

ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım

durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için..

ONAT KUTLAR..

 

‘UNUTULMUŞ KENT..’ , ONAT KUTLAR , YKY Yayınları , Ekim 2010..

‘bugün dağların dumanı aralandı , hoş geldin..’ : HÜSNÜ ARKAN – SOLO..

HÜSNÜ ARKAN – SOLO..

 ‘hüsnü arkan ustanın yeni albümü de raflarda yerini almış , haberimiz olmamış.. kendisinden özür dileriz.. dün truffaut’nun kitabıyla karşılaştık bugün hüsnü ustanın albümüyle.. ‘güneşimin’ ve ‘yalanımın’ yokluklarında yüzümü gülümseten güzel şeyler bunlar..

ciğerimin şekeri ‘nehir ablamızla’ beraber ‘winx ve barbilerin’ peşinde moda , bahariye sokaklarında koşarken baktım ‘hüsnü arkan’ çalıyor mehmet abinin mekanının önünde geçerken.. daha önceden dinlemediğim bir şarkıydı bu.. daldık içeriye hemen nehirimle..

‘mehmet abi hayırdır bu ne , yeni albümü mü ezginin günlüğü’nün’ dedim.. mehmet abi klasik göz kırpmasını yapıp ‘hayır solo çalışma ve albümün adı da solo’ diyip çok şık bir kapağı olan albümü önüme attı..

hüsnü ustamızın albümü ada müzikten çıkmış ve içinde birbirinden güzel 10 şarkı var.. can yücel , ümit yaşar oğuzcan , nazım hikmet ile orhan veli’nin şiirlerinden bestelediği şarkıların yanı sıra 6 tane de sözü ve müziği kendisine ait şarkı var albümde..

nehir ablamla ‘winks’ midir ‘wiks’ midir ‘peç’ midir ‘puç’ mudur nedir onların peşinden koşmayı bırakıp hemen geldik mekana hüsnü arkanı dinlemeye başladık..

ben açıkçası uzun zamandır bu kalitede bir yerli albüm dinlememiştim.. özellikle ‘hürriyet’ ,  ‘ihtiyarlık’ ve ‘anıların yüzünden’ şarkılarına bayıldım.. bu şarkıların isimlerini yazdım diye diğer şarkılar alınmasın sakın , hepsi birbirinden güzel eserler.. mesela birsen tezer’in seslendirdiği ‘hoş geldin’ şarkısıyla ben daha da çok ağlar ve içerim.. ‘bir yalnızlık ezgisi’ albümünden uzun yıllar sonra yine çok başarılı bir solo albüme imza atmış usta : solo..

tekrar gibi olacak fakat kaçırmayın bu albümü.. boş konuşup , boş yazmam ; biraz tanıdınız artık beni.. hem ‘hüsnü arkan’ isminin benim övgüme ya da tanıtımıma ihtiyacı olmadığı bir gerçek.. müzikle ve gülüşünüzle kalın..’ 

Crockett..

 HÜSNÜ ARKAN , SOLO.. , ADA MÜZİK.. 

1. Ayar , Söz – Müzik: Hüsnü Arkan
2. Hürriyet , Söz – Müzik: Hüsnü Arkan
3. Hoş Geldin , Söz – Müzik: Hüsnü Arkan
4. Adile Hanım , Söz – Müzik: Hüsnü Arkan
5. Senin Gibi , Söz – Müzik: Hüsnü Arkan
6. Sol Yanım , Şiir: Can Yücel , Müzik: Hüsnü Arkan
7. Önce Sen Sonra Sen , Şiir: Ümit Yaşar Oğuzcan , Müzik: Hüsnü Arkan
8. İhtiyarlık , Şiir: Orhan Veli , Müzik: Hüsnü Arkan
9. Anıların Yüzünden , Şiir: Nazım Hikmet , Müzik: Hüsnü Arkan
10. Saki , Söz – Müzik: Hüsnü Arkan

HÜRRİYET..

al bir yazması vardı

salınıp gezmesi vardı

dudağında sigarası

işe gidiyor hürriyet..

 

günahsız insan yok , bilirim

bir iyi bir kötü hallerimiz

yıkansak şu çeşmede olma mı..

 

günü gününe uymuyor

bazen gülüyor , selam veriyor

bir gamzesi var , beni allah koruyor

 

esirin oldum hürriyet , insan değilim , vur

seninle doldum hürriyet , kadeh gibiyim , kır

itfaiyem ol , söndür , yok mu hatır gönül

bir kere sordun mu , sor..

