Author Archive

‘MANTIK AL-TAYR’ – FERİDÜDDİN ATTAR..

(Feridüddin Attar’ın Nişabur kentindeki ebedi istirahatgahı..)

DÖRDÜNCÜ MAKALEDE HÜTHÜTÜN CEVABI..

kılavuz olan hüthüt o zaman onlara dedi ki : ‘aşık olan canını kayırmaz..

ister zahit ol , ister kötü kişi.. canını terk ettin mi ,  aşıksın..

gönlün canına düşmandır.. canını terk et , at yola.. canını attın mı , yol biter..

yol bağı candır ; ver canını.. ondan sonra perdeyi kaldır , sevgilinin yüzünü gör..

sana imandan çık derlerse.. candan vazgeç diye hitap gelirse bunu da ver , onu da.. imandan vazgeç , canını feda et..

inkar eden , bu olmayacak şey.. böyle şey caiz değil derse , de ki : aşk , küfürden de yücedir , imandan da..

aşkın küfürle , imanla ne işi var.. aşıkların bir an bile olsun canla uğraşmak işleri mi..

aşık , bütün harmanı ateşe verir.. başına testereyi korlar , sabreder , tenini biçtirir..

aşka dert ve gönül kanı gerek.. aşkın hikayesi bile müşkül olmalı..

saki , kadehe ciğer kanını dök.. derdin yoksa , bizden ödünç al..

aşka perdeleri yakan bir dert gerek.. gah can perdesini yırtmalı , gah dikip perde altında gizlemeli..

aşkın bir zerresi , bütün alemden iyidir.. derdin bir zerresi , bütün aşıklardan iyi..

aşk , daima kainatın içidir , ama dertsiz aşk , tam aşk değildir.. meleklerde aşk vardır , dert yok.. dert , adamdan başka bir mahlukta bulunmaz..

aşkın kafirliğe yakınlığı var.. kafirlikse , yoksulluğun içyüzü..

yola ayak basan , bu yolda ayak direyen , küfürden de geçer , islamdan da..

aşk , sana yoksulluğa kapı açar.. yoksulluk da kafirlik yolunu gösterir.

senin bu küfrünle imanın kalmadı mı , şu tenin de yok olur , şu canın da kalmaz..

işte ondan sonra bu işin eri olursun.. bu çeşit sırlara sahip olmak için er gerek..

erler gibi ayağını bas , korkma.. küfürden de geç , imandan da.. korkma..

nice bir korkacaksın.. bırak şu çocukluğu.. erlerin aslanı gibi yola gir , işe koyul..

sana yüzlerce tehlike baş gösterse , değil mi ki bu yolda baş gösteriyor , korku yok..

ON DÖRDÜNCÜ MAKALEDE HÜTHÜTÜN CEVABI :

hüthüt , ona da şöyle dedi : ‘ey surete dalmış şaşırıp kalmış kuş , gönlünden sıfat sabahı gizlenmiş senin.. karanlıklarda kalmışsın sen..

gece gündüz kör gibi kalakalmış.. karınca gibi hırsa düşmüş , surete dalmışsın..

mana eri ol.. surete sarılma.. mana nedir.. asıl.. suret nedir.. hiç..

altın , suret itibariyle boyalı bir taştan ibarettir.. sen de çocuk olduğundan renge , boyaya kapılmışsın..

altın seni tanrı’dan alıkoydu mu , put kesilir.. sakın ona rağbet etme , at toprağa..

altının işe yarayacak bir yeri var , o da şu : katırın fercine kilit yapmalı altından..

paran pulun , ne kimseye yardım eder.. ne de seni muradına erdirir..

bir yoksula bir arpacık altın versen , gah ona kan kusturursun , gah sen kan kusarsın..

sen para için aleme dost oldun.. halbuki onunla alnını , yanını dağlamışlardır..

ne amr’a ehemmiyet verirsin , ne zeyd’e.. cüneyd bile olsa , sence bir arpa değeri var..

halbuki yeni ay bile olsa , dükkan ücreti olarak vermen.. hatta değil dükkan ücreti , canının sadakası olarak bağışlayıvermen lazım..

halbuki  senin dükkanında bir pul eksilse , adeta aziz ömrün bitmiş gibi oluyor , sanki tatlı canından oluyorsun..

ey her şeyini hiçe veren , gönlünü bu çeşit her şeye vermen yeter artık..

fakat sabrediyor , bekliyorum ben.. sen darağacındasın , zaman elbette altındaki merdiveni çekecek..

dünyaya dalmışsın , ama sana dünyanın lüzumu yok.. çünkü din , dünyaya dalmakla elde edilmez azizim..

şunla bunla uğraşıp durmadasın ; vazgeç bu uğraşmadan , aylak ol.. aylak olmadın mı , dırıltılara düşer perişan olursun..

dört gözle üstüne titrediğin şeyi yoksula ver.. tanrı , ‘sevdiğiniz şeylerden yoksullara vermedikçe , onları doyurmadıkça tanrı lütfuna nail olmaz’ buyurmuştur..

ne varsa hepsini terk etmek gerek..çünkü bu yolda candan bile geçmek lazım..

candan geçemezsen ; maldan mülkten , şundan bundan da geçemezsin..

hırtı pırtı bir şey yatağın olsa , o bile yolunu keser seni yoldan alıkor..

ey hakk’ı tanıyan , o pırtını acımadan yak.. ne vakte dek hem tanrı’yı kandırmaya çalışacak , hem pırtını koruyacaksın..

o pırtıyı korkar da burada yakamazsan , yarın bir kilime bağlandı derler.. bu sözden nasıl kurtulabilirsin..

eve barka avlanıp aldanana vay.. ev bark yüzünden tepeden tırnağa kadar elemlere , hasretlere düşer , kaybolup gider..

ev , iki harften ibarettir yiğidim : elif , vav.. bu iki harfi de daima topraklara , kanlara bulaşmış görmekteyim en..

vav , ‘hun’ (kan) kelimesinin ortasında karar kılmıştır.. elifi de ‘hak’ (toprak) ortasından hor hakir olmuş gör..

FERİDÜDDİN ATTAR..

‘MANTIK AL-TAYR’ , FERİDÜDDİN ATTAR (1140 – 1220 civarı..) , Çeviri : ABDÜLBAKİ GÖLPINARLI , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları , Ekim 2006..   

(yazmadığı için ankaralı cevo’ya gönüllerimiz dolusu sitemle selam eder , umarım bir gün yazar diye aşk içinde dertlenir , deli divane oluruz onun hasretiyle.. cevo senden bir tane var , bizi birikiminden yoksun bırakma la.. ATTAR deryasından bu küçük alıntı da sana en büyük TAŞ olsun aga..

Crockett..)

GÖSTERİ PEYGAMBERİ – CHUCK PALAHNIUK

GÖSTERİ PEYGAMBERİ – CHUCK PALAHNIUK

gösteri peygamberi ilk basımı 2002 de yapılmış bir ayrıntı yeraltı edebiyatı kitabıdır.

arka kapak yazısı :

‘yalnızlık, yabancılaşma, şiddet, pornografi, tüketim ve şöhret açlığı… televizyon kanallarından boca edilen sayısız yalanla kirlenmiş, hiçbir şeyin dolduramadığı bir boşluk… gösteri peygamberi, yeni bir binyılın başındaki modern dünyanın ürkütücü çılgınlığına ilişkin karanlık bir taşlama; medya, şöhret ve pop kültürüne yönelik sivri dilli bir aşağılama…
tender branson, creedish mezhebinin dünyadan yalıtılmış sahte cennetinde doğup büyümüş ve dış dünyaya gönderilmiş binlerce misyonerden biri. kilise doktrinine göre görevi, yaşadığı sürece çalışmak ve gerekli olduğunda ölmek. kaderi beklenmedik biçimde değişip onu şöhretin doruklarına taşırken aynı zamanda medya ve popüler kültürün içyüzüyle tanıştırıyor. yarı tanrıya dönüşme yolunda yaşadıkları yakında yüzleşeceğimiz kıyametin çarpıcı bir habercisine dönüşüyor… branson, mezhepte kendisine zaten hiç verilmemiş olan hayatı “dış dünya”nın çirkinliğine sonuna kadar gömülerek yok etmeyi deneyecektir. ne var ki, hayatına karışan gizemli fertility hollis’e göre, kendine bir kader çizmeye çalışması anlamsızdır. olacaklar zaten bellidir ve olmak zorundadır… ve “intihar etmekle şehit olmak arasındaki tek fark gazetede manşet olmaktır.” chuck palahniuk, önlenemez kaderine doğru nefes kesici bir hızla sürüklenen kahramanının gözünden tüketim toplumunun hastalıklı ve anlamsız yaşam biçimini bize bütün çıplaklığıyla gösteriyor. dövüş kulübü’nün yazarından, en az ilki kadar çarpıcı bir roman, benzersiz bir yeraltı edebiyatı örneği.’

……

bana göreyse yaşadığım dünyayı böylesine şahane yorumlayan tek kitap…

tender branson aslında bir evi temizleyen , yemek yapan bir hizmetçi ama geceleri kendi yarattığı dünyada tanrı… telefon kulübelerine bıraktığı notlardan dolayı insanlar onu arıyorlar ve o da kendi krallığını kuruyor…

her arayana öldür diyor kendini…

evet kabul ediyorum karanlık bir kitap ama hangimiz yaşadığımız bu dünyanın aydınlık olduğunu söyleyebilir ki…

kitaptan notlar :

– sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanların sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu. o özel kişiyle karşılaştığın ilk anda onun bir gün toprağın altına gireceğine emin olabilirsin.

– bir arada olmaktan nefret ettikleri ama yalnız kalmaktan da korktukları için insanlar telefon denilen bir alet kullanıyorlar.

– vazgeçmesi en zor olan nimet ise sessizliktir. 

– o kadar çok şey öğrenmiştik ki, düşünecek vaktimiz kalmamıştı.

– bir şeyler yapıyor olmamızın hiçbir önemi yok. eğer yaptıklarımızı kimse fark etmiyorsa, hayatımız koca bir sıfırdan ibarettir. boştur. anlamsızdır.

ne doğru bir tespit kocanız güzelliğinizin farkında değilse bir anlamı yok, hocanız zekanızın farkında değilse bir anlamı yok….

ne çok anlamsızlığımız var…

bu kitabı ilk elime alıp bir parkta okumaya başladığımda bir amca yanıma gelip “tüh tüh utanmıyor musun peygamberimize gösterici demeye ” demişti…

yani olay şu hem anlamsız hem bencil hem de önyargılarla dolu bir dünya da yaşıyorsak anlamlı bulduğumuz her şeyi paylaşmalıyız bence…

eyvallah…’

‘TERS’

(Chuck Palahniuk)

MISIR..

‘ESKİ  MISIR ŞİİRİ..’ – TALAT S. HALMAN..

 

‘mısır’da ve diğer arap nüfusu ağırlıklı ülkelerde neler oluyor , neler bitiyor diye soran insanlar oluyor.. ve niye bununla ilgili bir yazı yok aylak adamız’da sorusunu da soruyorlar haklı olarak.. kendi adıma yazıyorum sadece diğer arkadaşları bilemem.. belki de oralara en yakın kişi benim ama izlemedeyim şu anda.. şüpheler , sorular aklımın bir köşesinde yer etse de en azından sanki iktidar koltuğuyla yapışık doğmuş 30-40 yıllık diktatörlerin defolması sevindirici.. darısı diğerlerine diyeceğim ama benim temennilerimle olmuyor işler.. yüce abd ne derse o olur malum.. bir iki gündür de libya kaynıyor.. deyim yerindeyse domino taşı gibi.. pat pat devriliyorlar..

peki bugüne kadar ne olmuştu da beklenmişti bu kadar.. sadece sosyal paylaşım ağları ve sanal ortamın başarısı mı bu.. artık sivil toplum örgütleri veya siyasi örgütlerin de sonu mu gelmişti acaba tıpkı bir zamanlar yüceltilen yerlere göklere konulamayan fukayama bozuntusunun yumurtladığı ‘tarihin sonu geldi’ lafı gibi.. sosyal paylaşım ağlarının ve de internet ortamının sağladığı etki yok sayılamaz şüphesiz ama sadece bunlara dayandırmak , başarıyı bunlara bağlamak meydanlarda ölümü göze almış ezilenleri yok saymak olacaktır..

ve aklıma gelen şu acaba bu ülkelerdeki muhalefet organize bir şekilde la 2011 bizlerin , ezilenlerin yılı mı olsun demişlerdi ve kimsenin ruhu duymadan böyle bir organizasyon mu yapmışlardı.. öyleyse müthiş bir organizasyon gerçekten.. ama kimse beni ikna edemez bu konuda.. hem mısır bazında hem de küresel ölçekte belli başlı güç odaklarının olur vermemesi halinde 18 günde gitmezdi faşist mübarek ve diğer dallama diktatörler.. 

hüsnü mübarek de geçti gitti , tunus’taki de.. sıra kaddafi de gibi görünüyor.. hayırlısı artık.. tabi önemli olan şimdi mısır’da iktidarın kime kalacağı.. mübarek ardılı ve artığı bir faşist mi , yoksa ezilenlerin muhalefetinin ve diğer kesimlerin uzlaştığı bir özgürlükçü platform mu.. kim bilir göreceğiz.. malum şimdi yıllarca halkı ezmiş mısır ordusu yönetimde.. ve isyan bitmiş durumda.. e ne oldu.. bu mısır ordusu yıllardır ezen mübarek’in ordusu değil mi.. evet o ordu.. peki ne oldu.. neden bitti gösteriler.. demek ki hala gerici faşist diktatör unsurların etkisi devam ediyor.. göreceğiz.. umarım alacalı bulacalı medya reklamıyla apartılan bir yeni diktatör gelmez başa..

ortadoğu , afrika ve asya ülkelerinin  geri kalmışlığı , okuma yazma oranı malum.. daha önceki yazılarımda da yazmıştım demokrasi oyununa inanmıyorum ben.. a , b , c , d partisi veya görüşü hiçbirisinin farkı yok birbirinden.. tüm iktidarların ortak noktası kendinden olmayanı sindirmektir.. kimse beni kandırıp inandıramaz demokrasi safsatasına.. ben kimsenin oyununa karışmıyorum , oynamaya devam etsinler , onlar da benim demokrasi yalanına inanmamı beklemesinler..

bugünlerde bakıyorum herkes demokrat.. herkes.. daha on yirmi yıl öncesinin ordu şakşakçıları offfffff bakıyorsun en demokrat kesim olmuş.. ordu lağvedilsin diyenler bile var yahu aralarında.. keşke dünyadaki tüm ordular lağvedilse ve sınırlar ortadan kaldırılsa.. nerede ah nerede vah nerede.. nerede.. görüyorsunuz değil mi demokrasi havarilerini , heyt bre sizi darbe günlerinde görseydik bir de.. gerçi o günlerde de görmüştük sizleri 17 yaşında çocukları asanlara methiyeler düzüyordunuz.. şimdi ise en keskin demokratlar olmuşsunuz valla helal olsun.. ama sadece kendilerine.. burada tekrar parantez açıyorum , tüm kesimlerden herkese bunu diyorum sadece kendilerine demokratlar.. ve herkes kendi çizdiği demokrasiyi seviyor ve istiyor.. herkesin demokrasisi kendisine göre.. yüzde on barajı var ama olsun demokrasi var.. lider sultası var tüm partilerde olsun demokrasi var.. elli yıldır hep aynı şeyler tartışılıyor , bir şey değişmiyor , olsun demokrasi var.. bir belediye başkanı ya da milletvekili adayı oldunuz bin bir zorlukla kendinizi liderlere ve partilerin üst kadrosuna beğendirerek ama seçim masrafları var.. kendinizi seçtirebilmek için dünya para harcayacaksınız.. daha aday adaylığı fotoğrafı çektirmeye git ohoo kaymeler akmaya başlıyor cepten.. işçi , köylü , memur kısmı nasıl seçtirecek kendisini üç kuruş parasıyla.. tabi o da varsa..geçin kardeşim bana demokrasi hikayelerini anlatmaya.. siz oynayın oyununuzu ben aha burada behzat ç. izliyorum ‘dokanmayın la bana , az uzak durun benden.. az ötede oynayın..’ benim gördüğüm en demokrat adam behzat ç. dünyada hem bir de polis abim.. yaa naber..

mısır’a dönelim tekrar.. mısır denince akla hemen piramitler ve nil filan gelir.. benim aklıma hiçbiri gelmez.. tüylerim ürpererek aklıma ilk gelen ‘oum khalthoum’ ya da bizim söyleyeceğimiz şekilde söylersek ‘ümmü gülsüm’ gelir.. gelmiş geçmiş dünyanın en iyi sesi.. bunu ben demiyorum.. dünyanın sayılı büyük müzik otoritelerinin ortak görüşüdür.. bizim memlekette anlatılan rivayetlere , halk efsanelerine göre mi diyelim bilmiyorum ümmü gülsüm vefat ettiğinde ses telleri ve gırtlağı incelenmek üzere alınmış.. daha önce ve şimdi de müzik kutumuzda sayısız defa dinlemişsinizdir ümmü gülsüm’ü.. sanırım onun en güzel şarkılarından birisi olan inta omri’nin sözleri de site ilk kurulduğu zamanlarda yayınlanmıştı sitemizde.. ümmü gülsümden sonra ise benim taptığım yüce insanlardan birisi gelir aklıma : necip mahfuz.. mısır halkını ve şu anda mısır’da olan olayları , halk hareketlerinin öncüllerini en iyi anlatan halkın içinden bir büyük usta.. dünyaya necip mahfuz gibi ustalar zor geliyor ama kolay kaybediliyorlar.. herkes ‘midak sokağı’ der.. evet ‘midak sokağı’ büyük bir yapıt.. ama diğer eserleri de en az onun kadar ve ondan üstün olanları da var bence.. necip mahfuz’un arkasından bir başka büyük usta zor gelir ortadoğuda..

neyse benim aklıma işte bunlar ilk olarak geliyor mısır denince.. ama bir de büyük ustalarımızdan talat s. halman tarafından öğrendiğimiz ‘eski mısır şiir’i var ki ta binlerce yıl ötesinden bugünkü sorunların köklerine ışık tutuyor adeta.. şiirleri okuduğunuzda binlerce yıl öncesinde de aynı sorunların mısır’da yaşayan insanların omuzlarında olduğunu , o zamanlarda da diktatörlerin , zulmedenlerin , fakirliğin , açlığın eksik olmadığını görüyoruz.. sonra birden umutsuzluğa kapılıp mısır insanının kaderi mi bu yoksa diyebiliyor insan.. hayır kaderi değil.. ve bu kaderi mısırın ezilenleri yazmadı ama grup kızılırmak’ın ‘konfeksiyoncular’ şarkısında denildiği gibi bu kaderi bozacak olanlar onlar..