 

hürriyet yalan mısın söyle

hürriyet , vicdan yok mu

hürriyet , var mısın söyle

hürriyet , insaf yok mu..

Söz – Müzik : Hüsnü Arkan..

‘FRANÇOIS TRUFFAUT’ , Derleyen : RONALD BERGAN..

‘ben hep  aşk hakkında filmler yapıyorum ; başka konular ilgimi çekmiyor çünkü , sadece hislere ilgi duyuyorum.. bir de çocukların o büyülü dünyası.. nitekim aşk hakkında kafamda 30 film var ; bunların hepsini çekmeyi amaçlıyorum.. aşk ; bu büyük insani motor özellik , tek ortak paydamızdır.. örneğin kwai köprüsü’nü on yönetmene verseniz , elinizde aynısından on ayrı film olur.. ama bir aşk hikayesini on farklı yönetmene verseniz , birbirinden farklı on film görürsünüz.. çünkü her yönetmen filmine kendinden çok şey koyacaktır ; çünkü aşktan bahsetmek daha büyük yetenek ister ve insanı sırf bir hikaye anlatma çerçevesinin ötesine geçmeye zorlar.. hem hayatta insanın başına gelen karşılaşmalar o kadar gizemlidir ki , bunu yansıtmayı başarmak o kadar zordur ki ; benim merakımı gidermeye yeter.. dolayısıyla benim çoğu filmimin konusu dünyanın en sıradan bu olayıdır : o adam , o kadın ve öteki..’

 

FRANÇOIS TRUFFAUT

‘hayatımda düzensiz hayat süren o kadar çok örnek vardı ki , kendi kendime yetişkinlerin canlarının istediğini yapan , ama bu yüzden kendilerine ceza kesilmeyen insanlar olduğunu söyledim : bunu söylediğimden beri de değişmedim ; anti-sosyal olmamın sebebi bu.. etrafımdakilerin gönül meselelerine çok duyarlıydım , çiftlere , zinaya ;  bu yüzden madame bovary’yi okuduğumda onunla aramda tam bir özdeşlik kurdum , onun para sorunları vardı , benim de öyleydi ; gizlice aşığıyla buluşuyordu , ben de gizlice sinemaya gidiyordum.. filmlerimde insanları korkunç sıkıntılar içinde gösterme hevesini bana veren de bu ; çünkü kendim hem imkansız durumlara sokma eğilimine hem de bu durumlarda korkunç acılar çekme kapasitesine sahibim ; hitchkok’u sevmemin asıl sebebi de buradan kaynaklanıyor , çünkü gerilim korkunç bir hastalık..’

 

FRANÇOIS TRUFFAUT

 

‘FRANÇOIS TRUFFAUT’ , Derleyen : RONALD BERGAN , Çeviri : EBRU KILIÇ , AGORA  Kitaplığı , Aralık 2010..

‘truffaut’nun hayatımın en büyük takıntısı olduğunu çevremdeki herkes bilir.. onu çok geç keşfetmiştim.. geç bir karşılaşma oldu ama hayatımın vazgeçilmezlerinden birisi oldu hemen.. zaman geçti ve tanrım demeye başladım ona..

400 fırça darbesi.. kaç defa seyrettim bilmiyorum.. her izleyişimde daha da sevdim o filmi.. sonra yüce truffaut’nun kulluğuna , müritliğine yakışabilmek için onu herkese tanıtmaya , anlatmaya ve filmlerini vermeye başladım.. hayatımda en çok hediye verdiğim şeyler kitap olarak ‘aylak adam’ , film olarak da ‘400 fırça darbesi’ ve ‘sonbahar’dır.. gençlere , dostlarıma , yeni tanıştığım insanlara bunlardan birisini mutlaka veririm ve böylece vücutlarına sinema ve aylaklık zehrini yollarım..

godard’ı ondan önce tanımış olmama rağmen truffaut , godard’ın önüne geçti hemen.. godard da benim için o kadar önemli ve vazgeçilmezdi ki ilk başlarda godard’dan daha çok sevdiğimi kendime itiraf edemiyordum ama sonra godard da anlayışla karşıladı beni ve ikinci olmayı kabul ederek beni de rahatlattı bu zor sıralama tercihimde.. kopuyorum bunları yazarken ama gerçekler bunlar ne yapayım , benim ‘ucube’ dünyamın gerçekleri..

her neyse keşiften sonra tanrım truffaut’yla ilgili ne kadar kaynak , belge , dergi , yazı varsa toplamaya çalıştım.. türkçede pek kaynak bulamasam da izini sürdüm truffaut’nun her yerde.. her zaman sinemayla ilgili ya da fransa’yla ilgili kitaplarda isim indekslerini açıp onun ismine bakıp varsa ilk onunla ilgili bölümlerini okurum.. hastalık o derece ilerlemiş durumda anlayacağınız..