(Fotoğraf : Talat S. Halman..)

bitirirken mısır’ın tüm ezilenlere selam olsun diyorum ve che’nin bir konuşmasından (dos , tres , muchos vietnam..) esinlenilen 70’lerin bir sloganıyla bitiriyorum : ‘bir iki üç daha fazla mısır..’

 

Crockett..

ESKİ MISIR ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER :

‘ben dünüm , bugünüm , yarınım..

varlığımla dolmayan gün yoktur..

benim açtığım yoldur şimdiki çağ..’
‘ÖLÜLER KİTABI’ndan..

 

‘şen geçir günlerini , bıkmadan , yorulmadan :

ne malını mülkünü öbür dünyaya götürebilirsin ,

ne de geri gelirsin öteki tarafa gidince..’

 

‘elinde keskiyle çalışan sanatçı

tarlayı belleyen ırgattan fazla yorulur

akşam olunca yan gelip yatar mı.. ne gezer..

kolları koparcasına çalışır

ortalığı aydınlığa kavuşturmak için..’

‘işitilmemiş sözler bulsam , garip cümleler söylesem ,

kimselerin kullanmadığı bir dilim olsa ,

tekrarlanmamış , bayatlamamış deyimlerimle

eskilerin sözlerinden uzaklaşsam..’

ANKHU (m.ö. 2000 yılları..)

AKHENATEN’İN YAKARIŞI..

senin tatlı soluğundur benim soluğum ,

güzelliğin her zaman gözlerimin önünde..

duyabilsem sesini kuzey rüzgarında ,

güzelim , seninle dinçleşir bedenim..

uzat ellerini , yol göster ruhuma , canıma can kat :

beni sonsuzluğa çağırsan hazırım gitmeğe..

DİN ADAMI ANKHU’NUN

BOZUK DÜZENDEN YAKINMASI

olup bitenler , çileden çıkarıyor insanı :

memleket baştan başa azapla kıvranıyor ,

yıldan yıla büsbütün allak bullak…

bir öncekini aratıyor her geçen yıl..

kargaşalık var ülkede , yıkımın eşiğindeyiz..

kapı dışarı ettiler adaleti ,

haksızlık kol geziyor hükümet çevrelerinde..

tanrıların tasarıları karman çorman ,

tanrı buyruklarına aldırış eden yok..

memleketin durumu berbat,

ne taraf baksak çile ,

halk yas tutuyor kentlerde de , taşrada da…

millet yoksulluktan perişan ,

insanlarda ne saygı kaldı , ne sevgi..

huzur sultanları bile ter ter tepiniyor..

gün doğunca baş çeviriyoruz

gece olanları görmemek için..

olup bitenler , çileden çıkarıyor insanı :

dertler tümen tümen geliyor bugün..

yarın ıstırapların seli kopup gelecek..

memleket baştan başa tedirgin,

ama ağzını açıp tek kelime söyleyen yok..

 

masum insan kalmadı artık,

herkesin işi gücü fesat..

yürekler yas içinde , tasa içinde..

komut verenle komut alan bir-örnek,

ikisinin de dünya umurunda değil..

her sabah kalkar kalkmaz görüyoruz durumu,

ama düzeltmek için çabaya girişmiyoruz..

dün neyse bugün de o..

miskinlik sinmiş insanların yüzüne ,

kimse laf anlamıyor ,

anlayıp kızanlar bile dilini tutuyor..

yaman bir acıyla kıvranıyorum durmadan :

yoksullar , zengin karşısında güçsüz..

ne acıklı bunu görüp de haykırmamak..

ama anlamayanlara dil dökmek daha acı..

insan , sesini yükseltmeye görsün ,

başlıyor gerçekleri bilmeyenlerin öfkesi..

bugünlerde herkes sırf kendini dinliyor ;

kendinden başkasına inanan yok..

hiç ilişki kalmadı gerçekle söz arasında…

ANKHU (m.ö. 2000 yılları..)

‘ESKİ MISIR ŞİİRİ’ , TALAT S. HALMAN , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları , 1972..

‘TERS’e..

‘yürüdü.. işte onu çağırıyorlardı.. aralarında olsun , taşıtlara binsin , ilaç içsin , işesin , yemek yesin istiyorlardı.. elindeki gazeteyi yanından geçtiği direğe bağlı bir çöp kutusuna attı.. ama bu çağrı süreksizdi.. onu bir bildiler mi gitsindi , yaşamasındı.. birden kafasına bugün saat ikide bir şeyler yapacağı düşüncesi gelip takıldı.. saatine görmeden baktı..

ikiye çeyrek kala , taksim’de , köşedeki kahvenin üst katında , önündeki pencereden alana bakıyordu.. yemeğini isteksiz , ödev yapar gibi yemiş ; çıkıp buraya oturmuştu.. arkasından konuşmalar , tavla şakırtıları geliyordu.. alanın berisinde , altından buluşacakları saatin yelkovanı kendini sıkıp biraz kıpırdayarak ikiye on kalayı gösterdi.. gitmeyecekti.. onu buradan seyredecekti.. ne kadar bekleyeceğini merak ediyordu.. tramvaylar durup gidiyor , gene de durakta kalanlar oluyordu.. onu görür görmez – başka türlü giyinmişti.. neredeyse tanımayacaktı – altında durduğu saate baktı : ikiyi yedi geçiyordu.. geç geldi diye kızdı.. iyi ki gitmemişti.. yoksa dudaklarını da mı boyamıştı.. belli olmuyordu.. uzakçaydı.. bakınıyordu.. sonra ileri geri gezindi.. onunsa midesi ekşiyordu.. kursak kaynaması dedikleri bu olacaktı.. ‘gecikmesi bindiği taşıtın bir aksaklığından olamaz mı..’ saatin direğine yaslandı.. ‘en kötüsü bile , yedi dakikalık bir kendine önem verdirme yapmacığı değil mi.. ya benim bu yaptığım.. düpedüz hergelelik..’ güler sol bacağını büküp topuğunu elledi ; iki yanına baktı ; başı az eğik bekledi.. o zaman içine acımsı bir yumuşaklık , gevşeme ; esirgeyen , erkekçe buruk bir duygu yayıldı.. ‘beni bekliyor o.. bense..’ kalkerken sandalyesi devrildi.. basamaklardan atlayıp durağa seğirtti.. yüzünü , güler’in onu görünce ışıyan yüzüne yaklaştırdı..

–         haydi vur , vur bana ! dedi..

güler’in ona nerede kaldığını sormaya açılan dudakları kapandı , gözleri büyüdü.. yakınlarda duranlar dönmüş onlara bakıyorlardı..

–         ne oluyorsun.. yapma..

–         önce vur bana.. hergelenin birisiyim ben..

–         yapma gülünç oluyoruz..

çevresindeki suratları görünce – ikisi kadındı – onu kolundan tutup karşı kaldırıma koşturdu..’

‘AYLAK ADAM’ , YUSUF ATILGAN , Yapı Kredi Yayınları , Ekim 2009 , (1. Baskı Varlık Yayınları , Şubat 1959..)

‘ters’e aramıza hoş geldin demek istiyordum.. birden aklıma ‘ters’in bana yazarken ‘aylak adam’dan anımsattığı bir bölümü yazarak ona hoş geldin demek geldi.. reis’e (blackhawk) , sarı’ya ve diğerlerine örnek olur umarım (bunu başka bir şekilde yazmıştım ama sonra çok kaba olduğunu fark ettim , ama bunu arkadaşlar anladı ,  anladınız değil mi la..) çünkü ‘ters’ gerçekten büyük bir hızla giriş yaptı.. yazıların ardı arkası kesilmeyecek gibi görünüyor.. yakında sırf onun yazılarını görürseniz şaşırmayın , okuyun yazılarda keyifle boğulun.. hoş geldin ve iyi ki geldin ‘ters’..’

Crockett..

‘ben ve daha bir çok şey…’

‘ben ve daha bir çok şey…’

‘merhaba

benim rengim mümkünse mavinin bir tonu olsun, ve adım ters olsun.

ya neden ters di mi…

hayatta hep neden sorusunu sordum durdum ve aldığım tüm cezaları hep bu nedenden dolayı aldım.

öğretmenlerim, arkadaşlarım ve tabi ailem sürekli “neden bu kadar muhalefet ediyorsun?” dediler okumayı öğrendiğimden beri…,

ama inanamıyordum insanların bu kadar hızlı ve sorgulamadan kabullenişlerini. mesela neden sadece 1. sınıfta tuvalete gidebilme izin hakları vardır öğrencilerin, 2. sınıfta artık tuvaleti gelmediğinden mi yoksa o kocamaan(!) sınıfın önünde rezil olmaktan duydukları korkunun mesanelerinin patlamasından korktuklarından daha çok olduğundan mı?

ya da neden bizim dediğimizi yap yaptığımızı yapma gibi saçma sapan bir atasözümüz var…

bunlar sadece bir başlangıçmış sonradan öğrendim.

mesela hala cevabını bulamadığım belki bulduğum ama kendime bile cevaplarını itiraf edemediğim sorularım var.

neden insanlar çalışıp kazanabilme yada emekleriyle elde edebilme yetileri varken çalmayı tercih ederler? kimi zaman paradır bu kimi zaman aşk kimi zaman hayat.

ya da neden atasözümüzde deveye atfedilen mantığı her gün yüzlerine baktığım insanlarda görüyorum? ( deve ye demişler senin mi kamburun olmasın yoksa bütün dünya mı kambur olsun bütün dünya kambur olsun demiş.)

ya da doğurduğu çocuğa bakamadığı ortadayken neden menopoza kadar illa yılda 1 kez doğum yapar bazı kadınlar?

insanların bazıları neden acıyla beslenir hatta acıyla nefes alır?

yada nasıl bir insan sevdiğine bir kelam etmeden yok olur gider? aslında vardır ama artık onun konuştuğu dil bir başkadır…

evet bu insanlar aramızda, belki yanımızda belki bakkalımız manavımız her gün selam. verdiğimiz komşumuz…( gerçi o eskilerde kalmıştı artık komşulara pek selam verilmiyordu di mi.)

peki biz ya da ben neredeyim tüm bunlar olurken

tepkisiz bir şekilde işten eve evden işe…

ben bu değildim peki nasıl bu hale geldim(k).

tabi ki susarak.

yada aptalca bir dizi için binlerce şikayet telefonu açarak , siyasi ve sosyal hakların için bir kez bile kıçını kaldırmayarak…

ah evet tercih meselesi.

uyuyoruz sevgili dostum.

işin özü bu.

aslında ihsan oktay anar’ın ‘suskunlar’ını anlatacaktım bu yazıda ama böylesine saçma sapan ve daldan dala konan bir yazı oldu.’

‘TERS’

BEHZAT Ç. İstanbul’da

BEHZAT Ç. İstanbul’da : Ankaralıların İstanbul’daki gülmekten kıran replikleri…

 

BEHZAT Ç. VE EKİBİ BÜFEDE :

garson : hoş geldiniz.

harun : iki hamburger.

akbaba : hamburger.

hayalet : bana da hamburger ver , ketçap koyma içine tamam mı.

garson : peki.

harun : sen abi.

behzat ç. : sen bana iki tost ver.

garson : dilli kaşarlı mı abi.

behzat ç. : yok ya. dili mili karıştırma sade tost ver.

garson : içecek bir şey alır mısınız. taze sıkılmış portakal suyu.

harun : sen bize kola ver kola. taze sıkılmış portakal suyu ne alaka ya hamburgerle.

hayalet : kola 3 olsun.

behzat ç. : sen bana çay ver.

……

behzat ç. : kardeşim ayranın ne alakası var ya. ben çay istedim çay.

hayalet : yanlış gelmiş bunu götür , çay getir çay.

harun : bu ne lan.

garson : ıslak hamburger.

harun: niye ıslattın.

garson : burada böyle abi.

harun : ‘burada böyle’ demek mantıklı bir cevap değil , ruh hastası  mısın sen kardeşim.

hayalet : kardeş sen bunları al al. al sen bunları. bize normal dürüm getir tamam mı.

garson : kaşarlı mı olsun abi.

harun : kardeş normal dürüm. dürümün içinde kaşarın ne işi var.. bildiğin dürüm işte.

hayalet : hişt lan ıslatmadan bak.

behzat ç. : çayı unutma lan.

……

harun : kardeş. bu dürümü niye tosta bastınız.

garson : abi çok sevilen bir çeşidimiz bu.

behzat ç. : ben diyorum oğlum size tosttan şaşmayacaksınız.

hayalet : böyle dürüm mü olur ya.

BEHZAT Ç. VE EKİBİNDEN İSTANBUL’DA ADRES BULMA ÜZERİNE BEYİN FIRTINALARI – 1

 harun : aha dj şaheser. ortaköydeymiş.

hayalet : ortaköy nere lan oğlum.

akbaba : çengelköyün yanı oğlum , ben askerliği burada yaptım.

hayalet : çengelköy anadolu yakasında olmasın.

akbaba : yok ulan o bebek. karıştırıyorsun sen.

hayalet : ee hadi gidelim.

akbaba : de hadi yürüyün.

harun : eminsin değil mi lan.

akbaba : lan ne demek emin misin lan.

 

BEHZAT Ç. VE EKİBİNDEN İSTANBUL’DA ADRES BULMA ÜZERİNE BEYİN FIRTINALARI – 2 

harun : abi. abi bir bebeğe gidelim ya. bu kadar istanbul’a gelmişiz. ha abi.

behzat ç. : sen git ya. ben yatıp uyuyacağım.

harun : hişt hayalet sen gel la.

hayalet : yok hacı ya.

harun : hişt sen gel la hadi gidelim.

akbaba : ben de gelmem oğlum sen bebeğin nerede olduğunu biliyor musun.

harun : he biliyorum. bebek , çengelköyden çık işte pangaltının aşağısı.

akbaba : ne çengelköyü oğlum. çok uzak , etilerden sonra. sen leventten git kestirme olur belki.

harun : leventten girersem. çok mu uzak lan.

akbaba : lan oğlum etiler anasının nikahında zaten. pendikten de ilerde ya.

harun : pendikten. pendik. pendikse ben gitmem ya boş ver.

BEHZAT Ç. ,  20. Bölüm , Star Tv.

Günün Şarkısı ve Bu Vesileyle Sayıklamalar..

Günün Şarkısı : ‘Because The Night’ – PATTI SMITH..

‘canım hep sıkkın.. nasıl yenilmez , bitmez , tükenmez bir sıkıntı bu anlamıyorum.. canımın sıkıntısı artık nereden , kimden kaynaklanıyor düşünemiyorum bile..

eski adıyla ‘ikizim’ yeni adıyla ‘yalanım’ belki en büyük can sıkıntısı sebebim.. belki de tek sıkıntım.. yüklenmek de istemiyorum ona fazla.. o benden kırılgan.. gülüyorum işte şimdi hin hin.. hem onun için canımın sıkılmasının belki tek sebebi diyorum , hem yalanım diyorum , bir de ona hala üzülüyorum , çok kırılgan diyorum..

kırılgan insan yalan söyler mi.. boş ver bunu başka zaman tartışırız..

‘ikizim’ yada  yeni adıyla ‘yalanım’la müzik dinlemeyi çok severdik.. herhangi bir gölün kenarına (en çok da o kara şehrin yanındaki göl) ya da boğazın en yüksek noktasında bir uçurum kenarına arabayı çekip konuşmadan saatlerce müzik dinlerdik..

bazen bazı şarkıları onlarca defa dinlerdik.. o dalıp giderdi başka yerlere.. maviliğe bakarak ben de ona dalar giderdim.. bazen de onun kafasının içinde gezinmeye çalışırdım bir salak gibi..

omzuma yaslanır ya da dizlerime uzanır uyurdu , yanımdaydı ama sonra anladım ki hiç yanımda değilmiş , çok uzağımdaymış..

yakalayamamışım hiçbir zaman onu ve düşüncelerini..

en çok şiir okurken severdim onu.. ya da araya bir iki dize sokuşturduğu zaman edip’ten ya da turgut’tan..