daha önce artı bir kitaplıktan kapsamlı bir ‘yeni dalga’ kitabı çıkmıştı.. yeni dalganın en büyük dalgası da bence ‘truffaut’dur.. o kitap benim başucu kitabım oldu..

dün reis’le kitap ve film avında kadıköy’ün en büyük kitapçılarından birinde aylaklık yaparken birden sıkıntı bastı.. çıkmak istedim ama reis o sırada dergi reyonunda oyalanıyor ben de onu bekliyordum.. sonra adım gibi ezbere bildiğim kitapçıda sinema kitaplarının olduğu bölüme yakın olduğumu fark edince bir bakayım , kitap mıncıklayayım bari dedim.. ayaklarımı sürüyerek oraya gittim ki ne göreyim – la la la la bu ne , truffaut ile ilgili kitap çıkmış la.. asık suratım gülümseyip nasıl da neşelendim anlatamam , reis gördü.. hemen kaptım kitabı kasaya koştum.. agora kitaplığı ‘ronald bergan’ın derlediği bu kitabı ‘ebru kılıç’ın güzel çevirisiyle bizlere ulaştırmış.. ‘ronald bergan’a da , agora kitaplığı yöneticilerine de , ebru kılıç’a da emekleri için sonsuz teşekkürler.. dünden bu yana kitabı tarumar ettim , gerçekten çok güzel bir çalışma.. truffaut’nun özellikle kendi hayatı ile godard ve hitchkok başta olmak üzere diğer yönetmenlerle ilgili değerlendirmelerini okumak için kaçırılmayacak bir kitap.. tükenmeden hemen alın çünkü ben hepsini alabilirim..’

 

Crockett..

‘kalbimi bir meyve gibi tüm ağaçların dallarına asmak istiyorum..’ – FURUĞ FERRUHZAD

 

‘şiir benim tanrımdır , işte ben şiiri bu denli seviyorum.. gecem gündüzüm bunu düşünmekle geçiyor , kimsenin söylemediği yeni bir şiir , güzel bir şiir söyleyeyim diye.. kendimle baş başa  olmadığım ve şiiri düşünmediğim günüm , anlamsız ve hiç sayılır..  belki şiir görünüşte beni mutlu kılamaz , ancak ben mutluluğu kendim için başka türlü yorumluyorum.. mutluluk benim için güzel elbise iyi yaşam ve iyi yemek değil.. ben , ruhum memnun olduğu zaman mutluluk duyuyorum ve şiir benim ruhumu memnun ediyor.. şayet insanların elde etmek için çırpındıkları bu güzellikleri bana verseler ve karşılığında şiir söyleme yeteneğini benden alsalar intihar ederim.. siz benden vazgeçin , siz bırakın ben sizce mutsuz ve aylak olayım , ancak ben hiçbir yaşamımdan yakınmayacağım..’

 Furuğ Ferruhzad

  

‘derimin altında başımı döndürecek bir baskı olduğunu duyumsuyorum.. her şeyi delmek istiyorum ve olabildiğince içine dalmak istiyorum.. yerin derinliklerine varmak istiyorum.. benim aşkım oradadır.. tanelerin sürgün verdiği yerde , köklerin birbirine vardığı ve yaradılışın kendini çürümüşlükte sürdüren noktada.. benim tenim sanki onun geçici bir biçimidir.. temeline varmak istiyorum.. kalbimi bir meyve gibi tüm ağaçların dallarına asmak istiyorum..’

Furuğ Ferruhzad

‘hep kapalı bir kapı gibi olmaya çalışmışım , kimse korkunç içimi görmesin ve tanımasın diye..  bir insan olmaya çalışmışım , kendi içimde yaşayan bir varlık olduğum halde.. biz bir duyumsamayı ayaklarımız altında ezebiliriz fakat ona asla sahip olmadan yapamayız..’

Furuğ Ferruhzad

‘başkalarının tutsak alan benlerinden ayrı olarak kendi özgür ve dingin benine varmadıkça hiçbir şeye varmayacaksın.. kendini tam ve tüm bir şekilde yaşamını insanın ölümü ve yok oluşundan alan o güce bırakmazsan kendi yaşamını yaratmayı başaramayacaksın.. sanat en güçlü aşktır ve insan tüm varlığı ile ona teslim olduğunda insanın onun tüm varlığına kavuşmasına izin verir..’