‘saatlerce konuşsa keşke derdim , hiç susmasa..’ bu cümle aynı zamanda onun benim için en çok söylediği ve yazdığı cümleydi.. ne tesadüf , ne komik ve ne acı..

hele sayfalar uzunluğundaki şiirleri elinde kitap varmış gibi ezbere okuması ve sonra gülümsemesi..

sadece o gülümsemesi ve susuşu üzerine yazmak isterim binlerce sayfa.. ve bitmesin o yazdıklarım , sona gelmeyeyim hiçbir zaman.. son nefesime kadar sadece onun o gülümseyişini yazayım..

ona bir kere çok ağır yazmıştım.. bana bir kalp borçlusun diye.. gerçekten o zamanlar buna inanıyordum.. kalbimi delik deşik eden , ona en çok zarar veren ve her geçen saniye kalbimi kemirmeye devam eden oydu.. öyle düşünüyordum..

sonra lütfetti onu gördüm bir ara.. gözlerine baktım.. bana ‘sana gerçekten bir kalp borçlu muyum’ diye sordu.. kıyamadım kendisine , evet diyemedim.. hayır dedim.. borçlu değilsin.. kim bilir belki bir karaciğer ya da pankreas ya da mide borçludur.. yazarken bunları yine gülüyorum , gülerken bir yandan da gözlerimden yaşlar akıyor.. bizim ‘güneşe’ benziyorum böyleyken.. hem ağlarım hem gülerim hesabı..

‘yalanıma’ kıyamadım işte o anda , kendimi inkar ettim , kendime ‘yalan’ söyledim.. oysa suratına haykırmak istiyordum..

şimdi yine diyorum bana bir kalp borçlusun ‘yalanım’.. çünkü öyle bir hale getirdin ki bu kalbi.. kalp denmez.. bir enkaz bile değil..

pazar günü kitaplarımın arasında dolanırken elime bana verdiğin kitaplardan biri geçti.. bulunduğum her yerde karşıma çıkıyorsun ya evde de çıktın işte..

edip’in kitabı.. hatırlarsın..  kitabın sayfalarını ayakta karıştırırken birden sanki bir el kalbimi avuçladı ve güçlü bir şekilde sıkıp bıraktı.. belki de senin elindi.. dedim tamam.. buraya kadarmış.. son.. the end.. khalas..

elim ayağım boşaldı.. tutunacak bir yer aradım.. uzandım hemen.. dakikalar değil saniyeler geçmiyordu.. o el bir daha sıkacak mıydı.. bekliyordum.. hayatımda böylesini yaşamamıştım sanırım..

uzandığım yerde bu bir uyarı mıydı acaba dedim.. hoyratça kullandığım vücudumun bir uyarısı.. demir olsa dayanamazdı bu uykusuzluğa , içkiye.. hemen karar verdim içkiye uzun bir ara yine.. çok kararlıydım.. çok kararlar veririm böyle içkiyle ilgili.. bazen beş dakika sonra o kararı ezer geçerim.. işte o gün böyle düşüncelerle boğuştum durdum , hiç evden çıkmadım..

ertesi gün sabah korkarak çıktım çöplüğüme , kadıköy’e geldim.. hep tetikteydim , sanki bir şeyler yapabilirmişim gibi bekledim o elin kalbimi tekrar sıkmasını..

ama bir şey olmadı..

kadıköy’de gün boyu abidin dayı ile dolaştık , modaya çıktık.. çay bahçesinde ayazda dışarıda denize karşı oturup eskilerden konuştuk denize bakarak.. modadan dönüşte ümo kesti yolumuzu.. yürürken kendi kendime devamlı ‘ yanımda abidin dayı ve ümo varken kalbimi kimse sıkamaz’ diyordum.. rahata aldım yani bir anda..

halbuki gece bir düğün vardı.. esas o canımı sıkıyordu.. düğünleri hiç sevmem.. katılmak istemem.. yanlış anlaşılmasın evlenenlerden dolayı değil düğün ortamları sıkıyor beni.. bir de çok şey yapmacık geliyor.. tüm düğünler özünde aynı.. hep aynı nakarat..

bu aralar sanki benim inadıma düğünler arka arkaya.. ama hepsi sevdiğim kardeşlerimin mutlu günleri , katılmamak olmaz.. memo’nun nişanında olanları ‘halo’ burada anlatmış ayrıntılarıyla.. bana laf etmek düşmez o yazı üzerine.. sadece memo’ya ve neslihan kardeşime ömür boyu mutluluklar diliyorum buradan tekrar.. ve son söz olarak ‘halo’muzun eşine ‘halo’ya aldığı o sağlam çoraplar için tebriklerimi iletiyorum buradan.. gerçekten yarım saat boyunca bir çorabın lastikleri nasıl bir yetmişlik rakı şişesini tutar hala hayretler içindeyim-z..

neyse bu hafta başında olacak düğün içkili ve yemekliydi.. ama ben karar vermiştim içmemeye ya.. pehh.. akşam kalktık gittik düğüne.. oho kimler yoktu ki.. yirmi yıl öncesinden arkadaşlar.. masamıza kurulduk.. mükellef bir meze tabağı zaten hazır bekliyordu.. ne ararsan var tabakta.. yarısı memleketten mezeler..

ben yan gözlerle girişeyim mi hemen tabağa diye bakarken işte o an geldi.. garson bey yaklaştı.. ‘içecek ne alırdınız..’ rakı , şarap vs.. ne istersen var sınırsız..

bir an zaman durdu.. yanımda bizim oralı canım arkadaşlarımdan ‘tt’ vardı , benden önce yerime cevap verdi : ‘rakı içer o rakı’ dedi.. göz kırparak ‘la bugün kandil’ dedim.. hemen başladı harabi’den ‘kandil geceleri kandil oluruz’ diye türküye.. sonra arkadaş ‘hem bugün sevgililer günüymüş my honey’ diyince ben kahkahayı patlatmadan önce garsona kafamla getir dedim..

masamız oldukça kalabalıktı.. bazı arkadaşlar eşleriyle gelmiş doğal olarak.. biz de üç erkek arkadaş yanlarına oturmuşuz.. artık bizi idare edeceklerdi..

neyse az sonra garson elinde ‘şerbet’ şişesiyle geldi.. yanımdaki hemşerimle ben aynı ekoldeniz.. garsonun elinden şişeyi kaptık.. canım suyu da getir dedik.. hiçbir zaman garsonlara ya da başka birisine rakı doldurtmaz gerçek demci.. (‘demci’ lafını da güzel insan aydın boysan üstattan öğrendim.. aydın boysan bir derya.. gerçi bizim ‘halo’ onu beğenmiyor.. içmeyi bilmiyor diyor onun için ve biz gülüyoruz bunu dediği zaman..)  çünkü bilen var bilmeyen var.. bir de her demcinin kendine göre bir içişi ve ayarı var..

önce arkadaş doldurdu kendi kadehini sonra ben aldım , önce kendiminkini sonra yanımda oturan diğer arkadaşın rakısını doldurdum.. ben doldurdum diğer arkadaşınkini çünkü o içmeyi zaten bilmiyor.. sonra verdik garsona şişeyi..

yanımdaki hemşerimle en son üç ay önce yine bir düğünde boğaza karşı içmiştik.. düğün içkisizdi.. biz düğünden kaytarıp yandaki işletmeye gidip orada bir büyüğü yirmi dakikada devirip sonra düğün mekanına dönüp düğüne neşe saçmıştık..

ve işte yine biz başlıyorduk içmeye.. ama benim hep aklım göğsümde.. el sıkar mı diye bekliyorum tetikte.. sonra ‘tt’ hadi sağlığına kardeşim dedi ve kadehler kaktı , ilk kadehlerimiz hep fondiptir ‘tt’yle.. masadakilerin şaşkın bakışları ararsında rakı kadehleri boş olarak masaya iniş yaptı.. ‘tt’ arkada duran garsona sadece ‘canım’ dedi ve şişe tekrar geldi.. ikinci kadeh , üçüncü kadeh ve tam gaz devam.. ‘tt’yle durmaksızın içeriz istesek , bayılana kadar ya da ölene kadar belki.. şimdiye kadar bayılmadık ya da ölmedik hiç onunla.. ama hiç bozmadık kendimizi.. belki de hemingway’in ‘alkolik , kendisinden fazla içemeyen adamdır’ sözündeki gibiydik.. kim bilir..

içtikçe unuttum gelip kalbimi sıkacak eli.. bir ara sanırım masaya damatla gelin gelmiş , tebrik etmişiz , gülücüklerle dolu fotoğraflar çektirmişiz.. hatırlamıyorum.. sadece ‘tt’nin o kara gözlerini gülümseyerek kısması ve sağlığına diyişi aklımda kalmış.. zaman nasıl akıp gitmiş anlamadım bir baktık masada ikimiz kalmışız , bir de göğsümde sımsıcak ‘yalanım’..

(göl fotoğrafları : crockett..)

canım arkadaşım ‘tt’ gece yarısından sonra uçacaktı memlekete.. ‘hadi biz de ikileyelim’ diyip , bir başka düğüne kalmasın görüşmelerimiz temennileriyle kalktık masadan.. düğün sahipleriyle vedalaşıp attık kendimizi sokağa.. sonra sarıldık birbirimize gecenin ayazında..

sabah olduğunda rakının lezzeti hala damağımda geziniyordu.. ama arkası kesilmeyen öksürüklerden sonra karar verdim tekrar bir süre içmemeye.. tabi canım içmeyiz..

kahvaltı etmeden çöplüğüme geldim.. kimse yoktu.. çayı demledim ve pastanelerimden pastane seçip gidip ne kadar zararlı şey varsa aldım geldim , tıkınmaya başladım..

sonra günlük rutinler başladı.. her şey aynı.. gün boyu içmemek için kendimi motive ediyordum.. ama akşamüstü olduğunda hüzün çöktü yine..

canım nasıl bir kadeh rakı ya da buz gibi bir bardak bira çekti kimse anlayamaz.. bir alkoliğin çırpınmaları ya da istekleri değil bunlar.. ‘yalanım’la tartışmalarımız hep bana ‘alkoliksin’ demesi üzerine başlardı.. ben alkolik değilim derdim o da ısrar ederdi.. ben de ona ‘sen sigara bağımlısısın , ben alkol almadan durabilirim ama sen sigara içmeden duramıyorsun’ derdim.. ‘halo’ ekolünden gelenler alkolik değildir , kabul edemem bunu.. ayrıca herkes bilir içkiye verdiğim radikal ara verişleri.. bu bambaşka.. ama yendim kendimi , hemen gittim bir tur attım moda’da..

sonra döndüm çöplüğüme müzik dinleyeyim dedim.. hep yanımda duran ‘yalanım’ gülümseyerek fısıldadı birden.. ‘deep purple dinlemek istiyorum’ dedi.. gülümseyen yüzüne dokunmak istedim hep öpmek istediği parmaklarımla.. ama elim boşlukta kayboldu.. ve deep purple çalmaya başladım.. sonra jefforson airplane’e geçtim ve sonra patti smith’de takıldım , kaldım..

patti smith’in yorumuyla white rabbit’i dinledim defalarca.. çaldı çaldı.. patti smith çalıyor ve ben daha beter hüzünleniyorum..

hüzün , isyan , öfke  dolduruyor içimi.. içmek istiyorum..

kahretsin diyorum ve içmek istiyorum.. 

patti smith..

çok şeyi alevlendiriyor içimde yine..

adela’dan sonra beni en çok heyecanlandıran , içimde bir şeyler uyandıran kadın herhalde patti smith’dir..

white rabbit’le artık uçuşa geçiyorum.. uçmaya başlıyorum gökyüzünde yalanıma doğru.. arkamdan adela kollarını açıp kendisine çağırıyor.. adela’ya ‘üzgünüm’ diyorum ve denizin üstünden ‘yalanım’a doğru yol alıyorum..

o an aklıma yine saçma sapan düşüncelerimden birisi geliyor.. dünyanın en güzel şarkı söyleyen  kadını kim janis joplin mi , patti smith mi karar veremiyorum.. karar vermek de istemiyorum zaten.. neye karar verdiysem altında kalmadım mı o kararların..

içmedim..

zaten patti smith sarhoş etmişti beni yeterince..

dedim yarın bir günün şarkısı yazısı yazayım.. epeydir yazmıyorum günün şarkısı ve içmediğim bugünün anısına günün şarkısı olarak patti smith’den seçeyim..

ama hangisini seçeyim ki.. işte yine bir karar verme işkencesi..

‘dead man walking’ filminin şarkılarından olan ‘walkin blind’mı olsun , jefforson airplane coverı ‘white rabbit’mi.. karar veremedim uzun süre..

ama sonunda tabi ki ‘because the night’ta karar kıldım..

bugünün şarkısı dünyanın en güzel şarkı söyleyen iki kadınından birisi olan patti smith’den ‘because the night’.. müzik kutumuzdan hem  ‘because the night’ şarkısını hem de ‘white rabbit’i dinleyebilirsiniz..

bir bruce springsteen şarkısı ve patti smith yorumu.. 

sonsuzluğun şarkısı ise yine onun yorumuyla ‘white rabbit’ olsun..

ve son sözler..

‘yalanım’ bana bir kalp borçlusun..

sizler ise aylaklar hiçbir şey borçlu değilsiniz , biz size çok şey borçluyuz..

‘adela’m seni unutmadım.. kırılma.. ben sana hayatımı borçluyum adela.. başka bir yazımda bitirdiğim gibi bitireyim yine.. senin dizelerinle.. ‘ayaklarının dibindeyim hep ben.. uzun bir süredir nefes alamıyordum zaten..’

müzikle ve gülüşünüzle kalın..’

 

Crockett..

 

(Patti Smith , ‘Horses’ albümünü ‘marjinallere , ucubelere ve toplumdan dışlanmışlara yapılmıştır bu albüm’ diyerek bizlere armağan etmiştir..)

BECAUSE THE NIGHT.. 

take me now baby here as i am
hold me close, try and understand
desire is hunger is the fire i breathe
love is a banquet on which we feed..

 

come on now try and understand
the way i feel when i’m in your hands
take my hand come undercover
they can’t hurt you  now,
can’t hurt you now, can’t hurt you now..

 

because the night belongs to lovers
because the night belongs to lust lovers
because the night belongs to lovers
because the night belongs to us..

have i doubt when i’m alone
love is a ring, the telephone
love is an angel disguised as lust
here in our bed until the morning comes..

come on now try and understand
the way i feel under your command
take my hand as the sun descends
they can’t touch you now,
can’t touch you now, can’t touch you now..

with love we sleep
with doubt the vicious circle
turns and burns
without you i cannot live
forgive, the yearning burning
i believe it’s time, too real to feel
so touch me now, touch me now, touch me now..

because tonight there are two lovers
if we believe in the night we trust
because tonight there are two lovers
because the night belongs to lust
because the night belongs to lovers
because the night belongs to us..

‘bir gece bir denizde bir yelkenli yapayalnızdı yıldızlarla..’ – NAZIM HİKMET

ŞEYH BEDRETTİN DESTANI..

6.

bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
                                    ve bir yelkenli vardı.
bir gece bir denizde bir yelkenli
                                        yapayalnızdı yıldızlarla.
yıldızlar sayısızdı.
yelkenler sönüktü.
su karanlıktı
                  ve göz alabildiğine dümdüzdü.

sarı anastasla adalı bekir
                                           hamladaydılar.
koç salihle ben
               pruvada.
ve bedreddin
                  parmakları sakalına gömülü
                  dinliyordu küreklerin şıpırtısını.

ben:
   — ya! bedreddin! dedim,
          uyuklayan yelkenlerin tepesinde
                   yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz.
        fısıltılar dolaşmıyor havalarda.
        ve denizin içinden
                           gürültüler duymuyoruz.
        sade bir dilsiz, karanlık su,
        sade onun uykusu.
ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar
                                                         güldü,
                                                      dedi:
   —
sen bakma havanın durgunluğuna
        derya dediğin uyur uyur uyanır.

bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
                                               ve bir yelkenli vardı.
bir gece bir yelkenli geçip karadenizi
                                             gidiyordu deliormana
                                                             ağaçdenizine…

NAZIM HİKMET

(Şeyh Bedrettin Destanı’nın 6. bölümü , YKY yayınları..)

DOĞU ASYA SİNEMASI , DAVID CARTER..

DOĞU ASYA SİNEMASI , DAVID CARTER..

‘kalkedon yayınları türkiye’deki sinema kitaplığının bir eksikliğine son verecek bir kitap yayınladı yakın zamanda : doğu asya sineması.. david carter’in derleyip yazdığı kitap nejat ağırnaslı’nın çevirisiyle raflarda yerini aldı..

kadıköy’de olanlar şanslı diyeceğim kalkedon yayınları diplerinde caferağa spor salonunun karşısında , oradan indirimli şekilde alabilirler.. her ne kadar ben orada kitapla ilgili küçük bir komedi yaşasam da..

ben genelde tanımadığım , girmediğim kitapçı ya da mağazalardan alışveriş yapmayı sevmem.. sıkıntı basar.. sanırım bir psikiyatriste görünmem de yarar var bu konuda.. gülüyorum.. neyse kalkedon yayınevi de böyle pek uğramadığım ama her gün vitrinine geçerken bir iki kere baktığım bir kitapçı.. işte böyle geçişlerimden birinde baktım ula o ne kapağında ‘old boy’dan bir sahnenin olduğu bir kitap duruyor vitrinde.. neyse binbir zorlukla kendimi ikna ederek içeri girdim.. masalardan birinden bir hanımefendi kalkıp buyrun dedi.. ‘doğu asya sineması’ kitabından bir adet istediğimi söyledim.. bayan bana anlamayan gözlerle baktı , hangi kitap dedi.. ben tekrar ettim.. bilgisayardan bakmaya başladı.. off en sevmediğim sıkıcı anlar bunlar.. ama beni bir gülümseme tuttu , gülümsemem bayanın aramasının uzun sürmesi ve kitabı bulamamasıyla arttı..