Furuğ Ferruhzad

‘hayret ne kadar şaşılası bir dünyadır , benim kimse ile bir işim yok ; işte benim bu zararsızlığım ve kendi kendimle olmalarım başkalarının merakına yol açıyor.. insanlarla nasıl karşılaşmam gerektiğini bilmiyorum.. ben utangaç biriyim.. başkaları ile konuşmayı başlatmada çok zorluk çekiyorum , özellikle bana ilginç olmayan başkaları ile , neyse geçelim..’

Furuğ Ferruhzad 

FURUĞ FERRUHZAD , YARALARIM AŞKTANDIR , Çeviri : HAŞİM HÜSREVŞAHİ , TELOS YAYINLARI , Mart 2002..

(benim okuyabildiklerim arasında türkçe’deki en kapsamlı iranlı büyük sanatçı furuğ ferruhzad çevirisi ve çalışması bu kitap.. başında uzun bir yaşam öyküsünün yanı sıra , furuğ’un şiir kitaplarından tam çeviriler ile furuğ’un dostlarına ve ailesine yazdığı mektuplardan bölümler de var.. furuğ için yazılan şiirler de kitabın son bölümlerinde yer alıyor.. kitaplığınızda yoksa bence bulun ve edinin bu kitabı mutlaka.. kaçırılmayacak güzel bir derleme.. haşim hüsrevşahi’ye emekleri için çok teşekkürler..

Crockett..)

‘sol eli başımın altında olsun , sağ da beni kucaklasın..’ – REHA ERDEM

‘düşüncem , sanat görüşüm bu.. sadece sinemada değil , resimde , edebiyatta , her alanda gündelik gerçek denilen şeyin yeniden insanların önüne sunulması bir haz kaynağı.. fakat bunu biraz şaşırttığınızda , bugünden alıp şöyle değil de böyle koyduğunuzda , mesele gerçek olmaktan çıkıp başka bir şey haline geliyor.. bence sanat dediğimiz şey o dekalajda , gerçekle gerçek olmayanın arasındaki yerde de değil , o kayışta , kayıpta.. ya da felsefe.. bunlar hep birbirine karışan şeyler diye düşünüyorum.. bir anlam yarattığında , bir anlam bütününü işaret ettiğinde , beni çevirttiriyor.. sinema , özellikle siyasi sinema denilen şey en anlaşılacak , en kaba , en kötü şey olarak düşünülüyor.. o zamanlar şuna pankart göstermeyelim , buna imza , diye tartışırdık.. sonra görüşlerim çok daha ileri gitti.. gerçek bir devrimci , gerçek bir siyasi film zihinleri allak bullak eder.. yoksa içinde devrim lafları , devrim hikayeleri olan ya da bir devrimcinin kahramanlık hikayesini anlatan bir film değildir.. ondan da zevk alabilirsiniz ama bunun hiçbir anlamı yoktur..’ 

‘ben de filmlerimin çok politik olduğunu düşünüyorum.. çünkü kendim gündelik politikayla değil ama politik düşünüyorum.. bir insanın babasına isyanı kadar politik bir şey var mı.. babasına isyan edemeyen adamların yüzünden buraya geldik.. eskişehir üniversitesinde ‘korkuyorum anne gibi filmler yapıyorsun , hayat böyle mi’ diye sormuşlardı.. evet hayat hakikaten öyle.. babasını anlayamamış , babasının altında ezilmiş adama rütbeleri takarsan herkesten babasının intikamını alıyor.. etrafına zarar veren biri oluyor.. belki zarar da vermiyor ama çocuğunu sevmiyor , kötülük dediğimiz şeye düşüyor..’

‘zaman zaman bazı isimler söylüyorlar , okuyorum , yok deyip bildiklerime dönüyorum.. dünyada okuduklarım dön dolaş gene dostoyevski.. on beş yıldır yeni şair okumuş değilim.. okuyorum da işte.. ahmet’e soruyorum.. çok fazla giremiyorum , orada da eskiye dönüyorum.. edip cansever , turgut uyar , o kuşağı çok seviyorum ve hala okuyorum.. ismet bey’in şiiri zaten çok üst bir şey.. ahmet güntan’da kaldım modern şiirde..’ 

REHA ERDEM..

Daha fazlası için ‘REHA ERDEM SÖYLEŞİSİ , FAYRAP Dergisi , Temmuz 2010’ , Söyleşiyi Yapanlar : MESUT BOSTAN , ALİ AKYURT

..

‘sol eli başımın altında olsun , sağ da beni kucaklasın..’ – REHA ERDEM (Korkuyorum Anne , Kosmos filmlerindeki ortak replik..)