tam kahkahaya dönüşecekken kendimi tuttum çünkü o sırada bayan bana dönüp üzgünüm böyle bir kitap yok dedi.. ben ağzımı açayım mı , ağzımı açarsam kahkaha atar mıyım diye düşünürken yahu ben yanlış mı girdim acaba diye de kendimi sorguluyordum.. kalkedon kitapçısı değil mi diyeceğim ama orası , ki olmasa bile vitrinde zaten var kitap..

vitrinde duran kitabı bilgisayarda arıyoruz.. kendimden şüphe ettim bir ara , la yine mi ayakta uyuyup rüya görüyorum diye düşünürken bayan yan odadaki yine bilgisayar başında oturan bir beyefendiye dönüp kitabın adını söyleyince o bey de bilgisayarda aramaya başladı.. o an bir yok olmak istedim yeryüzünden bir de geri dönüp çıkıp dükkan dışında iyicene bir gülüp geri dönmek istedim.. ama o beyefendi de yok böyle bir kitap dedi.. ben artık koptum , dayanamayıp gülerek dedim ki tamam kitap yok bilgisayarda ama ben vitrinde duran kitabı alabilir miyim , orada bir tane var dedim..

bu sefer ikisi birden güldü ve bayan hızla vitrine koştu , gülerek kitabı getirdi.. bizim kitapmış dedi , evet dedim kalkedon’un kitabı ve gülümsedim.. kahkaha atmayı dışarıya bıraktım..

ben yoğunluklarına verdim onların.. hem kitap hazırlamak , yayınlamak hem de kitapçı ve cafe işletmek zor işler bu devirde.. böyle yoğunlukta olur böyle aksilikler dedim.. hem ne güzel işte asık suratımıza bir an olsun gülümseme yayıldı.. neyse teşekkür edip çıktım.. arkadaşlar belki beni hatırlamazlar ama üç hafta önce filan yaşanan bir olaydır bu.. not düşeyim dedim tarihi..

neyse poşetten hemen çıkarıp yolda inceledim biraz.. güzel bir kitaba benziyordu.. mekana gittiğimde daldım kitaba..

gerçekten güzel bir derleme.. tayvan , çin sinemalarından tutun her iki kore’nin sinemalarına kadar doğu asya’daki sinema sanatına ve yapıtlarından geniş bir alanı anlatıp , örnekleriyle sunmuş.. bazı bölümleri biraz yavan ve sırf bahsetmiş olmak için bahsedilmiş gibi dursa da kitap yine de büyük bir açığı dolduruyor.. özellikle bu coğrafyanın sinemalarına ilgi duyan ankaralı cevo’ya (ki cevo bu hafta sonu bana sürpriz yapıp beni ziyaret etti , çok sevindim gelişine) , ‘entekyeli’ yönetmen gökhan kardeşime ve bana oldboy’un müziklerini hediye ederek büyük güzellik yapan ama sonra beni nedense unutan beyoğlu’ndan deniz kardeşime tavsiye ederim bu kitabı.. mutlaka edinsinler..

bizim ‘japon sülo’ya gösterdim kitabı ama beyefendi animelerle , mangalarla ve kore dizileriyle kafayı bozduğundan kitap pek ilgisini çekmedi.. ee ne de olsa 90 gençliği böyle oluyor.. kitaba değil görsel bakıyorlar , yani kolaya kaçıyorlar diyeceğim ama bu japon sülo için geçerli değil çünkü japon sülo okumanın da hastası.. o kadar yetenekli ki okuma konusunda okurken uçan tekme bile atabiliyor istediğiniz kişiye..

bu arada yakında ‘japon sülo’nun bana verdiği ‘death note’ üçlemesi filmle ilgili yazacağım tabi o kadar ısrarıma rağmen eğer o yazmazsa ‘aylak adamız’a bu filmlerle ilgili.. bence gayet başarılı bir üçleme.. her açıdan başarılı filmler.. animelerini izlemedim.. animeleri de çok başarılıymış , belki vakit bulursam izlerim bir gün ‘death note’un animelerini de..

death note’un özellikle ilk iki film sürükleyiciliğiyle hollywood yapımlarını ezer geçer.. hele ‘l’ karakteri unutulmaz bir karakter.. ‘l’ canlandıran ‘kenichi matsuyama’ ile ‘light yagami’yi canlandıran ‘tatsuya fujiwara’ müthiş performans sergiliyorlar ilk iki filmde.. son filmde ‘l’ karakterini canlandıran   ‘kenichi matsuyama’ oyunculuk kariyerinin sanırım doruğuna ulaşıyor..

gerçi duyduğum kadarıyla hollywood bu filmlere de el atmış filmlerin tekrar çekimi için.. ama ellerine yüzlerine bulaştırırlar eminim.. tıpkı yakın zamanda izlediğim ‘tzametti-13’ filminin gela babluani tarafından tekrar hollywood için çekmesiyle.. film kuru , yavan olmasının yanı sıra sırf gişe için yapıldığı o kadar belli ki.. çok merak ediyorum.. gela babluani’ye bir fırsatım olsa keşke sorsam :  ‘daha üç dört sene geçmeden ve senin ilk filmin olan  ‘tzametti-13’ ü sen niye durup dururken tekrar çekersin kardeşim’ diye.. gerçekten anlamıyorum.. ve sen o ilk filminle gayet başarılı bir iş çıkarmışsın.. bence bir başyapıttı ilk ‘tzametti-13’.. ama durup dururken gela babluani gitmiş filmi bir de amerika’da çekmiş.. ee ne ortaya çıkmış koca bir hiç.. filmin tekrar çekiminde oynayan ‘fifty cent’ gibi parayı gerçek hayatında bıçakla kesip yediğini gösteren fotoğrafları medyaya dağıtan görmemişliğin abidesi adamlar oynuyor diye çok kişi izleyecek sanmışlar herhalde tekrar çekimde.. ama bir fiyasko.. gela babluani yeni yapımlarla uğraşsaydı keşke.. çok ümitliydim kendisinden..

konuyu epeyi dağıtık sanırım.. ‘doğu asya sineması’ndan , ‘death note’ filmine oradan gela babluani’ye kadar uzandım.. ne beyin var kardeşim bende de.. rahatsız bir beyin.. konuşurken de böyleyim.. alakasız konular arasında çok güzel bağlantılar kurar daldan dala sıçrarım.. ama yine de seviyorum kendimi ya.. koptum burada gülmekten.. hayatta hiç kendime seni seviyorum dememiştim.. püff..

neyse yazı konusu kitabı bence doğu asya sineması’na meraklıysanız alın.. meraklı değilseniz bile alın sinema dünyanızda yeni bir ufuk açar.. kalkedon yayınlarına ve kitapta emeği geçen başta çevirmen nejat ağırnaslı olmak üzere herkese teşekkür ederiz..

kitaplarla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

Kitap Arkası :

‘bölgedeki bütün ülkelerden pek çok film, kendi ortak budist ve konfüçyanist miraslarının izlerini yansıtır.. çin toprakları ve kuzey kore filmleri de komünist ideoloji ile şekillenmiştir.. bazı büyük yönetmenlerin yapıtlarında doğu asya’ya özgü görsel sanatlardaki geleneksel çizgilerin etkisini izlemek de mümkündür : imgelem, çerçeve içindeki kompozisyon, boşluk algısı gibi.. dövüş sanatlarının biçimleri de, en popüler eğlence ürünlerinden en başarılı sanatsal kazanımlara, filmlerin başarısına büyük oranda katkıda bulunmuştur.. her ülke filmleri aracılığıyla kendi özgün dövüşü sanatları formunu popülerleştirebilmiştir.. çince konuşan bölgelerde kung-fu ve tai-chi, japonya’da kendo ve karate, kore’de (özellikle güney kore’de) tekvando ve taekgyeon öne çıkmıştır..

güney ve kuzey kore sinemalarının ortak başlangıçları olduğu ve ikinci dünya savaşı’nın sonrasına kadar ortak bir tarihi paylaştıkları için bu kitaptaki tarihsel dökümde bunlar süreğen bir anlatının parçası olarak japon hakimiyeti altındaki dönem, güney kore ve kuzey kore başlıklarında üç parçaya bölünerek sunulmuşlardır.. tayvan örneğinde anakara çin’den mülteciler tarafından kurulan yeni bir ülke olduğu ve japon hakimiyeti boyunca çok az sayıda film üretildiği için bu ülkenin sinema tarihini çin sinemasından bağımsız olarak sunmak mümkün olmuştur..

bu kitap, doğu asya sinemasında başlangıcından günümüze kadar olan gelişmelere geniş bir bakış getirmeye çalışıyor.. seçilen yönetmenlere ve onların filmlerine sağlanan özet bilgilerin bu yönetmenlerin filmlerinin bütününü daha derinlikli incelemeleri için okuyucuları teşvik edeceği düşünüldü.. yazarın seçkisinde tarihsel önem, sanatsal başarı, yenilikçilik, tanrının önemli örneği olma, bir açıdan özgünlük, bir akımı temsil etme, kendi ülkelerindeki sosyal ya da kültürel bir temayı yansıtmak ya da bir yönetmenin kariyerindeki dönüm noktalarını yansıtmak gibi kriterlerin bir ya da daha fazlasını sağlayan filmlere yer vermiştir..

DOĞU ASYA SİNEMASI , DAVID CARTER , Türkçesi : NEJAT AĞIRNASLI , KALKEDON Yayınları , Ocak 2011 , 259 sayfa..

‘her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır ; hem de tam anlamıyla , gerçek bir hastalık..’ – DOSTOYEVSKI

‘ben hasta bir adamım.. gösterişsiz , içi hınçla dolu bir adamım ben.. sanıyorum , karaciğerimden hastayım.. doğrusunu isterseniz  , ne hastalığımdan anladığım var , ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum.. tıbba , hekimlere saygı duymakla birlikte , şimdiye dek tedavi olmadığım gibi , bundan sonra da böyle bir şey düşünmüyorum.. üstelik boş inançları olan bir insanım , hem de tıbba saygı duyacak kadar (oldukça iyi bir öğrenim gördüm , boş inançlara inanmamam gerekirdi , ama inanıyorum işte).. hayır , hayır , salt hıncımdan dolayı tedavi olmak istemiyorum.. siz bunu anlayamazsınız.. ama ne ziyanı var , ben anlıyorum ya.. bu huysuzluğumla kime kötülük edeceğimi açıklamak elimde değil , bunu ben de bilmiyorum ; bildiğim bir şey varsa , o da , tedaviden kaçmakla hekimlere bir ‘zarar veremeyeceğim’ , olsa olsa bütün zararı kendimin çekeceğidir.. yine de hıncımdan tedavi olmuyorum.. karaciğerim ağrıyormuş varsın daha beter ağrısın..’

‘benim nasıl bir adam olduğum da belli değil : ne ters bir adamım ne uysal , ne alçağım ne onurlu , ne kahramanım ne de korkak.. kendi köşeme çekilmişim ; zeki insanların önemli bir iş tutamayacakları , tutanlarınsa aptal oldukları gibi kin dolu , boş bir avuntuyla günlerimi doldurup gidiyorum.. evet efendim , 19. yüzyıl insanı en başta iradesiz olmalıdır , böyle olmak onun boynunun borcudur ; iş beceren , iradeli adam aptal , dar kafalıdır.. işte benim kırk yıllık yaşamımda vardığım sonuç.. kırk yaşındayım artık ; şaka değil , kırk yıllık koca bir ömür , yaşlılığın ta kendisi.. kırkından fazla yaşamak ayıptır , aşağılıktır , ahlaksızlıktır.. kim yaşar kırkından fazla.. haydi , bana açıkça , elinizi vicdanınıza koyarak söyleyin.. isterseniz size ben açıklayayım : aptallar , namussuzlar yaşarlar kırkından sonra.. bütün ihtiyarların , o ak saçlı  güzel kokular sürünmüş saygıdeğer ihtiyarların yüzüne karşı söylerim bunu.. hatta çıkar , sokaklarda haykırırım.. buna hakkım var , çünkü kendim de altmış yaşıma kadar yaşayacağım.. üstelik yetmişimi , seksenimi bulacağım.. of.. izin verin , biraz soluk alayım..’

‘sevgili okuyucularım , sizin dinlemek isteyip istemediğinizi bilemem ama , şimdi size niçin bir böcek olmadığımı anlatmak istiyorum.. şunu bütün ciddiyetimle belirteyim , pek çok kez böcek olmayı istemişimdir.. ne yazık ki , buna bile erişemedim.. baylar , yemin ederim , her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır ; hem de tam anlamıyla , gerçek bir hastalık.. normal bir insanın anlayış gücü , -başka bir söyleyişle- yeryüzünün en soyut , en işini bilen kenti olan petersburg’da (öyle ya , kentlerin işini bilenleri de var , bilmeyenleri de) yaşamak gibi katmerli bir talihsizliğe uğramış 19. yüzyıl aydının payına düşen anlayışın yarısı , dörtte biri , hatta daha azı günlük yaşantımız için yeter de artar bile.. hani nasıl derler , içinden geldiği gibi hareket edenlerin elinden iş gelenlerin anlayışıyla yetinmelidir insanoğlu.. bunları işadamlarına efelik yapmak , hem de kılıcını şakırdatan subayımız örneği en bayağısından efelik taslamak için yazdığımı düşünmüyorsanız size istediğiniz veririm.. ama , değerli okuyucularım , siz hiç hastalıklarıyla övünenleri , üstelik bir de efelik taslamaya kalkışanları gördünüz mü.. gelin görün ki , oluyor böyle şeyler.. insanlar hastalıklarıyla övünüyorlar , caka da satıyorlar ; belki herkesten çok ben yapıyorum bunu.. keselim tartışmayı , yersiz bir sav ileri sürdüğümü biliyorum.. ama şuna iyice inanıyorum ki , değil fazlasıyla bilinçli olmak , bilincin her türlüsü hastalıktır.. bence öyledir işte..’

keşke boş duruşum aylaklığım yüzünden olsaydı.. tanrım , o zaman kendime ne büyük bir saygı duyardım.. hiç olmazsa tembelliğim , güvenebileceğim belirli bir özelliğim var diye kendi kendime en büyük saygıyı beslerdim.. birisi benim için ‘kim bu adam’ diye sorunca , ‘tembelin biri’ karşılığını verirlerdi.. böyle bir söz duymayı çok isterdim.. benim de belirli bir niteliğim , hakkımda söylenecek bir söz olacaktı.. ne demek efendim ‘tembelin biri’.. şaka değil , bu bir unvandır , bir mevkidir , kusursuz bir meslektir.. alay etmeyin , bu böyledir.. o zaman haklı olarak birinci sınıf bir derneğe üye olur , kendi kendimi saymaktan başka bir iş tutmazdım.. tanıdığım biri vardı , lafitte şarabından anlamasıyla övünür dururdu.. bunu bir erdem olarak görüyor , kendisi hakkında en ufak bir kuşkuya düşmüyordu.. adamcağız sonunda yalnızca huzur içinde değil , üstelik böbürlenerek öldü  ; bunda da çok haklıydı.. işte ben de onun gibi kendime bir meslek seçerdim : tembel obur.. ama öle düpedüz obur değil ; şu , bütün güzel , yüce şeylere ilgi duyan oburlardan olurdum.. nasıl hoşunuza gitti mi.. ben buna öteden beri kafamı takmışımdır.. ‘güzel yüce şeyler..’ kırk yaşımda bana az çektirmedi , ama kırkıncı yaşıma basınca böyle oldu bu ; oysa o sırlar , ah , o gençlik yıllarımda çıkacaklardı karşıma.. o zaman kendime uygun bir iş de bulurdum : bütün o güzel , yüksek şeylerin onuruna içerdim.. kadehime önce biraz gözyaşı akıtmak , sonra da onu bütün güzel , yüksek şeylerin onuruna kaldırmak için hiçbir fırsatı kaçırmazdım.. dünyada ne varsa hepsini güzellik , yücelik açısından görür ; en pis , en iğrenç şeylerde bile güzel , yüce bir yan bulurdum.. istediği zaman gözyaşı dökebilen bir adam kesilirdim.. ressamın biri kalkıp ‘ghe’ (19. yüzyıl tanınmış rus ressamlarından) ayarında bir tablo yaptı diyelim.. hemen böyle bir tablo yapmış olan ressamın onuruna içerdim , çünkü bütün güzel yüksek şeyleri seven bir adamım ben.. ‘canınız nasıl isterse’ adında bir yapıt mı yazıldı , hemen ‘canınız nasıl isterse’nin onuruna kadehimi kaldırırdım ; dedim ya , güzellik , yücelik adına yapmayacağım şey yoktur.. bu sırada herkesin kişiliğime saygı göstermesini isterdim , birisi bana saygısızlık yapacak olsa yakasına yapışırdım.. ‘huzur inde yaşayıp debdebeyle ölmek..’ bundan daha güzel ne vardır.. salıverdiğim göbeğimi , üç kat olmuş gerdanımı , rezilcesine havaya diktiğim burnumu görenler : ‘bakın şu kalantor herife.. olunca böyle olmalı’ derlerdi.. siz ne derseniz deyin , baylar , yaşadığımız şu olumsuz çağda böyle hoş sözleri işitmeyi kim istemez..’

YERALTINDAN NOTLAR , DOSTOYEVSKI , Çeviri : MEHMET ÖZGÜL , İLETİŞİM Yayınları , 2000..